05 Mayıs 2022

Kantinler


    Belgelere yansıdığı kadarıyla Kantinlerin hikayesi şöyle:

    1796 Doğumlu, uzun boylu, kara sakallı Bayramaoğlu Sipahi Ali'nin kiminle evlendiği ve varsa kız çocuklarına dair elde hiç bir bilgi yok. Çünkü 1831 kayıtlarında bu tip bilgilere yer verilmemiş. Dolayısıyla eşi kimdir, kimlerdendir... Hiç bir sorunun cevabı yok. Yalnız resmiyetteki sipahi kaydının halk arasında karşılığı yok, insanlar onlara Alemdaroğlu diyor...

    İki oğlu bir kızı oluyor Alemdaroğlu Ali'nin.... Oğullarının adına (Ahmet ve Halil) bakarak, babası ve kayınpederinin adlarıdır diye yorumlanabilir; ama bu, yorumdan öteye geçmez. Diğer yandan bu yorumun bile kıymetli sayılacağı başka bir husus var; Ahmet ile Halil'in kız kardeşlerinin adını da bilmiyoruz. Bilseydik, "Ha, bu da anasının adı olabilir" derdik.

    Adını bilemediğimiz Alemdaroğlu Ali'nin bu kızı Küçükçorca'ya gelin gitti. Halil ise Takgaslardan Berberoğlu Murat'ın kardeşi Abide Hanım ile evlendi; çocuklarından günümüze Garadeliler dalı uzandı. 

    Ali'nin büyük oğlu Ahmet'ten devam edelim. İki hanımı vardı: Hakime ve Satı... Hakime Hanımdan olan tek evladı Hasan, 1893 yılında askerdeyken şehit oldu. Bekardı ve varisleri yalnız annesi ve babasıydı. Oğlunun şehadetinden bir süre sonra Hakime Hanım da vefat etti.

     Diğer eşi Satı Hanım Emiralilerden olabilir. Ahmet'in ondan da iki oğlu oldu. Büyük olan Mehmet ile küçüğü Ali arasında yedi yaş vardı. Küçüğüne babasının adını verdi. Büyük oğluna ise Mehmet adını koydu. Büyük ihtimalle Mehmet de eşi Satı Hanımın baba adıdır... 

    1. Alemdaroğlu Mehmet

    Mehmet 1872'de doğdu. Abisi Hasan şehit olduğunda 19 yaşındaydı. Yüzyılın başlarında anne ve babası da vefat etti. Bu arada Kütahya Domaniç Küçükköylü Fatma ile evlendi. 1903 yılında ilk kızları olunca, şehit ağabeyinin annesi Hakime'nin adını verdiler. Sonra bir kızları daha oldu; Mehmet bu kez ona kendi anasının adı Satı ismini verdi. Bu kızlardan büyük olan Hakime, Selimlerden Esnan (Hüseyin) eşi; küçük olan Satı da yine Selimlerden Bulduk Mehmet eşi olacaktır. Küçükköylü Fadime Hanım 1955 yılında vefat etti...

     Asıl Kantinler, Mehmet'in küçüğü Ali ile ortaya çıkacak; yalnız Ali'ye geçmeden önce kız kardeşi Fadime'den söz etmeliyiz. 

    Fadime Olucak'a gelin gitti. Saraçoğlu sülalesinden biri ile evlenmişti. Koşumculukla uğraşan bu ailedeki yuvasında Satı, Seydi, Süleyman ve Mehmet adını verecekleri dört çocukları oldu. Üç oğlunun en küçüğü Mehmet, İstanbul'a gitti, oraya yerleşti. Seydi ile Süleyman Yunan gittikten sonra Eğret'e yerleştiler. Yavuz soyadını taşıyan Seydiler ile Garacalar bunlardandır. Tek kızı Satı, Kütahya'dan evlendi ve bütün çocukları da orayı mesken tuttular. Alemdaroğluların genelde Kütahya'ya meyyal olmalarının derindeki sebebi, Satı Hanımın ailesinin Kütahyalı olmasıdır...

    2Ali Bey

    Ahmet-Satı çiftinin küçük oğulları Ali'ye dönebiliriz. 1879'da doğdu. Dedesinin adını alan Ali, 'Alibey' lakabıyla tanındı. Beyliğine sebep olarak mal varlığı gösteriliyor... Bir de köklü Alemdaroğlu sülale adının Kantinlere dönüşüm hikayesi var. Kendi çapında bir bakkaliye işletilmesi, aynı zamanda tüccarlık da yapan Cemal Eğretli Hoca'nın ev ve dükkanının aynı yerde bulunması, Bakkal Yorgo'nun malının devralınması gibi ayrıntılar birleşince gerçekten bir beylik manzarası çıkıyor... 

    Burada dikkat çekici bir başka hususu da belirtmek lazım. Eğret'te yöneticiler, görevliler ve ahali için dönem şartlarına uygun ünvanlar kullanılmış; Ağa, Ayan, Voyvoda, Reis, Müdür, Çorbacı, Kavas, Çavuş, Paşa vs... Bey kelimesi ise ünvan veya lakap olarak sadece Ali Bey'de var, başka bir örneğine rastlamadım. İnsanın aklına ister istemez Alemdar Mustafa Paşa konusu geliyor...

     Alibey önce Omarcıklar'dan Rabia ile evlendi. (Rabia Hanım; Altındiş, Bödü, Suluhüseyin'in halalarıdır.) Bu hanımdan çocuğu yok... 

    Daha sonra ikinci hanımı Celile ile evlendi. Her ne kadar bu isimle kaydedilmişse de Hasibe olarak biliniyor... Bu evlilikten Havva, Şerife, Osman ve Tahir adını verdiği çocukları oldu. Havva, Olucak'a giden Fadime halasının oğlu Seydi'nin eşidir. Saraçoğlu Seydi'nin Eğret'e yerleşmesine sebep, dayısının kızı ile evlenmiş olmasıdır...  Havva'nın küçüğü Şerife ise Gobakların Hasan eşi oldu...

    Alemdaroğlu Kantin Alibey 1947 yılında vefat etti. Eşi Hasibe Hanım ise bir müddet daha yaşadıktan sonra 1964'te vefat etti... Oğullarının hikayesi devam etti, onlara bakalım...

     Alibeyin Osman
    Alibey, 1912'de doğan büyük oğluna Osman adını koydu. Bu ismin hikmeti anlaşılamadı; yalnız Alibeyin analığı Hakime Hanım'ın baba adının Osman olması dışında, geçmişlerinde bu isme rastlanmıyor.  'Alibeyin Osman' yahut 'Kantinin Osman' olarak bilindi. 1973 Yılında, 60 yaşındayken vefat etti. Bir kaç evliliği ve bu evliliklerden çocukları var, tespit edebildiğimiz kadarıyla bunlardan söz edelim...

    Önce Kütahyalı Naciye Hanım ile evlenen Alibeyin Osman'ın bu hanımından dört çocuğu oldu; Zehra, Mevlüt, Mehmet Ali ve Mehmet... Kızı Zehra, Arzıların Çolakmusa oğlu Kazım eşidir... 

    Büyük oğlu Mevlüt, Demirci Salih kızı Gülsüm ile evlendi; Samancıların Gamalı Ahmet Saçak ile bacanak oldular... Nihal ve Naciye adını verdiği kızları dünyaya geldi; Nihal vefat etti, Naciye ise Eselerin Hüseyin'in Metin Eminç eşidir...

    1947 Doğumlu ortanca oğlu Mehmet Ali, Apdıramanlardan Çoloğlanın Hüseyin Ayas Hocaya evlatlık verildi. Büyüyünce Osmanköy'den evlendirilen Mehmet Ali'nin bir oğlu ve iki kızı var. Oğlunun adının Osman olduğunu biliyoruz. Mehmet Ali, 1992 yılında vefat etti...

    Küçük oğlu Mehmet de Bolvadin'den evlendi, onun da Osman adında bir oğlu olduğu biliniyor.

    Alibeyin Osman ikinci olarak Araplardan Bezekinin kızı Nazik Hanım ile evlendi. Ahmet, Ali Osman ve Naciye adında üç çocuğu da bu ikinci eşindendir... İlk eşi Naciye'nin adını koyduğu kızı Omuzca köyüne gelin oldu...

    Büyük oğlu Ahmet, Kantinin Osman'ın dedesi adını taşıyor. Kütahya Yenice'den evlendi, çocuğu yok...

    Küçük oğlu Ali Osman da Kütahya Çaycuma'dan Safiye Hanım ile evlendi. Mustafa adında bir oğlu (Bezekinin adıdır) ve Emine, Fadime isimlerinde iki kızı var... 

    Bacıdedenin defterinden öğrendiğimize göre Kantinin Osman'ın 1950 yılında ölen Zehra adında bir hanımı daha vardı. Zehra Hanımın kimliği ve çoluk çocuğu hakkında bir şey bulamadım...


    Alibeyin Tahir
    Alemdaroğlu Ali'nin küçük oğlu, Tahir 1920 yılında doğdu... Tahir ve çocukları,  Alemdaroğlular veya Kantinlerin Eğret'te kalan ana gövdesini oluşturuyor. 

    Tahir, Türkmen Ahmet kızı Satı ile evlendi. Satı Hanım, Yörüğoğluların Ali Efe ve Halil Efe kardeşleridir... Satı Hanımla evlenmekle Alibeyin Tahir; İşof, Hassönlerin Gocaömer ve Hafızıniban ile bacanak oldular... 

    Üçü kız üçü erkek, altı çocukları oldu. Kızları: Halime, Hacızekeriyenin Halil İbrahim Çelebi eşi; Cemile, Gobakların Arif eşi olurken; Hüsniye de Mılıklar'a gelin oldu. Cemile ile eşi Arif'in hala-dayı çocukları olduğunu unutmayalım. (Cemile Hanım önce Gocaömerin Veysel Koç eşiydi. Onun vefatından sonra Hasan'a vardı. İlk eşi Veysel ile de de teyze çocuğu idiler.)

    Tahir'in büyük oğlu İbrahim 1946 yılında doğdu. 'Haciban' diye bilinir. Uzun yıllar Anıtkaya Belediyesinde otobüs şoförü olarak çalıştı. Bu dönemde futboldan bihaberken, Anıtkayaspor sayesinde iflah olmaz bir taraftar portresi çizdi... Osmanköy'den evlenen Hacibanın dört kız ve iki oğlu var. Kızları Hasibe, Şemşilerin Mehmet Şık eşi; Fadime, Guycuların Adem Mola eşi; Aynur, Gödenlerin Mehmet Dadak eşi ve Meryem de Tırılların Mehmet Tırık eşidir... 
    Hacibanın büyük oğlu, büyük dede Alibeyin hatırasına Ali adını taşıyor. Arzıların Çeyrek Ömer kızı Sabire ile evlendi. Elif, Beyza ve İbrahim adlarında üç çocuğu var... Küçük oğlu İzzet de Hacellerin İbrahim kızı Melek ile evli. Çocuklarının adları Yaren ve Melisa... 
    
    Alibeyin Tahir, ortanca oğluna Ahmet ismini koymuş. Bu, hem Alibeyin baba adı hem de Yörüğoğlu Türkmen Ahmet Dedenin adıdır. Ahmet, Hacıların Şerafettin kızı Nuriye ile evlendi. Yılıkların Uzunmehmet, Hamzaların Süleyman, Curağın Hüseyin ve Takgasların Hasan ile bacanaklardır... 
    Üç kız, üç oğulları oldu. Kızlar: Serpil, Şavalın Yahya'nın Halil İbrahim eşi; Zeliha, Hacellerin Ahmet'in Mustafa eşi; Nuray, Turabilerin Salih'in Hüseyin eşidir.
    Kantinlerin Ahmet'in oğullarına gelince... Büyük oğlu Halil Sinanpaşa'dan evlendi; İpek ve Ahmet çocuklarının adıdır... Ortanca oğlu Tahir'in hanımı Dandırlı, onun da iki çocuğu var... Küçük oğlu Yalçın, Tingildeklerden Bakkal Sarının oğlu Osman Akyol damadıdır. Yalçın'ın Yiğit Mert ve Göktuğ Berk adlarında iki oğlu var...

    Kantinlerin Tahir, 1955'te doğan küçük oğluna Necati adını koymuş. Gobakların Köremin kızı Elveda ile evlenen Necati'nin Ebru, Serap ve Yasemin adlarında üç kızı var; Anıtkaya dışına gelin oldular...

    Necati Kızılyer, girişimci ve meraklı kişiliğiyle öne çıkar. Kantinler hakkında görüşmek üzere kendisini aradığımda, işimi kolaylaştıracak bilgiler vereceğinden habersizdim. Yıllar önce Çolakların odada, Alemdaroğluların serencamesini tesadüfen duymuş. Ayvaz/Dellal (Ahmet Uysal)dan dinlediği hikayeyi bir daha anlattırıp güzelce not etmiş. Hatta kağıt bulamamış da duvardaki koca takvim yaprağının arkasına yazmış. O takvim yaprağının arkasına yazdıklarını, telefonda bana tek tek not ettirdi. Ortaya çıkan bu öykünün özünü, Nacati Kızılyer'in aldığı notlar oluşturuyor...

    Alibeyin Tahir 1984 yılında vefat etti. Eşi Satı Hanım ise uzun yıllar daha yaşadı ve 2008'de vefat etti. Üç oğullarının en küçüğü Necati Afyon'a yerleşik; büyükler İbrahim ve Ahmet, çocuklarıyla Anıtkaya'da yaşıyorlar...





30 Nisan 2022

Bozkurt Elimden Kaçtı

    

    Ahmet KABADAYI** 

    Mazinin Ömer Dedemin bana anlatışına göre; Yunan Eğret köyüne geldiğinde, önce bütün köylünün Kocacami önünde toplanmasını istiyor. Yapılan ilan üzerine köylü istenen yerde toplanıyor. Evinde ne kadar hayvan varsa herkesin sürüp buraya getirmesini istiyorlar. Bunun basit bir sayım ve tespit işlemi olacağını, sonrasında yine herkes malını geri götürebileceği özellikle belirtiliyor.

    Emri duyan halk evinde damında ne kadar hayvan varsa istenilen yere yığıyor. Cinsine göre ayrı ayrı gruplar oluşturuluyor; öküzler bir yanda, inekler bir yanda, koyunlar bir yanda, atlar ve eşekler bir yanda. Sonra bütün hayvanlar kayıt altına alınıyor. Kimde ne kadar, ne varsa tek tek yazılıyor ve herkese numara veriliyor. 

    Sayım ve numaralandırma bitince sıra zimmetlemeye geliyor. 'Şimdi hepiniz hayvanlarınızı evinize götürün ve onlara iyi bakın. Sorumlusu sizsiniz, eğer onlara bir şey olursa sizi cezalandırırız!' diye tembihliyorlar.

    Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, ilk önce Cücelerin Arap Osman'a varıyorlar. 'Falanca numaralı öküzü çıkar' diyorlar. Bu arada Macur Ali, Arap Osman'ın evlatlığı... Ona 'Oğlum, hadi çıkar ver hayvanı' diyor Arap Osman... Gerisini Macur Ali Emmiden şöyle dinledim: 'Yanımdaki Yunan askeriyle beraber öküzü Yunan karargahına götürdük. Orada yemek hazırlığı vardı. Benden de yardım isteyerek öküzü kestiler; ama beni bırakmadılar, zorla çalıştırdılar. Tabi ben o zaman çok ufaktım... Ondan sonra baktılar; kimin hayvanı etli ise götürüp kestiler. Koşulabilecek hayvan lazım olduğunda, istediklerini alıp götürdüler. Binmek için atları köylüye baktırdılar.' 

    Dedemin anlattığına göre; bizim köy ve etraf köylerde 14 ay kaldılar. İlk günlerde çok iyi niyetlilermiş gibi davrandılar. Sonraları ne buldularsa gasbetmeye başladılar. Göz koydukları bir şeyi zorla milletin elinden alıyor, Atina'ya gönderiyorlardı. 

    ***

    Kadınlar, samanlık veya damlarda toplu olarak bulunmaya gayret ediyorlardı. Çünkü yalnız gördükleri kadınlara askıntı oluyorlardı. O sırada Patlağın İbram çocuktu, kadınlar ona gözcülük yaptırıyorlardı. Yunan askerlerinin yaklaştığını görünce haber edecekti... Kadınları haberdar ettiği bir gün, buna kızan asker silahını çekip kolundan vuruyor... İbram Emmi, avuç tarafında bileğinin hemen üst kısmındaki kurşun yarasını bana gösterdi. Bir ceviz sığacak kadar büyük bir oyuktu. 'Bu Yunan gavurunun eseri' derdi...

    Kendisine boyun eğmeyen, birazcık itiraz edeni hemen alıp yok ediyorlardı. Çoğunu Afyon'a götürüyorlardı, orada Ulucami'ye kapatırlarmış. Bir şekilde oradan kaçıp kurtulabilenlerden öğreniyorlar bunları. Kendileri için daha tehlikeli gördüklerini Atina'ya yolluyorlarmış... Kendilerine itaat edenleri ise Yunan kimliği verip istihbarat amaçlı kullanırlarmış. Bunların içinden de doğru bilgi vermediğini düşündüklerini hemen yolda öldürüyorlar. 

    Dedemin anlattığına göre, Gödecin Mısdık evleneceği zaman buna izin vermiyorlar. Harmandan buğday getiriyormuş gibi yapıp, gelini gerinin içinde getiriyorlar eve. Nazik Nineyi buğday gerisinde getiriyorlar yani... Tabi sonradan bu olayı duyunca, muhbir olarak kullandıkları kişiyi 'Niye haber vermedin!' diye öldürmüşler.

    Köyde Yunana karşı gelebilecek fazla insan da kalmamıştı. Dedemin dediğine göre bunun bir sebebi, eli silah tutanların askere alınmış olması... Zaten Cihan Harbine 250 asker gitmiş, bunların sadece beşi geri dönebilmiş. Ondan sonra geride kalanlar da Kuvay-ı Milliye'ye katılmışlar. Köyde erkek olarak yaşlılar, sakatlar ve çocuklar var. Buna rağmen elde kalan bu Eğretli erkeklere inanılmaz eziyetler ediyorlar. Atların arasına bağlayıp sürükleme... Burada anlatılamayacak davranışlarla ölümden beter şekile sokuyorlar... Bu durumda Yunan istediği gibi at oynatacağını düşünüyor. Lakin köyün kadınları; analar, bacılar onlara karşı erkekler gibi fedakarca dik durabiliyor. Genelde kadınlar birlikte hareket ediyor, toplu bulunmaya dikkat ediyorlar... Yapılan eziyetlere karşı erkeğiyle kadınıyla sabırla mücadele ediyorlar. Onların hepsinden de Allah razı olsun...

    ***

    Yunanlar işgal ettikleri bu bölgeyi benimsemiş, 'Bizim yurdumuz' demeye başlamışlar. Çakırların evin bir bölümünü subaylardan biri karargah gibi kullanıyormuş. Çakır Mehmet'in amcası  Çanakkale'de şehit olmuş, eşi ve çocukları da o evde bulunuyor... Yunan subayın bir postası var, ev sahiplerine çok iyi davranıyor. Meğer o posta, Sakarya'da Yunan'a esir düşmüş Konya Ereğlili bir Türk askeriymiş. Yunanlarla sürekli Yunanca konuşuyor; ama bir gün Çanakkale şehidinin eşi, onun Türkçe konuştuğuna şahit oluyor. Böylece o postanın hikayesi ortaya çıkıyor... 

    Bu kadın Halime Ninedir, olayı ben kendisinden işittim. Buna göre, Halime Nine 'Sen Türk müsün?' diye soruyor. Posta 'Evet, aman başka birisi duymasın!' diye tembihliyor. Subay olmadığı zamanlarda içini dökmeye başlıyor. Bir gün diyor ki 'Halime Abla, subaylar kendi aralarında konuşurlarken duydum. İngiltere'den bir mesaj gelmiş "Canavarı elimden kaçırdım. İşiniz bitti, kendinize dikkat edin." diyormuş İngiltere. Subaylar, bizim de ne olacağımız belli değil, diye kara kara düşünüyorlar...'

    Bu konuşmadan dört ay sonra Yunan bozgunu başladı. İşgalciler bizim köyden sıkışıp kaçarken, o Konyalı adam da ellerinden kurtulmuş çıktı geldi. 'Bizim oralarda gavur yok, sen buralarda sürünme, kabul edersen evlenelim' dedi. Benim kocam da zaten önceden ölmüştü....

    Halime Nine Çulluların Muhittin'in ninesi idi. Fotoğraflarını çekmek için Muhittin'le sık sık onlara giderdim. O sırada anlattıkları benim ilgimi çeker, daha da anlatsın diye sorular sorardım. 'Evlendin mi, o adamla?' diye sordum. 'Evet' dedi, ve devam etti: 'Konya Ereğli'ye gittim. 10-15 sene kaldım. Çok iyi bir adamdı, beni konfeksiyon fabrikasında işe yerleştirdi, 9-10 sene çalıştım. Orada bir kızım oldu, adını Makbule koydum. Sonra çocuk hastalanıp öldü. Bu arada oğlum Mehmet askerden gelmişti. "Buralarda duramıyorum" deyip, beni de yanına alarak kaçırdı. Oğluma dayanamadım, birlikte Eğret'e geldik... Halime Nine ile dertleşme sohbetim bitti. Ben İzmir'e geldim, O da Hakkın rahmetine kavuştu. Allah rahmet eylesin...

    İşgalci İngilizlerce İstanbul'da 1919'da tutuklanıp Malta'ya sürülen Ali İhsan Paşanın, yağ bidonlarına gizlenerek Malta'dan kaçıp Kuşadası'na ulaşması 1921 Eylülünü bulmuştu. Bu mühim durum karşısında İngiltere, Yunan'a nota veriyor 'Türkiye'yi benimsedin, kendine dikkat et. Canavar kaçtı, eğer Türkiye'ye gelirse işin zorlaşır.' diyor. 

    ***

    Şimdi anlatacaklarımı, üç ihtiyar kendi aralarında sohbet ederlerken dinledim. İhtiyarlardan biri Küçükhöyüklü Karamehmet, diğeri Paşaköylü Berberlerin Koca Ömer ve üçüncüsü de Mazinin Ömer Dedemdir. 

    Küçükhöyüklü Karamehmet anlatmaya başladı: 'Yunan askerlerinin arasında bir dilenci geziyordu. Bir ara o dilenciyi bizim odaya girerken gördüm, ardından ben de daldım içeri. Dilencinin saç sakal birbirine girmiş, üst baş perişan... Çok acınacak kılıkta bu adamla babam fısıl fısıl bir şeyler konuşuyor. "Oğlum şu garibe evden yiyecek bir şeyler getir" diyerek babam beni oradan uzaklaştırdı. Yemeği getirdim, bu sefer de yok eşeği sula, yok saman dök bahaneleriyle beni odadan uzak tutuyor... Sonra odada gariban dilenci var diye un, bulgur gibi üç dört heybe erzak topladılar. Dilenci ayrılırken dikkatimi çekti heybelerin bir kısmını götürmedi, odada bıraktı. Niye götürmediğini babama sordum "Diğer köylerde hayvana yük olmasın, yarın gelip alacak bunları" dedi... Bir müddet sonra babam duramadı, "Oğlum Yunan askerleri soruşturma yaptıkları zaman çocukları kullanırlar. Eğer onlardan biri sana bu dilenciyi soracak olursa sakın ağzından bir şey kaçırma, o giden bir Türk subayıdır...' diye beni uyardı. 

    Paşaköylü Koca Ömer söze girdi: 'Bizim köyde de iki gün önce dilenci kılıklı bir adam vardı. Sabah ezanında kimseye bir şey söylemeden çekip gitmiş. Babam odaya çorba götürünce, bakmış kimse yok. Dolu çorba tasıyla eve geri gelince anam "Ne biçim misafirmiş!" diye söylendi. Babam ise sakince "Bu mübareklerin hali belli olmaz" deyip mevzuyu kapattıydı.

    Bu sefer Dedem devreye girdi. Aynı dilencinin Yunan birliklerinin içine girdiğini, yedeğinde bir eşeği olduğunu, askerlerin bu iğrenç kılıklı dilenciyi itip kakarak nasıl eğlendiklerini ve oradan nasıl kovduklarını anlattı. Sonra devam etti: 'Askerlerden kurtulan bu garip dilenci işgal altındaki Afyon'a gidiyor. Bir lokantaya varıp çorba içiyor. Bu esnada lokantada Yunanlar çoğunlukta... Hem yiyor hem de gürültülü konuşmalarıyla eğeleniyorlar. Türkleri aşağılayıcı sözler söyleyip bundan kendilerine eğlence çıkarıyorlar. Garip dilencinin kaşla göz arasında bir parça kağıda bir şeyler karalayıp onu tabağın altına yapıştırdığını farkediyorlar; ama müdahale etmeye kalmadan hırpani kılıklı pis herif çıkıp gidiyor. Onun İngilizlerin elinden kaçan Canavar olduğunu anlayan, biraz önceki küstah Yunanlar panikliyorlar...

    Dedemin anlattığına göre o sırada Mustafa Kemal Ankara'da... Kendisine telgraf çekilince buraya geliyor. Genelkurmay ve Askeri Şura bir gece toplanıyor. Ali İhsan Paşa ile istişare ediyorlar. Uzun zaman dilenci kılığında bütün cepheyi adım adım dolaşan Paşa, "Benim keşfime göre, Yunanın ağırlık merkezi Kocatepe. Burayı düşürmeden mümkün değil Türkiye'den gitmez. Eğer Kocatepe'yi düşürürsek, gerisi kolay..." Buna göre planlama yapılıyor, emirler veriliyor.

    Verilen emirlerden birisine göre de herkes şu zamana kadar bulunduğu cepheyi alamazsa kendini öldürsün, deniliyor. Albayın biri hedefindeki cephe düşmedi diye kendini vuruyor. Postası 'Komutanım, gözün aydın, cephe düştü' müjdesini verince şükredip ruhunu teslim ediyor. Aynı yerde Gazilerin Halil Çavuş da mevzide... Siperden çıkınca bir şarapnel işkembesini alıp götürüyor. O halde kuşağını karnına depip savaşa devam ediyor. Tekelilerin Hasan Çavuş, 'Vuruldun, mevziye gir!' diye bağırdıysa da oralı olmuyor. Yunanlılar teslim bayrağını çekince o da yığılıp şehit oluyor. Hasan Çavuşun dediğine göre, işkembesiz bir şekilde zafere kadar ateş ediyor. 

    ***

    Büyüklerden dinlediğime göre, Yunan Eğret'te ondört ay kaldıktan sonra Kocatepe'den bozulup bir kısmı Şuhut tarafına, bir kısmı Sandıklı ve Sinanpaşa'ya doğru yöneliyor. Sinanpaşa'dan Balmahmut ve Yıldırımkemal'e doğru ikiye bölünüyor. Tabi bir kısmı da Afyon'a itiliyor. Afyon'dan kopan bir Yunan Kolordusu da Eğret'e doğru yöneliyor, Uzundere bölgesinde karargah kuruyor. 

    Türk Süvarisi de Afyon bölgesinden Yunanı kovalayarak Moruklu dediğimiz mevkiye gelince karanlık çöküyor. Türk askeri içinde Bölük Çavuşu olarak köyümüz kahramanlarından Sağırların Ali Osman Hoca da bulunmaktadır. Bulundukları yeri anlamak için haritayı açan Türk Komutanın kafası karışıyor. 'Şurası Yukarı Dandır, şurası Aşağı Dandır, şurası Eğret de... peki şu ışıkları yanan büyük köy nedir ve niye haritada gösterilmemiş' diye anlamaya çalışırken, bizim Ali Osman Hoca kendini tanıtarak olaya müdahale ediyor. Kendisinin Eğretli olduğunu, mevcut köylerin ve Kaymak Baba, Resulbaba gibi noktaların haritadaki yerlerinin doğru gösterildiğini; ancak Uzundere mevkisinde görülen ışıkların köy değil, kaçmakta olan Yunan tümeni olduğunu bir bir anlatıyor. Ali Osman Çavuşun verdiği bu bilgiler istikametinde taarruz planlaması yapılıp hücum ediliyor.

    ***

    Ben askerde subay berberi iken bir emekli Albay, ta Küçükçekmece'den Selimiye Kışlasına traş olmaya gelirdi. Ona bir gün sordum: 'Komutanım, Küçükçekmece'den buraya gelesiye kadar bir kaç vasıta değiştiriyorsun, çok zaman harcıyorsun. Bu yaşlı halinle çektiğin zahmete değer mi?...' Adam işitme zorluğu da çekiyor, kulaklarında cihaz var, 'Bu şekilde zor olmuyor mu?' dedim. Soruma cevap vermeye hazırlandığı belliydi, önce bana 'Nerelisin evlat!' dedi. Afyonlu olduğumu öğrenince derin bir 'Ahhh!' çekti, sustu. Konuşturmak için 'Hayrola Komutanım' diye önünü açtım. 'Afyon'un yakınında Eğret var bilir misin?' dedi. Eğretli olduğumu öğrenince, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle oturduğu koltuktan fırlayıp kalktı. Kendisine şaşkın şakın bakan gözlerimi öptü.

    Ağlıyordu... Hıçkırıklar arasında 'İşte o günden beri hep eratta traş olurum yavrum.' dedi. Bendeki şaşkınlık, yerini meraka bıraktı. 'Peki Komutanım, sizin için erat niye bu kadar önemli?' diye sordum. O da konuşmak için can atıyor gibiydi, belli ki heyecanlı bir sohbet olacaktı. Tam anlatmaya başlayacakken bir dakika müsade istedim. O sırada Subay salonunda yalnızdık, ondan başka kimse yoktu. Astsubay salonundaki arkadaşlarımı da çağırıp dinlemelerini istiyordum. Bayburtlu Tacettin, yazıcı Ordulu Mehmet ve Subay ayakkabı boyacısı Ömer Köse'ye dedim ki, 'Gelin bakın, benim köyümün hikayesini anlatıyor...' Arkadaşlarım da gelince Albay anlatmaya başladı:

    O zaman ben Bölük Kumandanı olan bir Teğmendim. 350-400 mevcutlu bir bir bölüğe kumanda ediyordum. Bölüğümle taarruza geçip Yunan birliğini kuşattık; ama geriden gelen düşman kuvvetleri biz dört yanımızdan sardı. Ortada sıkışıp kaldım. Bölüğümle birlikte ya esir olacağız ya da kuşatmanın bir gevşek tarafını bulacak ve orayı yarıp çıkacağız. Ben ikinciyi seçtim; iyice kafaya koydum, yarma harekatı yapacaktık. Oradan kurtulmanın başka yolu yoktu. 

    Acele etmek gerekiyordu. Nihayet Yunanın zayıf bir noktasını sezdim. Saldırı için askerlerime gerekli emirleri verdim. O bölgeye saldırıya geçildi. Tam düşman cephesi yarılacağı vakit bir Çavuş geri kastı, onu gören erat da irkildi kaldı. Bu duraklama neticesinde yüzü geçgin şehit verdim. Sonra bir daha hücum emri verdim, yine tam cepheyi yarıverirken bu sefer Astsubay geri çekildi. Bölükte kalan askerlerin yarısını da o zaman şehit verdik.  O zaman, hücumdan geri çekilen Astsubaya verdim kurşunu! O ölünce üçüncü kez verdiğim hücum emri sonucunda erat, Yunan cephesini yardı çıktı. Kurtulduk; ama 400 kişilik bölüğümde 110 asker kalmıştı. O gün bugün, kulaklarımdaki bu cihazla da olsa yaşıyorsam, bunu erata borçluyum... Ben erat sayesinde yaşıyorum evlat. O günden beri sivilde hiç traş olmadım. Birlik ne kadar uzak olursa olsun, askere hayat borcum var dedim... Şimdi anladın mı, onca yolu tepip neden buraya geldiğimi?

    Albayın anlattıkları çok değerliydi. Konuşmasının bitmesini istemiyordum, başka sorular da sordum. Olayın tam olarak nerede yaşandığını da merak etmiştim. 'Bu olay köyde mi zuhur etti, yoksa köyün dışında mı?'  diye sorunca, anlatmaya devam etti. 

    Tahminim, köye 2-3 kilometre falandı. Yunanın bir kısmı Eğret'e girdi, biraz hasar verdi. Kalan kısmının köye girmesini engelledik. Köye az bir mesafede su birikintisi vardı, gölet gibi bir şey; orada durdurduk onları. Batıya doğru, İblak diyorlar, o yana kaçtılar. Eğret'e daha bir kaç gün sonra çıktı ve daha batıya doğru koşmaya başladı. Arkasından Yıldırım Kemal tren istasyonuna kadar gittim. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendimi kaybetmişim, beni revire kaldırmışlar. Gözümü açtığımda beni tekrar birliğime gönderdiler. Dumlupınar'da birliğime katıldıktan sonra orada Fevzi Çakmak Paşa ile buluştum... 

    Albay durakladı... Sonra 'Anlatamayacağım, kusura bakmayın' dedi ve ağlayarak Subay salonunu terk etti. Arkadaşlarımla şaşkın şaşkın ardından bakakaldık. Emekli yaşlı Albaydan dinlediğim bu hikaye hafızama kazındı, bir kelimesini bile unutmadım. Anlatırken, o zamanı tekrar yaşıyor gibiydi. O kadar heyecanlanıyordu ki, zaman zaman kekeme oldu sanırdın; sanki dili tutuluyordu. İşte o vakit hırsını ağlamaktan çıkarıyordu. Salondan çıkıp giderken bizi de ağlattı. 

    Subay berberliği yaptığım dönemin beni en çok etkileyen, hafızamda en belirgin yer edinen olayı işte bu hikayedir. Allah razı olsun o emekli Albaydan. Öldüyse Allah rahmet eylesin. Askerliğimin 16 ayı Subay berberi olarak geçti. Birinci Ordu Karargah Bölüğü Subay Berberi Ahmet Kabadayı. Selimiye Kışlası

    ***

    Ondört ay Eğret'te kalan Yunanın cephesi bozulunca, Afyon istikametinden gelen bir kısım birlikleri ile beraber kaçma hazırlıklarına başladı. Eğret'ten ve etraf köylerden getirdikleri hayvan, mahsul vb. ne kadar ganimet varsa hayvanlara yüklemişler. Bu arabaları sürmek ve gerektiğinde yükleri taşıtmak için, aralarında Ömer Dedemin de bulunduğu beş on kişiyi de arabalara görevlendirmişler. Hayvanların sayımını yapıp yola çıkmışlar. Amaçları, bunları Atina'ya kadar götürmekmiş. 

    Yunan General, Ömer Dedemi diğerleri gibi arabaya vermemiş de kendi yanında görevlendirmiş. Bu sebeple bazı fecaatlere yakından şahit olmuş Dedem. Geçtiği yerleri yakıp yıkarken, en çok yıkımın Olucak'ta yapıldığını anlattı. Her türlü hasar en fazla bu köydeymiş. Olucak, Beşkarış, Başkimse derken Dumlupınar'a yaklaşıyorlar. Generalin postası bir Yunan birliğine gidip oradan bir kağıt getiriyor. General o kağıdı alıp, aynı postaya başka bir kağıt veriyor. Posta bir oraya, bir Generale gidip geliyor.

    Bu ara, Meydan Muharebesinin yapıldığı yerde Türk birlikleri Yunanın önünü kesti, bir birlik de arkasından hücuma geçti. Yunanlar ve ganimetleri arada kaldı. Sonra Türk-Yunan, insan-hayvan her şey birbirine girdi. Yunan Generali olup biteni dürbünle izliyordu. O ara iki taraftan da top mermisi yağıyor. Mermiler Türk-Yunan ayırmıyor; hayvan insan kanı sel olup akıyor.

    Bu sırada bir şarapnel parçası geldi, Generalin postası atıyla beraber vuruldu. O ölünce General şaşırdı, yüzünü savaş alanına çevirdi. O tarafta da bir başka şarapnel bir Türk askerinin kafasını koparıp 5-10 metre öteye fırlattı. Kafasız gövde savaşa devam ediyor, üç beş Yunanlıyı daha süngülüyordu. Bu manzarayı gören General, cipe başını dayadı, gözlerinden yağmur gibi yaş akıyordu. Bizi zorla işe koşan General, başsız kaldığı halde savaşa devam eden gövdeyi görüp merhamete gelmişti. 'Bizim Atina'ya gitmemiz geçti, siz bari ailelerinize dönün' dedi. Angaryacı olarak götürdükleri bizleri topladı. 'İçinizde Karacaahmetli olan var mı?' diye sordu. İçimizden bir oralı olduğunu söyleyince, cebinden bir kağıt çıkarıp bir şeyler yazdı ve o Karacaahmetliye verdi. Türkçe konuşuyordu, 'Benim asker sizi çevirirse bunu gösterin, Kemal'in askeri çevirirse bunun zaten hükmü yok. buralardan kaybolun' dedi. Sekiz on kişi vardık, bizi Dumlupınar Meydan Muharebesinin yapıldığı yerden geri çevirdi.

    Mazinin Ömer Dedemin bana anlattığı bu hikayeyi burada noktaladık. Ömer Torunu Ahmet... Nokta.

     ***

    Arap Şükrü'nün emmisi Mehmet varmış. O sırada babasıyla emmisi birlikler. Onların mallarını yemeye sıra mı gelmemiş ne, her nasılsa hayatta kalan 15-20 sığırı güdüyormuş. Yanında o vakitler 9-10 yaşlarındaki yeğeni Şükrü de var. Eli değnek tutacak yaşta olduğundan malları filan çeviriyormuş. Emmisinin çocukları Selim'le Halise de oradalar. Fakat bunlar çok küçükler.

    Yunan kaçıyor, bunlar da Yunanın yolunun üstündeler. Topladıkları öteki ganimetlerin yanına onların sığırlarını da katmışlar. Bu sığırları sürün diye onları da görevlendiriyorlar. Adamın mallarını gaspedip bir de sürdürüyorlar. Arap Şükrü de yanlarında tabi. Selim ile Halise o kadar küçükler ki yola dayanabilecek gibi değiller. Onları eşeğin sırtındaki heybenin iki gözüne koyuyorlar. 

    Yunanın maksadı İzmir'e kadar ganimetleri taşıtmak. İzmir'e varınca nasıl olsa gemiyle Yunanistan'a götürecekler. 

    Tabi Yunan da hem kaçıyor hem de fırsat buldukça bunları kakışlayıp duruyor. Önlerinde hayvanlar, heybede çocuklar bu şekilde Başkimse'ye kadar varıyorlar. Ne olduysa orada bir karışıklık çıkıyor, angaryacıları camide öldürüyorlar. Öldürdüklerinin içinde Arap Şükrünün emmisi Arap Mehmet de var. Heybedeki çocukları hendekten aşağı doğru yuvarlayarak kurtarıyorlar. Sonra Yunan oradan uzaklaşınca Şükrü, bu küçük emmi çocukları Selim ile Halise'yi alıp Eğret'e dönüyor.

    Bu küçük çocuklardan Selim, Çullugızı Şerife Ninenin ilk eşidir. Halise Nine de Halimenin Mehmet'in karısıydı. Ben bu hikayeyi Arap Şükrü Zenger'in kendisinden duydum.

   

    ** Ahmet Kabadayı, uzun yıllar berberlik yaptığı için 'Berber Ahmet' diye bilinir. Mesleği gereği çok insanla muhatap oldu. Bu insanları konuşturma ve dinleme konusunda çok başarılı olduğu için müthiş bir bilgi birikimi edindi. Herkesin kendine göre bir birikimi vardır; Berber Ahmet'in farkı, bu birikimini insanlara aktarma konusunda da başarılı olmasıdır. Sözlü anlatımın yanında bunları yazıya dökme konusunda ne kadar başarılı olduğunu gördük. Temize çekmemi rica ederek notlarını bana verince bunu fark ettim. Çoğu insan anlatır; ama yazamaz. Berber Ahmet yazıyor da... Hem güzel yazıyor... Eğret'in işgal ve kurtuluş günlerine dair dinlediklerini derlemiş bu yazısında. Burada anlatılanların basit bir hikaye değil, belgesel tarih ile örtüşen gerçekler olduğunu işi bilenler anlayacaktır. Üsluba hiç dokunmadım, sadece imla konusunda birkaç düzeltmem oldu. Benim yazıya müdahalem bu kadar. Bir de başlık... Bu başlık ne alaka, diyecekler için; eskiden beri Anıtkaya'da, kurda canavar derler...


28 Nisan 2022

Delimamlar

     
    Veyisoğlu Veli oğlu Hacı Veli var, 1830 kayıtlarındaki sülalenin ilk hanesidir; doğduğu yılı düşünürsek 1700’lü yılların sonuna varmamız gerekir…

      Asiye Hanım ile evlenen Hacı Veli’nin 1832’de Süleyman ve 1834’te Ali olmak üzere iki oğlu doğdu. Büyük oğlu Süleyman’ın 1838 yılında öldüğü kaydedilmiş. Yalnız hemen ardından doğan oğluna yine Süleyman adını koyduğu anlaşılıyor. Bir de 1845 yılında Fatma adını verecekleri bir kızları oldu. Çatalların Hüseyin’e verecekleri Fatma, ileride Topçu ve Potuk’un nineleri olacaktır.

    Diğer yandan Veyisoğlu Halil’in Asiye adındaki hanımından da Nazife/Nazike adlı bir kızı vardı. (Ne kadar resmiyette Nazife olsa da hep Nazik adıyla çağrılacak olan bu kız; ayrı analardan, Böbü Dedenin ablasıdır.) İşte oğulları Ali’yi amcasının kızı bu Nazik Hanım ile everdiler. Yalnız bu, Ali'nin ikinci eşidir. İlk eşi Havva Hanım hakkında fazla bilgimiz yok. Şerife adındaki kızı, Hacımahmutların Garamehmete vararak Sakızcının anası olacaktır... Havva hanımın bu tek çocuktan sonra öldüğü anlaşılıyor...

    Emmi çocukları olan Nazife ile Ali'nin evliliğinden üç kız bir oğlan, dört çocuk kaydı var. Büyük kızları 1845 doğumlu Şerife... Hacıların Hacı Ali'ye vardı. İlk eşi vefat ettiğinden dul kalan Hacı Ali, Kelsaleğin dedesidir. Nazik adında bir kızı olduktan sonra Hacı Ali vefat edince Şerife Hanım baba ocağına geldi ve ölene kadar kendinden 17 yaş daha küçük  erkek kardeşinin yanında kaldı. Kızı Nazike Veyislerin Hacı Arif'e vardı, Körhocanın anası olacaktır. Yalnız Hacıarif ile Nazike'nin hala dayı çocukları olduğunu ıskalamayalım... Ortanca kızları Havva, Hacapdıramanların Mehmet eşi... Bu evliliğe de mim koyalım; zira Mehmet ile Havva, anaları ayrı da olsa, teyze çocuklarıdır. Yani analar, Veyislerin Böbü Dede kardeşi... Küçük kız Hanife ise Şemşilerin Ahmet eşi (Seydi Ahmet Şık'ın anası)dır. 


    Deli İmam

    Ali ile Nazife'nin tek oğlunun adı İbrahim... 1862 yılında doğan İbrahim, Veyisoğlu Osman kızı Emine ile evlendi. (Bu Osman, Veyislerin 20. asrı göremeyen fertlerinden biridir. Öldüğünde Ayşe ve Emine adında iki kızı vardı. Ayşe hiç evlenmedi. Eşi Hatice ise Ayanoğlu İbrahim'e yani Alçak Mehmet'in babasına varacaktır.) 

    İbrahim ile Emine'nin çocuklarının ikisi kız biri erkek... Büyük kızı 1887'de doğdu ve ona anasının adı Olan Nazike ismini koydu. Nazike Veyislerin  Mehmet eşidir; yani Deliban  (İbrahim Dadak)ın annesi... Küçük kızı Hayriye ise 1902 yılında doğdu; O da Guycuların  Süleyman eşidir. Guycuların Ahmet Mola ve Adem Mola'nın anneleri...

    Tek oğlu Ali, iki kızın arasında 1898'de dünyaya geldi. Kendi babasının adını koyduğu bu çocuğun lakabı 'Delimamın Ali' olacaktır. Şimdi bu lakaplamanın sebebine gelelim...

    Sonradan Daldallar olarak bilinecek sülalenin atası olan Veyisoğlu Hüseyin’in en büyük oğlu Ali’den Hacellere gidiliyor… İşte o Ali’den torunu Mustafa var… Ali oğlu Molla Mustafa, kesin tarihini bilmediğimiz bir vakitte Eğret Hatibi olarak tayin edildi. Vefat ettiği 1882 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Osmanlıda bu tür görevler, genellikle babadan oğula geçen makamlar şeklinde sistemleştirilmişti. Oysa Hatip Mustafa Efendinin erkek çocuğu yoktu... Bu göreve en yakın varis olarak, amcaoğlusu Ali oğlu İbrahim Efendi görülüyordu. Nitekim İbrahim, 1882'den 1886'ya kadar dört yıl fahri olarak Cuma Camisinde hatiplik yaptı. Bu arada boş bulunan Eğret Hatipliğine İbrahim Efendinin atanması için teklif yapıldı.

    1886 yılında nihayet Ali oğlu İbrahim Efendi'nin ataması yapıldı. Artık resmi olarak Eğret Hatibi idi. Ölene kadar, tam yirmi yıl bu görevini sürdürdü. Atama kararı incelendiğinde; Eğret şartlarında bu görev için yeterli donanımda bulunduğu, görevlendirme için sınav yapma gereği duyulmadığı, günlük bir akçe maaş tahsis edildiği gibi bilgiler çıkarılabilir.

    Resmiyette 'Eğret Hatibi İbrahim Efendi ibni Ali bin Hacı Veli' gibi künyeler yazılsa da Eğretliler kendisini 'Deli İmam' diye bildi. Bu yüzden kendisinden sonraki çocuklarına da 'Delimamlar' denilecektir. 

    Hatiplik vazifesinin son dönemlerinde Delimam, Cuma Camisinde Döğerli Mücellit Hoca ile birlikte görev yaptı. Mücellit Ahmet Efendi imam, İbrahim Efendi ise hatip idi. 

    1905'te vefat ettiğinde annesi Nazife/Nazike Hanım 80 yaşında hala hayatta idi. Büyük kızı, Delibanın anası Nazik onsekiz; oğlu Delimamın Ali yedi; küçük kızı Hayriye ise üç yaşındaydı...


    Delimamın Ali

    Babasının ölümünden yıllar sonra Delimamın Ali, Sağırların Salih kızı Fatma ile evlendi. Fatma Hanım; Sağırların İbram Hoca (İbrahim Sancak), Hilmi Hoca (Hilmi Sancak) ve Sağıroğlu Süleyman Sancak'ın halalarıdır...

    Delimamın Ali'nin biri erkek, altı çocuğu oldu. Büyük kızına kendi ninesi Nazik'in adını koydu. Nazik Hanım önce Tülümurat, sonra Çapar Mehmet Dadak'ın eşi oldu... Delimamın diğer kızları; Refiye, Gobakların Gocayusuf eşi; Şerife, Yörüktahirin Bakkalsarı eşi; Emine, Sağıroğlunun Süleyman eşi; Fadime, Terlemezlerin Nazmi Hoca eşi ve Selime de Gavurarif tabir edilen Arif Önkal eşidir... Burada Halit Akyol eşi Şerife'nin, anneannesinin adını taşıdığını; Emine Hanım ile eşi Sağıroğlu Süleyman Sancak'ın hala-dayı çocukları olduğunu; 1934'te doğup sekiz yaşında ölen Refiye adında bir kızının daha kayıtlı olduğunu da belirtmek lazım.

    Delimamın Ali, 1923'te doğan tek oğluna babası Deli İmam İbrahim Efendi'nin hatırası olarak İbrahim adını koydu. Bu arada ablası Nazik'in eşi Mehmet vefat edince, yetim kalan yeğeni İbrahim (Deliban)a sahip çıktı. Kendi oğluyla birlikte iki İbrahim'i birbirinden ayırmadı. 

    Ailelere soy adı belirleme zamanında soyadı olarak 'SOYDAN'ı tercih etti. 1934 Yılından itibaren Delimamın Ali'nin ailesi bu soy ismini kullanacaktır. 

    Delimamın Ali, ayrı ayrı iki dönem Eğret Muhtarlığı yaptı. Sonra bir ara 'Dağ Memuru' olarak da görevlendirildi. Gerek Muhtarlık, gerekse sonraki görevi otoriterlik isteyen hizmetlerdi. Delilik, otoriterlik, sertlik; ne derseniz deyin, bunlar Delimamın Ali'de fazlasıyla bulunan hasletler olduğu için görevlerini layıkıyla yerine getirdiği söyleniyor... 1975 Yılında vefat etti, karısı Fadik Hanım ise ondan bir süre sonra 1983'te öldü...

    Delimamların İbrahim, Tenikneci Mehmet kızı Satı ile evlendi; Keçilerin Kazım Seçen ile bacanak oldular... İbrahim ile Satı Hanım da dipten akrabadırlar; ikisi de ninelerinden Veyislere çıkar... Bu evlilikten dört oğulları oldu: 1950'de Süleyman, 1955'te Ali, 1960'ta Mevlüt ve 1964 yılında Ahmet doğdu... 

    Önce eşi Satı Hanım vefat etti, yıl 1988... Dört yıl sonra Delimamın Ali'nin tek oğlu İbrahim de vefat etti...

    Dedesinin adını taşıyan Ali, askerde komando olduğu için 'Komando Ali' diye lakaplandı. Son dönemlerinde Anıtkaya dışından bir hanımla evlendi ve kısa süre sonra, 2005'te vefat etti. 

    Büyük oğul Süleyman ile üç numara Mevlüt bacanaklar... Takgasların Abdullah Öncül kızlarıyla evlendiler. Süleyman'ın üç oğlu var; İbrahim Delimamlardan, Murat ise Takgaslardan adını almış... Mevlüt'ün ise bir oğlu bir kızı var... Süleyman ve Mevlüt kardeşler, çocuklarıyla birlikte İzmir'e yerleştiler; Mevlüt 2023'te, Süleyman’ın eşi Hatice ise 2024’te vefat ettiler...

    Küçük oğul Ahmet, 'Dakım' lakabıyla bilinirdi. Kayıhan'dan evlendi. İbrahim adında bir oğlu var ve Afyon'da yerleşik...

    Delimamlardaki İbrahim'ler; bize Eğret Hatibi Deli İmam İbrahim Efendi'yi hatırlatmalıdır...


    Hamurköylü Ali

    Bu noktada geriye dönmemiz gerekecek. Veyisoğlu Hacı Veli’nin, Ali’den sonra Süleyman adında bir oğlu daha vardı. Onu da Veyisoğlu Daldal Hüseyin’in Hacı Ali’den torunu Şemsi ile everdiler. Şemsi Hanım, Delimamdan önceki Eğret hatibi Molla Mustafa’nın kardeşidir… (Ayrıyeten Akgalak Çapar Mehmet Dadak'ın dedesi olan Deliveyisin ablasıdır.) 

    1874 yılında dünyaya gelen Fatma, Süleyman ile Şemsi'nin tek çocuklarıdır. Hacı Veli'nin oğlu Süleyman'dan tek torunu olan bu Fatma'nın nasibi, çok ilginç, Hamurköy'den Ali... Gelmiş yerleşmiş Eğret'e... Fatma ile Ali'nin Satı adında bir kızı doğduktan hemen sonra Ali askere gidiyor ve dönemiyor... Yıl, 1910... 

    O sıralarda Muhtar olduğu sanılan Böbüdedenin büyük oğlu Hasan Hüseyin, Döğerli Mücellit Ahmet Hocanın ricasıyla köye kahya olarak aldığı çalgıcı Topal Hüseyin'e Fatma Hanımı nikahlar. Taze dul Fatma Hanım ve küçük yetimi Satı, böylece sahipsiz kalmamış olur, hem de Eğret'e çocuklarıyla dul gelen Topal Hüseyin başgöz edilmiştir... Topal Hüseyin sonradan müezzinliğe terfi etti, oğlu Ömer'e Hasan Hüseyin'in kızını alarak dünür oldular. Soyadı Kanunuyla Kabadayı soyismini aldı, Böbülerin atasıdır...

    Bu arada Fatma Hanım vefat etti... Küçük yetim Satı; ileride Yörük Kerim'in eşi, Yörük Mehmet Demir'in de anası olacaktır. 1983 yılında vefat etti...



22 Nisan 2022

Hıdrellez Temcidi

     

     Çeşme aharına serinleme bahanesiyle başını daldırıp çaktırmadan su yudumlama; ikindi sonrası, Gocagulağınguyu'dan su getirme; İftar topu kollama; camide teravih maceraları; gece uykulu kulaklarla Kelhalil'in davulun bir yaklaşan, bir uzaklaşan sesini takip etme; yine uyku sersemliğiyle ere kalkma, döke şaşa besdil hoşafı kaşıklama; temşitler başlayınca ağzını çalkalama... Yaz aylarına denk gelen Ramazanların bir çok yılında, bu saydıklarımın her biri ayrı başlıkta anlatılmaya değer hatıralar oldu.

    Bilerek temşit yazdım; çünkü Anıtkaya'da 'temcid' kelimesi hala böyle söylenir. Hani şimdi imsak vaktini bildiren sabah ezanından önce bir iki dakikalık sela veriliyor ya, işte eskiden öyle değildi; en az onbeş dakika sürerdi ezana geçiş faslı, ve buna temşit derlerdi. 

    Temşitler verilmeye başlaması demek, 'imsaka çok az kaldı, hazırlıklarını tamamla, son lokmalarını yut' anlamına gelirdi. Salavat, tekbir, kaside, ilahi... artık hocanın repertuarına kalmış, ne hazırladıysa onları dinlerdik...

    Temşit veren hocaların önceden ciddi bir hazırlık yaptığını düşünürdüm. En azından, neler okuyacaklarını belirler, belli bir sıraya koyarlarmıştır. Belki de kendince ellerine hatırlatma notları da alırlardı. Hiç şaşırmadıklarına göre böyle olmalıydı. Acaba şaşırıyorlardı da usta bir manevrayla toparlayıp, bu konuda hiç bilgisi olmayan biz dinleyicilere mükemmellik izlenimi mi veriyorlardı. Keşke gidip onların okudukları anki hallerini görebilseydim; lakin o alacakaranlıkta dışarı çıkmak ürpertici geliyordu.

    Bir de zaten yarı açık yarı kapalı gözlerle yediğimiz er ekmeğinden sonra verilen bu temşitleri, haliyle yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette dinlerdim. O haldeyken dinlediğim bir ilahi sözü, özellikle bana söylenmiş gibi gelmişti. O günden beri unutmadığım o ilahi, 'Seherlerde uyuma uyan gardaş / Seherlerde sen nura boyan gardaş...' dizeleriyle başladı... Sonuna kadar dinlemek için kendimi ne kadar zorlasam yine de uyumuştum.

    Temcitlerin iki dakikaya indirildiği ve içinin de boşaltıldığı günümüzde ister istemez çocukluk hatıralarına sığınıyoruz. Ramazanların ayrılmaz bir parçasıydı onlar ve tekrar dinlemek için onbir ay beklemek zorundaydınız. Ammaa....

    Bir 6 Mayıs akşamı, daha doğrusu gecesi... Zamanın İmam Hatip talebeleri, Anıtkaya'daki 'alaylı' hocalarla toplanmışlar. Alaylılar Kör Halilin Halil İbrahim Kirkit, Halimenin Mehmetin İlyas Kıy... Mektepliler ise Mardakların Hüseyin Saki, Hilmi Hocanın İbrahim Sancak, Kel Arzımanın Cemil Azbay, Kedivelilerin İbramın Ramazan Ildız filan... İstikbalin imamı bu gençler, okulda öğrendiklerini camide uygulayabilmek için fırsat kolluyorlar ve izin zamanlarında köydeki hoca arkadaşlarıyla bolca vakit geçiriyorlar. Amaçları, öğrendiklerini camide, odada vb. yerlerde tatbik etmek...

    Yatsıdan sonra geç vakte kadar, odada ferfine yapmışlar. Ekipte Berber Ahmet Kabadayı da var. Hocalığı yoksa da hocalarla oturup kalkacak kadar donanımlı biri Berber... Bir de onlarla akran sayılıyor, çocukluktan beri arkadaşlar... Ekip olarak odaların da müdavimleri... Odaları fakülteye çevirenler bunlar yani... 

    Ferfineden sonra mideler dolunca uykuları gelir gibi olmuş bizimkilerin... Gözkapakları ağırlaşmış, istemsiz esnemeler başlamış. Bazıları köşelere büzülmeye, bir kaçı hafiften uzanmaya niyetlenir olmuş.  Durumu farkeden Berber, mudahele etmek istemiş.

    - Sakın ha! Uyumak yok, hatta uyuklamak bile yok. Bir uyursak mümkün değil namaza kalkamayız. O zaman köylü 'Berber Ahmet, hocaları uyuttu da namazı kaçırdılar' demez mi!

    Uyku tatlı tabii... Burada uyuyamayacaklarını anlayan bazıları eve gitmek istediyse de Berber buna da mani oldu.

    - Şimdi evlere gidersek uyuruz, yine namaza kalkamayız...

Durum çetrefilleşti. Uyku bütün ağırlığıyla heyula gibi üstlerine çökmüş; lakin adam uyutmuyor da bırakmıyor da... Hocalar böyle düşünürken çözüm önerisi yine Berberden gelir:

    - Bakın, yarın mübarek Hıdrellez günü... Siz şimdi güzelce abdest tazeleyin, uykunuz açılır. İkişerli üç gruba ayrılın ve Yeşil Cami, Cuma Camisi ve Bunar Camisine gidip ezanlara kadar temşit verin...

    Bir şeyler okumak için fırsat kollayan gençler buna dünden razıdır. Berberin dediğini yaparlar. O gece Anıtkayalılar sabah ezanlarına kadar temcite doyar. Aşklı şevkli gençler, koro halinde veya solo olarak; bildikleri bütün kaside, naat, ilahi ne varsa onlarla inletirler köyü...

     Bu arada işler planlandığı gibi gitmez. Zira bir süre sonra ortadaki Goca Camiden de sela-tekbir-naat sesleri yükselmeye başlar. Halbuki planda bu camiden temcid yayını yoktur. Çünkü imamı resmidir ve yeni atandığı için huyu suyu bilinmiyor. Ne olur ne olmaz diye Goca Cami operasyon dışı bırakılmıştır... Ne oldu da plan dışına çıkılıp oradan da temşit okundu acaba?! 

    Bu beklenmedik durumun sebebi Hıdrellez sabahı anlaşılır. Sabah namazından sonra Berber Ahmet dükkanını açar. Biraz sonra Goca Caminin imamı Kütahyalı İbrahim Hoca gelir. Temşitin sebebini soran Berbere şöyle cevap verir:

    - Anıtkaya'daki görevine yeni başlayan bir imam olarak, o vakitte minarelerden yükselen temciti duyunca, herhalde buranın adeti böyle, Hıdrellez sabahı temcit veriyorlar, diye ben de kalkıp camiye koştum ve temcite başladım...

    Tamam. Temcit; güllaç gibi, teravih gibi Ramazana özel bir şey... Amma Anıtkaya'da, bir kereye mahsus da olsa Hıdrellez Temşiti verilmiş... Hem de üç camiden...


Gödeşler


    Garamusaoğlu Ali'nin kızı Ayşe ile evlendikten sonra Turaçoğlu Mustafa 'Garamusaoğlu' diye anılacaktır. Tabi bu bir anda başlamadı, yavaş yavaş bir süreç biçiminde oluşuyordu. 

    Garamusalardan ilk eşi Ayşe Hanım ile Mustafa'nın iki kızlarıyla bir oğulları oldu. Oğlu Mehmet Ali, Tingildeklerin atasıdır. İki kızının büyüğü Ayşe ki Turaç Hanım diye bilinir, Ayanoğullarından Halil, sonra onun emmioğlusu Derviş Ahmet ve en sonunda da Hacı Hüseyin'e vardı. En son evlendiği Ayanoğlu Hacı Hüseyin, Kölgecinin babasıdır. O zaman böyle bir adet var; dul kalan gelini, aile içinden biriyle tekrar everiyorlar... İlk iki kocası öldüğünde Turaç Hanım bu yüzden Ayanoğullarında kalmaya devam ediyor. Son eşi Hacı Hüseyin'in ölümünden yıllar sonra, 1946'da vefat etti... Turaçın küçüğü Emine'yi ise Büküroğlu Hüseyin'e veriyorlar. Emine Hanım da Bükürünalinin anasıdır...

    Garamusaoğlu/Turaçoğlu Mustafa, ilk eşi Ayşe Hanım'ın vefatı üzerine (yahut vefat etmeden) tekrar evlendi. Bu ikinci hanımı 1850 doğumlu, kendisinden yaşça çok küçük Ayşe Hanımdır... İlk eşinin adaşı Ayşe Hanım, Ayanoğlu Mustafa kızı... Hani kızı Turaçın ikinci eşi Derviş Ahmet vardı ya, işte onun ablası... İşte bu yeni Ayşe Hanımdan, 1881 yılında oğlu Ahmet, daha sonra da kızı Emeti (Ummetullah) dünyaya geldi... Emeti (Resmiyette Ümmü yazıyor), Küpelilerin İbrahim eşi oldu. Urganlı ile Teke Hüseyin'in anasıdır, 1961'de öldü...

    Babası Garamusaoğlu Musatafa öldüğünde, anaları ayrı olan abisi Mehmet Ali de zaten kendi ayrı evine çıkmıştı. Çünkü o sırada Mehmet Ali'nin neredeyse torunları olacaktı... Evin küçüğü olması sebebiyle ocağı tüttürecek olan Ahmet, Şerife Hanım ile evlendi. Şerife Hanım, Ayanoğlu Hasan'ın kızıdır (Tırıl Hasanın halası...) Ahmet'in halası Ayşe de Ayanoğlularda olduğu unutulmasın, ayrıca anası da onlardandı...  

    Ayanoğullarıyla kurulan bu çoklu bağ, bizim Garamusaların Ahmetlere Gödeşler denmesi sürecinde önemli bir menzil olabilir... Zira Ayanoğluların Tırıllar, Vakvaklar ve Kölgeciler yani Galgancılar bölümüne halk arasında Ayanoğlu değil, Tureşler deniyor. Bunda Turaç Hanımın payı olduğu çok açık; diğer yandan bazı söyleyişlerde  Turaç/Turec/Tureş ve Gödec/Gödeş olabiliyor... Turaç, Tureş'e dönüştüğü o kadar belli ki...

    Gödec Ahmet'in kırklı yaşları göremeden, cihan harbi sonlarına doğru vefat ettiği söyleniyor. Cenazesini kaldıracak kadar bile Eğret'te erkek bulunmadığı, kabre kadar kadınların taşıdığı, Terlemezoğlu Yusuf (Terlemez Hocanın babası)nın talkın verdikten sonra 'Ey arkadaş, buraya kadar karı-kız ile getirdik, bundan sonrasında başının çaresine bak' diye takıldığı da anlatılanlar arasında... Biraz abartı katılmış olsa da o vakitler vaziyet, esasta böyleymiş... Lakin belgelerde Gödecin 1932 yılında vefat ettiği kaydedilmiş... Yukarıda anlatılan olay-zaman eşleşmesinde bir çelişki olabilir...

    Gödec Ahmet ile Şerife Hanımın iki oğlu oldu; Mustafa ve Halil... Büyük oğlu adını dedesi Garamusaların/Turaçların Mustafa'dan alıyor. Küçüğü ise annesinin dedesi yani Ayanoğlu Halil'in adını... 


    Gödecin Mısdık

    Gödecin Mısdık 1902 yılında doğdu. Körüslerin Ali kızı Nazik ile evlendi. Nazik Hanım,  Ak Ömerin kardeşidir. Hatırlanacağı üzere Gödec Ahmet'in yeğeni, Tingildeklerin Mehmet Ali kızı Fatma da Körüslerin Mustafa'ya verilmişti. Nazik Hanımın Gödecin Mısdık'a varmasıyla, Garamusalarla Körüsler arasında ikinci bir bağ kurulmuş oldu. 

    Nazik Hanım ile Akömerin iki kız kardeşleri daha var; Halime ve Ümmühan... Arapların Şükrü Tok ile Aşşağılıların Efemehmet Mehmet Öncül'e vardıkları için Gödecinmısdık onlarla bacanak oldu...

    Çocuklarını ayrıntılı inceleyeceğimiz Gödecinmısdık ile Nazik Hanım, 1987-88 yıllarında arka arkaya vefat ettiler...

    İki oğlu iki kızı olan Gödeş Mısdık, kızlarının adını Şerife ve Hatice koydu. Annesinin adını koyduğu 1924 yılında doğan büyüğü Şerife, iki yaşındayken öldü... Hatice ise, Nazik Hanımın Cihan Harbi sırasında henüz gelinlik kız iken, çeyiz düzüyorken vefat eden halasının adıdır... Hatice, Aşşağılıların Osman eşi olacaktır. Kocasıyla teyze çocuğu olan Hatice, Aşşağılıların Osman'ın 1972'deki ölümünden sonra babasının evinde uzun süre dul yaşadı. Sonra Afyonlu bir bey ile evlenip oraya yerleştiler.  Son eşi de öldükten bir süre sonra Hatice Hanım da 2020'de vefat etti...

    Gödeş Mısdığın büyük oğlunun adı Ahmet, yani dedesinin adı; 1929 yılında doğdu... Amcaların Yahya kızı, Şavalın kardeşi Atike ile evlendi. Böylece dip dedeleri kardeş olan Tingildeklerin Osman Kasal ile de bacanak oldu. Diğer bacanakları; Çapıtçıhafız, Ayımevlüt ve Şaşdımhalildir... Gödecin Ahmet; karayağız, kaytan bıyıklı, 1970'lerin Anıtkaya'sında jilet gibi ütülü pantolon giymesiyle aklımda kalmış. Dışarıda bir yerlerde, herhalde PTT'de çalışıyordu. İzinli olarak geldiği vakitlerde bu gözlemi yapmışım... Anne ve babasından önce, 1979'da vefat etti. Atike Hanım ise çok sonra, 2015'te vefat edecektir...

    Ahmet ile Atike'nin biri erkek dört çocukları oldu. Büyük kızı Müker (Mükerreme), Tellilerin Mehmet Ali ile nişanlı iken vefat etti. Diğer kızları Şerife ile Ratibe/Ferah Anıtkaya dışına gelin oldular. Hacımahmutların Ayımevlütün eşi Sare ile Gödecin Ahmet'in eşi Atike kardeşler... Bu kardeşlerin ikisi de kızlarına Ferah adını koyması ve Anıtkaya'da bu ismi taşıyan başka kimse bulunmaması dikkate değerdir...

    Tek oğlunun adı Mehmet... Seydilerin Gıllıoğlu kızı Ayten ile evlendi. Kirpitçilerin Gedikhasan ve Gadıngızların Muzaffer ile bacanak oldular... Özlem ve Öznur isimlerinde iki kızı var, Afyon'da oturuyor...

    Gödecin Mısdığın küçük oğlu Halil 1937 yılında doğdu, abisinin aksine Anıtkaya'dan ayrılmadı. İleşberlikleri de vardı; ama sanki koyunculuğu daha öndeydi... Sonradan kendisine ev olan arpalıktaki o yurtta eskiden Gödeşlerin ağılı vardı. O ağıl genişletilerek Halil'in evi oldu. Solunum zorluğu çektiği için gırtlağını delmek zorunda kaldılar... Bu yüzden son dönemde sessiz bir hayat yaşadı ve 2014 yılında vefat etti; eşi Fadime Hanım 2003'te ölmüştü...

    Ayımevlüt kızı Fadime ile evlendi, Gobakların Garaiban ve Mantaroğlu Mehmet ile bacanak oldular... Halil'in üç kız, üç oğlan altı çocuğu var. Büyük kızı Saynur Omuzca'ya, küçük kızı Melek de Saraydüzü'ne gelin oldu... Ortanca kızı Gönül ise Yarımçakmağın Osman eşidir... 

    Büyük oğlu Ramazan, Yarımçakmak kızı Cemile'yi alarak, kayınbiraderi Osman ile değişik usulüyle evlenmiş oldular. Ramazan'ın Halil ve Sebile adında iki çocukları oldu. Kızı Sebile Afyon'a, Tülümuratın Halil'in oğluna gelin gitti. Oğlu Halil de Afyon'dan evlendi; Ramazan, Yasin ve Talha adında üç oğlu var, Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    Ortanca oğlu, dedesi Gödeş Mısdığın adını alarak Mustafa oldu. Gadıngızların Muzaffer kızı Zehra ile evlendi. İki kız, iki erkek çocukları oldu. Büyük kızı Tuba, Doğvellerin Mehmet eşi; küçük kızı Fadime de Dıkmanın Şef Mehmet oğlu Emre eşidir. Mustafa ile Zehra'nın iki oğlunun adları Oğuzhan ile Halil, Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    Gödeş Mısdığın Halil ile Fadime Hanımın en küçük oğlunun adı da büyük dedenin, ilk Gödecin ismi olarak Ahmet konuldu. Güdüklerin Emin kızı Zeliha ile evlenen Ahmet'in Fatma, Melih ve Ertuğrul adında üç çocuğu var; Anıtkaya'da yaşıyorlar...


    Gödecin Halil

    Abisi Gödeş Mısdıktan iki yaş daha küçük olan Halil, 1904 yılında dünyaya geldi. Çocuklarından Anıtkaya'da kimse kalmadığı için hakkında yazılacaklar duyumlardan ibaret kalacaktır. 

    Önce Hacapdıramanların kızı Esma ile evleniyor. Cıldırın halası olan Esma Hanım 1941 yılında çocuksuz olarak vefat ediyor...

    Sonra Afyonlu Naciye Hanım ile evlendi. Giyim, yaşantı ve davranış olarak Naciye Hanımın köy hayatına uzak bir yapısı olduğu için, evlerini satıp Afyon'a yerleşiyorlar... 

    Gödecin Halil'in evi; Kahveci Süleyman ile Gödeş Mısdığın evi arasındaydı. Çakırlar alıp dükkan gibi bir şey yaptılar. Bir ara Halimenin Mehmet dükkan açtı... Uzun yıllar önü boş bir arsa olarak kaldıktan sonra Kahvecinin Günaydın Yırgal satın alıp yeni yaptığı evine kattı...

    Gödecin Halil Afyon'a yerleşti; ama 1977'de vefat ettiğinde cenazesi getirilip Anıtkaya'ya defnedildi. Yıllar sonra dikilmiş mezar taşından bunu anlıyoruz... Eşi Naciye Hanım daha önce, 1970'te vefat etmiş...

    Çocuklarına gelince... İsmet, Ali İhsan ve Mustafa isimlerinde üç oğlu oldu. Ana babaları Afyon'a yerleşince onlarla beraber Afyon'a gitmediler... Onlar daha kuzeye, İstanbul ve Trakya'ya yöneldiler... İsmet ile Ali İhsan önce İstanbul'da cam fabrikasında çalıştılar. Sonra Ali ihsan DDY'ye girdi. Ali İhsan'ın evlenip evlenmediği ve akıbeti bilinmiyor. İsmet'in ise Dilek ve Murat adında çocuklarının bulunduğu, Murat'ın Polis olduğuna dair bilgiler var... İsmet'in 2005'te vefat ettiği de o bilgiler arasında...

    Gödecin Halil'in küçük oğlu Mustafa Avustralya'ya yerleşmiş. Geçen yıllarda Anıtkaya'ya gelmiş, yakınları varlığından öyle haberdar olmuşlar... Oğlanların durumu böyle… Ayrıca Afyon’a göçtükten sonra orada Ferah ve Saynur adlarında iki de kızları olduğu öğrenildi…


    Esmenin Osman

    Gödec Ahmet'in buraya kadar anlatılan çocukları; onun Şerife Hanım ile evliliğinden olanlardır. Şerife hanım vefat edince bir kez daha evlendi. Bu ikinci eşinin adı Esma'dır...

    Selimler/Esnanların Ali Osman kızı Esma Hanım önce Sarıların Zekeriya ile evlenmişti.  Bu Zekeriya kimdir, önce ona bakalım: Capbak (Osman Külte) ile Tomanın (İbrahim Köz)ün dayısıdır...  Daha önce de adı geçen Halimenin Mehmet'in anası Halime var ya, işte onun da amcasıdır... 

    Esma Hanım ile evliliklerinden çocuğu olmadan Zekeriya vefat ediyor. Gödecin Ahmet'in eşi Şerife de o sıralarda vefat edince evleniyorlar... Esma Hanımdan da bir kız bir oğlan, iki çocuğu oluyor. Kızına, annesi Ayşe'nin adını veriyor. Ayşe, Çorbecilerin Aliguru Ali Dadak'ın eşi olacaktır. Hatırlanacağı üzere; Garamusaların Tingildekler bölümünde Osman oğlu Musa (Seyfettin Kasal'ın dedesi)nin de Aligurunun kardeşi Şefika ile evlendiğini kaydetmiştik. Dedeler/Çorbeciler/Deliveyis kanadıyla da ciddi bir bağ kurulduğu anlaşılıyor...

    Esma Hanım'dan ikinci çocuğu olarak da 1927 yılında Osman doğdu. Osman ismine bir karşılık bulmak gerekirse, Gödec Ahmet'in dedesi karşımıza çıkacaktır...

    Osman doğduktan kısa bir süre sonra, 1932 yılında babası vefat ettiği için; onun bütün sorumluluğu anası Esma'ya kalmış oldu. Abileri Mısdık ve Halil'e dedikleri gibi ona da 'Gödecin Osman' demediler; annesine izafeten 'Esmanın Osman' dediler. Zamanla bu yakıştırma yerini, söylemesi daha kolay 'Esmenin Osman'a bıraktı... 

    Esmenin Osman, Gocamat (Koca Ahmet) kızı Hatice ile evlendi. Gocamatın kimliği için yine biraz başa dönmek icap ediyor.

    Gödec Ahmetin babası Turaçoğlu Mustafa, Garamusaların Ali kızı Ayşe'yi almıştı. Ayşe'nin büyüğü Havva vardı, ona ne oldu?... İşte onu da daha önceden 'Ahmet oğlu Ahmet' adında biri almıştı, hem de kayınpederinin eviyle birlikte... O Ahmet oğlu Ahmet, Gocamatın büyük dedesidir...

    Esmenin Osman ile Hatice'nin çocukları olmadı. Hatice'nin kardeşi Kazım'ın küçük oğlu Ahmet'i evlat edindiler... Kendisi 1987'de, Hatice Hanım ise 2001 yılında vefat ettiler... 

    Corukların Ahmet kızı Hatice ile evlenen Ahmet, Afyon'da yaşıyor... Sevgi, Osman ve Esma Duru adlarında üç çocuğu var. Bunlardan Osman, dedesi Esmenin Osman'a işaret ediyor. 

    İsimlendirmelerde asıl dikkate değer olan küçük kızınkidir. Zira Esmenin Osmanın anası olan Esma Hanımın hatırası yalnız bu küçük kızın adında yaşıyor. Esma Hanım kendisi 1966 yılında vefat etmişti...

    ***

    Kapatırken bir hususu daha zikredelim... Gödecahmetin, Esma Hanım ile nikahlı olduğu dönemde Ayşe adında bir hanımı daha varmış. Ondan da1929 yılında Mehmet adını verdiği bir oğlu dünyaya gelmiş. Yani Gödecinmısdık, Gödecinhalil ve Esmeninosmanın bir kardeşleri daha var... Bu çocuk iki yaşındayken, babasıyla aynı sene, 1932'de vefat ediyor... Annesi Ayşe Hanım hakkında başkaca bir malumat bulamadım...

    ***

    Gödeşlerin soyadı SEVİŞ... Bu sözcük 'sevinç'ten bozma olabilir. Belki de 'Gödeş'teki son sese benzeştirmek için böyle bir soyisim tercih edilmiştir. Lakin Esmenin Osmanın Ahmet, karışıklığa meydan vermemek için, mahkeme kararıyla soyadını SEVİNÇ olarak düzelttirmiş. 



17 Nisan 2022

Gavur Küfürü

 

    'Gavur' zaten Arapça 'Kafir'in Türkçesi... 'Küfür' kökünden türemiş kelimeler bunlar... Yakın akraba olan bu iki sözcüğü biraraya getirerek yeni bir söz dizisi oluşturmak maharet ister. Yapmışlar işte... 'Gavur Küfürü' demişler; Paskalya Bayramını böylece Türkçeleştirmişler. Türkçeleştirmekle de kalmamış, Türkleştirmişler...

    Bu Hıristiyan bayramının sabit bir günü yok. Daha doğrusu, hep pazar gününe isabet ediyor, günü belli de hangi pazar olacağı sürekli değişiyor. Nasıl bizim mübarek geceler çoğunluk cuma geceleri ise, Paskalya da hep pazar...

    Paskalya, Nevruzdan (21 Mart) sonraki ilk dolunayın ardından gelen Pazar günü kutlanıyor. Bu, 1700 yıldır böyle... Buna göre Paskalya, 22 Mart ile 25 Nisan arasındaki Pazar günlerinden birine denk gelir. 

    Bunun bizimle ne alakası var peki... Çok alakası var... Boşuna adını Türkleştirmemişler Paskalyayı... Gavur Küfürü olarak adını değiştirene kadar kim bilir ne kadar zaman kutlandı... Kaç Paskalya yumurta boyandı, kaç Gavurküfüründe ateş yakıldı.

    Nevruz, Ergenekondan çıkış yıldönümü olarak Türklerin Bayramı diye söylenir. Oysa daha düne kadar Nevruz filan bilmezdik biz. Gavurküfürünü ihmal etmezdik ama... Acaba diyorum, Nevruz zamanla Paskalya ile yer mi değiştirdi.

    Tabi hiç bir şey durup dururken ve bir anda yerleşmez toplum hayatına. Hiristiyanlarla etkileşime geçmeden onların adetini benimseyemezsin. Eğret'te bu etkileşim nasıl oldu acaba? Burada yaşayan Ermeniler, Rumlar var mıydı? Bakkal Yorgo vardıysa başkaları da varmıştır. Mahkeme kayıtlarına yansımış bazı terekelerde borçlu veya alacaklı Hıristiyan isimlerine rastlanıyor. Demek ki varlar...

    Olmasalardı nereden bilecektik Paskalyayı? 'Nevruzdan sonraki dolunay peşinden gelen ilk Pazarı filan nasıl hesaplayacaktık? Oysa onların izinin silindiği 20. yüzyıl son çeyreğinde biz Gavurküfürünü hiç sektirmezdik... Bir gün önceden 'yarın Gavurküfürü' haberi duyuldu mu hazırlıklar başlardı.  Şimdi düşünüyorum da Ramazan ve Bayram habercisi 'Hilal göründü!' müjdesine ne kadar benziyor, 'Yarın Gavurküfürü' haberi...

    Gavurküfürüne hazırlık dediğin şey, yumurta tedariki ve onu boyamaktan ibaret... O vakitler yumurtalar şimdiki gibi marketten koliyle alınan şeylerden değildir. Folluktan tek tek alınır, onun için de tavuk hanımın onca yaygarasına katlanacaksın. Bir de... Bütün yumurtalar beyazdı... Hayret, demek ki sarı tavuk cinsi henüz istila etmemiş...

    Yumurtayı bulduktan sonra onu boyamalısın. Beyaz, cıscıbıl yumurta, kutlama için kabul edilemez. Bu kesin hükmü de bayramın asıl sahiplerinden araklamış olmalıyız. Tabi ki herkesinkinden farklı, cafcaflı boyalarla boyanmış yumurta tercih edilir. Lakin o da ayrı bir masraf gerektirir. Kelsüleymanda koyun boyama maksatlı renk renk toz boyalar bulunurdu; ama dedim ya, yumurtayı buldun da boyasını mı ararsın! Koyuncuların çocukları daha şanslı olabilir bu konuda, çünkü evde koyunlardan artan boyalardan kıyıda köşede kalmış olabilir...

    Geriye tek bir seçenek kalıyor... Soğan kabuğu... Bir parça kuru soğan kabuğunu, yumurta haşlayacağın kaba attın mı çok orijinal renkte bir yumurta elde edersin. Sıfır masraf olduğu için biz yumurtaları böyle boyardık. Tabi çoğu da bizim gibi düşününce ortalık turuncu yumurtayla dolup taşar, seninkinin hiç bir orijinalliği kalmaz...

    Neşeli minik eller, boyalı yumurtaları bir müddet çimenler üzerinde yuvarladıktan sonra doğal olarak onu yeme faslına geçilirdi. Zira artık yumurtanın haşadı çıkar, yuvarlanacak hali kalmazdı. 

    Yuvarlama esnasında onları birbiriyle tokuşturarak küçük-masum kumarlar oynardık. Kırılan yumurtayı yeme hakkı, sağlam kalan yumurtanın sahibindeydi. Üttüğümüz yumurtaları yine üzgün mağlupla paylaşarak keyiflenirdik. 

    Yaşça daha büyük bazıları bizim eğlenceli kumarımıza hile katar, gavurküfürünün de cılkını çıkarırdı. Herifçioğlu üşenmemiş, yumurtayı boşaltıp kabuğuna alçı dökmüş. Sonra onu bir güzel boyamış iyi mi! Harama hile kattığı ortaya çıkana kadar milletin epeyi yumurtasını götürdü.

    Eğret Takviminde, Mart-Nisan ayları içinde bir yerlerde saklı Allahbazarı günü, şafaktan öğleye kadar benim hafızamda böyle yer etmiş. Şimdiki çocukların Paskalya/Gavurküfürü kutladıklarını sanmıyorum.

    Hıdrellezden önce bir pazar günü, gavurküfüründe yumurta boyayıp yuvarlamadıysan, en azından bunun rüyasını bile görmediysen, çocukluğunda muazzam bir gedik var demektir. 



16 Nisan 2022

Garadeliler

 

    Alemdaroğlu Ali'nin küçük oğlu Halil, Takgaslardan Berber Murat'ın ablası Abide ile evliydi. Halil öldüğünde bir kızı ile iki oğlu vardı; İsmihan, İbrahim ve Ahmet... İsmihan, Alemdaroğlu (Kekliklerin) Hüseyin eşi oldu... Alemdaroğlu Hüseyin Eğret'te Tellal Dayı olarak tanınırdı. Oğlu erken vefat edince Hacıbeylili yetim Ali (Ayvaz)ı evlat edindi. Neticede İsmihan Hanım yabancıya değil, bir Alemdaroğluna varmış oldu...

    1891 Doğumlu büyük oğlu İbrahim ise Hanım ile evlendi. Hanım Hanım Emirdağlı İbrahim kardeşidir. Her ne kadar Emirdağlı dense de Çatalçeşme'de doğup Eğret'e geldiler. Burada kendilerine 'Muslular' denilecek... Muslulardan bu iki kardeşin Satı adında bir ablaları daha vardı ki O, daha önceden yine Muslulardan Mehmet adında birine varmıştı. Gazi lakaplı kocası ölünce yetim oğlu Hasan'ı alıp Eğret'e kardeşlerinin yanına geldi. Gazilerin atası Hasan, bu yetim çocuk olup Hanım Hanımın yeğenidir...

    Abide Hanım bu gelinini, kardeşi Atike vasıtasıyla buldu. Çünkü Atike Amcaların  Süleyman eşiydi ve Süleyman'ın bacısı da Musluların  İbrahim eşi... Böyle bir tanışıklık döngüsü yani...

    1912 Yılında doğan büyük kızına anasının adı olan Abide ismini verdi. Küçük kızının doğduğunu ise hiç göremedi. Cihan Harbine gitti ve geri dönemedi. Babası şehit olduğunda kızı henüz ana karnındaydı. Yetim doğan bu yavruya da Zehra adını verdiler... Alemdaroğlu İbrahim'in yadigarları bu iki yetimden Abide, ileride Osmanköy'den gelen Ahmet'e varacak ve Halis Özdemir'in anası olacaktır. Zehra ise Küpelilerin Mustafa'ya, yani Urganlıya vardı. Hatta Küpelinin, aslında bu iki yetim kızın lakabı olduğunu söyleyenler de var... Kızların anası Hanım'a ne oldu?... O da 1932 yılında vefat etti...

    Bütün bunlar olurken iki yetim kızın nineleri Abide Hanım hayattaydı; fakat onların gelin olduklarını göremediği anlaşılıyor. Büyük ihtimal, 1920 ile 1925 arasında öldü...

    GARA DELİ

    Artık Ahmet'e geçebiliriz... İbrahim'in küçük kardeşi Ahmet babası öldüğünde henüz bekardı; bununla beraber annesi Abide Hanımın sağlığında evlenmiş olabileceği düşünülüyor... İşte bu anlatılacaklar Ahmet'in hikayesi olacaktır...

    1893 Doğumlu küçük oğlu vakti gelince... Biraz da esmer kavruk görüntü verdiği için Ahmet'e 'Garadeli' lakabı takıldı. Garadeli, Yozgun Halil'in ablası Emine ile evlendi. Emine Hanımın Babası Kelahmetlerin Osman, annesi ise Macur Ayşe Hanımdır... Babası öldükten sonra Annesi Eminlerin Süleyman'a vardığı için Emine, Kelsüleyman ile de karınkardeştir...

    Cihan Harbine askerlik çağında yakalanan Ahmet’in hangi cephede çarpıştığı bilinmiyor. Köyüne sağ dönebilen ender kişilerden biridir. İstiklal Harbinde de aktifmiş. Büyük taarruzda 28 Ağustos günü İlbulak’ın tepesinde olduğu, Yunan kaçarken köyü ve harmanları ateşe vermesini izlediği, Gatçayır’daki harmanların yandığını görünce Yunan’a top atışı yapmak için Kumandanına çok yalvardığı, ancak buna müsaade edilmediğine dair bir anekdot duydum…

    Garadeli Ahmet ile Macur Emine Hanımın üç oğulları oldu. İsimlerini Halil İbrahim, Mevlüt ve Ahmet koydular. Halil İbrahim olarak büyük oğluna dedesiyle şehit emmisinin adını birleştirmişler. Ortancanın Mevlid Kandilinde doğduğu çok belli. Asıl ilginç olan ise küçük oğlana babası Garadelinin adı verilmiş olmasıdır. Böyle durumlara genelde iki halde rastlanır; ya annenin baba adı verilmiştir, ya da doğum sıralarında ölen babanın... Emine Hanımın baba adı Osman idi, geriye ikinci şık kalıyor... İşi aslı, küçük oğlu doğduğunda Garadeli ölmüştü; belki 1936 yılındaki doğum onun ölümünden sonra gerçekleşti, bu yüzden çocuğa  babasının adını verdiler...

    1933 Yılında doğup 1936'da öldüğü kaydedilen Hatice adında bir kızları da varmış; ancak hayatta kalanları hesaba kattığımızda bile, üç yetimiyle bir başına kalan Emine Hanımın neler çektiği az çok tahmin edilebilir. Onların büyütülüp uçurulması hep bu dişi kuşun kanatlarına bağlıydı... 1970 Yılında Emine Hanım da vefat etti... 

    Hödük Haliban

    Alemdaroğlu Garadelinin büyük oğlu Halil İbrahim 1928 yılında doğdu. Eskiden beri Eğret'te Halil İbrahimleri 'Haliban' diye söylerler. Birazcık asosyal kişiliği sebebiyle Halil İbrahim'in lakabı 'Hödük Haliban' olarak kaldı. Omarcıklar/Yonuzlardan Hatice Hanım ile evlendi. Omarcıklar/Yonuzların Kerim ve Yahyaların İbrahim ile bacanak oldular...

    Fakirlik dedikleri nesne nasıl bir şeyse, Garadeli çocuklarının yakasını bir türlü bırakmadı. Hödükhaliban, yaptığı bir parça ileşberliği eşek koşarak sürdürmeye çalıştı. Cumartesi günleri, pazarda köfte ekmek satar, öylece yaşar giderdi. Bununla beraber hayırsever bir insandı. Para olarak olmasa da işgücü ve emek olarak sürekli tasadduk ederdi. Çevre köylerin bazı mevkilerinde onun adıyla anılan çeşmeler olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Meğer, üşenmeden gider, ihtiyaç olduğunu düşündüğü yerlerden suyu bulur ve oraya çeşmeyi bizzat yaparmış... 

    Hödükhaliban ile Hatice Hanımın üç kız, üç erkek altı çocukları oldu. Büyük oğulları 1955'te doğmuş, Garadelinin adı olan Ahmet ismini vermişler. Fakat bu oğlan 22 yaşında delikanlıyken vefat etmiş...

    Büyük kızı Ayşe, Eyüplerden İzzet Dirlik eşi; ortanca Aynur, Yahyalardan Vehbi Diril eşi; küçük kızı Emine de Mardakların Şükrü oğlu Adem Saki eşi oldular... 

    2001 Yılında babasının vefatından sonra büyük oğulları Selami'de bazı ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıktı. Annesi Hatice Hanım da 2017'de ölünce büsbütün kimsesiz kaldı ve devlet gözetimine alındı. Şimdi Emirdağ'da...

    Küçük oğulları Dalyan, Anıtkaya dışından, Salar'dan evlendi. Uzun süredir Afyon'da yerleşik ve Halil İbrahim ve Arda adlarında iki oğlu var...

    Yarımçakmak

    Garadelinin ortanca oğlu Mevüt'e, 1930 yılının Mevlit Kandili gecesi doğduğu için bu isim verilmiş. Tabi ismiyle pek bilinmiyor, lakabı 'Yarımçakmak' ile daha çok tanınmış. Neden böyle bir lakap takıldı acaba?... Kardeşlerinden bahsederken Garadellerden filanca diye belirtilir; ama Mevlüt'ten söz ederken yalnızca Yarımçakmak denince anlaşılır. Hatta onun Garadellerden olduğu bile söylenmeden anlaşılmaz. Çocuklarına da aynı şekilde Yarımçakmaklar denilir...

    Yarımçakmak, Bilallerin Apil kızı Hafize Hanım ile evlendi; Gobakların Garagaş Salih Kaçmaz ile bacanak oldular... Biri kız olmak üzere altı çocukları oldu. Kızı Cemile, Gödeşlerin Ramazan Seviş eşidir... 

    Büyük oğullarının adı Osman... Bu ismin kaynağı kim olabilir? Doğduğunda eğer sağ idiyse Emine Ninesi koydurmuştur. Çünkü Emine Ninenin babası Kelahmetlerden Osman idi... Ayrıyeten Macur Dedesinin adı da Osman idi... Osman, Gödeşlerin Halil'in kızı Gönül ile evlendi. Gönül Hanım, eniştesi Ramazan'ın kardeşidir; yani değişik yapmış oldular. Eski toprak evleri yıkmakta usta olduğu için 'Yıkımcı' olarak bilinen Osman'ın Melahat ve Fatih adında iki çocuğu var. Melahat, Şekaralilerin Oktay Tetik eşidir.

    Yarımçakmak diğer oğluna, babası Garadelinin adı olan Ahmet ismini verdi. Ahmet de Cıldırın kızı Muzaffere ile evlendi...

    Diğer oğulları Ömer Afyon'dan evlendi ve oraya yerleşti. Adem de Saraydüzü'nden evli. En küçük oğulları evli değil, Anıtkaya'da 'Börekçi Mehmet' olarak biliniyor...

    Yarımçakmak Mevlüt Kızılyer, 2014 yılında 84 yaşındayken vefat etti...

    Ahmet

    Garadelinin 1936 doğumlu küçük oğlunun adı da Ahmet'tir. Patlak İbramın kızı Ümmühan ile evlendi; Melezin Ahmet ve Cavaların Şahin ile bacanak oldular... Uzun yıllar Eskişehir'de çalıştı. Onu harman vakti görürdük yalnızca. Demek ki iznini ona göre ayarlıyordu. Bir anda ortaya çıkar, başka hiç bir şeyle ilgilenmez; orak, sap, patoz, saman... derken işini bitirip tekrar ortadan kaybolurdu. Bazen saman işini yetiştiremez, oğlu Erol'a bırakır giderdi...

    2004 Yılında vefat ettiğinde de öyle hissedildi; izinliymiş gibi geldiği bu dünyadan, izni bitince asıl yurduna döndü... Eşi Ümmühan Hanım on yıl sonra, 2014'te vefat etti... 

    İki oğlan bir kız çocukları oldu. Aslında 1965 doğumlu Ramazan adında bir oğulları daha vardı, çocuk on yaşını aşınca vefat etti... Kızı Dudu, Karacahmet'e gelin oldu...

    Büyük oğlu Erol... Onu bir kelimeyle tarif et deseler, 'azim' derim... Tek başına kerpiç keserek evini yaptı. Corukların Mehmet kızı Fadime ile evlendi. Kapanana kadar Belediyede çalıştı, sonra Afyon'a yerleşti, emekli olalı beri de tekrar döndüğü köyünde yaşıyor... Bir kız, bir oğlu var. Kızının adı Emine; Garadelinin eşi, yani Ninesinin adını kızına koymuş. Emine, Çolakların Selahattin oğlu İsmail Kurt eşidir... Oğlu Ahmet, onun kimi işaret ettiği malum, hem babasını hem dedesini...

    Garadellerin Ahmet'in küçük oğlu Şenel de Corukların Mehmet kızı Emine ile evli; yani abisiyle bacanaklar. Şenel Anıtkaya'da oturuyor... Onun da bir oğlu, bir kızı var. İbrahim ve Ümmühan... İbrahim, Patlak dedesi; Ümmühan da annesinin adı...

    Yeni Mısdığın dükkanın tam karşı köşesindeki mahalle fırınına baştan beri Garadellerin Fırın deniliyor. Garadelinin kendisi veya en azından oğulları bu fırının yapımında pay sahibi olabilir; boşuna böyle demezlerdi yoksa....

    Garadellerin soyadı: KIZILYEL



14 Nisan 2022

Gurtlugucak

  

    Yedi sekiz yaşlarında ya vardım ya yoktum. Gatçayır'da  bahçe belliyorduk. Daha doğrusu, millet belliyor ben onların yanında oyun oynuyordum. O civardan da fazla uzaklaşmıyorum, kaybolurum filan diye. Küçük kafama bazı şeyler ilginç geliyor, onların peşine düşüyorum. 

    Tekmeliğine tepip toprağa sapladıkları sivri küreğe 'bel' demeleri ilginçti mesela. Sanki bulabilecekmişim gibi bunun sebebini arardım. Sonra, bir tepikte açılan çukur birkaç dakika içinde nasıl suyla dolabiliyordu. Madem toprak altında bu kadar su var, neden yerüstündeki doğal çukurlarda birikmez de doluşmak için belin tepiğini bekler?

    Beyhude yere cevap aradığım soruları bir kenara bırakıp bazen de gördüklerimin peşine düşerdim. Yan taraftaki arkta bulunan tuhaf balıklar bunlardandı, ıslak otların arasında zıp zıp kaçışan kurbağa yavruları bunlardandı. Bu minik kurbağaların, arkta balık zannettiğim kocabaşların birkaç gün sonraki hali olduğunu anlamama daha yıllar vardı. 

    Balıklar(!) ve minik kurbağalarla oynarken Dedem bana seslendi:

    - İbram, ge şunnarı topla da Dellan'a satam len!

    Gösterdikleri, balık ve kurbağadan daha ilgi çekici yaratıklardı. Otların arasından bir kaç tane alıp önüme attı. Mora çalan kahverengi ile çürümüş saman renginden iki şerit sarmal  bir topaktı ayağımın dibindekiler. Neredeyse benim yumruğum büyüklüğündeki bu şeylerden ürktüm biraz. Zararsız olduklarını anlayınca yakından bakmaya başladım. 

    Kızgınlığından burnundan soluyan birinin buruşuk dudaklarını andıran bir et parçası yavaşça hareket ediyordu. Onlar da benim zararsız olduğumu zannetmiş olacak ki, buruşuk dudak açılmaya başladı. Açıldı uzadı, açıldı uzadı... Ortası kemik kutusunda kalmak üzere, öne ve arkaya iki parça olarak ayrıldı. Ve hareket etmeye başladı. Sürünüyor muydu, yürüyor muydu, yüzüyor muydu? Yoksa bunların hepsinden bir parça var mıydı bu harekette, anlayamadım.

    Bu yavaşlıkla benden kaçacak halleri yoktu, yine de tutup getirdim kerataları... Ben tutunca et parçaları tekrar kutusuna kaçtılar. Hareketsiz kaldıklarını anlayınca yavaş yavaş tekrar çıkarmaya başladılar. Bu kez etten boynuzları dikkatimi çekti. Dokunduğumda içeri kaçan ince sevimli boynuzlardı. Öküz boynuzu gibi kemikten ve ucu sivri değil; etten, dümdüz ve ucu debirdek değneği gibi küt idi. Bir şeye değince, doğal ceplerine girmeleri hoşuma gitmiş, elimdeki ot çöpünü değdirip bu hareketlerini izliyordum.

    - Eğlenme de topla oğlum gurtlugucakları, dükkandan bişey alırsın!

    Dedemin bu uyarısıyla zevkli oyunumu bırakıp, tuhaf görünüşlü, tuhaf hareketli bu yeni oyuncakları toplamaya giriştim. Ne de olsa bu da bir çeşit oyun olacaktı. 

    Gurtlugucak dendiğini de o gün öğrenmiş oldum. Sonradan Temel Türkçede salyangoz, sümüklüböcek gibi isimlerinin olduğunu, yöresel ağızlarda daha başka şekillerde adlandırıldığını da öğrenecektim. Lakin hiç biri Anıtkaya'da söylenen 'gurtlugucak' sözündeki kadar güzel bir anlam yüklenemediği bir gerçek.

    Ne kadar topladım bilmiyorum, galiba biraz da Dedem yardım ettiydi. Dedemin 'Dellan' dediği, Pazaryerindeki Ağa Mehmet'in dükkana götürdük. Miktarını bilmiyorum aldığım paranın, Yeni Mısdığın dükkandan ceplerim dolu çıkmıştım. 

    Gurtlugucakla tanışıp ilk defa toplayıp sattığım o yıl başka toplamadım. Tek başıma oralara gidecek durumda değildim henüz. Yine de parası tatlı gelmişti.

    Demek ertesi yıl artık büyümüşüz. İkişer üçer olup, ciddi ciddi gıurtlugucak toplamaya çıktık. Kuşluk vaktine kadar, bir iki kilo ne toplanmışsa getirip Ağa Mehmet'e satıyorduk. Başka alıcılar da çıktıysa da hiç biri onun kadar istikrarlı gurtlugucak alıcısı olmadı. Adamın bir sürü lakabı vardı, bunlara bir de 'Böcekçi Mehmet' eklendi. 

    Nisan-Mayıs aylarında yaklaşık bir aylık bir dönemde çıkardık bu işe. O dönem de tam da nisan yağmurları dönemi. Bunlar da yağışlı havayı seviyor, o dönemde ortalıkta cirit atıyorlar. Sabah erken çıkmak lazım, biraz soğuk oluyor; ama ne bulacaksan erken bulacaksın. Hele yağmur yağıyorsa çok bereketli olur. Zibidin çıkar tabii...

    Elinde bir değnek, dizlerine kadar ıslanmışsın o halde bile aramaya devam ediyorsun. Şaşırtıcı gelebilir size, bir çeşit bağımlılık halidir bu, bırakamazsın. Üstelik topladığını taşıma meşakkati de cabası. Şimdi 25 kuruştan satılan poşetler o zamanlar yok, bulursan gübre naylonuna dolduruyorsun..

    Evleri Söğütaltı'na yakın olanlar şanslıdır, erken işe koyulurlar. Ben gurtlugucak toplama hususunda Gocadişlinin Adem'i geçeni görmedim. Biz taş çatlasa 2 kilo toplayabilirken, Adem'in 5-6 kilo yaptığı olurdu. Bunları kuşluk vaktine kadar yapar, getirir Ağa mehmet'e sattıktan sonra bir çocuğun rutin hayatına geri dönerdik.

    O yıl köyün hocalarından biri (ismi bende saklı) yakaladı beni. 'Sen muhtaç mısın?' diye sordu. Ansızın gelen bu sorunun amacını ve anlamını kavrayamadığımdan afalladım. Şaşkınlığımdan yararlanıp devam etti: 'Eğer muhtaç değilsen, gurtlugucak toplama.'... Meğer bir gün önce, getirdiklerimizi Basmacı Mehmet'e tarttırırken görmüş, beni tenhada yakalayınca da diyeceğini demiş. Bir cevap bekliyor; ama ne diyeceğim ki... Muhtaç mıyım, bilmiyorum... Muhtaç ne demek onu da bilmiyorum... O vakitler harçlık denen kavram yok misal... Cumartesi günü için 25 kuruş istihkakımız var, o kadar. Düğünlerde gelin inerken saçılan paralardan kaparsan, yahut hacılar giderken saçılanlardan... öyle paran oluyor. Ha, bir de çok gerekli olursa folluk kolluyorsun, tavuk yumurtladığı anda doğru dükkana... Ne bileyim ben, muhtaç mıyım değil miyim!...

    Hocaya aldırmadım, o yıl ve sonraki yıllarda gurtlugucak toplamaya devam... Dedim ya, para tatlıydı... Oysa ki herkes bizim gibi değilmiş, başkasının uyarısı bile gerekmeden  kendi kendini sorgulayarak bu işten vazgeçmişler. Diyor ki 'Kaç kere Yırtımcı Mehmet'in kapısından döndüm, topladıklarımı götürüp bahçelere bıraktım...' 

    Bu hayvancıklardan bahsederken çoğu iğrenç yaratıklarmış gibi düşünür. (Bence hiç de öyle değil, gayet sevimli şeyler) Görünüşü ve salyasından dolayı öyle düşünüyor olabilirler. Onların kerih görülmesinde, yemenin haram sayılması da bir etken olabilir. Bir de 'Müslüman mahallesinde salyangoz satmak' deyimi hep kötü şeyler çağrıştırıyor. Bütün bunlar birleşince, gurtlugucak toplamak hoş görülemeyecek bir iş olarak yerleşmiş gibi duruyor. Oysa bir bakıma balık avlamaktan farksız gibi... Yalnız salyangozu yemek haram ise, toplamak da haram olmaz mı? Peki salyangoz yemenin haramlığına dair bir hüküm?... Hasılı kelam benim kafam hala karışık...

    Ne olursa olsun, biz çocuklar için iyi bir gelir kaynağıydı. Kısa bir dönem için geçerli olsa da... O yirmi otuz günlük dönemde ceplerimiz para görürdü. Daha kaç yıl topladım hatırlamıyorum; ama Galle Mehmet'in dükkanda çuvallara doldurulan gurtlugucakların her gece mızıladıkları söylentisi yayıldıkça içimi bir burukluk kapladığını da itiraf etmeliyim.

    Bazen nemli yerlerde bir gurtlugucağı antenlerini açmış sürünürken gördüğümde, onları toplayıp paraya çevirdiğimiz günler aklıma gelir... Belli belirsiz bir vicdan azabıyla birlikte...