13 Temmuz 2022

Kinisler

     Kütahya taraflarından gelmişler, kesin olarak hangi köyden ve ne zaman geldikleri bilinmiyor. Bu bilginin kaynağı Kumpir Hasan, ayrıntılı olarak anlatmamış. Galiba bu konuda tam olarak kendisi de bilgi sahibi değilmiş. Sülaleye takılan bu 'Kinisler' lakabıyla bağlantılı olarak yer tahmini yapmak güç. Böyle bir yer adı yok çünkü. Eski harflerle yazılışı biraz benzediği için 'Genişler' diyesim var; ama bu köy ile ilişkili olduklarına dair küçük bir ipucu bile yok.

    İdris oğlu Ali'den ilk defa annesi Ayşe Hanım vefat ettiğinde haberdar oluyoruz. Daha doğrusu, annesinin vefat tarihi belli değil; ancak 1839 yılında tereke paylaştırılıyor, isimleri o belgede yazılı. Buna göre babası İdris, annesi Ayşe... Kütahya taraflarından gelen, baba İdris veya onun da babası Ali olabilir... İsminden dolayı İdris'in İdirizlerden olduğu sanılmasın; onlarla irtibat iki kuşak sonra kurulacak...


  1839 yılındaki duruma göre Ali ile Hatice iki kardeşler... Bu tarihten altı yıl sonra, 1845'te  Ali vefat ediyor... Kızkardeşi Hatice, Çalık Mehmet eşi oldu... Babaları 'Hacı Ali oğlu İdris Ağa'nın ise 1847 tarihinde henüz sağ olduğu anlaşılıyor...

    İdris oğlu Ali, Yusuf kızı Ayşe ile evliydi. Arka arkaya vefat ettiler... Önce Ali, sonra Ayşe Hanım... Geride iki kız bir oğlan bırakarak... Kızları Satı ve Necibe yetişkindiler, büyük ihtimal evliydiler de... Oğlu Hasan ise yaş olarak çok küçüktü...

    Kinislioğlu Hasan büyüdü ve Ümmühan Hanım ile evlendi. Ümmühan Hanım Mehmet oğlu Mustafa kızı, Goca Osmanın halasıdır. Hasan'ın dedesinin adı İdris olmasına rağmen lakapları Kinisliler/Kinisler idi. Bu evlilikten sonra o lakaba paralel olarak İdirizler sülalesine dahil oldular. Çünkü Ümmühan Hanımın erkek kardeşlerinin hepsi İdirizler diye bilinecektir...

    Kinisli Hasan, İdirizler gibi büyük bir sülaleye dahil olunca doğal olarak akrabalık ağı da genişlemiş oldu. İdris, İbrahim, Ömer ve Mehmet Ali adlarında dört kayınbiraderi vardı mesela. Bunlardan İdris kanalından Goca Osman ve Sarı Mehmet; İbrahim kolundan Hamsinci, Deligızlar; Ömer'den Sarı Ömer; ve Mehmet Ali'den Onbaşıoğlu taraflarına doğru yeni hısımlıklar kurulmuş oldu. Ayrıyeten Emine adında bir baldızını da Çalıkoğlu Hüseyin aldı. Böylece halasının oğluyla aynı zamanda bacanak olarak, önceden bağlanmış akrabalık bağını pekiştirdi...

    Ümmühan Hanımla Kinislerin Hasanın iki oğlu var; Ali ve Mehmet... 

    1. Dıñ Ali

    1860 Yılında doğan büyük oğluna Ali ismini koydu. Ali'nin dedesinin adı ve dedesinin dedesinin adı da Ali olduğuna göre; Kinislerin Hasan oğlu Ali, bilebildiğimiz üçüncü kuşak Ali oluyor. Sebebi bilinmiyor; ama ona "Dıñ Ali" lakabı takıldı...

    Ali'yi, Neslihan isimli bir yetimle everdiler. Neslihan Hanımın hikayesi de ilginçtir... Mehmet ve Neslihan'dan olma üç kız kardeş var; Döne, Ayşe ve Fatma... Döne, Çorcalı Yusuf ile evlenip sülalenin Döneler diye anılmasını sağlıyor... Ayşe ise Mehmet oğlu Süleyman ile evlendi, ileride Coruk Süleyman'ın ninesi olacak... Gelelim Fatma'ya... Kimlerden olduğu anlaşılamayan Halil ile evlendi. Bir kızları doğduktan bir müddet sonra Halil vefat edince kendisi Hadımoğlu İbrahim'e ikinci eş olarak vardı. Yetim kalan kızı ise Kinislerin Ali'ye verilen Neslihan'dır...

    Çocuklarından bahsedeceğiz... Neslihan Hanımın tam olarak ne zaman vefat ettiği bilinmiyor. Bununla beraber eşi Dınalinin 1930 yılında vefat ettiği kaydedilmiş...

    Ali ile Neslihan'ın üç çocuğu oldu; ikisi kız, biri erkek... Büyük kızı 1894 yılında doğdu, adını Ayşe koydular. Körüslerin Osman ile evlendi. 1915'te kocasının Çanakkale'de şehit olduğu haberi geldiğinde henüz çocukları yoktu... 1902 Doğumlu küçük kızı Azime'yi Paşaoğlu Ahmet'e verdiler. (Ahmet'in ablası Satı, daha önceden Kürtosman oğlu Yusuf ile evlenmiş, Saffet adında bir kızları varken eşi Yusuf Çanakkale'de şehit olmuştu. Bu bilgi lazım olacak.)

    Neslihan ile Ali'nin tek oğlu Hüseyin'in ismi Hasan olarak okunduğunda dedesinin adını almış olur. 1908 Yılında doğdu. Kimin kızı olduğu tespit edilemeyen Ümmühan Hanım ile evlendi. Kendi babasının adını koyduğu bir oğlu oldu: Ali... Kinislilerin dördüncü nesil Ali'sine de "Dıñ Ali" lakabı takıldı, bunun sebebi bilinmiyor. Ayrıca asıl Dınalinin dede mi, torun mu olduğu da netlik kazanmadı... Dınalinin Hüseyin 1970 yılında vefat etti. Eşi Ümmühan Hanımın vefat tarihi ise 1922...

    Büyük amcasının kızı Ümmühan ile evlenen  son Dıñ Alinin oğlu yok, iki kızı var. Büyük kızı Sultan Kekecin Osman eşi, küçüğü Kerime de Bükürün Adem eşi oldu. Kerime ile Adem hala-dayı çocukları...


    2. Ceneme Mehmet

    Kinisler sülalesi burada tıkandı, Hasan'ın küçük oğlu Mehmet'e geçelim... 1871 Senesinde doğdu. Sebebi bilinmiyor ama; kendisine 'Ceneme' denildiği torunları tarafından ifade edildi... Hacımahmutların Yusuf kızı Satı ile evlendi. Satı Hanım anası itibariyle   Çatallardandır.  Ayrıca Kinislioğlu Mehmet bu evlilikle Söylemezoğlu Salih ile de bacanaktır... 

    1902 Yılında bir oğulları dünyaya geldi, ona babasının adı olan Hasan ismini koydu. Sonra sırasıyla Arif, Ümmühan, Hatice, Fadime ve Atike doğdu... Dört kızdan Ümmühan, Dıñ Ali eşi; Fadime, Bükürün Ali eşi; Hatice Gavşakların Gadir eşi, Atike de Sakaların Abdurrahman eşi oldu...

    Ceneme 1947 yılında vefat etti. Eşi Satı Hanım da on yıl sonra 1957'de öldü. Şimdi bu karı kocanın iki oğluna bakacağız...

     Kumpir Hasan 
    Oğlanlara geri dönelim... Büyük oğlu, anlaşılmaz bir sebeple 'Kumpir Hasan' lakabıyla tanındı. Kürt Osmanın torunu Saffet ile evlendi. Saffet Hanımın anası Paşaoğlu Ahmet'in kızı Satı'dır. Eşi Yusuf Çanakkale'de kalınca kendisi Selimlerden Ahmet'e vardı, orada Egekemal ve Egehasanın anası olacaktır. Bir başka deyişle Saffet Hanım, Egekemal ve Egehasanın karınkardeşi oluyor... 

    Hatırlanacağı üzere, Kumpirhasanın Ali Amcasının küçük kızı Azime'yi Paşaoğlu Ahmet'e vermişlerdi. İşte o Paşaoğlu Ahmet, Saffet Hanımın dayısı olur. Hasılı, Kinislerle Paşalar arasında Saffet Hanım'dan daha önce bir bağ kurulmuştu zaten...

    Kumpirhasan ile Saffet Hanımın iki erkek, bir kız çocukları oldu. İsimleri Mehmet, Mustafa ve Zeynep'tir. En küçük çocukları Zeynep, Etemin eşi oldu. Etemin babası Abdullah ile Zeynep'in ninesi Satı kardeş olduğunu hatırlayalım... Eskiden evlilikler tesadüflere bırakılmaz, tanıdık bildik çocukların başgöz edilmesine dikkat edilirmiş...

    Kumpirhasan büyük oğluna babasının adını koydu. 'Çitili Mehmet' diye lakaplanmıştı, Keçilerin Arif kızı Şerife ile evlendi; çocukları yoktu, 1997 yılında vefat etti... 

    Küçük oğluna Mustafa adını koydu. Bu isim, Kumpirhasanın Ninesi, İdirizlerden Ümmühan Hanımın baba adıdır; başka bir tutar bulamadım. Her ne kadar ismi Mustafa da olsa 'Mısdan' diye tanındı, hala herkes onun Mısdan olduğunu sanıyor. Hamzalardan Ali kızı Şerife ile evlendi... 

    "Mısdan askerliğini Kilis'te yaptığı için bunlara önce 'Kilisliler' sonra 'Kinisler' demişler" şeklinde bir görüş var ki bu temelsizdir. 1897 Tarihli bir belgede Mısdanın dedesinden 'Kinislioğlu Mehmet bin Hasan' diye söz ediliyor, o tarihte bırak Mısdanı, daha babası Kumpirhasan bile doğmamıştı... Eşi Şerife Hanım 2010 yılında vefat etti...

    Bir dönemin meşhur cambazlarından biri olarak bilinen Mısdanın Adem adında bir oğlu var. Tatıresilin Mustafa kızı Fikriye ile evlenen Adem'in Murat, Zuhal ve Merve adlarında üç çocuğu var... Adem'in Amcası Mehmet, Keçilerin Arif kızıyla evlenmişti; kayınpederi Mustafa ile merhum amcasının bacanak olduğunu antrparentez belirtelim...  İzmir'e yerleşip orada çalıştıktan sonra emeklilik döneminde Anıtkaya'da babasıyla birlikte yaşıyorlar... 

    Adem ve babası Mısdan, Kinislerin Anıtkaya'daki son temsilcisidir denilebilir. Çünkü dedesi Kumpirhasan 1980 yılında, Saffet Ninesi de 1995 yılında vefat etmişlerdi...

    Timitiri

    Kinislioğlu Mehmetin küçük oğluna geldik... Adı Arif... İşgal sırasında 6-7 yaşlarındaymış. Yani 1915 doğumlu... Adını yakınlarından öğrendim, çünkü herkes lakabıyla tanıyor. 'Timitiri' lakabı işgal sırasında takılmış. Konunun ayrıntısı hakkında bir kaç farklı rivayet var. Bunlardan birisine göre; işgalci Yunan askerlerinden biri bunu 'Dimitri' diye çağırınca adı öyle kalmış. Bir diğerine göre de Dimitri adındaki bir Yunana benzerliğinden dolayı bu lakap takılmış. İnce, zayıf, kuru yapısı sebebiyle böyle denildiği de rivayetler arasında... Hepsinin ortak özelliği, Dimitri isminin Eğret halkınca telaffuzunun Arif'e lakap olmasıdır...

    Hacımahmutlardan Dilsiz lakaplı Mahmut kızı Nazik ile evlendi, böylece yine Hacımahmutlardan Çolağüseyin ve Cavanın Çatlak ile bacanak oldular...  Şükrü, Hayrettin, Mehmet, Ramazan, Ayşe ve Satı olmak üzere altı çocukları oldu...

    Kızlardan Ayşe Afyon'a gelin giderken, Satı da Sakaların Selahattin eşi oldu. Daha önce Satı'nın Halası Atike de Sakaların Abdurrahman'a varmıştı...

    Nazike Hanım 1994 yılında vefat etti. Timitiri ise 2003 yılında rahmetli oldu...

    Timitirinin oğlanlara gelince... Hayrettin, Çolaküseyinin kızı Emine ile (teyzesi kızı) evlendi, 2015 yılında vefat etti... Şükrü, Takgasların Berberüseyin kızı Gülsüm ile evlendi. Kendisi 2006 yılında, Uğur adında oğlu ise 2010'da vefat ettiler... Mehmet, İdirizler Körgarıların Delimehmet kızı Havva ile evlendi, 2021'de vefat etti... Ramazan'ın eşi ise Afyon'dandır... 

    Dört oğlan da peyderpey Anıtkaya'dan ayrıldılar. Babaları vefat ettiğinde Timitirilerden  Anıtkaya'da ikamet eden kimse yoktu. Hala da yoktur...

    Soyadı Kanununun uygulandığı 1934 yılından sonra, Kinisler soy isim olarak 'SAYA'yı almışlar. Daha sonraki düzeltmeyle bu soyadı 'SOYA' olmuş, halen bu kullanılıyor...



08 Temmuz 2022

Bayram Arefeden Başlar

    
    Öyleydi bizim bayramlarımız, arefe günü başlar; Ramazanda dört gün, Kurbanda beş gün bayram ederdik. 

    Bizi ilgilendirdiği kadarıyla bayram, bayram idi. Büyüklerin önce telaşlı sonra dingin huzuru bizde bulunmazdı mesela. Bizimkisi daha başka bir heyecanın yansımasıydı. Ne kadınların ev sıvama, haba yuma, bayram aşı pişirme meşgalesi; ne erkeklerin namaza ve odaya gitme, kurban hazırlama ve kesme derdi... 

    Bayrama özel giysiler ve toplayacağımız harçlıkları harcama... Tek endişemiz bu ve benzeri şeylerdi...

    Günümüz kafasıyla düşündüğümüzde bayramlık elbisenin bir çocuğu niye bu kadar heyecanlandırdığı anlaşılmayabilir. Bir düzine ayakkabı, beş on gömlek, bir kaç kat elbise hiç olmayanın bile sahip olduğu şeyler... 

    Bir pantolon ve bir fanila bizim yolunu gözlediğimiz bayramlıklarımızdı. Bunlar aklımızın ermeye başladığı, entariyi bırakıp yeni şeylere geçtiğimiz dönemin giysileri... Bir de göynek var; göynekten atlete geçiş de ayrı bir yazı konusu olsun... Nakışlı ve bol renkli fannelerden/fanilalardan bir kaç yıl sonra gömlekler başladı. Bunların her biri çok değerliydi, zira senede bir kere alınırdı. Gömlek döneminde, pahalıya geliyor diye kumaş alıp evde gömlekleri kendileri diktiler birkaç bayram... O derece yani... Ayakkabıyı söylemiyorum bile; bizim ayakkabımız yemenidir, yani gara lesdik...

    Bayramlıklarımız birkaç gün önceden hazırdır... Arafe günü öğlen, bilemedin ikindin giyilmiş olmalıdır. Öyle bayram gecesinden elbiseye sarılıp yatma hikayeleri bize tersti, arefeden açılışı yapmış olurduk. Öyle bir adet mi vardı, yoksa biz mi sabırsızlanıyorduk, ayıramadım şimdi. Ama arefeyi bize bayram yapan biraz da erken giyilen bayramlıklardı galiba.

    Bir de tırakayla mantar vardı, önceden hazırladığımız. Kendim alacak kadar büyük değil miydim acep, bir arefe günü 'JAZZ' marka bir kutu mantarla bir siyah tıraka almıştı Dedem... Bayram istihkakı; bayramlarda tırakayla cayır cayır mermi yakardık çünkü... Sonra bu tırakayla mantarları odadaki dolava kilitlemişti 'Yarına kadar bitirirsin, ırzıgırık' diye... Doğru, ertesi günü bekleyemez, patır patır patlatırdım... 

    Odanın oralarda oyuna daldık, lakin yine de aklım dolavdaki silah ve mühimmatta... Bir ara içerden silah sesleri geldi. Çatışma çıkmış olabilirdi, ama benim cephaneyi tüketirlerdi... Bitirirsin diye bana vermediği mantarları kendileri patlatıyorlardı besbelli... Yanında Cavaların Çatlak vardı... Müdahale etmezsem benim mantarlar bitecekti.

    Bir hışımla daldım içeri... 'Niye benim mantarları atıyonuz!' diye çıkıştım, fakat onlar daha ne dediğimi anlamadan bastılar kahkahayı... Artık kızgınlıktan yüzüm nasıl bir şekil aldıysa... Bu arada pardadan, kamışların arasından toprak üyünüyor... Meğer Çatlak Emminin belindeki tabancayı deniyorlarmış; pardaya, döşmelere verebura sıkmışlar... Elalem gerçek mermiye acımazken ben mantar derdine düşmüşüm, ona gülüyorlarmış... Nerden bilsinler, benim mantar onların kurşunundan daha kıymetli...

    Bir arifede gader hazırlamıştım. Her bayram Kel Süleyman gader getirir, çocuklara çektirirdi. Bir şans oyunu bu... Çekiliş yani... Cazip oyuncaklar kazanacağız umuduyla habire para yatırırdık buna. Çak basit bir oyun. Belirli ücret karşılığında üstü kapatılmış deliği açıyorsun, ne çıkarsa bahtına... Genelde boş çıkar tabi... 

    Elimize bol delikli bir kalın kağıt parçası geçti. Biz de bundan gader yapabilirdik. Projeyi hayata geçirdik. Delikli kağıt büyüklüğünde bir mukavva, ikisinin arasına yerleştirmek üzere ciyirdek... Ciyirdekleri temin etmek de kolaydı. Kahvenin önünden beş on tane filtreli sigara kabının iç jelatinli kağıdını ıslatınca kağıt katmanı kolayca sıyrılıyordu. Yeteri kadar ciyirdeği karton ve kağıt arasına yerleştirip bu üç katlı düzeneği yanlarından bantladık. Gader çekilişe hazırdı. Tabi önce, deliklerin altına denk gelecek şekilde mukavvayı numaralandırdık. Her bir numaraya karşılık gelen hediye listesi de elimizdeydi. Müşteriye(!) cazip gelecek hediyelerimiz vardı. Vitrine, asla çıkmayacak numaraya karşılık gelen bir saat koyduğumuzu hatırlıyorum. Ertesi gün son üç delik kalana kadar gaderi çektirdik. İyi para kazndıktı...

    Yine bir başka arefede ilk takım elbiseyi giymiştim. 1980 öncesi olması lazım... Terzi İzzet'e belki on kere gittim, bu sayede 'prova' nedir onu öğrendik. Mavi ile yeşil arası, tatlı renkte bir elbiseydi. Yelekli, sivriyaka... Arefe günü giydim, hemen çıkardım. İyi ki de öyle yapmışım, Bayramda öğleye kadar pantolonun anasını ağlattım. Ne yapayım, oyun takım elbiseden daha tatlı geldi. Bayram yemeğinde üzerime damlattığım yağ lekeleri, öğleye kadar toz toplamış, kendini iyice göstermişti... Hey gidi...

    İlk takım elbisemi arefe günü giyip çıkarmıştım; ama geçerli uygulamamız genellikle kabir ziyaretine bayramlıklarla gitmekti. İkindi namazından sonra Pazaryerinden eski mezarlığa girilirdi. O gün için sadece erkekler tarafından yapılan bu arefe ziyaretinde kolaylık olsun diye ikindi namazı Cuma Camisinde kılınırdı. Yaz gününde, kuruyan eyilceler paçalara ve çoraplara dolar, bu ayaklarla düzensiz kabirleri çiğnememek için özenli adımlar atardık. Kendiliğinden oluşan küçük patika yolakları takip çok zordu... Mezarlıktan çıkışımız Mezerböğrünün çiğilli bayırından aşağı sallanmak şeklinde olurdu.

    Arefe geceleri, bayram sabahını bekleme heyecanından olsa gerek geçmek bilmezdi. Eğer Ramazan sonu ise, teravih ve sahur olmaması, çocuk aklımızda bize bile bir boşluk duygusu verirdi. Kurban arefesindeysek boşluk duygusu yerine daha başka şeyler zihnimizi doldururdu. 

Arefeden başlayan bayramımız, bayram namazıyla resmiyet kazanırdı. Her bayram namazını uykulu gözlerle kılardık, bu alışkanlık bunca yıl sonra bugün bile değişmemiş. Pencereden süzülen bir demet bayram güneşi eşliğindeki bu uykulu oturuşları tarif edemem... İlle de akıldan çıkmayan bayram namazı tarifleri... 'Senede iki kere kılındığı için unutulması gayet...' diye başlayan imam sonunda varacağı yere varır ve 'İki salla bir bağla, üç salla bir yat!' diyerek tarifi noktalardı. Bütün bu uyarı ve tariflere rağmen içimizde şaşıranlar olur, rüku yerine kıyamda kalanlar, ellleri bağlamak yerine kaldıranlar bulunabilirdi. İşte o zaman içimizdeki gülme isteğini bastıramaz, kikirder dururduk...

    Bir sürü tekbir, hutbe, duadan sonra çıkışta cemaatin bayramlaşması olmazsa olmaz. Burada tersinden bir hiyerarşi oluşur, gençler beklerken yaşlılar onlara doğru bayramlaşmaya gelirdi. Bu tuhaf durumun doğal sebebi ise şu: Camiden ilk çocuklar çıkar, sonra sırayla gençler, orta yaşlılar ve yaşlılar... Çıkan sıraya giriyor. En son çıkan ihtiyar veya imam bütün cemaat ile bayramlaşmak için belki yüz metre yürümek zorunda... Bayramlaşma esnasında tokalaşmak yerine iki elle musafaha etmek de özendiğimiz ilgi çekici şeylerdendi.

    Erkekler camiden gelmeye yakın, kadınlar tepsiyi hazırlamıştır. Odaya gidilecek... Odaya gitmek, bayram yemeği için erkeklerin bir araya gelmesidir. Yemek genelde odada yendiği için böyle denmiş. Çocukluğumun bir kaç bayram yemeği karşılıklı iki odada yenmişti. İkişerden dört sofralık bir erkek topluluğu... Sonra bayramlar yaz ve bahar aylarına tesadüf ettiği için odaya gidiyoruz diye Kuyunun yanına toplanır olduk. Bu fikir kimden çıktı bilmiyorum, önce Arpalığın ucunda yedik, sonraki bayramlarda Kuyunun yanındaki meydan bizim yemek alanımız oldu. O zamanlar orası da yeşillik olurdu, altımıza kilim keçe sermeye gerek kalmazdı. Sonra yavaş yavaş çadırlar serildi ve onun üzerine sofralar kuruldu.

    Herkes evinden tepsisiyle gelir, yemekler bütün sofralara eşit bir şekilde dağıtılırdı. Dağıtımcıbaşları Palavur ile Paşanın Ömer idi. Katılımcıların bayram yemeğine gelişleri kendine has olur ve bu her bayram aynı olur, kesinlikle değişmezdi... Urgannının İban Kurban Bayramı yemeğine katılmaz, çünkü köyde değildir... Patırın Veli ile Hüseyin bütün ısrarlara karşın gelmezler, bu durum bilinmesine rağmen her bayramda kesinlikle çağrılırlar... Gödeşin Halil kesinlikle en son katılan kişi olur, bunun istisnası hiç yaşanmadı... Sıntırın Reşat her bayram eve yanlış tabak götürür... Macur Ali yemeğe başlama ve oradan ayrılma hususunda her zaman sabırsızdır... Sofra duasını Kösenin Mehmet Hoca yapar... Ben her dua sonrası 'Allahümme zit vela tengus' ne demek öğreneceğim der, sonra unuturum... Hacariflerin Ramazan her bayram yemeği sonrası fotoğraf çeker... Şimdi o fotoğrafta poz verenlerin yarısı yok...

    Bu arada mahallenin kadınları da en yaşlı kim ise ona gider ve birlikte bayram yemeği yerlerdi. Genellikle Nineme gelirler, bizde toplanırlardı. 

    Yemekten sonra büyükler odaya oturur, bayramlaşmaya, el öpmeye gelecekleri beklerler. Biz küçükler ise oyun ve el öpmeye çıkardık. Harçlık veren pek olmazdı o zamanlar, yine de varsa öyle biri, birbirimize tüyo verirdik. Şeker toplarken de yapardık bunu. Falancalarda ciyirdekli şeker var, hurra bilmem kaçıncı defa oraya giderdik. Tuhaf olan şu ki, topladığımız bütün şekerleri yerdik. Ne mide varmış...

    Ve önceden hazırlanan tırakalar, mantarlar, sıpagoğlayanlar... Tuhaf hareketlerle uçuşan bu basit patlayıcıyı kızlara da atardık; ama adını değiştirmek hiç aklımıza gelmedi, hep sıpagoğlayan dedik. Bizden sonraki nesil gızgoğlayan diye değiştirmiş... Ha bir de çıtırpıtır vardı. Bir taş ile vurur veya duvara sürterek ilk patlamayı başlatırsın, sonra o kendi kendine seri halde patlamaya devam eder... Füzeler de vardı ama bizim için büyüktü o, hiç attığımı hatırlamıyorum. Şimdiki çocukların torpil dediği çok gürültücü patlayıcılar yoktu...

    Arefeden başlayan bayramımız böyle oyun içinde geçer, son gün sıradanlaşırdı. Lakin bayramlar da bayramdı...


06 Temmuz 2022

Yalan Masalı

 

    Çocuğun dünyası oyundan ibaret. Bulunduğu her yeri bu yüzden oyun alanına çeviriyor. Mevsimine göre, bulunulan yere göre, cinsiyete göre, yaşa göre, oyuncu sayısına göre... bir sürü oyun var ki bütün bu şartlara göre çocuklar oynarlar. Hiç bir oyun bulamasalar yaşadıkları o anı oyunlaştırırlar...

    Bizim çocukluğumuzda eve tıkıldığımız uzun kış gecelerinin eğlencelerinden biri de masallardı. İyi masal anlatan bir büyüğün etrafına toplanır, defalarca dinlediğimiz bir masalı ilk defa duyuyormuşcasına meraklanır, dikkat kesilirdik. Oysa masalın neresinde güleceğimiz, neresinde şaşıracağımız, neresinde üzüleceğimiz o kadar belliydi ki... Yine de her seferinde uslu uslu dinlerdik.

    Bazen istek masallar bile olurdu; İncili Çavuş, Keloğlan, Pire, Davulcu... 'Şunu da anlat, bunu da anlat' diye masalcının başının etini yerdik. Hatırladığıma göre en güzel masalları Buydeyci Gadirin hanımı Feride Yengeden dinlerdik. Başkalarından dinlediklerimiz de oldu, lakin o varsa masal konusunda başkasına laf düşmezdi. Ayrıca onun olduğu yerde çocukları avutmak için başka bir şey gerekmezdi.

    Repertuarı genişti, anlatır da anlatırdı... Bazen anlattıklarını, 'uyduruyor' hissine kapılırdım; lakin her seferinde aynı sözlerle, aynı vurgu ve tonlama ile, aynı mimiklerle anlatınca bunun böyle olmadığı ortaya çıkardı.

    Şimdi dönüp geriye baktığımda, malesef dinlediğim onca kıymetli masalın hiçbirini hatırlayamıyorum. Adlarını, kahramanlarını şöyle böyle; ama masalın aslından aklımda hiç bir şey kalmamış. Onlar sürekli anlattıkları için belki unutmuyorlardı, hiç sektirmeden kelimesi kelimesine tekrar tekrar anlatıyorlardı çünkü. Biz de sürekli dinlediğimiz için ezberliyor, güleceğimiz yeri, ağlayacağımız yeri biliyorduk. Msalcılar hayatımızdan bir bir çıkıp gitti, biz büyüdük masal aleminden gerçek dünyaya daldık. Ne anlatan kaldı, ne dinleyen. Masallar da hafızamızdan silindi gittiler.b

    Geçenlerde Çulluların Aziz Zenger'den bir masal nakledildi. Onu dinlerken, bu masalı daha önceden duyduğumu zannettim. Sonra bu zan, kesinlik kazandı... Hatırladım, Feride Yenge anlatmıştı bunu kaç kere...

Develer tellal iken, pireler berber iken, sinek de pehlivan iken...
Anam, babamın bezlerini yıkamaya gitti. 
Geldi, Babamı sancağa yatırdı...
İpini bana verdi 'Aman oğlum, güzelce salla, sakın Babanı düşürme' diye gat gat tenbih etti.
Sallarken Babamı düşürdüm.
Babam ağlamaya başladı.
Onun sesine gelen Anam 'Neye düşürdün' diye beni dövdü.
Anamdan korkup kaçtım, 
Tetiği yok, kundağı kırık tabancamı belime soktum,
Ağzı yok, sapı kırık bıçağı da elime aldım; kaçtım, gittim.
Anam dul, Babam çocuk... Evde işler görülecek...
Yine de kaçıyorum...
Yolda biri dek geldi, anası kovalamış, ondan kaçıyormuş... 
Arkadaş olalım. Gel sen de bendensin. Adın ne, 'Miskin' dedi.
Az ileride biri daha dek geldi. Adın ne, 'Kirişkin'... Ne oldu, 'Dayım dövdü, ondan kaçtım.'
Gidiyoruz, az ileride bir daha geldi 'Terlioğlu Miskin'...
Dört kişi olduk, karnımız acıktı, avlanacağız.
Önümden bir tavşan kalktı. Tetiği yok, kundağı kırık tabancamı bir çektim...
Bitmedik çalının yanında doğmadık tavşanın ayakları göğe geliverdi...
Ağzı yok, sapı kırık bıçağımla kestim. 
Terlioğlu Miskin odun taşıdı, ama dığanımız yok...
Bir yerde köpek ürüyor, bir yerde ışık yanıyor...
Işık yanan yere gittik...
Ünnedik; Ahlaklı, Terbiyeli, Namuslu üç kadın çıktı. Cıblak mıblak, donu tumanı yok...
'Tavşan vurduk, pişirmeye dığan lazım' dedik...
Altı yok, böğrü delik bir dığan verdiler.
Tavşanı ağzı yok sapı kırık bıçakla doğrayıp altı yok böğrü delik dığana koyduk.
O pişerken biz yanında uyuyakalmışız...
Bu sırada tavşan dığanı kuyruğuna takmış, kaçıp gitmiş...
Aradık taradık bulamadık.
Yola düştük giderken bir pazara uğrayıp karpuz aldık.
Terlioğlu Miskin, ağzı yok sapı kırık bıçağı bir salladı; bıçak karpuzun içine düştü...
Miskin indi bulamadı, Kirişkin indi bulamadı...
Elimi kolumu sığadım ben de inecektim...
Bir adam geldi 'Ne yapıyonuz' dedi, 'Bıçağı düşürdük onu arıyoz' dedik.
'Ohoo! Ben yedi senedir deveyi düşürdüm de bulamadım' dedi...
Atıverdik karpuzu, yine tavşanı arayacaktık...
Bir de baktık, adam potuğa binmiş deveyi de kucağına almış geliyor...
Evdeki işler aklıma geldi...
Anam dul, Babam çocuk, ekinler biçilecek...
Anamdan habersiz bir tırpan alalım da ekinleri biçelim dedik. 
Ağzı küt, elciği kırık, sapı yok bir tırpan bulduk...
Yaylayolundaki tarlaya vardık...
Alıç azadında bir aslan var...
Terlioğlu Miskin; ağzı küt, elciği kırık, sapı yok tırpanı bir attı, aslana sapladı...
Uğreşivedik, uğreşivedik çıkaramadık...
Sağa baktık alan, sola baktık alan...
Benim söylediklerim hep yalan...

    Aslında bu bir masal değil; masal başı tekerlemelerinden biri. Yine de başlıbaşına bir masal gibi ele alınabilir. Bu tekerlemelerin amacı, dinleyicinin zihnini ve dikkatini gerçeklikten koparıp masalın hayal dünyasına hazırlamaktır. Yarı yalan yarı gerçek olması işin gereğinden dolayıdır. Bu yüzden yalan masalı diye adlandırılması normal karşılanmalı.

    Benzer masal başı tekerlemelerinin farklı versiyonları değişik yörelerden kaydedilmiş haliyle mevcut, aranırsa bulunabilir. Bu tekerleme ise Anıtkaya/Eğret'in yerel motifleriyle özelleştirilmiş. Keşke mümkün olsa da Feride Yengenin sesinden bir kere daha dinleyebilseydik. Nur içinde yatsınlar...


Tooga


    Tok sıfatının kaynağı doymak fiilidir. Fiillerden isim yapan –k eki ile oluşmuştur. Aslı “toyuk”tur. Oy-‘dan oyuk, boz-‘dan bozuk, çat-‘dan çatık gibi toy-‘tan da toyuk ismi türemiştir. Zamanla bir hecenin düşmesiyle “tok” haline gelmiş.

    Toy- > toy+uk > toyuk > tok

    Kırgız lehçesinde ekmeğin her çeşidine “tokoç” deniliyor. Biz Türkler ekmek olmadan doymuyoruz; doyurma fonksiyonunu en iyi icra eden yiyecek ekmek olduğu için böyle bir isim verilmiş olmalı.

    Bilindiği gibi bir yaşını doldurmuş ve henüz kuzulamamış koyuna toklu deniliyor. Bazı ağızlarda boynunda küpe gibi taneleri sarkan koyun veya keçilere de bu isim veriliyor. Tok ismi veya doy- fiiliyle nasıl bir bağlantısı olabilir? Mantıklı bir açıklaması olmalı. “Toklu” kelimesinin en eski halinin “toyuklu” olduğunu belirtirsek birileri bir bağ kurabilir. Boyundaki o taneciklerle doyma işi arasında bir ilişki kurulabilir mi bilmiyorum. Bu arada irice bir yabani kuşun adı olan “toy” ve tavuğun aslının da “toyuk” olarak bazı kaynaklarda geçtiğini belirtelim.

     Hazır bu kadar hayvandan bahsetmişken doğanı da zikretmiş olalım. İlk duyuşta bu kuşun adının doğ- fiilinden geldiği kanaati oluşuyor ama işin aslı öyle değil. Bunu da ismin ulaşabildiğimi en eski adını görünce anladım: “toygan”, yani “doyan”.

    Bir başka “toy” da düğün anlamına gelenidir. Kırım’da bir “Tatar Toy”unu gördüm. İkram edilen yiyeceklerin çokluğu ve çeşidi, doymanın sınırlarını zorlayacak cinstendi. Burada toy kelimesi ile doyma işi arasındaki irtibattan daha fazlası var. Şöyle ki, düğün anlamına gelen toy kelimesi köken olarak doymaktan gelmiyor. Bunun aslı bir isim olan “tüg”dür. Gençlerin evleneceği zamanı işaret etmesi açısından “tüg künü” (toy günü) kalıplaşarak önce “tükün” sonra da “düğün” haline gelmiştir. “Tüg” ise bildiğimiz “tüy”dür. Eskiden düğün alanı şimdi olduğu gibi bayraklar fenerler yerine tüylerle süslendiği için böyle isimlendirilmiş.

     Doymak fiilinden türeyen doyurmak fiilinin eski zamanlarda “toydur-“ biçiminde olduğu aşikar. Yine aynı fiilden türeyen bazı fiillerin mesela değişik alanlarda kullanıldığını da öğrendim. Tarama Sözlüğüne bakılırsa dönüşlülük ekini alarak “toyun-“ halinde kullanılıyor ki kendi kendine doymak anlamına geliyor. Kırgızlarda ise ortaklık ekiyle “toyuş-“ halinde bir fiil olarak karşımıza çıkıyor ve hep birlikte doymak manasına geliyor. Yine Kırgızlarda kullanılan “toyut” ismi gıda, aş, yem, doyurucu gıda maddesi anlamlarına geliyor. Bütün bu kelimelerin “toy-“ fiilinden türediği besbelli ama yine biliyoruz ki “toy” diye bir isim var ve anlamında ağırlıklı olarak ziyafet kavramına sahip. Yani gıda ve doyma ile doğrudan ilişkili. O halde hem fiil hem de isim olarak sesteş bir “toy” kökünden de söz edilemez mi acaba?... Konu dağılıyor….

     Anıtkaya'da süzülmüş yoğurt ile yapılmış göce çorbasına, yani bir bakıma kurumamış ıslak tarhanaya “tooga” adı veriliyor. Kulağa biraz tuhaf bir isim gibi gelen bu kelimenin başka başka coğrafyalarda biraz daha değişik şekillerde söylendiğini duyuyoruz. Mesela toga, tovga gibi söyleyişler. Azerbaycan’da pirinç ve bazı sebzelerle yapılan bir çorbaya dovga deniliyor.

    Bütün bunların aslının “toyga” olduğunu ve doyuran, doyurucu, tok tutucu anlamlarına geldiğini biliyoruz artık. Bildiğimiz bir şey daha var, büyüklerimizin kullandığı kelimeler bize anlamsız, saçma sesler topluluğu gibi gelebilir ama derinine inildiğinde ne gizli ve güzel manaların olduğunu ancak kelimelerin tozunu aldığımızda anlayabiliriz. Bu kelimenin tozunu ancak ömrünüzde bir kere olsun bir kase “toyga” çorbası kaşıklayarak alabilirsiniz.

           

03 Temmuz 2022

Kuyular

    1- Gadem Guyu/Kadem Kuyusu: Gademler Sülalesince kazdırıldığı düşünülüyor. Hamzaların Ali Kaya'nın şimdiki evinin hemen altında, kaya çıkıntılarının dibinde, eski asfaltın solunda kalıyor. Serenli bir kuyu idi. Son dönemlerinde sağlam kalan bileziğinden aşağıya gübür atılıyordu. Zamanla doldurulup kapatıldı.

    2- Çerçilerin Kuyu: Çerçilerin Şükrü Kupan'ın ev ile eski asfalt arasındaki bölgede serenli bir kuyu idi. 1990'lı yıllarda hala sağlam ve kullanılır durumdaydı. Suyu biraz kekremsi olduğundan içilmezdi. Zamanla kot yükselmesi sebebiyle bileziği yerle neredeyse aynı hizaya geldi. Bu yüzden varlığı çocuklar için tehlike arz ediyordu.

    3- Hacı Mahmut Kuyusu: Hafızın Çeşmenin altında bulunuyordu. Yakınındaki çeşmeler daha kullanışlı olduğundan kapanan bu kuyuyu Hacımahmutların atasının yaptırdığı düşünülüyor.

    4- Eski Hamam Kuyusu: Hamamın içinde, oranın suyunu temin amacıyla eski zamanlarda kazıldığı sanılıyor. Kullanım amacı sadece hamam ile sınırlı idi.

    5- Akbaşların Evin altındaki kuyu: Hangi  adla anılırmış, kim tarafından ne zaman kazdırılmış, bilgi edinemedik. Suyu biraz tuzlu gibi, serenli bir kuyu idi. Şimdi yerinde bir çeşme var galiba. Ayrıca bu kuyu sebebiyle o civar Guyuderesi diye adlandırılmış.

    6- Kumpir Hasanın Kuyu: Alagırda, Kinislerin Kumpir Hasanın evin denginde dolaplı bir kuyu idi. Kumpir Hasan Saya tarafından kazdırılmış. Şimdi yerinde Ziraat Teknisyenliği var.

    7- Yeşil Cami Kuyusu: Cami avlusunda, abdest ve genel temizlik ihtiyacına binaen kazılmıştı. Şebeke suyundan sonra ihtiyaç kalmadı.

    8- Goca Cami Kuyusu: 20. Yüzyıl başlarında yapılan caminin avlusuna kazılmış.

    9- Yeni Cami Kuyusu: Caminin yanında, yolun kenarında dolaplı bir kuyu. Kelsaleğin Kuyu da derlerdi. Aharlarla kuyu arasında iki ak kavak dikkat çekerdi.

    10- Arap Hüseyinin Kuyu: Kasapların Arap Hüseyin Eser'in evinin altında dolaplı bir kuyu idi. Adıyla anılan kişi tarafından kazdırılmış.

    11- Böbülerin Kuyu: Böbülerin evin tam karşısındaki meydana, onların öncülüğünde mahalleli tarafından kazdırılan dolaplı kuyu. Şebeke suyundan önce her türlü ihtiyaç için kullanıldı. Dolap bilezik ve direkleri hala duruyor.

    12- Hacımahmutların Kuyu: Söğütçükte Hacımahmutların yurtlarının tam ortasındaki meydanda; basit duvarla çevrelenmiş dolaplı bir kuyu idi. Doldurulup kapatılmamış; yeri, yenilenen fırının dibinde belirlenmiş vaziyette.

    13- Gobakların Kuyu: Apak Mevlüt Kupan'ın evin tam karşısındaki meydanda dolaplı bir kuyu idi. Hatiplere de nispet ediliyor, malum Gobaklar da Hatiboğlu; ayrıca Hatiplerin eski evleri de orada...

    14- Hacıların Kuyu: Hacıların Odanın önünde, şimdi Kuran Kursu bahçesinin tam köşesinde dolaplı bir kuyu idi. Delinorilerin Kuyu diye de anılırmış.

    15- Daldalların Kuyu: Pazaryerindeki eski Belediye dükkanları ile Terzi Topalın dükkan arasında dolaplı kuyu. Daldallar tarafından kazdırılmış. Eyüpçetinin dükkan varken, kovayla meşrubat sallarmış.


    16- Hacı Abdil Kuyusu: Hacapdıramanlar tarafından kazdırılan bir kuyu. Cıldırın dedesi adını taşıyor. Şimdilerde Cıldırın İbrahim Keleş'te, dedeleri ve babası sevabına kuyuyu çeşme olarak canlandırma tasarısı var...

    17- Zencirliguyu: Son dönemde bütün kuyular zincirli imiş; ama demek ki bu kuyunun zinciri diğerlerinden farklı bir şeye sahipmiş. Keflinin Petrolü aştıktan sonra yolun solunda kalıyor. Tam burada Omarcıkların Şoför Halibramın arabası devrilmiş, 1966 yılında. Ölü yok; ama araç çok kalaba olduğundan yaralı sayısı fazlaymış.

    18- Çadırayak Kuyusu: Keflioğlu Petrolün tam karşısındaki derede.

    19- Hatiplerin Ağıl Kuyusu: Örenlerde Hatiplerin Ağıl yanında.

    20- Gobak Kuyusu: Gobaklar adıyla anılan üç kuyudan birisi, Üçgöz Köprü civarındakidir. Zeliha Ninenin hayratı olduğu söyleniyor.

    21- Körguyu: Suyu çekilmiş, kurumuş kuyulara körelmiş anlamında kör kuyu deniliyor. Kimin kazdırdığına dair bilgi yok. Yalnız, daha körelmeden önce suyunun Kelsaleğin kuyudan geldiği, yanlışlıkla düşürülen bir elma deneyiyle anlaşılmış...

    22- Davılcı Arifin Kuyu: Hacıların Davılcı Arif Azbay adına kendisi öldükten sonra oğlu Süleyman Azbay tarafından kazdırılmış, Bağların altında serenli bir kuyu.

    23- Çorbeciguyusu: Hacellerin atalarının kazdırdığına dair bir rivayet var. Direği, sereni, zinciri ile ayakta kalabilen ender kuyulardan biridir.

    24- Alimenin Kuyu: Kayalarla Şavalın Fidanlık arasında, eski asfalt kenarında serenli bir kuyu... Harman zamanında çok işlevsel olurdu... Kazdıran hayır sahibi bilinmiyor; ancak Alime adlı bu kadının Mollahmetlerden biri olduğu tahmin ediliyor...

    25- Beygirlinin Kuyu:

    26- Tekelinin Kuyu:

    27- Büzük Halilin Kuyu:

    28- İdirizlerin Kuyu:

    29- Gobak Kuyusu: Gocagedikte, Fasılhüyüğü ardındaki Gobakların kuyu, dolaplı. Gobak kuyularının ilkidir. Hatiboğlu Gobak Hasan Dede burayı kazdırırken oğlu İbrahim'i aşağı sallarmış. Urgan kopması sonucu bir kaza yaşanınca Bükürlerden aldığı gösterişli bir öküzü kurban kesmiş. Koca tarlanın ortasına kazdırdığı kuyunun çevresini böylece kuyu merası olarak vakfetmiş. Ayrıca bu kuyunun bakımı amacıyla 9-10 dönümlük bir tarlasını vakfettiği anlatılıyor.

    30- Gavas Guyusu: Söğütcük ilerisinde, Dandır yolu üzerinde solda. Direği yıkılmış, sereni yere serilmiş. Onun yerine Gavasın Ismeyil (İsmail Sargın) adına artezyen kuyusu açılmış.

    31- Gocagulağın Guyu: Söğütcük girişinde derin bir dolaplı kuyu idi. Suyu soğuk olduğu için; henüz buzdolapsız Ramazanların iftarına yetiştirmek üzere millet eşek sırtında su kuyruğuna girerdi.

    32- Hacıarifin Guyu; Söğütcük merasının ortasındaki serenli kuyu. Veyislerin Hacı Arif tarafından kazdırılmış. Kuyunun yerine, Hacı Arif'in oğlu Ahmet Varlı çeşme yaptırmıştı.

    33- Goca Guyu: Söğütcük zemin seviyesinin en düşük yerindeki serenli kuyu. Su seviyesi en yüksek kuyu idi. Baharda elini uzatsan tası doldururdun.

    34- Çolak Ömerin Kuyu: Selimlerin Çolak Ömerin hayratıdır. İskeleyolu ile Gocagır arasında, Gocagıra yakın noktada, serenli...

    35- Haytanın Kuyu: Şimdi Anıtkaya sınırları dışında kalmış kuyulardan biri. Bir vakitler Eğret hudutları dahilinde bulunan Susuz Osmaniye'nin hemen ötesinde İhsaniye yolundadır. Hala kullanılan serenli bir kuyudur. Haytanın babası veya dedesi tarafından kazdırıldığı düşünülüyor.

    36- Aliyenin Kuyu: Veyisler/Garmenler kızı, Emirhanlar gelini Aliye Ninenin hayratıdır. Üyüğü geçtikten sonra eski asfaltın sağında bulunan serenli bir kuyu idi.

    37- Gulizin Kuyu: Gocaguliz Ali Osman Uysal tarafından yaptırılmış. Ortası delik koca bir doğal taş bilezik olarak kullanılmış serenli kuyudur. Akkaya/Daştarla'da Şeytanhasan'ın bahçe önündedir. Bileziği doğal bir tapa gibi ağaç köküyle kapatılmış. Tam karşısında yolun öbür yanında torunu Kadir Haykır tarafından yaptırılan bir çeşme şu anda köyün içme suyunun büyük bir bölümünü karşılıyor.

    38- Bödünün Kuyu: Gocagulizin kuyu karşısında onun damadı Bödü Mehmet Sağlam tarafından yaptırılan serenli kuyu. Şu anda kalıntısı bile yok, ama kullanıldığı zamanlarda yakınlarına Bödümehmet harman dökerdi. İki kuyunun birbiriyle karıştırıldığı da söyleniyor.

    39- Hassönlerin Kuyu:

    40- Kelsaleğin Guyu: Hacıların Ağıl yanında olduğu için bu kuyuya da Hacıların Guyu dedikleri olur. Ne zaman kazdırıldığı bilinmiyor, Kelsalekden daha eski olabilir. Çok derin, dolaplı bir kuyu. Diğer kuyular gibi su tabanından çıkmaz; bileziğin 3-4 metre aşağısındaki duvardan bir şelale gibi aşağı akar. Bir zaman tabandaki deliği hasırla tıkamışlar, su bileziğine kadar dolmuş diye duydum. Ayrıca bazı gözükaralar, kova olmadığını görünce şelaleye kadar inip su alırlarmış. Mesela Gambırtevfik oradan bardakları doldurmuş; Patırın Hasan da yemenilerle su almış. Tabanı hasırla yahut yapağılarla tıkayan kişi de Hasan'ın babası Patır (Ahmet Yırgal) imiş...

    Tabanı çok derinlerde bu kuyuya dair anlatılan daha ilginç bir husus ise onun suyunun başka bir kuyuya kaynaklık ettiğiyle ilgilidir. Ne zaman yaşandıysa, bir gün biri herhalde su alırken elma düşürmüş. Nasıl olduysa oradan Körguyuya geçmiş, düşürdüğü elmayı çektiği kovanın içinde görünce Körguyunun suyu, Kelsaleğin kuyudan geldiği anlaşılmış...

    41- İmranguyusu: Yeni mezarlık yanından giden Dağ yolunun solunda kalır. O mevki de bu kuyunun adıyla biliniyor. İşoflar sülalesi ataları tarafından kazdırılmış dolaplı bir kuyudur.

    42- Daldalların Kuyu: İmranguyusu yakınlarında serenli kuyu. Daldalların hangisinin hayratı olduğu bilinmiyor, tamamen kapalı durumda.

    43- Iraziyenin Guyu:

    44- Böbülerin Guyu: Göğemderede Böbülerce kazılmış serenli kuyu.

    45- Çatalın Guyu: O mevki de bu isimle biliniyor. Hatta yanındaki höyük Çatalınkuyuhöyük olarak kayıtlara geçmiş. Çatalların atası tarafından yaptırıldığı düşünülüyor. Seren düşmüş, geriye direğin bir kısmı kalmış. Kuyu yerinde şimdi artezyen var.

    46- Gobak Guyusu: Gobak Hasan Dede tarafından vakfedilen üç kuyudan biri de Bağlar mevkiinde. Çevresi bir zamanlar çok geniş olan bu kuyu daha çalışırken torunları tarafından daraltılmış. Şimdi kullanılmayan kuyunun yalnız direk ve sereni kalmış.

    47- Hacamedin Guyu: Emiralanoğlu Hacı Ahmet'in hayratıdır, zamanla bulunduğu mevki de aynı isimle anılır olmuş. Hayır sahibi Hacı Ahmet, Aliye Ninenin kayınpederidir.

    48- Gambırarifin Guyu: Gambır Arif Öztürk bu kuyuyu kendi tarlasına kazdırıp çevresini vakfetmiş. Yolun çatallaştığı noktada şimdi artezyen kuyusu bulunuyor.

    49- Tüfekçi Kuyusu:

    50- Ardıçlıguyu: Mandıra mevkiindeki serenli bir kuyu. Adını, üzerine seren yerleştirilen ağaçtan almış. Rivayete göre kazılan kuyu yakınında büyük, çatal bir ardıç ağacı varmış. Seren direği olarak o ağacı kullanmayı uygun görmüşler. Hem ağaç sağ kalmış hem de hazır bir direk kolaylarına gelmiş. 

    51- Gulizin Guyu: Gatçayır'da Gocaguliz Ali Osman Uysal tarafından kazdırılan serenli kuyu.

    52- Daldalların Guyu: Gatçayır'daki üç kuyudan biri olan bu serenli kuyuyu da Daldalların hangi bireyi hayratı olduğu bilinmiyor.

    53- Beylik Bahçesi Kuyusu:

    54- Terlemezin Kuyu:

    55- Zelihanın Kuyu: Atmezarından Çayırlara, bir yanında gıran diğer yanında tarlalar olduğu halde ilerleyen yol üstündeki dört kuyunun üçüncüsüdür. Hacizekeriye eşi Zeliha Hanımın hayratı olan bu kuyu serenlidir.



01 Temmuz 2022

Ezanla Sela Arası

    Ahmet KABADAYI
    [Berber Ahmet'in kendi yazdığı yaşam öyküsünün sonuna geldik. Bu üçüncü bölümde, askerlik dönemi, İzmir ve sonrası var. ]

    BONSERVİSİM ELİMDE

    Sekiz ay sonra 50/3 tertiplerle gittik Manisa Kırkağaç’a… Tabi o zamana kadar harman kalktı, hakı da topladık.  Dükkanı kapattık… İki üç ay Takanori ile taş çıkardık; Patırın Bekir, Habiri Mehmet filan birlikteydik.

    Manisa’ya geldim, oradan Kırkağaç’a geçtik. Teslim olmadan önce bir traş olayım diye berbere girdim. İçerisi çok kalaba, bizim gibi teslim olacak askerler kuyrukta bekliyor. Bize sıra gelmeyecek… Bir çıkar yol aradım.
    - Usta, ben de yardım etsem de bize de sıra gelse…
    Zaten asker traşı, saçı kökten kesiyorsun, düzleme falan yok.  İki kişi çalışıyorlardı, bir de ben oldum; üçümüz on onbeş saç kestik.
    - Sen de mi askersin?
    - Evet Usta.
    - Bonservisin var mı?
    - Yok.
    - Fotoğrafın var mı?
    - Yok.

    Camı açtı. Karşıda fotocu varmış, ona ‘Sana bir genç gönderiyorum, acele vesikalık çek yolla’ dedi. Gittim, fotoğrafım çekildi… Sonra yine traşa devam… Usta bize zamanında ‘Oldun’ dedi; ama yazılı bir belgemiz yok. Köy yerinde belge melge bildiğimiz mi var… Bu ara fotğraflar geldi. Usta hüviyetimi istedi, verdim. Oturdu, bana sorular soruyor. Ben hem traş ediyor hem sorularını cevaplıyorum. Biraz önce koltukta saç kesen adam, şimdi daktiloyla bir şeyler yazıyor… Kalktı, şunları imzala diye bana birkaç kağıt uzattı. Sonra benim imzaladığım kağıtları yanında çalışana ‘Çabuk şunları falana imzalat getir’ dedi. Çocuk uçtu gitti, az sonra ‘imzalattım’ diyerek geldi. Usta ‘Hadi hayırlı olsun’ deyip bana bir kağıt verdi.

    Okudum. Adam Berberler Derneği Başkanıymış. Deminden beri yaptığı şey de bana bir belge hazırlamakmış. Kağıtta şunlar yazıyordu:

‘Manisa Kırkağaç Berberler Derneğimize kayıtlı Ali PERÇİN’in yanında bilfiil üç sene çıraklık, üç sene kalfalık, iki sene de ustalık yapmıştır. Berberler Cemiyetinin imtihanıyla bu Bonservisi almaya hak kazanmıştır.’

    Aldık elimize, götürdüler bizi Birinci Bölüğe, teslim olduk. Takım Çavuşu meslek, tahsil vs. soruyor. Berber olduğumu söyledim. Çavuş ‘Sakın mesleğini söyleme. Ben Aydınlıyım, ilk defa takımıma bir Egelli geldi, onu da kaptırmak istemem’ diye beni uyardı. Meğer Ege Bölgesinde kolera var gerekçesiyle askerleri hep Doğu’dan alıyorlarmış. Egeli asker çok az imiş. Çavuşun gözünde, Egeli olduğum için değerliydim…

    Söylemedim mesleğimi. Manganın mevcudu yirmiiki. İki üç kişi Doğulu, gerisi Karadenizli. Çavuş, Doğululara Türkçe öğreteceğim diye uğraşıyor. Karadenizlilerle anlaşmamız daha kolay oluyor. Eğitime başlıyoruz. Ağır makineli… Doğululara on kere anlatıyor Çavuş, adamlar anlamıyor. Onlara öğretesiye kadar ben ezberlemiş oluyorum, bu yüzden eğitim bana zevkli geliyor. Tabi bu durum Çavuşun da işine geliyor.

    Çavuşun sebebine meslek söylemedim. Takım Teğmeni beni talimgaha göndermek istedi, Çavuş ona da mani oldu. ‘Burada en iyi elemanımız bu, talimgaha yollarsak başka yere gönderebilirler; çünkü iyi bir mesleği ve bonservisi var. Ağır Makineliden başka bir yere kaptırabiliriz.’… Benim atış birinciliğimi Teğmen biliyor, lakin O da ‘Dağıtımda bize söz düşürmezler, ama şansına’ dedi.

    KOMUTAN ANADAN DOĞAR

    Birinci Ordu Karargahına Takım Teğmeni sayesinde düşmüş olduk. Karargahta subay berberleri teskereciymiş… ‘Mesleği olanlar ayrılsın’ dediklerinde dört berber ayrıldık; ama ehliyet sorduklarında kimse de yok. Ben sekiz senelik bonservisim olduğunu söyledim, ‘Subay Salonuna geç’ dediler. Biri de İstanbul’da çalıştığını söylemişti, ona da ‘Astsubay Salonuna geç’ dediler.

    Subay Salonuna Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları gelirmiş. Zaten Ordu karargahında on tane General vardı. Her gün Ordu Harekat nöbetine bir General, bir Albay ve Bölük Nöbetçi Amirleri kalıyordu. Bölük Komutanlarının en küçük rütbesi Yarbay, Binbaşı, Albay… Karargahta 300-350 subay var. Düşük rütbeli olarak bir Kıdemli Yüzbaşı, bir Muhafız Bölük Komutanı Üsteğmen, üç beş tane de Binbaşı vardı; diğerleri hep Yarbay, Albay…

    Her gün bir General saç traşına gelir, üç Generalin odasına giderdim. Ordu Komutanı, Ordu harekat Başkanı Selahattin Demirci, Harp Akademisi Komutanı İsmail Akansel, Ali Dikmen ve Cemil Cebeci Paşalar ekseriyetle salona gelirdi.

    Tam onbir ay Subay Salonunda kaldım. Sonra anarşinin türediği zaman, Yetmişbir Muhtırasında Mahir Çayan’lar, Ömer Ayna, Yılmaz Güney’ler zamanında 281 mahkumun bulunduğu cezaevine gönderdiler… Sıkıyönetim Komutanı cezaevinde çalışacak güvenilir bir berber talebinde bulunmuş. Faik Türün Paşa, Karargah Bölük Komutanı Binbaşı Şadi Beye bu emri iletiyor. O da ‘Komutanım, o zaman sizin berberi gönderebilirim, güvenilir olarak ancak Ahmet kabadayı var’ diyor… Hasılı adamın olmadığı yerde bizi tercih etmişler.

    Allah razı olsun yine de… Dört ay da cezaevinde kaldım, mahkumları traş ettim. Cezaevinde çalıştığım için 10 gün mükafatla teskeremi aldım.

    Kazasız belasız terhis olduktan sonra, Ordu Komutanım Faik Türün Paşa ile irtibatımız hiç kopmadı. Kendisi Hakkın rahmetine kavuşana kadar her bayram ve önemli günlerde tebrik kartı gönderdi. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

    Faik Türün Paşanın bir sözü hiç aklımdan çıkmaz: ‘Her ananın doğurduğu asker olur; ama Komutan olamaz. Biz bunu Kore’deki Komutanım Tahsin Yazıcı Paşamdan öğrendik ve yaşadık. Komutan anadan doğar.’

    ANALI BABALI ÖKSÜZ

    Askerden geldik… Babam der, dükkan aç; ama ben İstanbul’a gitmek isterim. Babam der, ‘Abin mecbur gidecek, ben burada ne yaparım’… Üç tane de yetim kız kardeşim var… Ölçtük biçtik, mecburen tekrar dükkan açtık.

    Bir de yanıma çırak aldım, Mehmet Külte… Çırak kendini idare edebilecek kadar yetişti. Bu ara kız kardeşlerimi evlendirdim. Hanımın kardeşi Hüseyin’i ilk ve ortaokula gönderdim.  Hüseyin daha sonra İzmir Sağlık kolejini okudu, Kayseri Devlet hastanesi Kan Merkezinde başladı. Onu da Kayseri de evlendirdim.  Afyon Devlet Hastanesinde Sağlık Teknisyeni olarak halen çalışmaktadır.

    Bir ara Çırakla beraber Yenice Köyünde de berberlik yaptım. Belki de çalışma hayatımın en mesut günlerini Yenice’de geçirdim. Yenicelilerin saygı, sevgi ve nezaketlerini hayatımın ondan sonraki safhasında çok aradım. Bir Kafkas Çerkes köyü olan bura halkı çok sevecen ve muhterem insanlardı. Hepsine selam olsun, ölmüşlerine de Allah rahmet eylesin.

    Eğret’teki dükkanı Çırağa bıraktım, O da şimdi emekli olup oğluna bıraktı, böylelikle İzmir’e yerleştim; Şimdi İzmir’de ikamet ediyorum. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde hastabakıcı olarak çalıştık. Oradan emekli oldum, Rabbime şükürler olsun.

    İzmir’e geldiğimde yalnızdım, yedi sene eşimi getiremedim. Annem olmadığı için Babam gelmedi, o sebepten eşimi orada bıraktım. ‘Baba sen gelmezsen, ben hanımı götürmem’ dedim. Büyük oğlum Adem, köyde dört yıl babasız kaldı. Sonra hep beraber göçeriz umuduyla okulunun naklini İzmir’e aldırdım; lakin Babam ve Hanımı yine götüremedim. Çocuk buyol da tam üç yıl İzmir’de anasız kaldı… Analı babalı öksüz yaptık çocuğu…

    ERKEN BAYRAM

    Zamanla bir göz gecekondu yaptım. Köye haber gönderdim ‘Baba ev yaptım, hanımı yolla da evi temizlesin’ diye… Geldi… Evde eşya yok, soba yok… Hiçbir şey yok… Aradan biraz geçti, Babama haber yolladım ‘gelsin’ diye… O zavallım da eline Kuran’ı ve çalar saatini almış tıngır mıngır geldi… Eşya yok, tek oda var… Allah’tan Hanım becerikli, şalvarını bozdu. Biraz pamuk aldırdı bana. O şalvarı yatak yapıp Babamın altına attı… Bir daha Babamı da Hanımı da yollamadım…

    Köyde komşumuz Macur Ali vardı… Kayınbiraderi Dodiri bir Kurban Bayramı öncesi demiş ki:
    - Enişte İzmir’e kurbanlık götüreceğim, malın başında duruver.
    - Berber Ahmetin eşyayı da götürürsen, neden olmasın.
    - Yav Berber Ahmetin eşyadan sana ne!
    - Sana ne olur mu len! Bu adam ayda iki kere gelir giderdi. Üç ay oldu babası gideli, eşyası burada. Bir haber de çıkmadı, bunların bir derdi var besbelli… Sen alacağın paradan haber ver, gerisine karışma.
    - Para pul istemem de… Yanız bende arabaya çakacak ağaç filan yok…

    Ali Amca kendi evindeki ağaçlardan kamyonun üstüne ızgara yapıyor. Bizim kapıyı kırıp eşyayı hayvanın üstüne sarıyor… Bir haber geldi ‘Senin eşyayı Macur Ali getirmiş’ diye… Bayram gelmeden bizim Hanım bayram yaptı.

    Ali Amcaya ‘borcum ne’ diye sordum. ‘Ben bu duruma düşseydim sen benden para mı soracaktın. Sizinle yetmişbeş senelik komşuluk hakkımız var. Mehmet Ali’ye bunun için on gün hayvan bekleyeceğim. Karşılığında bana verebileceğin şey, yetmişbeş yıllık komşuluk hakkını helal etmendir.  İşte alıp vereceğimiz bu kadar.’ dedi ve helalleştik gitti. Acaba böyle komşular var mı daha… Şimdi O Hakkın rahmetine kavuştu… Ali Amca, rahat uyu, kabrin nur olsun. Ben senden ve komşuluğundan razıyım, Allah da senden razı olsun; memnunum, Allah da öbür dünyada senden memnun olsun…

    İzmir’e yerleştik ama… Eğret etraflı bir köydü ve ben böyle bir köyün çevresinde de esnaflık yapmam itibariyle tanıdık çevrem çok genişlemişti. Zaten o etraf köylerle önceden kurulmuş akrabalık bağlarım da vardı. Hastabakıcı olarak İzmir gibi büyük ve Afyon’dan uzak bir merkezde çalışınca haliyle eve gelip giden de çok oluyordu. Hem hasta hem de hasta yakınlarından misafir eksik olmazdı. Allah eksikliğini göstermesin, bazen üç ay yatan hasta kalırdı…

    EZANLA SELA ARASI

    Hanımımdan gelenden gidenden şikayetçi olduğunu hiç duymadım. Bazen evde olmaz, kırlardan ot kazıp pişirir, misafirin önüne onu koyardı. ‘Garı ne yapacağız’ diye ben dertlensem, ‘Cenabı Allah gelen misafirin rızkını bu evden vermiş demek ki’ der tahammül ederdi. Eğer evin hanımı misafiri sevmese erkek onu nasıl ağırlayabilir ki… Çok şükür, bu konularda cömert, vermeyi ve yedirmeyi seven bir yapısı vardı…  O Hak evine vardı; Allah mekanını cennet etsin, Peygamber Efendimize komşu eylesin…

    Ellibir sene beraberliğimizden bir gün bile şikayetimiz olmadı. Hep şükür etti… Ellibir senede hiç sormadı, ‘ne kazandın?’… Memur oldum, bir gün sormadı ‘maaşın kaç para’ diye… Kim ne harcayacaksa alır, ihtiyaç kadar alınır… Saklı gizli hiç olmadı; çocuklarım da torunlarım da bizden habersiz aldıklarına hiç şahit olmadım… Alan, ‘Ben şunu aldım, haberiniz olsun’ der. Allah acılarını göstermesin; ilimleri, sağlıkları Allah’a emanet olsun; Allah işlerini rast getirsin; hayırlı, sağlıklı iş, aş, eş nasip etsin…

    Allah ezanla sela arasındaki ömrü, akılsız imansız etmesin inşallah.

    Böbülerin Ahmet Kabadayı, Berber…

 

30 Haziran 2022

Arabın Oğlu

     Ahmet KABADAYI
    [Berber Ahmet'in yaşam öyküsünün bu ikinci bölümünde, çobanlıktan berberliğe geçiş ve evlenme devresi var. ]


    NASIL BERBER OLDUM

    Beni koyuna kuzuya yolluyorlar; ama bu ara yük Abimde… Ondört yaşında delikanlılık çağına giriyor. Evde iki çift dombey, iki çift öküz, bir çift de beygir var. Bunlarla da Abim ilgileniyor. Sığır hayvanları hariç… Misal, dombeyleri kışın en az iki üç kere damdan çıkarmadan yıkar, yağlar… Üşümesinler diye…

     Neyse ben yine avantaya geçtim, çünkü Berberhüseyin camide abimi görünce okulu bitirip bitirmediğimizi sormuş. Olumlu cevabı alınca da ‘Biriniz bana çırak olsun’ demiş. Ramazan bir gündü, Abim de sahurda bunu Dedeme söyledi. Sabahleyin Dedem bana ‘Berber Dayının yanına git’ dedi… Amma Hasan Amcam karşı çıktı, ‘Doruğa vardım, binüçyüz lira istiyor, bir takım da elbise… Onun yerini Ahmet tutar, niye bekar tutacağız. Ahmet’i vermeyelim’ dedi.  Dedem fikrinde diretti, ‘Git Doruğa selam söyle, ne isterse ver; Ahmet’e mani olma.’… Amcam kızdı, gitti Doruğu aldı geldi. Bu vesileyle Doruk bizim koyunu güttü, ben de Berber Dayımın yanına gittim.

    İLK DERS

    Berber Dayımın yanında çalışan Şükrü Dayım ve Sağırların Ali askere gidince yalnız kalmış, dükkanı açıp kapatacak bir çocuk lazım… Yanına vardım, ‘Dayı ben geldim’ dedim. ‘Hoş geldin’ dedi gülerek. Onun güleryüzlü tavrı çok hoşuma gitti. ‘Şuraları süpür’ dedi, süpürdüm. Dökülen saçları toparladım. Müşteri boşalınca ‘Nasıl, benimle çalışabilecek misin?’ diye yokladı. ‘Çalışırım’ dedim. Ders başladı:
    - İlkin şuna dikkat et: Ekmek ayak altında çiğnenir mi?
    - Çiğnenmez.
    - Öyleyse kesilen saçları ayağaltında ele çiğnetme. Amma sen keserken basıp çiğneyebilirsin. Neden; ileşber, harmanda buğdayı çiğneyebilir çünkü mahsulü işliyor; değirmenci unu çiğniyor meslek icabı, ama sonra ekmek veya dene ayağaltında gördü mü, töbe diye oradan alıyor. Almazsa kazancının bereketi olmaz… Biz de kazancımızın bereketini görebilmemiz için, kestiğimiz tüyleri kimsenin çiğneyemeyeceği yere alıp saklayacağız. Bu da bizim ekmeğimiz. Hadi bakalım, Bismillah. Allah ikimizi de utandırmasın.

    Başladık… Gelen ilk müşteriyi sabunlamamı istedi. Ben sabunladım, ustam traş etti. Tam bir hafta sabunladım. Tabi ‘Sana ustureyi vermez bir seneye kadar’ diyorlar… Olsun deyip geçiştiriyorum… On günlük oldum olmadım, ‘Al usdureyi treş yap’ dedi. Benim heyecanlandığımı anlayınca da ‘Artık heyecan yok, usta oldun’ demez mi… Bunun üzerine bana bir cesaret geldi, gece rüyamda bile treş etmeye başladım.

    Bu vesileyle berberliğe başlamış olduk. Bir yıl olmadan Yukarı Dandır’ı tuttular. Takgasların Berberhüseyin, yanında Sağırların Sami; Omracıkların Berberhüseyin, yanında ben Böbülerin Ahmet Kabadayı… Bir sene Yukarı Dandır’a gittik geldik.

    ERCEBİN ÜSEYİNE DÖNERİZ

    Bir kış günü yatsı ezanı okunurken Dandır’dan çıktık, elimizde löküz (luks lambası) var. Çatalüyük Gobakguyusuna gelmeden gömleği düştü, löküz söndü. Bir tipi difan çevirdi, löküz de sönünce gözlerimiz görmedi, hepimiz yolu sapıttık. Bir türlü gideceğimiz yönü bulamadık. Aşağı Dandır’a doğru gitmişiz, ustalar ‘Bu yol değil’ diyorlar. Ağren (Akören) gırına doğru, Gocagır mevkine atlamışız.

    Sami ile ben iyice yorulduk. ‘Biz oturalım’ diyoruz; ama ustalar bir bahane bulup dinlenmemize fırsat vermiyorlar. Sair vakit Dandır’ı yayan iki saatte alırdık; yedi sekiz saat oldu, geziyoruz, Köyü veya yolunu bulamadık. En sonunda gezerken büyük bir añ buldular ‘Bu, sap yolu; mutlaka anayola çıkacak’ dediler. Havluları peştemalleri makasla doğrayıp berber leğenine doldurdular.  Löküzden gaz döküp onu da Takgasların Hüseyin Ustaya verdiler. Hüseyin Usta, çakmakla havluları yakıp onu bir meşale gibi tuttu, ortalık biraz aydınlandı. Biz, o añı kaybetmemek için önden yürüyoruz, çünkü ışıkla añ görünmeyecek. Meşale arkamızda biz önde yürüyoruz; ama durmadan şamata ederek… Elindeki alev topuyla önünü göremiyor, anca sese gelecek…

    Bir de baktık sabah ezanları okunuyor. Meğersem o añ, Fasılüyüğündeki añyolmuş. Etemin Azadı bulunca rahatladık. ‘Ne kadar şükretsek az, iyi ki çocuklar bizi dinlediler…’ Kendi aralarında konuşuyorlar… ‘Allah muhafaza, çocuklardan korktum, doñdursak ne olurdu halimiz!’… Biz yorulduğumuz yerde otursak, doñarmışız. Aralarındaki bu konuşmadan anladığım başka bir şey de neredeyse hepimiz ‘Ercebin Üseyine’ dönecekmişiz…

    O senenin sonunda oradan hakı topladık. Hüseyin Öncül, ‘Başka köylere gitmem ben’ dedi. Bir daha köyden dışarı çıkmadı, Müdüroğlunun dükkana yerleşti. Sami’yi ayırdı, O da gitti Sağırların odaya dükkan açtı.

    Ertesi sene Şükrü askerden geldi, ona Macur Gopuk Selimin torunu Ahmet’le beraber Olucak’ı tutuverdi. Bir iki hafta gittiler, sonra Şükrü Dayının bir işi çıktı, onun yerine beni yolladı Usta.  Olucaklılar ‘Şükrü gelmesin, o çocuklar gelsin’ demişler; Macur ile ikimiz seneyi tamamladık. Hakı topladık.

    Daha ertesi yıl Bayramgazi’yi tuttuk. Ustayla beraber gittik geldik, oradan memnun kalmadık. Ertesi sene Bayramgazi’yi bıraktık. Sekiz hane Çatalçeşme’ye Usta gitti geldi, beni de hafta sonu Küçük Kalecik’e yollardı.

    BİR YOL MACERASI DAHA

    Küçük Kalecik 1965'li yıllara rastlar. Oranın insanları çok olgun ve merhametli olurdu, en azından bana karşı öyleydiler... Köyde odaya varırsın, hane sahibi yoksa evin kadını veya kız çocuğu gelir, bakar, geri döner... Biraz sonra odanın kapısı tık tık eder, bakarsın, kapının önünde tepsiyle misafir yemeği... Alır, yer, tepsiyi aldığın yere bırakırsın... Kapı tekrar tıkırdar, çay gelmiş, afiyetle içersin... Sonra müşteriler sökün eder... Traşını edersin, son müşteri sorar, 'Oda sahibi köyde değil, bir ihtiyacın var mı?' diye... Mevsim kış ise yakacak getirirler, sobanı yakması için bir genç gönderirler...

    Kalecik'te kendimi güvende hissederdim. Kar çok yağardı, 50-60 santim kar sıradan şeylerdendi. Araba yolu yok, patika yoldan ulaşım sağlanıyor, onu da kar kış sürekli kapatır... Ulaşım aracı at eşek; patikanın bir tarafı uçurum... Bir cinayet işlenmişti o yıl; Kalenin eşi ve kızını, Hocanın oğlu Kamil vurdu. Yani hem kaynanasını hem de karısını vurdu. Kaynanası öldü, karısı yaralı... At sırtında hastaneye götürdülerdi.

    Yine öyle bir gün kar çok yağdı. Anıtkaya'ya dönmem lazım. Köyün büyükleri bırakmak istemiyorlar; ama çocukluk aklı işte 'Gideceğim' diye tutturdum... 
    - 'Oğlum, zaten patika yol, o da kapalı. Dereye falan düşersin, donrasın. Yazın bulurlar ölünü!' diye uyarıyorlar; lakin ben,
    - 'Yok, ille de gideceğim' diyorum... 

    Onlar böyle çok kar yağışına alışıklar ve yağdıkça seviniyorlar. Çünkü kar onların harmanı... Toplanıyorlar, imece usulü kar kuyularını dolduruyorlar. Yazın eşeklerle Afyon'un soğuk su, meşrubat ihtiyacını oradan karşılıyorlar. Yani ne kadar çok kar yağarsa, o kadar çok depoluyorlar; kar onların gelir kaynağı olmuş...

    Neyse, ben inat ettim sabah saat on gibi filan yola çıktım. Her taraf dümdüz, yol yok. Burası yol zannıyla giriyorum, ayağım kayıyor, aşağı yokarı elli metre yuvarlanıyorum. Çık çıkabilirsen... Normalde 40-45 dakikada vardığım Afyon'a, bu sefer Akşam ezanları okunurken girdim. 

    Her tarafım buz tuttu. Afyon çıkışındaki Petrolü (Kadaifçioğlu) bizim köylü Fasfasın Ali Osman çalıştırıyor. Ben emsal arkadaşlar da olduğundan, ısınırım umuduyla oraya vardım. Beni o halde görünce telaşlandılar. Bir topak üstüpüyü yanık yağa batırıp sobaya attılar. Ben de sobanın dibine dikildim, ısınıyorum... Üzerimdeki buz, don çözülünce ayaklarımın dibinde bir metre çapında bir gölcük oluştu...

    İçeri bir şoför girdi. Beni o halde görünce millete hışımla bağırmaya başladı.
    - 'Ne yapıyorsunuz siz, adamı öldüreceksiniz. Böyle soğuktan donan adamı, sıcaktan uzak tutmak lazım. Birden ateşin karşısına geçerse damarları patlar!' diye söyleniyor, bir yandan da beni soyuyordu. Petrolcülerin arkada yattıkları yere götürdü, çıplak bedenimi bir battaniyeye sarıp etrafımdakilere,
    - 'Ateşe yaklaşmadan burada bir iki saat yatsın' dedi... Çıkıp gittiler. 

    Orada sabaha kadar yatmışım. Kalktım. Tipi, soğuk, Köye gitmem lazım; ama nasıl? Çocuklardan beni bir arabaya bindirmelerini rica ettim... Bu arada nereden çıktılarsa; Berberlerin Ali, Şaval Kadir ve Guycuların Adem geldiler. Hava soğuk, tipi var, sıcaklık eksi 18-20 derece... Bir pikap geldi, çocuklar beni onunla yollama niyetinde. Bunlar 'Biz de binelim' dediler... Şoför mahallinde iki kişi var, içerisi dolu yani. Kasada gitmeyi gözümüz kesiyorsa bineceğiz...

    Bindik. Pikabın üstün de bir çadır var; ıslanmış donmuş, tahta gibi... Kaldırıp altına girdik, en azından rüzgarı kesiyor... Köye kadar böyle geldik. Karakolun yanında camı tıklattım. Araba durur durmaz bizimkiler atlayıp yürüdüler yukarı doğru. Şoför arkalarından baktı kaldı. 
    - Abi borcumuz ne? dedim, gülüştüler... 
    - Bir teşekkür bile etmediler, ne insanlar var! Aslanım, sok paranı cebine de böyle adamların yanına takılma.' deyip yollarına devam ettiler... Ben de bir maceralı yolculuğu daha aldığım bir nasihatle noktaladım... Yukarı, Tekkeye doğru yürüdüm... 

    Kalecik’te peşin traş yapıyorduk. Başka yerler haklı idi, sene sonu hak toplardık. Etraf köylere gitmemizin sebebi, kendi köyümüzün peşin traşa alışık olmamasıdır. Kurulalı beri köylü hakla traşa alışmış, peşin bilmiyor. Berber, sığır, bızağı hakla; harmandan harmana… Onun için köylü peşinata yanaşmıyor.

    Köy Belediye olduğunda, ilk Belediye Başkanı olan Çakır Osman Erdem, denetim adı altında Meclisten  şöyle bir karar çıkarıyor: ‘Berberlerin Cumartesi Pazar günleri köylüyü traş etmesi yasak. İhtiyaç hasıl olursa peşin traş olacak. Çünkü biz berberlerden bazı şeyler isteyeceğiz. İlkin Maliyeye kayıt edeceğiz. Sonra Selçuklulardan beri cumartesi günü kurulan pazardan etraf köylüler de yararlanmaktadır. Bu yüzden hafta sonundaki iki günde etraf köylülere hizmet vereceklerdir. Sair günlerde Anıtkayalılara hizmet verilip, iki gün yabancılara çalışarak masraflarını karşılayabileceklerdir.’ Bu kararla eski usül bozulmadan işler halledilmiş oldu. Köylü de berberler de memnun kaldı.

    Ben İzmir’e gidene kadar hakla çalıştık… Ben İzmir’e gittim… Ustam emekli oldu… Takgaslarınki öldü… Sami ve Ali de İzmir’e gitti…

    ARABIN OĞLU

    Ustamın yanında altı sene çalıştım. Mekanı cennet olsun, bana karşı bir arpa ağırlığı kötü söz duymadım. Altı sene evlerinde durdum, ne Yengemden ne Ustamdan beni incitecek bir söz sadır olmadı. Hatta daha sonraları İzmir’e geldiklerinde bana uğrar, hal hatır sorar, ihtiyacım olup olmadığını yoklardı. ‘Hareketlerini bozma, ben sana Allah’ın izniyle güveniyorum’ derdi. Allah ondan razı olsun…

    Altı yılın sonunda bir gün ‘Ahmet gel bakalım’ dedi. ‘Hayrola Dayı’ dedim. ‘Oğlum yanlış anlama’ diyerek başladı ve devam etti. ‘Altı yıldır beraber çalışırız, bir zızıltımız çıkmadı. Senin de yuva kurma vaktin geldi. Ben senden razıyım, Allah işini rast getirsin.’ dedi. Böyle bir şey beklemiyordum, o şaşkınlıkla ‘O zaman ben ne yapayım Usta?’ dedim. Her şeyi ayarlamış.
    - Sana Aşağı Dandır’ı tutalım.  Kemiğin Ali seni istedi, ben gidip bir konuşayım.

    O vakitler Ali Muhtar… Gitti, anlaşmışlar. Ertesi gün Dandır’a gittik. Öğleye kadar traş ettik. Orada Dedemin teyze oğlusu var, Cepli Ahmet derler. Öğlen üstü çıktı geldi, ‘Oo Berber hoşgeldiniz’ dedi Ustaya. Hoşbeşten sonra beni tanıtarak ona emanet etti. ‘Senin yeğenindir, sahip ol ha!’ diye de üsteledi. Bir iki lakırdıdan sonra Cepli Ahmet ‘Berber iyi dekgeldiniz, Yengen gatmer ediyor, gidelim sıcak sıcak yiyelim’ diye bizi eve buyur etti.

    Gittik, katmeri yedik. Oradan tam çıktık, korucu geldi, Muhtar bizi çağırıyormuş. ‘Gidelim bakalım’ dedi Usta… Vardık… Muhtarın tavrı değişik… ‘Daha bugün geldiniz, hemen evlere daldınız!’… Ustam bu söze bozuldu; ama izahat istedi: ‘Ne demek istedin Ali?’… Muhtar açıklama yerine sözünü tekrarladı ‘Hemen eve daldınız!’… Orada Ustamın celalli yüzüne tanık oldum. ‘Bana bak Ali!’ dedi, ‘Ben senin gibi hırsız Kemiğin oğlu değilim! Eğretli Omarcıkların Arabın oğluyum. Beni kendin gibi südübozuk mu sandın!’ Ortalık buz gibi oldu. Bu sözlere cevap vermek için mecali olmayan Muhtarın araya girmesine fırsat vermeden devam etti. ‘Bu köyün namusu bizden sorulur. Çünkü sen hastalanceñ, karın veya kızkardeşin hasta var diye beni çağırdı… Ben hastayı traş için evine gelince karın veya bacına göz mü koyacağız!.. Ben Arabın oğluyum. Elli senedir berberlik yaparım, hiç böyle südübozuğa dekgelmedim.’… Böyle bağırıp çağırırken muhatabı Muhtardı. Sonra bana döndü, öfkeli sesine bir nebze şefkat katarak ‘Topla düzenleri oğlum, ben seni böyle çapsızlara yem etmem!’ dedi…

    ÖNCEK DUASI

    Dandır’dan olaylı bir şekilde döndük geldik. Yine onun dükkandayız. ‘Şimdi ne olacak Usta?’ diye biraz da endişeli sordum. Babamı çağırttı, ben dükkanda çalışırken ikisi birlikte çıkıp gittiler. ‘Hayay şuraya gidiyoruz’ da demediler… Akşama yakın geldiler. Meğer Afyon’a gidip bana düzen almışlar, sonradan öğrendik. ‘Akşama sizin odaya bir sandık lokum al gel’ dedi.

    Odaya lokumu götürdüğümde Dedem de şaşırdı ‘Hayrola oğlum?’ diye sordu; ben de bir şey bilmiyorum ki. ‘Bilmiyorum Dede’ dedim. Sonra Usta geldi, Körhoca Emmiyi çağırmamı istedi. Çağırdım geldim. Beş on kişi oldular… Usta Körhocaya döndü, ‘Hocam, bugünden itibaren Ahmet, usta oldu, duasını yapıver de önceğini kuşatalım. Dükkanını açsın, usta olarak görelim artık.’ dedi. Dua edildi, Usta peştemalı kucağıma atıp ‘Hayırlı olsun’ dedi… Berber olmuştum… Ertesi gün Aliyelerin Odaya dükkanı açtık.

     Aliyelerin Odada iki sene çalıştım. O sırada Dedem ‘İki yetimi başgöz edeceğim’ demiş. Bu durum bana intikal ettirildi. Ben buna pek yanaşmadım, Amcam da ‘Olmaz!’ demiş. Dedem Amcama ‘Almayacak olan da vermeyecek olan da burada durmasın!’ diye kestiririp atmış. Buna karşılık Amcam Dedeme bir şey diyememiş; ama vasıtalı olarak bana sordurdu. Olmaz falan dedim… Dedim amma; gocagapıda Yengemi karşılayışım, kucağıma bebeği bırakması, bana vereceğini söylemesi… kafama dank etti…

    Bir müddet sonra da Gadıngız Ninesi beni çağırmış. Vardım, hasta yatıyor. Bir ara evde Nineyle başbaşa kaldık. Bana döndü ve ‘Oğlum, Neslihan sana emanet…’ dedi… Dedi ve ertesi gün vefat etti. O zaman kafama koydum, kendisinin fikrini soracaktım… Sordum da… ‘Büyükler böyle düşünüyorlar, senin düşüncen ne? Bu senin ve benim hayatım, sonra el yüzüne çıkmayalım… Gönlün yoksa sen belki bir şey diyemezsin; ama ben olmaz diyebilirim’ dedim…

    ‘Zehra Ninem de benim yanımda kızımı Ahmet’e verin dedi. Anam hastaneye giderken Nineme böyle söylemiş. Sen bilirsin…’  Cevap böyle olunca tutulacak yol belliydi. Durumu Dedemin kılavuza söyledim. Ertesi gün Dedem meclisi topladı, üçüncü gün Afyon’a Nüfus Müdürlüğüne gidilip muamele yapıldı. O zaman onbeş gün ilan müddeti vardı. Müddet bitti, hemen alışveriş oldu…
    - Davul mu tutacaksın, çalgı mı? diye sordu Dedem.
    - Çalgı, dedim.
    - Hemen git Gocagafaya, o biliyor. Çalgıları tutacakmışsın Dayı, de…

    Dedemin direktifleri doğrultusunda Gocagafaya vardım, ‘böyle böyle’ dedim. ‘Tamam yeğenim’ dedi.

    Fakat Amcam bana kızdı. Bir hafta sonra Keçilerin Mevlüt’ün düğünü var, beraber davul tutalım diye sözleşmişler. ‘Çalgı çok para, davul daha ekonomik’ dedi… Orada Amcama çok patavatsızca bir laf ettim, ‘Nerede görülmüş kayınpederin damada davul/çalgı tutması’ dedim… Amcam bozuldu. Dedem araya girdi, ‘Hasan, ben dedim, sen esnaf adamsın, çalgı tut diye…’ Sustu, konu kapandı; ama evlendikten üç dört ay sonraya kadar Amcam bana karşı sıcak durmadı.

    BİR GARİP MÜCÜDE

    Evlendiğimizin ertesi günü candırma geldi.
    - Berber mücüde, sana iyi bir haber getirdim. Düğün baklavasından bir tabak getir mücüdelik.
    - Le Gardeşim, eveli gün odada yidiñiz ya…
    - O zamankiler yaktığımız mermiler içindi. Şimdiki ayrı bir sürpriz mücüde için…

    Baklavayı verdim. ‘Gözünaydın’ diyerek elime bir kağıt tutuşturdu… Asker kağıdı… 2 Şubat 1970 günü şubeden sülüsünü al… Moralim bozuldu.

    Beni asık suratlı görünce Dedem endişeyle karışık meraklandı.  Ona da tekazelendim ‘Ben sana demedim mi evlenmeyeceğim diye…’ Her zamanki rahatlatıcı sükunetini devreye soktu. ‘Acele etme oğlum, haleyola gonur bakam.’ dedi ve hemen Babamı çağırttı. Ona da Şubeye gitmesini, büyük oğlunun askerde olduğu, o gelene kadar Ahmet’in celbinin ertelenmesi hususunda istida vermesini söyledi.

    Babam bir dilekçe yazıp Şubeye verdi, sekiz ay ertelediler. Gerçekten de işler haleyola gondu…

                                                                                                                                                 Devamını oku...