10 Kasım 2021

Eğret Çayı

    Eğret Çayı demek büyük ölçüde Buñar demektir; çünkü çayın kaynağı burasıdır. Sonradan yapılan havuzun tam ortalarından bülken sular, çayın ana suyudur. Sonradan kendisine eklemlenen çeşme suları onu zenginleştiriyor mu, yoksa çay onların taşıyıcısı mı oluyor, orası biraz karışık. Buñar'dan yola çıkan su kayıpsız olarak menziline ulaşsa Eğret Çayının hacmi daha bir büyük olurdu, o da ayrı bir durum. Yine de bütün küçüklüğüne rağmen kendi çapında kuvvetli bir sudur.

    Tahrir Defterlerinde Eğret köyündeki iki değirmenden söz ediliyor. İki değirmen çevirecek su elbette kuvvetli bir dere olmalıdır. Eğret'te Buñar'dan başka böyle bir su kaynağınıın bilgisi yok. Buñar ve Eğret Çayı'nın tarihine dair bu bilgi bir ipucu kabul edilebilir. Kayıtlı değirmenlerin tam olarak yeriyle ilgili bilgimiz de yok; ancak çaya uzak olmadıkları kesindir. Çay yatağının 5-6 asırda çok fazla değişmiş olacağını da düşünmüyorum. Bu dere yatağının yanlarında bir yerlerde değirmenler çalışıyormuştur. Büzüğaliniñ Guyu yakınlarında küçük bir göllenme ve doğal baraj oluşup, dolap çevirmeye uygun bir hal aldığı ve bir değirmenin burada kurulduğuna dair iz kabul edilebilecek kalıntılara rastlandığı söyleniyor. İkinci değirmen için bir yer tahmini yok malesef.

    Çay yatağının günümüz pozisyonunu tespit edelim. Buñar'dan güneybatı istikametine çıkış, sağa dönüp kuzeybatıya yönelme, Bük bölgesinde sağ-sol ile aynı istikamette devam, Gatçayır denginden kuzeye kıvrılıp Üyükaltından devam, Çayırlar mevkiinde Sususzosmaniye yönünden gelen su ile birleşip Cumalı'ya yönelme, bundan sonraki adıyla Cumalı Çayı olarak Hacıbeyli'de büyüyüp kuzeydoğuya dönme ve Porsuk'a katılım.

    Yukarıda verilen Eğret Çayı güzergahı konusunda farklı bir görüş daha var. Cumalı'ya kadarki kısmı aynen geçerli. Bundan sonra Cumalı'dan beslenip büyüyerek kuzeydoğuya değil doğuya yöneliyor. Adı da değişmeyip Eğret Çayı olarak kalıyor. Gazlıgöl vadisine gelince oradaki sularla birleşip tamamen güneye dönüyor ve varıp Akarçay'a dökülüyor.

    Bizi ilgilendiren tarafı (dere, çay, ne derseniz deyin) onun Eğret'i ihya etmiş olmasıdır. Geçmişte üzerine değirmenler yapılmış, o gün için bunun ne kadar önemli olduğu takdir edilebilir. Geçen yüzyılda sulama amaçlı kullanıldı. Bunun için önce DSİ tarafından kanal açılarak bir yatak belirlendi. Bu yatak Buñar'dan başlayarak yaklaşık 3 km mesafeye kadar devam etti. Kanal üzerine setler inşa ederek yanlardan küçük sulama kanallarına yol verildi. Bir dönem salma sulama yöntemi için Eğret Çayı kullanıldı.

    Köyün atık sularını taşıyıp  genel temizliğe yaptığı katkı başka bir husus. Kanalizasyon düzeneği kurulduktan sonra o da dereye akıtıldı, bir noktaya kadar dere pis aktı; ama yine de bu bile Eğret Çayı'nı öldüremedi. Bir dönem de kenarına yapılan Çay/Esbaplık/Çamaşırhane ile yine genel temizlik konusunda büyük işleve sahip oldu. 

    Kaynağını oluşturan Buñar'ın gördüğü işler ise ayrı bir başlıkta ele alınmayı hak eder boyutta. Dene yıkama, kilim keçe yıkama, esbap yıkama bunlardan bazıları. Buradaki büyük havuz 1970 başlarında yapılmış. Ondan önce tamamen doğal bir pınar görünümü varmış. Bir asır önceki fotoğraflarda Buñar bölgesindeki göllenme apaçık görünüyor. Çay yatağı da insan müdahalesi olmadığı için çoğu yerinde göllenmelere sebep oluyormuş. Kilci'nin Nail'in yeni yaptığı evlerin civarı hep gölet gibi görünüyor eski resimlerde.

    Dere çevresi uzun süre büyük bölümüyle çayır olarak kalmış.  Çayırların bozularak tarla/bahçe yapılması yenilerde oluyor. Yani dere, etrafını sürekli suyuyla besliyor. Söğüt gövdelerinin büyüklüğünden de anlaşılıyor ki eskiden beri Eğret'in yeşillik sebebi kenarında kıvrılan deredir. Onun en az ellişer metre iki yanından kuzeye doğru çıkan yeşil hat uzay fotoğraflarından bile rahatça görünebilir. Eğret'in hayat kaynağı deme sebebim bu.

    Ağaçlardan oluşan yeşil görüntü bir müddet daha devam eder, o kadar... Ama birkaç nesil sonraki Eğretliler büyük ihtimal bu manzarayı göremeyecekler; çünkü onu sağlayan Eğret Çayı artık yok. Kurudu... Onu besleyen Buñar kurudu çünkü. Allah bir kıyak geçip Buñar'ı bize iade ederse o başka tabii...

 

09 Kasım 2021

Eski Mezar Taşları

    Bir asır öncesinin Eğret'ine dair iki fotoğrafta eski mezarlığın batı tarafındaki iki ucu görünüyordu. Siluet olarak bugünün tıpkısı gibi bir görüntü. Mezar taşlarındaki çeşitlilik de aynı. Yeni mezarlığa geçeli beri, neredeyse 30 yıldır defin yapılmıyor. Haliyle mezarlık ziyaretleri de artık yeni mezarlığa yapıldığı için eskisi tamamen terkedilmiş gibi. Kandil ve bayram ziyaretlerinde eskilerden tek tük ziyaretçi çıkıyor. 

    Geçenlerde benim de yolum düştü, epeyce dolaştım. Her kabristanın havası ağırdır; ama buradaki hüzün değişik gibi geldi bana. Taşlar, altındaki sahiplerinin temsilcisi olarak dile gelmiş gibiydiler. Onlar sükut diliyle anlattı, ben işitmediğim seslerini dinledim; bir garip iletişim oluştu aramızda. Sonra gözüm taşların biçimine değdi, iletişim fonetikten görsele döndü. Taşları biçimsel de olsa anlatmak vacip oldu.

     Eski mezarlığın köy ile aynı yaşta olduğunu bir kez daha belirtmekte fayda var. Diyelim ki geçmişin kapıları açıldı ve her kuşağı temsilen bir kişinin yanımıza gelmesi istendi. En az 30 farklı kılık ve kıyafetteki zat toplanmış olurdu. İşte, mezarlıktaki taşlar da her kuşağın zihniyetini yansıtan farklı biçim ve boyuttaydılar. Gerçi eski Osmanlı mezar taşlarındaki statü göstergesi detaylı sanatsal taş değiller; ama yine de kendi çapında bir çeşitliliğe sahip olduğu kesin.

    Bunlardan bazısı, hala ölüme direniyormuş edasında dimdik duruyor; bazısı da yenilmiş, yüzüstü yere kapaklanmış. Diğer bazısı da mücadeleyi sürdürüyor; ama pes etmeye daha yakın gibi, kırkbeş derecelik bir açıyla iki arada bir derede.

    Bazıları güdük kalmış, belki buzdağı gibi gövdesinin büyük kısmı yeraltında. Bazısı da alabildiğine uzun, selvi boylu. Bir kısmı göbekli, diğer bir kısmı da hem göbekli hem heybetli.

    Taşların büyük çoğunluğu doğal. Nereden bulunduysa olduğu gibi getirilip dikilmiş, hiç bir işleme tabi tutulmamış. Herhalde büyük olmasına dikkat etmişler, o kadar. Bunlardan bazıları hem enine hem boyuna büyük, heyula gibi. Bir kısmı da uzun boylu. Hele bir de kendiliğinden ilginç biçim kazanmış olanları var; üzerinde minik tüneller oluşanı mı ararsın, karanlık mağarası olanı mı... İlistire dönmüş delik deşik olanı da var, işkembe yüzeyi gibi pütürlü olanı da... Tabi bazıları da yasyalabık, koca bir kayrak getirilip dikilmiş. Renk olarak da tam bir cümbüş: Gökcül, kahverengi, samanrengi, gri, akcıl, kara, kızıl... Bunlar doğal olanlar, işlem görmemişler, yontulmamışlar.

    Bazı kaba taşlar yontularak biçimlendirilmiş. Kendine göre bir biçime sokularak dikilmiş. Bunlardan bir kısmının yüzüne kitabe kazınmış. Yazılardan eski harfli olanlar da var, yeni yazıyla yazılanlar da. Oyularak veya kabartma biçiminde oluşturulan bu yazıların çoğunluğu tahrip olmuş; ama hala okunabilenler var. Yazılı kısmı beline kadar toprağa göçmüş olanlar da bulunuyor. Yazılardaki tahribata iklim şartları, yosunlanma ve taş kalitesizliği sebep olmuş görünüyor. 

    Bir de antik kalıntı olduğu besbelli mezar taşları var. Kim bilir hangi medeniyetin kalıntılarından getirildiler. Zira bizde mermer sütun kullanımı bildiğim kadarıyla yok. Mezartaşı için özel mermer kesecek değiller. Bunlara devşirme taş diyor arkeologlar. 1960'taki Kervansaray tamirinde, taçkapı eksik sütunları buradan tamamlanmış. 10-15 tane daha var görünen. Yer üstündeki kısmı 1,5 metre olan bir mermer direk öylece dengede durabilmesi için yeraltında en az 2 metre köke sahip olmalı. Bu da yaklaşık 3 metrelik bir sütun demektir. Demek ki bu çevre antik kalıntılar bakımından da zengin. Neyse konuyu dağıtıyoruz...

    Bir kaç tane de lahit biçimi verilmiş mezar var. Bunlar antik mermer lahitlerden değil. Buraların taşından oyulmuş gibi. Yalnız lahit-mezar üzerine taşlar dikilmiş ki bunlar o mezar üstünde çok eğreti duruyor. Taş ile mezarın uyumsuzluğu apaçık ortada. Taşlarda köy ahalisinden olduğu belli kabir sahibini gösteren yazılar okunabiliyor. Öyleyse alttaki lahit-mezarlar başka yerden getirilmiş olmalı.

    Mermercilerin yeni tip yaptığı mezar taşlarından da var eski mezarlıkta. Eski bir kabire yenden dikilmişler belli ki. Şu yenilikleriyle buraya hiç yakışmıyorlar; ama mevtanın kimliğini açıkladıkları için de çok faydalılar.

    Ne kadar eski olursa olsun eski kabristanı hayatımızdan çıkarmamalıyız. Yanından bir yabancı gibi geçip gitmemeli, arada sırada da olsa ziyaret edip sakinleriyle sohbet etmeliyiz. Sohbet ille de konuşarak yapılmaz.


Eski Zaman Şifacıları

    Tıp henüz bizim köye gelecek kadar yaygınlaşmamışken, Sağlık Ocağı filan olmadığı zamanlarda insanlar hastalıklarına nasıl derman arıyorlardı. Şifayı nerede buluyorlar ve tedaviyi nasıl oluyorlardı? Yine kendi içlerinde hallediyorlardı çoğu şeyi. Belli rahatsızlıkları iyileştiren, onun ocağı olan, atalarından el almış kimseler bu işin ehli olarak bilinir ve onların tedavisine başvurulurdu. Onlar teşhisi koyar, okur, üfler, tükürür, tutar ve "Benim elim değil Fadime Anamızın eli" deyip Hz. Fatma'yı da aracı yaparak şifayı Allah'a havale eder ve tedaviyi tamamlardı. Bir kaç seans gerekiyorsa, sonraki seans için randevuyu verip tedavi sürecini uzattığı vakitler de olurdu. Hatırımda kaldığı kadarıyla Eğret'te aşağıdaki hastalık tedavileri yapılıyordu.

    Temire cizdirme:
    Genelde el üzerinde oluşan temire zamanla büyüyen bir deri hastalığı. Bakteri, mikrop, dezenfekte gibi hususların yabancısı olduğumuz zamanlar. Dolayısıyla tedavi de doktorla kremle değil kendi yöntemlerimizle yapılırdı. Ocağını bulup cizdireceksin, bilinen tek ve kesin tedavi bu idi. Benim bildiğim Sıntır Irmızanı (Ramazan Sımsıkı)nın eliydi. Belki bilmediğim başkaları da varmıştır. Zamanında cizdirmezsen leke şeklindeki hastalıklı temire alanı genişler. Bir tükenmez kalemle temirenin çevresini çizerdi, böylece çember içine alınan temirenin genişlemesi durdurulur adeta o çembere hapsedilmiş olurdu. Gelişimi durduğu için zamanla kendi kendine kurur, yok olurdu. Çizme sırasında birşeyler okur muydu, temreye üfürür veya tükürür müydü o kadarını hatırlamıyorum. Belki basit bir pêriz verirdi ondan da emin değilim; ama temirenin kesin tedavisi bu idi, tecrübe ettim. Çizerken kullandığı tükenmez kalem kırmızı ise, çizilen yer kanıyormuş sanırdın. Bu iş için yanında kalem bulundurmazdı ki, o sırada nasıl bir kalem varsa onunla çizerdi.
    
    Diş yaktırma Tüküttürme:
    Bebeklerde ağıziçi rahatsızlığı sık görülürdü. Çocuk ememez, yutkunamaz, dilini kullanamaz. Ağız suyunu yutamadığı için sürekli göğüslüğünü ıslatır. Açlık ve derdini anlatamama sebebiyle sürekli mızılar. Böyle bir durum için köyde iki ocak vardı. Birisi ninemdi, yaptıklarını ayrıntılı gözleme imkanım oldu. Okuyup duasını ettikten sonra çığırtılar arasında çocuğun ağzına üç kere tükürürdü. Tuhaf görünen bu tedavi biçiminde gerçek bir tükürmeden söz edilemez. Sadece tü tü diye ses çıkar, o kadar; fakat neylersin, o derdin devası da bu.
    Bir başka ocakta ise haşhaş taşında sürtülen toz şekere okunur üflenir, sonra hasta çocuğun ağzına belli aralıklarla atılmak üzere verilir. Bu yöntem ağzı bereli çocuklar için en zararsız tedavi yoludur.

    Büyüklerdeki ağız hastlalığı diş eti rahatsızlığı biçiminde görünürdü. O vakit tükürme iş görmez, yakma devreye girer, buna diş yakma denir. Kızgın demirle diş etlerini yakmak işkence etmek gibi görünebilir; ama dişleri yakılan çok kişi gördüm, hiçbiri de canı yanmış gibi durmuyordu. Kızgın külde, odun közünde veya alevde ısıtılan demir (genelde esıran sapı) ele sürülerek sıcaklık ayarı yapılır. Uygun dereceye düştüğü anlaşılınca alt ve üst diş etlerine sürülür. Tamamının yakılmasıyla işlem sonra erer. Tabi bu esnada demir 5-6 kez kızdırılır. Yakıcı hastaya sorar: "hozleşiyo mu?" Eğer hastanın canı yanmadığı, aksine tatlı bir kaşıntı hasıl olduğuna dair bir cevap alınırsa "tamam, bizim elimiz" denir. Hozleşme (hoşlanma) bunun işaretidir ve iyileşmenin başladığını gösterir. Değilse, "Bunun şifası bizde değil Doğulâ'da" denilerek hasta Doğular'a yönlendirilir. (Sanırım Kütahya'nın Doğalar köyü kastediliyor.) Doğular merkezli dutma ise köyde Vahit Yola'nın anası tarafından yapılıyordu. Hem çocuk hem de yetişkin hastalara bakar, kendi eliyse dua edip üflerdi. Özellikle cumartesi günleri çevre köylerden diş yaktırmaya ve dutdurmaya gelenler olurdu.

    Diş çekimi ise bambaşka bir olaydı, özel bir kerpiden gerekiyordu. Tabi bir de ustalık. Berberüseyin (Hüseyin Sağlam) bu işin ustasıydı. Acaba bir de Kelapdılla (Abdullah Sancak) mı çekiyordu. Neyse, Berber Hüseyin kerpeden ucuyla dişlere sırayla vurur, " Bu mu, bu mu?" diye ağrıyan dişi tespit ettikten sonra bir çırpıda ganırtıp çekerdi. Acımaz olur mu, elbette çok acırdı; fakat azı dişi çektirmekten başka çare yoktu. Öndeki dişleri kendimiz de çekip çıkarabilirdik, lakin bu başka. Dişçi Ali (Saki)den önce bu işi hep berberler yaparmış.

    Boğaz İnmesi:
    Çoğunlukla çocuklarda görülen boğaz bölgesindeki rahatsızlıklara o günün şartlarında 'boğaz inmesi' derlerdi. Şimdi bademcik şişmesine benzer bir durum oluşurdu. Bunun tedavisi de inen boğazı kaldırıp yerine oturtmak şeklinde yapılırdı. 
    Ayrıntı gerekirse... Boyun, boyun kökünden çeneye doğru iki elle ovularak yumuşatılır. Kıvama geldikten sonra bir elin iki parmağı üst çeneyi damağa doğru iterken diğer el ile ense desteklenir. Böylece inen boğaz yerine getirilmiş olur. Tabi bu esnada günün şartlarına göre gerekli hijyen sağlanır; misal hasta ağzına sokulacağı için, onun gözünün önünde eller sabunlanır. Yine de o el hastanın kendi tülbentiyle sarılır filan... 
    Bu tür boyun ve boğaz rahatsızlıkları sadece çocuklarda değildir, yetişkinlerde de sık görülür. Yastık değişimi, soğuk havaya maruz kalma gibi sebeplerle ortaya çıkan boğaz inmesini tedavi eden iki kadın Müdüroğluların Gızılgız Kezban Eşiyok ve Tingildeklerin Şefika Kasal Nine idi...

    Güpletme:
    Bebeklerin belli vakitlerde gaz çıkarması için, ana babalar özel eğitimden geçiriliyor. Tabi bugün için bu böyle. Daha eski zamanlarda belki yanlış beslenme ve bakım sebebiyle sık sık taze çocukların karnı şişerdi. Belki gaz birikmesinden kaynaklı bu durum elbette çocuğu çok rahatsız ediyor. Tedavisi güpletme...
    Ele biraz kül alınarak iki avuç arasında oğuşturulur. 'Elif - Be - Te - Se - Cim ...' diye elifbanın bütün harflerinin okunduğu kül, şişkin karına sepilenir. Bu arada başparmak ve ortaparmak karnın her tarafı dıngalanır. Özü bu olan güplemedeki külün fiziksel işlevi, pudra görevi görmek... Şişliğin indirilerek sancının giderilmesi ise sır... 
    Güpletmeyi hemen her kadın yapabilir; belli bir ocağının olduğunu duymadım. Bu arada güpletmeye yan tedavi olarak, gelmişken bebek iki ayağından tutularak sağa sola burulur. Herhalde gelişmekte olan kaslar rahatlatılıyor, bir çeşit fizik tedavi yani... Benzer bir uygulama da 'ayak değiştirme'dir. Yüzükoyun yatırılan bebeğin kolları ve bacakları çaprazlama birbirine değdirilir. Bunlar güpletmeden sonra, ağrı bittiği vakit çocuğun hoşuna giden uygulamalar..

    Göbek Düşme:
    Ağır bir yükü dengesiz kaldırma durumunda büyüklerimizin uyarısı olurdu: "Dur, göbeğin düşer." Göbeğimizin bir yere gittiği yoktu; ama karnımız müthiş ağrırdı, göbek düşmesinden bu yüzden çekinirdik. Bu durumda işin ehli birisi tarafından düşen göbeğin yerine getirilmesi gerekirdi. Karın boşluğuna bastıra bastıra göbek yerine oturtulur, biz de ağrıdan kurtulurduk. Göbek hekimi şöyle elle bir muayene sonucunda hemen durumu anlar "Hımm, göbeğin yerinde atmıyor, birşeye mi üzüldün, birine mi kızdın, yoksa ağır mı kaldırdın?" diyerek hastalığın sebebini sorgu sual ederken çaktırmadan da tedavisini uygulardı. Sorulardan da anlaşılacağı üzere göbek düşmesinin sebebi yalnız ağır kaldırmak gibi fiziksel bir durum değil, psikolojik de olabiliyordu. Esasında göbek düşmesi denilen şey, karın kaslarındaki sinirlerin kasılma sonucu pozisyon değiştirmesiymiş, bu durum da ağrıya sebep oluyormuş. Sinirleri eski pozisyonuna getirme işine de "göbek guyma" derlerdi. Karın boşluğunda elle yapılabildiği gibi, kasların uzantısı olan baldırları sıkıca bağlayıp gerdirerek de sinirler yerine getirilebiliyordu. Şu durumda midedeki gaz birikmesinin bile göbek düşmesine sebep olduğunu anlıyoruz. Tabi o günün şartlarında çocuk aklıyla biz bundan habersiz, düşen göbeğin yerine kaldırılmasını anlamlandırmaya çalışırdık.

    Göbek düşmesine benzer bir başka durum da yine karın bölgesinde oluşan bir sertlikle ilgiliydi. Sanırım kaslarla ilgisi yoktu bunun, daha çok mide ve bağırsaklarla ilgili psikolojik sebeplerden oluşan bir durumdu. Hafif bir muayeneden sonra "burası düğülmüş" derlerdi. Oğa oğa, parmak uçlarıyla bastıra bastıra düğümlenmeyi giderirlerdi. Bu şikayetle gelen hasta "garnımı oğuve" derdi. Bana kalırsa şimdiki kimyasal ilaçları almaktan daha etkili deva yöntemiydi bunlar.

    Kırık Çıkık:
    Her yerde olduğu gibi Anıtkaya'nın da kırık-çıkıkçıları vardı. Bakkal Seydi (Selman), Şaval Kadir (Özdemir)in hanımı Nazik, Kemiklerin Şuayip (Öter)in anası Ayşe, Çakırlardan bir nine hatırladığım ortopedistler(!). Bugün rontgenle anlaşılamayan eklem çıkıklarını onlar hemen tespit eder ve usta bir hareketle yerine koyardı. Çatlak, kırık, et ezilmesi gibi durumları da bilir ve tedavi ederlerdi. 1979'da kolum kırıldı; ama öyle böyle değil, resmen Z olmuştu. O soğuk kış gecesi kolum böyle sakat kalacağım diye çok korkmuştum. Seydi'ye götürdüler, düzledi, sardı. Hem düzlenmiş hem de ağrı kesilmişti de ne kadar sevinmiştim. Yine de kesin tedavi için Sandıklı'ya, Yorgancı İbram'a havale etmişti.

    Kulunç Ezdirme:
    Kemik değil bir kas hastalığı olan kulunçun tedavisini de onu ezerek yaparlardı. Bir sebeple oluşan kulunç, aslında sırt kaslarındaki sertleşme ve bunun sonucundaki keskin ağrı oluyor. Hatırladığım kulunç eziciler Alçakların Adem (As) ve Corukların Köriban (İbrahim Oran). Kulunçlu sırtı yazın güneşte, kış ise soba yanında ısıtarak tedaviye hazır hale getirirlerdi. Sonra parmak uçlarıyla tespit edilen kulunçu bir yere sıkıştırarak sert bir şekilde bastırmak suretiyle oğarlardı. Kulunç ezmenin esası bu oluyor. Tabi onlar böyle kulunç ezerken, altta çektiği acı sebebiyle şekilden şekile giren hastanın yüzünü göremezlerdi.

    Zaman zaman köye gelen ayı oynatıcı cingenlerin yanındaki ayıya sırtını çinneten oluyormuş. Bunun kulunçla ilgisi var mıydı, bilmiyorum. İlginç bir olay gibi geldi bana. Daha ilginci, bunun yani ayıya sırt çiğnetmenin çok yaygın olmasıymış. Allah muhafaza, o kadar iri bir hayvan insanın canını çıkarır.

    Tuhaf İlaçlar:
    Bazı hastalık tedavilerinde kullanılan ilaçlar da haliyle doğal ilaçlardı. Mesela çocukluğumda kulağım ağrıdığında tavşan yağı gibi birşey sokmuşlardı. Kabakulak olduğumda ise boynuma kirli yapağı sarmışlardı. Şimdi duyanlara bunlar tiksindirici gibi gelebilir. Bir şey daha söyleyim tam olsun, el üzerinde parmak köklerindeki deriler koca koca yarılmıştı. Öyle ki bazıları "deve dudağı gibi" yakıştırması yapmıştı, o derece koca yarık yani. Birisi demiş, "kirpi etini yedirirseniz iyi gelir" diye. Kızarttılar, yedim; çok lezzetliydi. Yaraya iyi geldi mi, hatırlamıyorum. Fakat kullanılan ilaçlar her zaman böyle eğlenceli olmazdı. Bazen saçma sapan şeyler yaptıkları da olurdu. Patlakların Essan (İhsan Patlar)ın azgın köpeği yamıcımdan ısırdığında, yaraya o köpeğin tüyünü sarmışlardı mesela. Bunun saçmalığını yıllar sonra anlayacaktık.

    Nazar ve Ağrıya Okunma:
    Özellikle baş ağrısı için okunmak, en etkili ağrıkesici hükmündeydi. Sonradan öğrendim, bunun için Haşr suresinin son ayetlerini (Hüvallhüllezi) okurlarmış. Lakin bu duayı bilen herkes okumazdı, sanırım bunun da ocağı vardı. İşin ehli olanlar okurken esnerlerse, hatta gözleri yaşaracak derecede esnerlerse okuma etkili olurmuş. Akbaş Mehmet (Karakaya) Hoca okurken şahit olmuştum, adam durmadan esniyor sanki ağlıyordu. Nazar kaynaklı ağrılarda esneme daha çok olurmuş. Bir keresinde Mehmet Hoca dedi ki "Çocuklarınızı her seferinde okutmak için bana getirmeyin, şu duayı cebine sokun, aynı etkiyi gösterir." Bir kağıda halka biçiminde Kalem suresinin son iki ayetini yazmış, oluşan dairenin içine de Ashab-ı Kehf'in adlarını sıralamıştı, Kıtmir de dahil. Bu tasarımın tersini de yaparlarmış; yani Ashab-ı Kehf isimlerini halkalandırıp ortasına bahsekonu ayetleri yazıp üzerlerinde taşırlarmış. Kıtmir duası veya korunma duası denilen bu yazılı levhalara da genel olarak tılsım adını veriyorlarmış. Tabi bütün bunları yıllar sonra öğrenecektim. Hoca "Zaten biz de nazar duası olarak bu ayetleri okuyoruz" diye eklemişti. Şimdi bu tılsımı muska veya kolye gibi tasarlayıp işi ticarete dökenler de var.

    Taze çocuklara nazar çok değer diye, çocuğu daha severken peşin peşin okurlar bir de "maşşalla de" diye uyarılırlardı. Çocuğun ana babasının nazarının etkili olduğuna inanılır, severken dikkat etmeleri istenirdi. Fakat nazar bu, sadece çocuğa etkili olmuyor. dualar

    Nazar deyince Yeşilömerlerin Mehmet (Fidan) Dedeyi anmamak olmaz. Sülale bu lakabı göz renklerinden aldı diye söylenir. Renkli gözlerin nazarı da çok etkili olduğuna göre Mehmet Dede hakkında anlatılanlar daha da ilginçleşiyor. Bakışları bir öküzü devirecek kadar güçlüymüş söylendiğine göre. O şekilde nazar edince sağlıklı insanlar hastalanır, hayvanlar yıkılırmış. Muntazaman kusursuz yüklenmiş bir sap arabası düz yolda giderken, o bakınca devrildiği söylenir. Bu bakışlarla birilerine zarar veririm diye düşündüğü için her sabah kalkınca, yere baka baka İblak'ı görecek bir meydana ulaşır, nazarlarındaki bütün enerjiyi oraya boşaltıp ondan sonra el içine çıkarmış. 

    İşte böyle nazarlardan kaynaklanan baş ağrısı için işin ehli olanlardan okunma talep edilirdi.


    Diğer

  • Çatalların Kürtümmetin eşi Güdükhayriye vücudun çeşitli bölgelerinde çıkan bazı çıbanları dağlayarak tedavi edermiş. Tabi bu tedavi tutunma biçiminde yapılıyor; bir yandan dağlarken diğer yandan da dualar ederek okuyup üflüyor. Dağlamayı esıran sapıyla yapıyormuş. Kızdırdıktan sonra avucuna sürerek onu uygun sıcaklığa düşürüyor ondan sonra çıbana vuruyormuş. Dağlama deyince, kızgın demiri coss diye vücuda yapıştırmak anlaşılmasın.



06 Kasım 2021

Kat Kat Kilim

    Seksenlerdeki dört yılımı öğrenci olarak Konya'da geçirdim. Selçuklu'ya asırlarca başkentlik yapan şehirde tarihi-mimari eserler baş döndürücüydü. Baksanız, taşı hamur gibi yoğurup duvar örmüşler hissine kapılırdınız. 

    İlk şaşkınlığımı İnceminare Medresesini görünce yaşamıştım. Taçkapısındaki işçiliğe diyecek yoktu. Kubbenin hemen altında, onun izdüşümüne yapılmış havuzda vaktinde yıldız gözlemi yapıldığını öğrendiğimde afallamıştım. Asıl kafaya taktığım ise başka bir şeydi; normallerine göre daha kalın ve güdük görünen bir minareye rağmen neden "ince minare" demişlerdi. Buradaki inceliğin minarenin boyutuyla ilgili olmayıp ince işçiliğine atıf yapıldığını anlamam için aylar geçmesi gerekecekti.

    Şehrin tek yükseltisi olan Alaaddin Tepesi'nde Selçuklu Sarayı kalıntısı kadar ilgi çeken ikinci bir tarihi eser de Alaaddin Camisi idi. Gerçi orada bulunduğum yıllarda camiye hiç giremedim, sürekli restore halindeydi.

    İkibinli yılların başında Camiyi görmek nasip oldu. Uzun süren restorasyondan sonra ibadete açılmıştı. Burada şaşkınlığıma sebep taş işçiliğindeki incelik değil, yapısal bir durum oldu. İçerinin zemini 1,5 metre kadar alçaktaydı. Oysa yüzyıllardır caminin bulunduğu tepe yerleşime açık olmadığından kot farkı söz konusu olmamalıydı. Yanımızdaki turizm rehberi bu duruma şöyle açıklık getirdi: Konya'nın en eski camisi olarak buraya yayılan hiç bir kilim geri kaldırılmamış, her yeni kilim eskinin üstüne serilmiş. Yüzyıllar boyu bir kaç tamirde kapı seviyesi yükseltilmiş. Bunun farkına son yüzyıldaki büyük restorasyon öncesi varmışlar. Kaldır kaldır, kilimler bitmiyormuş; tam birbuçuk metre tarihi kilim yığılmış kalmış. 

    Rehber bir ayrıntıyı daha ekledi bu arada. Her gelinlik kız çeyizine iki kilim dokurmuş. Birisi kendisi, diğeri de kocası için. Öldüklerinde cenazeye bu kilimler örtülür, definden sonra da getirilip camiye yayılırmış. İşte bu ayrıntıyı duyunca aklıma hemen Anıtkaya'daki cenazeler gelmişti. Eskiden bizde de cenaze üstüne kilim örtülür ve aynen oradaki gibi defin sonrası camiye yayılırdı. 

    Buraya nereden geldik? Ahmet Topbaş'ın 1993'te Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumunda sunduğu Anıtkaya kilimleriyle ilgili bildirideki şu ifadelerden: "Kasabadaki camilerin taranması sırasında Ulu caminin tabanının halıların altında tamamiyle parmaklı kilimlerle döşeli olduğu görülmüştür." Kubbe yapımı sırasında kaldırılan kilimler demek ki sonrasında tekrar yerine serildi. Sonraki fabrikasyon halıların altında bırakıldı. Altta bulunan kilimler tamamen parmaklı kilimlerden oluşuyormuş. 

    Eğret'te çeyiz için kilim dokuma adeti var mıydı bilmiyoruz; ama her cenazede bir kilim yayıldığını düşünürsek bu kat kat kilim birikintisini makul karşılamak gerek.



05 Kasım 2021

Anıtkaya (Eğret) Yöresi Parmaklı Kilimleri

 

        Ahmet TOPBAŞ
            Arkeolog
    Afyonkarahisar Müze Müdürü

    Bu bildiri, Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı arasında düzenlenen Cami ve Mescitlerimizde bulunan Eski Eser (Kültür Varlığı) niteliği taşıyan halı ve kilimlerin müzelerimize kazandırılmasını amaçlayan protokol (1) gereği yapılan bir araştırma sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu araştırmada Afyonkarahisar Müftülüğünden iki, Müze Müdürlüğünden iki uzmanın katılımıyla Afyonkarahisar’ın tüm beldelerindeki camiler (934 cami) üç ay içinde taranmıştır. (2) Bu çalışma sonucunda Vakıf menşeili camilerden 12 adet halı, 46 adet adet kilim, Diyanet İşleri Başkanlığı menşeili camilerde ise 40 adet halı, 162 adet kilim tesbit edilmiş, belge karşılığında komisyonca teslim alınarak müzeye teslim edilmiştir. (3) Vakıf menşeili camilerden alınan halı ve kilimler dışında kalanlar için alındığı camilere yeni halı ve kilim verilerek bu kültür varlıkları müze koleksiyonuna kazandırılacaktır.

    Bu tarama çalışmasında değerlendirme ve derleme halı ve kilimlerin eski eser olması yanında bölgenin etnografik ve folklorik değerleri ile üretim merkezleri göz önünde tutularak yapılmıştır.

    Belirlenen üretim merkezlerinden birisi de aşağıda bildiriye konu olan Anıtkaya (Eğret) kasabasıdır. Anıtkaya Kasabası ve çevresindeki köylerde yapılan tarama çalışmasında desen ve renk özellikleri bakımından büyük benzerlikler taşıyan bir grup kilime rastlanmıştır. Bütün beldelerde parmaklı kilim adı verilen bu kilim grubuna Anıtkaya kasabasından uzaklaşıldığında rastlanamamıştır. Bu olgu da bize bu tip kilimlerin bu yöreye özgü olduğunu göstermektedir.

    Afyonkarahisar bazında elimize geçen konuya ilişkin literatürde yaptığımız araştırmada Anadolu’da başka başka merkezlerde bu tip kilimin üretilmiş olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Bu çalışma bize Anadolu kilim sanatı literatürüne girmemiş olan Anıtkaya kilimlerini bir bildiri haline getirerek tanıtmak fikrini vermiştir.

    ANITKAYA KASABASI:
    Eski adı Eğret olan Anıtkaya Kasabası Afyonkarahisar-Kütahya eski yolunun kenarında, Afyonkarahisar’a 30 kilometre uzaklıkta kurulmuş, merkez ilçeye bağlı, 1959 yılında Belediyelik olmuş bir beldemizdir. Yeni yapılan çevre yolu 500 metre kadar batısından geçen kasaba, Kütahya’ya 70 km. Gazlıgöl’e 15 km. uzaklıktadır.

    Kasabanın kuruluşu hakkında yazılı bir kaynak bulamadık. Kasabadaki yaygın söylenceye göre: Kasabanın yaklaşık 8 km. kadar güneybatısında Örenler mevkiinde bulunan köyün sel tehlikesi nedeniyle bugünkü yerine eğreti olarak taşınmasıyla kurulmuş ve bu nedenle Eğret adını almıştır. Ancak kuruluşu konusunda bir tarih belirtilmemektedir. (4)

    Yerinde yaptığımız inceleme plan ve mimari özelliklerinden XIV. yüzyıl sonunda Germiyan oğlu Süleyman Bey tarafından yaptırıldığını  varsaydığımız (5) ve Eğret Kervansarayı adıyla tanınan kervansarayın kenarına ticari ve koruma amacıyla köyün XV. yy.da kurulmuş olabileceği fikrini vermiştir.

    Etnik yapı olarak kendilerine yerli diyen kasabalılar, çevredeki muhacirler tarafından yerli anlamına gelen “Manav” adı ile adlandırılmaktadırlar.

    Dalgalı bir arazi yapısına sahip Anıtkaya Kasabası, Tarım İl Müdürlüğü kayıtlarına göre 90.000 dekar büyüklüğündedir. Bu arazinin yaklaşık 10.000 dekarı mera, 80.000 dekarı tarım arazisidir. Çok az bir bölümü dışında kuru tarım yapılan bu arazinin her yıl % 70’i ekilmekte, % 30’u ise nadasa bırakılmaktadır. Zafer ve Cumhuriyet adlı iki mahalleden oluşan kasabada, 1990 nüfus sayımına göre (yaklaşık 400 hanede) 2582 kişi yaşamaktadır. Nüfus artışının görülmediği kasabada buna neden olarak büyük şehirlere göç gösterilmektedir. Bugün 500 ila 5500 Anıtkayalının yerleşmiş olduğu ifade edilmektedir. (7)

    Belediye kuruluşu dışında kasabada; 1 adet ilkokul (239 öğrenci – 9 öğretmen), 1 adet Ortaokul (51 öğrenci – 3 öğretmen) yaklaşık 50 kadar öğrenci Afyonkarahisar’daki Orta Öğretim Kurumlarına devam etmekte, 1 adet Sağlık Ocağı, 1 adet PTT, 1 adet Tekel Müdürlüğü, 1 adet Ziraat Teknisyenliği, 1 Adet Veteriner Teknisyenliği, 1 adet Tarım Kredi Kooperatifi gibi resmi kurum ile özel sektöre ait 2 adet un fabrikası ve onbeş köyün sütünü işleyen 1 adet mandıra bulunmaktadır.

    Sosyal kurum olarak da; 1 adet Belediye’ye ait hamam, 1 adet fırın ile 5 adet cami, 5 adet mahalle çeşmesi (her evde şebeke suyu vardır), 20 kadar oda, 15 kadar da mahalle fırını vardır.

    Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı Anıtkaya’da 1993 yılı Ocak ayı itibariyle (yaklaşık 30 sürüde) 17.100 adet küçükbaş hayvan bulunmakta olup, yapağı üretimi yaklaşık 25 ton/yıldır. (8) Günümüzden 40-50 yıl kadar önce üretilen yapağının tamamına yakını her evde bulunan Istarlarda kilim, cicim, çuval, heybe ve kolan olarak dokumada kullanılırken, günümüzde yataklık-yorganlık gibi ihtiyaç dışındakinin tamamı ham yapağı olarak satılmaktadır.

    ANITKAYA PARMAKLI KİLİMLERİ:
    Kasabadaki camilerin taranması sırasında Ulu caminin tabanının halıların altında tamamiyle parmaklı kilimlerle döşeli olduğu görülmüştür. Geleneksel kilim motifleri ile bezeli parmaklı kilimlerin motif adlarının belirlenmesi için parmaklı kilim dokumasını bilen kişiler aranması sonucunda kasabada yaklaşık 40-50 yıldır kilim dokumacılığının yapıldığı, dokumayı bilen ancak en son 40 yıl önce kilim dokuduğunu ifade eden H.1327 (M.1909) doğumlu 84 yaşında Ayşe Erdem adlı bir bayan bulunabilmiştir. Uzun süredir kilim dokumadığı için motiflerin adlarını belirlemede oldukça zorlanmıştır.

    Kilim dokumayı, hazırlık ve dokuma olarak iki bölümde anlatan Ayşe Erdem, hazırlığı; yapağının yıkanması, yünün taranması, kolçak haline getirilmesi, yünün eğirilerek, eğirilen ipin iki kat olarak bükülmesi ve son olarak da boyanması biçiminde sıralamıştır. Boyama işlemi ise meşe kozası ile köyde boyadıkları siyah renk dışında renkleri, ya Afyonkarahisar’dan alınan anilin esaslı fabrikasyon boyalarla köyde, ya da şehirdeki boyacılara boyattıkları biçiminde ifade etmiştir.

    Kilim dokumaya hazır hale gelen ip, ip ağacı adı verdikleri ıstara çözülür. Istar; iki yan ağaç, iki yuvarlak (alt ve üst oklar), varan gelen, güçü ağacı ve iki çividen oluşur. Yaptığımız araştırmada köyde tek bir ıstar ya da parçasının bulunmadığı görülmüştür.

    Istara çözülen dokunacak yaygının büyüklüğüne göre ip ağacının başına bir ile dört kişinin oturduğunu söyleyen Ayşe Erdem Göllü kilim, parmaklı kilim, kemreli kilim, koç boynuzlu kilim, heybe, cicim, çuval ve kolan dokuduklarını anlatmıştır. Araştırmalarımızda bunlardan yalnızca Göllü, Parmaklı ve Kermeli kilim örneklerini bulabildik.

    Çözgüler arasına geçen atkıların üzerine motifleri oluşturan renkli iplerin geçirildiğini anlatan Ayşe Erdem kırmızı, mavi, sarı, siyah, beyaz ve taba renkli ipleri kullandıklarını, motif olarak da; kadınbaşı, büyük ve küçük kozak, muska, bulut, göz, kerme, boncuk, çakmak, göl, söğüt yaprağı, çavuşbaş, testere dişi, sığır sidiği, şebek eli, çitirgin, çatgıdık, çapraz parmak gibi yanışları (nakışları) yaptıklarını belirtmiştir.

    Yörede yapılan taramada Anıtkaya Kasabasının dışında Ablak, Yukarı Tandırı, Aşağı Tandırı, Akören, Yaylabağı, Susuz Osmaniye, Saraydüzü köyleri ile İhsaniye ilçesinde parmaklı kilim örneklerine rastlanmıştır. Bu merkezlerde yapılan araştırmada Akören ve Aşağı Tandırı köylerinde parmaklı kilim dokunduğu saptanmıştır. Diğer merkezlerde dokuma yapıldığına ilişkin bir bilgi elde edilememiştir. Buralarda bulunan örnekler ya Anıtkaya kasabasından veya Akören, Aşağı Tandırı köylerinden satın alınmış ya da buralarda dokunmuş olabileceği kanısına varılmıştır.

    Akören Köyü:
    Köyde bulunan iki camiden Ulu camide çok miktarda parmak motifli kilim ve namazlağı bulunduğu, Yeni camide ise bir tane kilim bulunduğu görülmüştür. Köyde yapılan araştırmada halen parmaklı kilimin 1934 doğumlu 75 yaşındaki Fadime Keskin tarafından dokunduğu, başka dokuyan kimsenin bulunmadığı tesbit edilmiştir. Ancak gerek motiflerde gerekse ip kalitesinde, yün ip yerine orlon ip kullanarak büyük bozulmanın olduğu görülmüştür. Anıtkaya’da kullanılan motiflerden değişik olarak Fadime Eli, Gül ve Deve Zinciri gibi motifler kullanılmış renk olarak da piyasada satılan orlon iplerin bütün renkleri kullanılmıştır.
    Aşağı Tandırı Köyü:
    Köy caminde çok miktarda parmak motifli kilimin olduğunun görülmesi üzerine köyde yapılan araştırmada bu tip kilimin 30-40 yıl öncesine kadar dokunduğu, ancak günümüzde dokuma işleminin yapılmadığı saptanmıştır. Eski dokuyuculardan bir tek 1902 doğumlu 91 yaşında Döndü Şen bulunmuş ise de 20 seneyi aşkın zamandır kilim dokumadığını ifade etmiştir. Motif adları ve renkler Anıtkaya kasabasının aynıdır.

    SONUÇ:
    Afyonkarahisar İli Merkez İlçesi Anıtkaya (Eğret) Kasabası ile yakın köylerde görülen ve parmaklı kilim adı ile adlandırılan bir grup kilimin yukarıda belirtildiği gibi Anadolu’da örneklerine rastlanamamıştır. Yapılan literatür araştırmasında benzer örneklerine rastlanamamış olmasına karşın parmak motiflerinin kullanıldığı değişik kilimlerin dokunduğu merkezler görülmüştür.

    Bunlardan; Kuzeybatı Anadolu kökenli bir kilim (9), Dazkırı yöresinden bir kilim (10), Orta Anadolu ve Konya yöresinde dokunan bir kilim (11), İçel-Mut yöresinden bir kilim (12), Mersin-Mut yöresinden bir kilim (13), Konya yöresinden dört kilim (14) örnek olarak gösterilebilir.

    Günümüzde dokuması (Akören köyünde bir kişi hariç olmak üzere) tümüyle bırakılmış ve unutulmaya yüz tutmuş olan geleneksel motiflerle dokunmuş yöreye özgü bu kilimler zaman içinde ya satılarak ya da kullanılmaktan dolayı eskiyerek kullanılmaz hale gelip elden çıkacak, böylece Afyonkarahisar kilimcilik sanatı içinde Anıtkaya (Eğret) kilimleri sanat tarihimizden silinecektir. Bu olasılığın önüne geçmek için, son yıllarda Bayat, İsçehisar, Dinar ve Sandıklı ilçelerimizde kilimciliğin yeniden canlandırılması çalışmalarının yapıldığı gibi Anıtkaya’da kilimciliği canlandırma projesinin uygulanması kanımızca yerinde olacaktır.

    DİPNOTLAR:
    1- Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğünün 22.04.1993 gün ve 2441 sayılı yazısı ile Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı, İdari ve Mali işler Daire Başkanlığının 19.02.1993 gün ve 1137 sayılı yazısı.
    2- Tarama Komisyonu Müze Müdürü Arkeolog Ahmet TOPBAŞ, Müze Araştırmacısı Arkeolog Halil ARÇA, Müftülük İl Saymanı Ömer KOÇ, Türbe Camii Kayyumu Halil İbrahim KARATEKİN’den oluşmuştur.
    3- 1 Nolu listeye bakınız.
    4- Anıtkaya İlkokulu Müdürü Nevzat OMAK’ın Çevre Araştırma dosyası ve Anıtkayalı sakinler.
    5- GÖNÇER, Süleyman: Afyon İli Tarihi, Cilt 1, Sayfa 346-347, İzmir-1971
    6- Konya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 13.02.1986 gün ve 38 sayılı kararı ile Korunması gerekli Kültür Carlığı olarak tescil edilmiştir.
    7- Anıtkaya Kasabası Belediye Başkanı Mahmut ÖZTÜRK.
    8- Tarım İl Müdürlüğü Proje ve istatistik Şube Müdürlüğü Ziraat Teknisyeni Osman GÖKÇE.
    9- ÖLÇER, Nazan: Kilims, Museum Of Turkish And Islamic Arts. Sayfa 70-71, Eren yayıncılık, İstanbul-1989.
    10- Adı Geçen Eser. Sayfa 72-73.
    11- Adı Geçen Eser. Sayfa 96-97.
    12- ERBEK, GÜRAN: Kilim Catoloque No: 1. Cat No: 47. Selçuk Yayınları, ANKARA.
    13- Adı Geçen Eser. Cat No: 51.
    14- Adı Geçen Eser. Cat No: 64, 65, 66, 71.

    NOT: Bu bildiri, Afyonkarahisar Müze Müdürü Arkeolog Ahmet TOPBAŞ tarafından, 22-24 Ekim 1993’te düzenlenen “3. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu”nda sunulmuş olup Afyonkarahisar Belediyesi tarafından bastırılan “3. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri” adlı kitapta yayınlanmıştır.


02 Kasım 2021

Han (Kervansaray)


    Eğret Köyü'nün en eski yapısıdır. Belki de köy, onun hatırı ve sebebine burada kurulmuştur. Eğer Eski Eğret'ten şimdiki yerine taşınma gerçekleştiyse, bu sırada Han zaten inşa edilmiş olmalı. Asırlar sonra Eğret Köyünün sembolü haline gelmiş.

    Kervansarayın yapılış tarihi ile ilgili kesinleşmiş bir bilgiye sahip değiliz. Bunun tek sebebi kitabesinin olmaması. Aslında taçkapı üzerinde bir kitabe yeri var; ama kitabenin kendisi yok. Eskilerden nakledildiğine göre, vaktiyle burada çift başlı bir kartal figürü varmış. Bu durum doğrudan Selçuklulara işaret manasına geliyor. Ancak sözü edilen figürden de geriye bir iz kalmamış. 

    2000 yılında uzmanlar, Cuma Camisi kapısı üzerindeki kitabenin boyut itibariyle han kitabeliğine ait olduğunu tahmin ettiler. Cami duvarında pek eğreti duruyordu ve Kervansaraydaki yerine tam oturacak gibiydi. Ne yazık ki kitabenin yüzü çimento ile sıvandığı için okunamadı. Yeni bilgiler de tahminden öteye geçemedi. Eğer o kitabe Han'a aitse bile, camiye nakil olayı çok eskiden olmuştur; çünkü yüz yıl önceki fotoğrafta kitabe yeri şimdiki halinde görünüyor.

    Kitabe olmayınca Hanın yapılışıyla ilgili bilgiler, tahminler ve bazı çıkarımlara dayanıyor. Mimari yapı, taç kapı özellikleri, malzeme vs. verilerden yola çıkarak onun 13. yy Selçuklu yapılarından biri olduğunu söyleyenler var. Daha da ayrıntıya inip 13. yüzyılın ilk on yılında yapıldığı sonucuna varanlar, hatta yıl vererek 1267'yi işaret edenler olmuş. Germiyanoğlu Süleyman Bey tarafından 1370-1380 yılları arasında yaptırıldığı ise bir başka bilgi. Afyon Ulu Cami'nin artan taşlarından inşa edildiği rivayeti de kulağıma çarpmıştı.

    O mimari özelliklere gelince... Bir defa Selçuklu, Osmanlı, Germiyan, Bizans... Bütün özellikleri dikkate alındığında hiçbir mimari ekola dahil edilemeyeceği söyleniyor. Belki hepsinden izleri üzerinde toplamış. Ve belki de bu yüzden kesin bir tarih biçilemiyor. 

    Eğret Hanı doğudan batıya dikdörtgen planlı. Dörderden iki sıra toplam sekiz filayağı üzerine oturtulmuş kemerlerin yanlarda olanları daha dardır. Bu şekilde üç uzun koridora bölünen han içinin ortadaki koridoru, yanlardakinden daha geniş ve yüksek tutulmuş. İçerinin aydınlatılması, kuzey duvarının birinci ve üçüncü bölümlerine açılan mazgal pencerelerle sağlanıyor. Duvar deyince, onlar büyük ve sağlam kesme taşlarla örülmüş. Kesme taş kaplamalar arasında sağdan soldan getirildiği anlaşılan antik mimari parçalar göze çarpar. Duvar kenarları dambeş seviyesinden biraz daha yüksekçe, doğu duvarının ortasında ise yarım metre kadar dikkat çekici bir yükselti göze çarpar. Yağmur sularının tahliyesi için taştan oyulmuş hoş görünümlü oluklar da bir başka özelliğidir. Tipik kervansaraylar gibi bir avlusu bulunmamaktadır.

    Eğret Hanı'nı diğer kervansaraylardan ayıran en belirgin farklılığı batı tarafındaki kapısıdır. Öne ve yukarıya doğru çıkıntılı olarak yapılan taç kapı dikdörtgen biçimindedir. Arazinin eğimi de göz önünde bulundurularak zeminden yüksekçe yapılan taç kapısının her iki yanında, göze hoş gelecek şekilde üç ayrı yükseklikte üç sütun yer almaktadır. Eski resimlerde farkedilen eksik sütunlar 1960'lardaki ilk onarımda, yan taraftaki eski mezarlıkta mezartaşı olarak kullanılan uygun sütunlarla tamamlanmıştır. Bunlara benzer şekilde yapılan giriş kapısı üzerinde iki küçük sütun arasında pencere şeklinde kitabe yeri bulunmaktadır. Girişte başlıklı olarak yerleştirilen sütunların üzerine kesme taştan, sivri kemerli taç kapısı oluşturulmuştur. Sütunların arası ve duvara gelen bölümleri kesme taş ile doldurulmuştur. 

    İki kanatlı cümle kapısı eski fotoğraflarda ahşap malzeme olarak görülmektedir. Bu kapı sivri kemer boşluğunun tamamını kapatmamakta, yukarıdaki boşluk başka bir malzeme ile kapatılmış görülmektedir. Geçen yüzyılda yapılan ilk onarımda bu kapının yerine, sivri kemerli kapı boşluğunu tamamen dolduran sağlam metal mazgal-kapı takılmış. Daha sonraki onarımda bu kapı da sökülerek orijinaline yakın çift kanatlı ahşap kapıya dönülmüş oldu.

    Yapılış amacı adından da anlaşılacağı üzere yolculara barınma, dinlenme, korunma imkanı sağlamaktı. Selçuklu'nun başkenti Konya'yı, Bizans başkenti İstanbul'a bağlayan yolun üzerindeydi Eğret. Konya-İstanbul hattını şöyle belirliyor tarihçiler: Konya - Horozlu Han - Dokuzun Kervansarayı - Kadın Hanı - Ilgın - Argıt Hanı - Akşehir - Sahip Ata Kervansarayı - Çay Taş Han - Afyon - Altıgöz Köprüsü - Eğret Han - Döğer Han - Kütahya - Bursa. Osmanlılar döneminde ise İstanbul merkezinden güneye inen ticaret yolu Eğret'ten geçiyor. Üsküdar'dan başlayıp İnönü'de üç kola ayrılan yollardan diğer ikisinden en doğuya kıvrılanı Bayat üzerinden Akşehir'e uzanıyor ve "Hac Yolu" olarak biliniyor. Ortadan, Döğer üzerinden sallanana ise "Menzil Yolu" deniyor. En batıdaki ve Eğret'ten geçeni malum "Ticaret Yolu". Üçü de Akşehir'de tekrar birleşiyor. Şu durumda Eğret ve kervansarayı tam da "İpek Yolu" üzerinde bulunuyor. 16. yüzyıldan itibaren yolcu hizmeti fonksiyonunda azalma olsa da 19. yy'da bile Eğret Hanı'nın ticaret kervanlarına hizmet verdiği kaydedilmiş.

    20. Yüzyıla geldiğimizde Han'ın kervansaray özelliğinin tamamen kaybolduğunu görüyoruz. Ticaret kervanlarının ihtiyaçlarına göre  30-40 km'lik aralarla serpiştirilen kervansaraylara, motorlu taşıt araçlarının yaygınlaşmasıyla hiç ihtiyaç kalmamıştı. Yunan işgalinde harabeye dönmüş Eğret Hanı'nın yemekhane olarak kullanıldığını biliyoruz. Daha sonra ilk tamir akabinde Tarım Kredi Kooperatifince depo olarak kullanıldı. Yıllarca kimyevi gübre konulduğunu hatırlıyorum. Bir süre yed-i emin deposu gibi hasarlı bir arabaya evsahipliği yapmıştı. İkinci onarım sonrası nişan-nikah salonu da olduydu galiba. 

    Bana göre Eğret Hanı'na en yakışacak şey, taçkapısının üzerine ahşaptan mamul, otantik görünümlü "Eğret Müzesi" levhasını asmaktır. Madem Anıtlar Yüksek Kurulunca "korunması gerekli tarihi eser" olarak tespit edilmiş ve bu Resmi Gazetede yayınlanmış, bundan daha iyi koruma mı olur!


KAYNAKLAR:
1.Türkiye'de Vakıf Abideler ve Eski Eserler I, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ankara, 1983
2.Türk-İslam Kültür Ve Medeniyeti, Sadi Bayram, Vakıflar Dergisi, cilt II, s.307
3.Anadolu Selçukluları Çağında Kervan Yolları, M.Kemal Özergin, İstanbul, 1959
4.Osmanlı Öncesi Dönemden Yayınlanmamış Üç Menzil Hanı, Prof. Dr. Rahmi Hüseyin Ünal    
5.Anadolu Selçuklu Dönemi Taçkapılarında Tezyinat, Çiğdem Önkol Ertunç, Isparta, 2016  
6.Eğridir Mübarüziddin Ertokuş Hanı, Ömer Özbek  
7.Anadolu Selçuklu Devri Büyük Programlı Yapılarında Ön Yüz Düzeni, Zafer Bayburtluoğlu, Vakıflar Dergisi, Sayı 11, s.104 
8.10 Mayıs 1976 tarihinde yayınlanan 15583 sayılı Resmi Gazete    
9.Sonbaharda Bir Gezi, Von E. Sperling, Berlin, 1864          
                              

30 Ekim 2021

Telve

    Eğret'te oda müdavimleri genellikle kendi sülale odalarına devam ediyordu. Köyden geçerken konaklamak maksadıyla gelenler müstesna. Onlar varsa bir epbabı, onun odasını buluyor. Daha önce misafir olarak bulunup da iyi muamele görmüşse yine ilk tercihi orası oluyor. Bir de köye giriş yerine göre ilk karşısına çıkan odaya girenler vardı ki bunlar genellikle ilk defa gelenlerden çıkıyor. Mesela Karacahmet-Döğer tarafından gelenler Alagır'daki odalara; Dandır yönünden gelenler Söğütcük odalarına yöneliyorlar. Afyon veya Kütahya istikametinden gelenler de yolu üzerlerindeki uygun odalara varıyorlardı.

    Omarcıkların eski oda, şimdi Bödülerin evin olduğu yerdeki. Goca oda diye biliniyordu. İçine hiç girmediydim; ama yıkılmadan önce önünden geçmişliğim çoktur. Olay burada geçiyor.

    Gocaüseyin (Kilci'nin babası, namıdiğer Suluüseyin, Hüseyin Sağlam) misafirlerinin karnını doyurduktan sonra cezveyi ateşe sürüyor. O yıllarda daha çay saltanatını kuramamış, kahve hüküm sürmekte. Gerçi yokluk zamanlarında onun yerine nohut tozunu filan kahve niyetine içiyorlar; ama ehlikeyif için en geçerli ikram kahve. Sunumdaki konfor belki bugünkü gibi değildi; fincan yerine kupa, ocak yerine mangal vs. ile idare ediliyordu; ancak ikramın özü değişmiyordu, sıcaklık ve samimiyetle...

    Kahveler içilip henüz muhabbet koyulaşmadan içeri bir yabancı girdi. Geç kalmış bir yolcuydu belli ki. İlk defa görülüyordu. "Hoşgeldin-beşgittin, merabayın" faslından sonra "aç mısın-tok musun" soruldu. Toktu. Aç olsaydı Gocaüseyin evden bir sıfra daha getirtecekti. Şu durumda misafire kahve ikramına geçilmeliydi. Diğer misafirlerle içilen kahvenin bulaşıkları da ortadayken, onu ayırmak olmazdı.

    Üstteki kulak mandalı kaydırarak dolav kapağını açtığı anda ter bastı. Kahve kavanozu bomboştu. Az önceki postada tamamını kullandığını nasıl da unutmuştu. Ne yapacaktı şimdi? Hayır, kendileri içmemiş olsa mühim değildi, misafire kahve sunmak gibi bir mecburiyet yoktu ki! Ama işte kendi içtiklerinin izi meydandayken bir kişiyi ayırıp ona vermemek çok incitici bir davranış olurdu. Misafirin incinmesi ise Gocaüseyin'i misliyle incitirdi. Terlemesi bu iç sıkıntısındandı.

    Çaresizliğini belli etmemek için sırtını cemaate döndü. Eli ayağına dolaşmıştı. Gözü, kupalardaki telvelere ilişti. Bu vartadan çıkışın başka yolu yoktu. Kaşıkla alabildiği kadarını cezveye attı. Ateşe sürerken "inşallah kimse görmemiştir" diye geçirdi içinden. Gelvelakin bir çift göz  her şeyi farketmişti. Kahvesini yudumlarken, sonradan gelen misafirin yüzündeki hınzır gülümsemeyi de yalnız Gocaüseyin farkedebildi.
    ...
    O yıl yine kıtlık oldu. Son yıllarda böyleydi; yağmur kıt, toprak verimsiz, hasılat bereketsiz oluyordu. Kış çıkmadan ambarlar boşalıyor, köylü bir yerlerden azıklık tedariki yolunu arıyordu. Kimde varsa, harman veresiye yalvar yakar bir kile buğday bulabilirsen kendini şanslı sayardın.

    "Kütahya taraflarında bir köyde, ağa varanı boş çevirmiyormuş" haberi gelince Eğretliler de oraya yöneldi. Kıtlık buraya uğramamış gibiydi. Hakikaten azıklığını alan dönüyordu. Kimse boş çevrilmiyor, birer kile herkese veriliyordu. Bekleyiş esnasında ağanın sesi duyuldu: "Oğlum Hüseyin Ağa'nın gerisini doldurun!" Gocaüseyin şaşırdı; niyeydi ki, başkalarına bir kile buğday verilirken kendisine bir araba...  Ağayı tanıyacak gibi oldu, fakat çıkaramadı. "Kimse kim" dedi, memnuniyetinden başka şey düşünecek halde değildi.

    Dene dolu arabayla oradan ayrılırken Ağa dedi ki: "Odanda ağırladığın misafirlerle birlikte yersiniz." İçinde 'oda-misafir-ağırlamak' kelimeleri bulunan bu sözü işitince kafası dank etti. Adam, bir gece çaresizlikten kahve yerine telve ikram ettiği misafirdi. Kahvesini yudumlarken yüzünde beliren hınzır tebessüm aynısıyla tekrar karşısındaydı.
    ...
    Olay Yusuf(as) Kıssasından alınmış bir hikaye gibi değil mi? Duyduğumda ben de öyle demiştim.


29 Ekim 2021

Kasım Çetirengi

     Harmandan kalkmış olmak, 'İş bitti, her şey tamama erdi, paydos!' demek değildi. Belki o yılın hasadı bitmiş oluyor; ama hayat devam ediyor ve yeni bir yıl kendiliğinden ve sessizce başlıyordu. Eğret takviminde mevsim ve yıl geçişleri keskin çizgilerle değil, yumuşak ve belli belirsiz olurdu. Zaten insanların buna bir müdahalesi olamaz; bazen yaz bittiği ve kış başladığı bile herşey olup bittikten sonra farkedilirdi. Güneş durdurulamadığı gibi zamanın da önüne geçilemezdi. Hala öyle değil mi...

    Eğret takvimindeki iki mevsim, yaz ve kış sürekli birbirini kovalayıp duruyor. 6 Mayıs hıdrellezle karşılanan yaz, 7 Kasımda ömrünü tamamlarken; hemen ertesi günü, 8 Kasımda kış başlıyor. İş takviminin yeni yılı ise ekim ile, yani toprağa tohum saçmakla başlıyor. "Ekinler" denilen bu dönemden buğday ekim zamanını anlamak gerekir. Tam olarak vakti ise Ekim-Kasım aylarıdır. 

    Sonbaharda ekilen ekine "kışlık" adı veriliyor. Eğer bu dönemde ekmeyi yetiştiremediysen kış sonrası baharında da ekim yapılabilir. Buna da "yazlık" diyorlar. Genellikle yazlık ekinler diğerine göre daha zayıf oluyor. İleşberlik biraz da kumara benzediği için; bazen de bir bakıyorsun kışlıklar yazlığa göre zayıf kalıyor. Yine de mümkün olduğu kadar ekinler Ekim-Kasım döneminde bitirilmeye çalışılır. Toprağın tavı yakalanır, yeşerdikten sonra bol karlı bir kış geçirilirse kışlık buğdayın değme keyfine. Bu yüzden ileşber, yağmur ne kadar çok olursa olsun, ille de kar yağmasını ister. Ona göre kar, ekin için yorgan görevindedir.

    Bizzat ekin ekmiş değilim; lakin kışlık buğday ekimine birkaç kez şahit oldum. Ekim işi tohum saçmakla başlardı. Tohum dolu tef sol koltuğunda, gevşek yumruk yaptığı sağ avucuyla bir sağa bir sola yarım dönerek tohum saçanı görüp de ritmine hayran olmamak elde değildi. Mehter takımında kudüm çalan birini düşünün, iki adımda bir durmasa aynen tohum saçanın yürüyüşündedir. Avuçladığı buğdayı saçarken parmak aralarındaki açıklığı kullandığını hemen farkedersin. Avucundakini tamamen bitirmeden tefe daldırır, bu arada fazlalığı atıp yeniden avucunu doldurur. Aynı anda adımını da attığından belli bir mesafe katetmiştir, beklemeden diğer yana yeni uvuçladığını saçması gerekir. Bu iş tefteki tohum bitene kadar devam eder durur. Tohum çuvalının yanına gelmeden de tef boşalmaz. Yılların tecrübesiyle el-ayak-göz bütünlüğü mükemmeldir. Vücudun organları otomatikleşmiş olduğunu, tohum saçarken aynı zamanda tarlayı adımladıklarını duyduğumda anlamıştım.

    Tohum saçıldıktan sonra sürme ve sürgülemeye geçilir. Sürerek toprak alt-üst edilir, böylece zemin yüzeyindeki tohum toprak altına alınır. Sürgüleme yapılınca da herşeye rağmen açıkta kalan tohumlar örtülür ve de zemin düzeltilmiş olunur. Çocukluğumda gözlemlediğim ekin ekmelerden aklımda kalan; Üyükyolu'nda alıç ve boş fişek toplamak, Uzundere'de sürgüye binmek ve hava güneşli olmasına rağmen bol bol üşümektir. Demek ki bu dönem güz sonu, kış başlangıcıydı.

    Yine bu zamanlarda büyükler kendi aralarında, sakındıkları bir şeyden söz ederlerdi. "Gasım çetirengi" dedikleri o şey, ekin ekmenin doğru olmadığı bir dönemmiş. Bir hafta, bilemedin 10 gün kadar süren bu dönemde ekilen ekinler boşa gider, tohumlar heba olurmuş. Bu yüzden Kasım çetirengi gözetilir, o dönemde ekime ara verilirdi. Sonradan öğrendim ki bu dönem 8-20 Kasım arasıdır.

    Kış mevsiminin başladığı 8 Kasımdan itibaren çok şiddetli 10 günlük döneme "çetireng" demişler. Elbette asırların tecrübesiyle bu sonuca ulaşılmış. Yaklaşık on günlük bu süre, yaban domuzlarının çiftleşme zamanıymış. Bazı hayvanların çiftleşmesine 'çatışma' dendiği düşünülürse; 'çetirenk' adının bu domuz kızışma dönemiyle bir ilgisi olabilir...

    Atalardan gördükleri kadarıyla çetirengde ekmemeye dikkat etmişler. Dediklerine göre bu şiddetli soğuklarda saçılan tohum donduğu için yeşeremiyor. Gayet mantıklı bir çıkarım.

    Başka bir fikre göre; çetirengde ekim tehlikesi tohumun donmasıyla ilgili değil. Çetireng  ekininin büyüme süreci öyle bir vakte denk geliyor ki baharda çiçeklenme gerçekleşmiyor, asıl sakıncalı durum bu. Bu tehlikeden kurtulmanın yolu Kasım çetirenginde ekmemek.

    Yine eskilerden rivayet edildiğine göre kasım çetirenginde ekildiğinde Çatalüyük tarafındaki Gobakguyusu, Gavasguyusu, Söğütcük, Omarcık, Yörükçeşmesi ve Çayırlar'a  kadar süren dere boyundaki ekinleri, çiçek zamanında ya duman vurur ya kırağı; kesinlikle mahsul kaldırılamaz...

    Şimdilerde hakim olan görüşe göre ise çetireng dönemi tamamen sakıncalı değil. Şöyle ki, bu vakitte ekilen ekin bazen çok verimli olabiliyor. Tabi tutarsa... Belki bu yüzden, belki de çetirenge inanmadıkları için bugün insanlar Kasım çetirengini pek de önemsemiyorlar. Haklı olabilirler, zira mevsimler de değişti; öyle yıllar oluyor ki Ocaktan önce kar yağmazken, bazen Ekim ayında dondurucu soğuk görebiliyoruz.

    Çetirenk geçtikten sonra ekim daha tehlikesiz oluyor. Anıtkayalılar bu konuda aşırı derecede cesur davranmışlar. Hatta "Zemherinin 27'sinde (17 Ocak) isterse buza saç, çıkarsa çıkar, çıkmazsa bunu oğluna bile söyleme, irezil olursun" diye darbımesel haline gelmiş bir söylenti dolaşır.

    Her şeye rağmen ekim vaktini kaçıranlar olabilir. Biraz meşguliyet biraz da vurdumduymazlıktan olsa gerek, Esnan'ın Veli Seyrek de bir sene ekim sezonunu ıskalamış. Yine de tarlaya gidip olduğu kadarıyla deyip tohumunu saçmış. Nasıl olduysa o sene herkesin ekini zayıfken onunki pek güzel olmuş. Tekniğini merak edip 'Hangi tavda ektin' diye soranlara 'Veli tavında' diye muzip bir cevap vermiş. O günden beri asıl ekim vaktini kaçıranların gecikmeli ekimine 'Veli tavı' deniliyor...

    Tabi zamanın şartlarına göre insanlar eskiden daha çok çalışırlarmış. Nadas yaygın bir uygulama... Ayrıca ikileme, üçleme gibi defalarca ekilecek tarlayı sürenler var. Ne kadar çok sürülürse o kadar ekime hazır hale geliyor ve ona göre de verim artıyor. Bazen bunu abartanlara da rastlanırmış... Sıntırhüseyin İhsaniye'ye buğday satmaya gitmiş. Ofis aracılığuyla devlete mi, yoksa iskele de vagonlara filan mı yıkıyor nedir... Görevli memur tartmış deneyi, inanamamış bir daha tartmış, sonra bir daha... Yanlış olmasın diye tekrar tekrar tartmasının sebebi, sıradan denelerin iki katından daha ağır gelmesidir. Bunun hikmetini sormuş Memur, ister istemez... Hüseyin Sımsıkı 'İşin sırrı şu öküzlerde, tarlayı tam beş kere sürdüler' diye Memurun merakını gidermiş...

    Yeni teknikler ve zamanın şartları gereği eski alışkanlıklar bırakıldı. Yalnız Anıtkaya'da ekinler eskiden beri "kuruya" ekiliyor. Yağmur yağmasını beklemeden yapılan bu ekim tekniğine dayanarak insanlar bırak çetireng gözetmeyi, Eylülde ekime başlıyorlar. Zaten çetireng-metireng tarih olmuş durumda...



28 Ekim 2021

Met

    60-70 Santim uzunluğunda bir değnek ve bir karışlık bir çubukla oynanır. Çubuğa met deniyor ve bu aynı zamanda oyunun da adı olmuş. Met genellikle taze meşe dalından kesiliyor. Oyunda sürekli darbeye maruz kalan taraf olduğu için sağlam, dayanıklı olması beklenir. Bizde bulunan en sert ağaç da meşe oluyor. Birkaç darbeden sonra kabuğu soyulur; ama dert değil, kabuksuz da olsa met her vuruşta uzağa gider ve atıcılar da onunla isabetli atış yapabilir. Değneğe gelince; onun çok sağlam olmasına gerek yok. Hatta meşe olması istenmez çünkü sağlam olduğu ölçüde ağırdır da meşe. Bu yüzden çoğunlukla yaş söğüt dalından kesilir. Kalınlığı da vurucunun eliyle kavrayabileceği kadar olması yeterlidir.

    Takımlar halinde oynanan met zevklidir; ancak takım oluşturmak zor geldiği durumlarda iki kişiyle bireysel olarak da oynanabilir. Bunun pek tadı tuzu olmaz, takım oyunu kadar zevk vermez. Biraz da eğlence kalabalıkta çıktığı için olsa gerek, bireysel oyunda rekabetin ve eğlencenin derecesi düşük oluyor. İster takımla oynansın, ister ferdi oynansın; Anıtkaya'da biz iki tür met oynadık: Fıydırmalı ve çeldirmeli met.

    İnce kanal biçiminde yere bir çukur açılır. Zemin sert ise bunun yerine met, iki taş üzerine konularak da aynı işlev de gördürülebilir. Maksat değneği metin altına sokarak fıydırma durumuna getirebilmektir. Bu çukurla da yapılabilir, taş köprüyle de. Biz çoğunlukla fırının küllüğünde oynadığımızdan kolaylıkla çukur kazabiliyorduk.

    Çukur veya taş üzerine konan met, altından değnekle birden fıydırılır. Amaç, mümkün olduğu kadar meti uzağa düşürebilmektir. Fıydırmadan sonra değnek çukur üzerine bırakılır. Havada süzülen meti bu arada karşı takım oyuncuları yere düşürmeden yakalarsa, fıydırmayı yapan oyuncunun hakkı biter, başka bir arkadaşı fıydırmaya geçer. Havadaki met rakip oyuncularca tutulamadan yere düşerse yine de herşey bitmiş sayılmaz; çukur üzerine bırakılan değneğe doğru, met düştüğü yerden atılır. Değnek vurulursa yine fıydıran oyuncunun hakkı bitmiş sayılır, diğer arkadaşı fıydırmaya geçer. Rakip takım değneğe atışta da isabet ettiremezse artık sayıya yaklaşılmıştır. 

    Fıydırmacı oyuncu meti rahat vuruş yapabileceği düzgün bir yere serbestçe atar. Artık iş çeldirmeye gelmiştir. Çeldirme denilen şey, metin ucuna değnekle vurup onu havaya zıplatmak ve yere düşmeden sert bir darbeyle onu ileriye fırlatmaktır. Vurulan yer ile düştüğü yer arasındaki mesafe değnek boyu ölçülerek takıma sayı yazılır. Takıma sayıyı kazandıran oyuncu tekrar fıydırma ile oyuna devam eder. Yalnız çeldirmede met uçlarının gacamaklı olması çok önemlidir. Gacamak, met tarayla kesilirken çapraz bir kesit oluşturarak sağlanır. Düz kesimle kesilen bir meti çeldirmek çok zordur.

    Rakip takımın fıydırılan meti havada tutarak veya yere düşerse çukur üzerindeki değneği metle vurarak oyuncuyu safdışı bırakma fırsatı vardır. Buna rağmen takım olarak fıydırma ile oyuna başlamak büyük bir avantajdır. Bu avantajı elde etmek için daha oyuna başlamadan bir mini-met oynanır. Çukura bırakılan değneğe, takımlarınca belirlenen birer oyuncu atış yapar, vuran oyuncunun takımı fıydırma hakkını kazanmış olur. İkisi de vuramazsa, met ile çukur arası değnek boyu ölçülerek yakın düşüren kazandırılır. Eğer atışta ikisi de vurursa diğer oyuncular atış yapar.

    Fıydırmalı metten daha çok oynadığımız met oyunu, vurmalı-çeldirmeli met idi. Ardını duvara yaslamış koca bir daire yere çizilir. Bugünkü anlamıyla bu daireye kale diyebiliriz. Atış yapan takımın amacı meti mümkün olduğunca daireden uzağa düşürmek, rakip takımınki ise meti daireye sokmaktır. Oyun bu temel amaç etrafında şekillenir. Atışa başlayacak takım yine bir mini-met ile belirlenir.

    Bir eliyle meti hafifçe havaya fırlatan oyuncu, diğer eliyle kavradığı değneği olanca gücüyle mete vurur. Amaç kuvvetli bir vuruşla meti mümkün olduğunca uzağa düşürmektir. Bunun için metin darbe indirilecek kısmı iyi ayarlanmalı, tam ortasından vurmaya çalışılmalıdır. Tabi havada yere düşmekte olan metin vurulacak kısmını ölçüp biçmek imkansız olduğuna göre, burada vuruş zamanlamasının önemi ortaya çıkıyor. Zamanlama ayarlaması da ancak tecrübeyle kazanılabilir.

    Vuruşlar daire içinden yapılmalıdır. Bu arada karşı takım oyuncuları, meti havada yakalamak için tahmini düşüş noktasında hazır beklemektedirler. Çünkü met yere düşmeden tutulabilirse vuruş yapan oyuncu oyundan çıkmış olur. Havadaki meti tutabilmek o kadar da kolay değil. Çıplak elle yakalasan bile yine de düşürme riski verdır, ayrıca met darbesiyle parmakların acıyabilir. Bu yüzden oyuncular yakalamak için beklerken avuçlarını açmak yerine; ceket, fanne, takga, gocuk vs. ile yakalamaya çalışırlar. Onunla tutmak daha kolaydır.

    Met yere değdiğinde vuruş yapan oyuncuyu çıkarma fırsatı kaçmıştır; ancak bunun için bir hakkın daha var. Düştüğü yerden meti atıp, dairenin içine düşürmeye çalışacaksın. Bunu başarırsan o oyuncuyu yine oyundışı bırakabilirsin. Tabi bu sırada vuruşçu oyuncu elindeki değnekle kaleyi savunmaktadır. Onun amacı da met yere düşmeden ona bir darbe vurarak yine kaleden uzak tutmaya çalışmaktır. Bu sefer daha hareketli olan mete isabetli vuruş çok zordur. Buna çeldirme denir, eğer başarabilirse met hem kaleye girmemiş olur hem de yeni yapacağı vuruş daha uzaktan, avantajlı bir noktadan olacaktır. İyi vuruş yapabilirsen ve çeldirmede başarılıysan tek başına karşı takımı yenebilirsin. Çünkü çeldirdikten sonra daha ileriden yapacağın iyi bir vuruşla rakip takım meti bir daha kaleye yaklaştırabilmesi çok zordur. Ayrıca vuruşçu meti önceden belirlenen geniş oyun alanı dışına düşürdüğünde zaten sayı otomatik olarak gelecektir.

    Hem vuruşta hem de atışta beceri önemli. Metin meşe olmasının sebebi de bu zaten. Vuruşta değneği onun tam beline indirebilirsen adeta bir kuş gibi kanatlanır, süzülür, süzülür... Tutmak için bekleyen rakibin de ardına düşer. Atıcı isen, metin büyüklüğüne göre ister bir ucundan tutar bumerang gibi atılarsın; istersen işaret parmağını gerideki ucuna dayar, başparmakla alttan destekleyip atışını yaparsın. Rakibine çeldirme fırsatı vermeyip, meti kaleye sokacak bir atış stili seçmek sana kalmış.

    Bu oyundaki çeldirme ile fıydırmalı met çeldirmesi aynı şey değildir. Esasında çeldirmenin temel anlamı havadaki metin yönünü değiştirme demektir. Fıydırmalıda yerdeki met zıplatıldıktan sonra çelinir; vurmalıda ise sana doğru hızla gelen havadaki meti çeleceksin. Bu sebepten olsa gerek asıl met oyununda metin gacamaklı olmasına gerek yoktur, uçlarının düz ve küt olması tercih edilir. Hangi oyun olursa olsun, her takımın met ve değneği farklıdır. Bazen aynı takım oyuncularının kendi değneği olur; herkesin eline oturan, rahat vuruş yapabileceği farklı olması normaldir.

    Met geniş ve  açık alanlarda oynanır; ama ne kadar geniş olursa olsun bunun bir sınırı vardır. O günlerde bize geniş gelen alanlar yine de köy içindeydi. Bir serseri vuruşta met dambeşin birisinde kaybolabilirdi. Bu yüzden yanımızda yedek metler de bulundururduk. Bazen de mecbur kaldığımızda, kimde meşe varsa gider bir tane kesip oyuna devam ederdik.

    Burnumuzu çeke çeke met oynadığımız zamanları iyi hatırlıyorum; demek ki hafif serin bahar mevsimleriydi. Yalnız çocukların oynadığı bir oyun olarak düşünülmesi yanlış olur. 1950'li yıllarda askerden gelen bir delikanlının, ertesi sabah arkadaşlarını met oynamaya çağırdığını duymuştum.

    Bir zamanların pek revaçta oyunlarından biri... Malesef yazmak için hatırlamakta bile zorlandım.


22 Ekim 2021

Mevlüt


    Herhalde 1976 yılıydı. Dördüncü sınıftaydık. Birisi sıralarımızın üstüne ince bir kitap dağıttı. Kitap gibi değil de daha çok dergiyi andırıyordu. Diğer ders kitaplarına benzemiyordu, kirli beyaz bir zemine siyah mürekkeple yazılmış "DİN DERSİ" ibaresi vardı. Kapaktaki sadelik kitabın içinde de hakimdi; diğer kitaplardaki gibi resimler yoktu mesela, sırf yazıydı. Ve ilk sayfaların birinde tanıdık bir şiir gözüme çarpmıştı. Nereden hatırladığımı çıkaramadım.

    Derken ahenkli bir ses yükseldi. Boduoğlunun Ahmet, elini kulağına atmış, benim nereden hatırladığımı bilemediğim şiiri ırlana ırlana söylüyordu:

    Allah âdın zikr edelim evvelâ,
    Vâcib oldur cümle işte her kula.

    Tamamdı, camiden hatırlıyordum. Ceplerimizi şekerle doldururken hocaların okuduğu şeydi bu. Sonraları kendine has bir makamla okunan bu uzun şiire "Mevlit" dendiğini öğrenecektim. Din Dersi kitabına alınan kısmı şöyle devam ediyordu:

    Allah âdın her kim ol evvel ana,
    Her işi âsân ede Allah ona.

            Allah adı olsa her işin önü,
            Hergiz ebter olmaya ânın sonu.

    Her nefeste Allah âdın de müdâm.
    Allah adıyla olur her iş tamam,

            Bir kez Allah dese aşk ile lisân,
            Dökülür cümle günâh misl-i hazân.

    Yıllar geçti, büyüdük. Camiye gidiş amacımız ve biçimimiz değişti. Şeker alma amacı dışında da mevlit dinler olduk. Bu arada o şiir hakkında daha fazla malumat edindik. Okunuş amacını öğrendik, dinleme adabını gördük, okunuş biçimini gözlemledik; fakat çocuklukta şahit olduğum mevlütler hep hatırda kaldı.

    Mevlitler çoğunlukla ölü ardından okunuyordu. Cenazeden sonra, bir hafta içinde yapılan yemekli merasime "ölüyeri" adı veriliyor. Akşam yemeğinden sonra, yatsı ezanından önce camide mevlit/mevlüt/meğlüt okunurdu. İmamın yanında bunu okumayı bilen bir kaç kişi daha mihrapta yarım daire pozisyonunda oturur, önlerindeki peştatdayı dolaştırırlardı. Üzerinde açık vaziyetteki Meğlüt Kağıdından, seçtikleri bölümleri okuyup en sonunda dua bölümüne gelirlerdi. Tabi okuyacakları bölümleri belirlerken, herkes en iyi hangi bölümü okuyabiliyorsa onu alır, veya kendince önemli gördükleri bölümü ararlardı. Bu yüzden, peştatda önüne geldiği zaman önce hafif bir hışırtıyla sayfalar çevrilerek ilgili bölüme gelinirdi. 

    Mevlüt okuma mutlaka yukarıda verdiğim ilk bölümle olmalıdır. Çünkü o bölümde bir işe Allah adıyla başlamanın fazileti anlatılır. Bizler genellikle bu ilk bölümü kaçırırdık; zorunlu olarak dinlediğimde dikkatimi çeken, bizim köyde günlük hayattaki konuşma biçimini aynen buradaki telaffuza yansıtmalarıydı. Malum nazal ñ'nin bol kullanılması bunlardan biri. Mesela; 

    Allah adı olsa her işiñ öñü,
    Hergiz ebter olmaya ânıñ soñu.

    Okunan şeyde anlamını bilmediğim bir sürü söz vardı; ama ne denmek isteniyorsa az çok o anlaşılıyordu. Bir de bana tatlı gelen bu söyleyiş güzelliği, hocanın alçalıp yükselen sesiyle ve uzayıp kısalan hecelerle birleşince o yaşta bile çok hoşuma giden bir atmosfer oluşturuyordu. Sonraki bölüm şu ifadelerle biterken, "Süleyman"ın kim olduğunu merak ederdim:

    Her kim ki diler bu duâda buluna,
    Fâtiha ihsân ede Süleyman kuluna.

    "Mevlüt Kağıdı" başka birinin önüne geçtiğinde, artık merasimin en coşkulu bölümüne hazır olmalısınız. Çünkü okunacak kısım, "doğum" bölümüdür ve bu bölüm zaten Mevlid'in yazılış amacını oluşturur. 

    Âmine Hâtun Muhammed ânesi,
    Ol sadefden doğdu ol dür dânesi.

sözleriyle başlayan doğum bölümünün her beytinde duygular kanatlanır. Okuyucunun maharetiyle bazı beyitlerde bu coşku daha bir başka olabilir.
    
    İndiler gökden melekler saf u saf,
    Kâ’be gibi kıldılar evim tavaf.

beyti bunlardan biridir. Saf saf yeryüzüne inen meleklere karşılık, hece hece göğe yükselen sözlerin kanat  şakırtısını duyar gibi olursunuz. Duygu dalgalanmasının zirvede olduğu bu anda yine Hocanın sesi devreye girerek sanki milleti sükunete davet edip tonunu düşürür. Birden ayaklarınız yere değer. Bu arada kutlu doğum da yaklaşmaktadır. Bu kez de sükunetten rahatsızmış gibi müthiş bir tempoyla okuma hızı artırılır. Her beyitte güm güm nabız atışı duyulur:

    Vasfını bu resme tertîb ettiler,
    Ol mübârek nûra tergîb ettiler.
            Âmine eydür çü vakt oldu tamam,
            Kim vücûde gele ol Hayr-ül-enâm.
    Susadım gayet harâretten kati,
    Sundular bir cam dolusu şerbeti.
            Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
            Lezzeti dahî şekerde yok idi.
    İçtim ânı oldu cismim nûra gark,
    Edemezdim nûrdan kendimi fark.
            Geldi bir ak kuş kanadıyle revân,
            Arkamı sığadı kuvvetle hemân.
    Doğdu ol sâatde ol Sultân-ı dîn,
    Nûra gark oldu semâvât-ü-zemîn.

    Tempo ve heyecan bu son beyite kadar arttıkça artar, okuyan ve dinleyenler kendilerini tutamayıp bu vakte gelene kadar ayağa kalkmış olurlar. Bu vaziyetteyken meşhur "Salat-ı Münciye" okunur. Üç kez tekrar edilen bu salavat sırasında bütün omuzlar iki yana sallanırken mümkün olsa tekrar uçacak gibidirler. Salavat bitince herkes oturur, ortalık da sakinleşir. Bu arada yeni bir bölüme geçilecektir. 

    "Merhaba" bölümünde bütün cihanla birlikte, kainatı şereflendirene hoşgeldin denir. Bu bölüm de de farklı bir okuyucu karşımıza çıkar. Miraç bölümünde yine dikkatimi çeken beyitlerden biri:
    
    Yâ Habîbim nedir ol kim diledin,
    Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?

O zamanlar anlamını tam olarak kestiremediğim bu sözlerde gizli bir sitem yükünü hissederdim. Bunda okuyucunun ses tonuna böyle bir şeyler katması veya "minnet eylemek" fiilinin özel anlamının  etkisi de söz konusu olabilir.

    Dua bölümünün de her beyti etkileyicidir ve çıkarılmadan bütün beyitleri okunur. Buradaki;

    Biz günahkâr âsî mücrim kulları,
    Yarlıgayıp kıl günahlardan berî.

beytinde "yarlığamak" filini yanlış okuduklarını düşünürdüm. Nereden bileyim onun "mağfiret" anlamını... Genellikle mevlüt okumada bu son bölüm olur, daha sonraki vefat ve dua kısımları okunmazdı. Onun yerine Bir miktar Kuran okunarak özel duaya geçilirdi.

    Mevlüt sahibinin ikramı olan şeker ve gülsuyu bu son fasıla gelmeden bitirilir. Artan şeker kalmaması için, genellikle sonradan gelen cemaat düşünülerek tedbiren sona bırakılan şekerler fazla ise bir tur daha dağıtılır. Son turun şekerleri genellikle amin deyenlerin göğe doğru açık ellerine bırakılır. Bu durum manevi atmosferi bozsa da sırf onun için camiye gelmiş biz çocukların dörtgözle beklediği bir andır. Şeker dolu ceplerle camiden çıkmak gibisi var mı! 

    Bu tür mevlüt okuma, ölünün kırkı ve yılında da yapılır. Bunun dışında, adak mevlütü denilen, kişinin Allah rızası için okuttuğu mevlütlerde de şeker ikramı yukarıdaki gibidir. 

    Köy mevlütünde iş değişir. Mevlüt sahibi belirli bir kişi değilse bu mevlide köy mevlüdü denir. Kandil gecelerinin mevlüdüdür bunlar. Adet olmuş ki herkes 100-200 gram, şekerini yanında götürür. Bunun için dükkanlarda akşama doğru hazırlıklar tamamlanır; gabaşeker, sorma şeker, ciyirdekli şeker kağıt külahlara paketlenir. Bakkal Süleyman (Dadak), Yeni Mısdık (Mustafa Şen), Kel Süleyman (Eren), Mantar Osman (Azbay), Arap Selim (Zenger), Bakkal Irmızan (Ramazan Türkmenoğlu), Sarı (Halit Akyol), Seydi (Selman) vs... Bakkaldan alınan şekerler cami girişindeki kovaya atılır. Her caminin bir şekercisi vardır, gayet adaletli bir şekilde şeker dağıtımı yapılır. Herkes getirdiğinden daha fazla "okunmuş" şekerle camiden ayrılır.

    Artık mevlütlerde eski coşkuyu göremiyoruz. Halkın mevlit sevgisinden korkulup "Kuran'ın yerine geçecek" bahanesiyle bir dönem çok hor görüldü Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i. Neredeyse yasaklanacaktı... Bir daha da eski havasını bulamadı. Bazen dinliyorum da yukarıda tasvirine çalıştığım havayı bulamıyorum.