31 Temmuz 2024

Kehribar Geçidi'ni Böyle Okudum


    Yine efsane soluklu bir Nazan Bekiroğlu romanı okuma niyetiyle Kehribar Geçidi’ne başladım. Her romanın başlangıç bölümü sıkıcıdır; zira olay, kişiler, yer ve zaman tanıtımına ayrılacağı için bu kaçınılmazdır. 600 Sayfalık bu yeni kitabın en az yüz sayfasını böyle bekliyordum. Fakat 35. sayfaya geldiğimde faltaşı gibi açıldı gözlerim, öyle böyle değil anlatılan, güncel ve çok yakınlarda yaşadığımız tanıdık olaylara benziyordu. Baktım, iİlk baskısı 2021'de yapılmış, o halde bu durum yazarın bilinçli tercihi olabilirdi. Altı çizile çizile okunması gereken ve sonunda bir değerlendirmeyi hak eden bir kitabı elimde tuttuğumu anladım.

    Tekrara düşmemek için kısa bir araştırma yaptım, daha önce söylenmiş şeyleri dile getirmek istemem. Şaşkınlığım iyice arttı, çünkü hemen herkes romanın ilk kısmı olan ilk 300 sayfayı çok sıkıcı bulmuştu. Oysa beni zıplatan paragraf 35. sayfada bulunuyordu. İnsanlar nasıl kitap okuyordu böyle. Demek ki okuyucunun da kendince bir bakış açısı var ve bu açıya göre okuyor, anlıyor, karşılaştırıyor, neticeye varıyordu. Anlaşıldığına göre, Kehribar Geçidi bizim ruh halimiz ve dünyamızla okunmamış veya değerlendirilmemişti. Bu yüzden romanı farklı bir bakış açısıyla nasıl okuduğumu anlatmak istedim.

    Kehribar Geçidi, Ashab-ı Kehf yahut Yedi Uyurlar olarak bildiğimiz, Kehf suresine konu olan meşhur bir hikayeyi işliyor. Yazar kendine has usta bir kurgulama ve anlatımla hikayeyi adeta güncellemiş. Roman sanatı açısından değerlendirmek haddimizi aşar, zaten ilgililer bunu gerekli mahfillerde yapmıştır/yaparlar. Benim yapmak istediğim ise, ilgimi çeken bazı noktaları sizin de ilginize sunmaktır. Böylece romanın bize ve günümüze bakan yönlerini gündeme getirmek istiyorum.

    İmparator Deklatyanus zamanında, 303 yılında Roma Forum’unda tellal bir bildiri/ferman okur. ‘Hıristiyanlık suçu sabit görüldüğü için ordunun çeşitli kademelerinden atılanların listesi’ni duyuran bu bildiri, 90’lı yıllardan itibaren ‘irticai faaliyetler’ gerekçe gösterilerek TSK’dan atılan subayları hatırlatıyor...

    Bildirinin bir yerinde listedekilerin affedilmesi için Roma’ya bağlılıklarını göstermesi şart koşuluyor. Cezaevi Müdürünün yaptığı konuşmayı hatırladım. ‘Buradan çıkabilmeniz için örgütle bağınızı kestiğinize benim ikna olmam lazım’ demişti. Kısaca etkin pişmanlık adı altında itirafçılık, iftiracılık teşvik ediliyor...

    Listede kendi adını gören Yüzbaşı roman boyunca ‘barbar’ olarak anılıyor. O’nun Tuna nehrinin ötesinden geldiği için böyle nitelendirildiği ileride açıklanacak. Burada önemli olan Romalıların kendilerinden olmayanları böyle nitelendirmesidir. Hıristiyan olduğu için ordudan atılan Yüzbaşının ihracına ikinci bir gerekçe de barbarlığı gibi algılanıyor...

    Bundan sonra yaklaşık yüz sayfada not almamışım. Bunun sebebi karakter tanıtımları olabilir. Yedi kişilik kadro (Barbar Yüzbaşı Gerat, Gezgin Almina, Azatlı köle Vitalis, Kandilci Feliks, Efesli Linus, Yazıcı Köle Simonides, Çoban Fazelis) tanıtılırlarken her birinin ayrı memleketten basit insanlar olduğu vurgulanıyor. Diğer insanlardan farkları ise mesleğinin en iyisi ve Hıristiyan olmaları belirtiliyor…

    Roma ve halkının ahlaksızlığı, vurdumduymazlığı, bencilliği eleştirilir; bu konuda soylularla sıradan insanlar bir birinin suç ortağıdır. Zulüm ve acımasızlığın en belirgin göstergesi Kolezyumdur ve orada toplanmış hazza garkolan seyirciler Roma’ya gökten bela yağdığının farkında değildir. Her dalda topyekun bir çöküş yaşanmaktadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve ekonomik çöküntüden misal verilir. Forum’a asılan fiyat listeleri sürekli hale gelen zamları gizleyemez. Bildiri/listenin sonunda Dektanyanus ‘Bu fermandaki tavan fiyatları aşarak ölüme veya sürgüne hazır olsun’ der...

    Kitapçı raflarında bir anda değişik kitaplar boy göstermeye başlamıştır. ‘Dinsizlere Karşı, Hıristiyan Düşüncenin Tutarsızlıkları Üzerine, Kafirlerin Öğretilerini Çürütmenin Yolları, Hıristiyanların Gizli Yaşamı Hakkında’ gibi adlara sahip bu kitaplar çok ucuz fiyata satılmaktadır... Kitapların içeriğine gelince, bu Hıristiyanların ne kadar tehlikeli olduklarına yönelik basmakalıp şeyler: Tanrıtanımazlar, sapkınlık içindeler, düpedüz azgınlar. Kimsenin bilmediği gizli güçleri var. Büyü yapıp hastalık başlatıyorlar, gökyüzüne taş atıp dolu yağdırıyorlar. Afetli fırtınalar çıkaranlar da onlar, sihirli sözcükler söyleyerek karıyı kocadan ayıranlar da onlar… 

    Gezgin Almina’ya göre, Roma muhteşem bir şehir, ama cinayetlerin en zalimi de burada işlenmektedir. Üstelik bu zülüm ve cinayetlerin aynısı 300 yıl önce Hz. İsa zamanında da yaşanmış olanlardır… Almina, ‘Çarşıda, pazarda, Forum’da bir taşın üzerine çıkarak yaklaşan fırtınadan bahsetmek’ için Roma’ya gelmiştir...

    İmparatorun önce Forum’da okunan sonra bütün sokakları dolduran buyrultusu çok ilginçtir:
    ‘1.Bugünden başlayarak kendilerine Hıristiyan diyen kafirlere ait bütün kiliseler istisnasız yıkılacaktır.’
    ‘2. Hıristiyanların toplandığı ve içinde sözde kutsal saydıkları yazmaları sakladıkları evler yıkılacaktır.’
    ‘3. Bütün kiliselerde bulunan ve sözde kutsiyet atfedilen metal eşyaya ve benzerlerine el konulacaktır. Kiliselere ve onlara ait mülklerle arazilere de el konulacaktır.’
    ‘4. Hıristiyanlar bir araya gelerek ibadet edemeyecektir.’
    ‘5. Hıristiyanlar Roma adına resmiyet taşıyan her türlü görevlerinden atılacak ve kilise önderleri tutuklanacaktır.’

    Yalnız Tellalın duyurduğu fermanın sonu da çok ilginçtir, aynen alıyorum: ‘Romalılar; asiller, yurttaşlar, köylüler, köleler. İmparatorun buyruğudur, o da Forum'da okunmuştur. Kafir ve dinsizlerce sözde kutsal sayılan bütün yazmalar, o yazmaların bütün kopyaları hiç kimsenin evinde, üzerinde çekmecesinde, sandığında, döşeğinin altında ve daha hiç bir yerinde bulundurulmayacaktır. Eğer bulunursa, bu yazmaların kendileri toplanacak, meydan ateşlerinde yakılacaktır, hem de gürül gürül. Saklandığı ev veya atölye veya işyeri yıkılacaktır. Bu yazmaları saklayan veya bulundurana gelince, hür vatandaş olanlar tutuklanıp yargılanacaktır. Kölelerin ve yabancıların yargılanmasına ise zaten gerek yoktur.’ Bu husus ikinci maddede kısaca geçiyordu, fermanın sonunda ayrıntıya girilmiş…

    Ferman yayınlandıktan sonra Hıristiyanlar şeytanlaştırıldı, şimdiye kadar işlenmiş bütün suçların faili olarak gösterildiler. ‘Geçen asrın krizi bu kafirler yüzünden çıkmış, fiyatlar onların yüzünden fırlamıştı. Şehir kapılarını barbarlara onlar açıyordu. Kaçan köle Hıristiyan’dı, cesedi bulunan efendiyi kafir kölesi katletmişti. Nero’yu, hatta Sezar’ı onlar öldürmüştü. İki asır önceki büyük deprem, bir asır önceki veba salgını, hatta Pompei’yi sonsuza kadar yok eden yanardağ püskürmesi bile onların başının altından çıkmıştı. Bir zamanlar ahlaksızlıkları Roma’ya dudak uçuklatan Bachus Bayramlarını da bunlar tertip etmişti.’ Bu bayram zamanında henüz Hz. İsa doğmamıştı, var gerisini sen düşün… 

    Kargaşa günlerin birinde Efesli Linus atölye/evinde telaşlı saatler geçirir. Komşusunun ihbarıyla evine baskın yapılacağını düşünerek fermanda belirtilen ‘sakıncalı’ şeyleri yok etmeye karar verir. Nehre atarak bornz balık heykelinden kurtulur, kutsal kitaptan sayfa ve ruloları da ocakta yakar…

    Roma’da o sırada İmparatora azıcık muhalefet edebilecek durumda tek kurum vardır, Senato… Lakin senatörlerin içinde ülkeyi ve onurunu düşünecek birkaç kişi dışında kimse bulunmuyor, çoğunluğu kişisel ikbal ve menfaatinin derdine düşmüş durumdaydı. Azatlı köle Vitalis’in efendisi Senatör Zosimos gibi birkaç kişinin de etkisi yoktu. Sonuçta senato olduğu gibi İmparatora teslim oldu…

    O senatoda, sırf İmparatora yüzlü görünerek bir şeyler elde etmek hesabıyla öyle tahrik edici konuşmalar yapılıyordu ki, Hıristiyanlara düşmanlığı İmparator terk edecek olsa bile bunlar karşı çıkarlardı. Mesela bir senatör ‘Forum’da malını mülkünü kiliseye hibe ederek çuvaldan giysilerle koşturan soylular görünür oldu, sizin de aranızda bunlardan var mı?’ diye hem soruyor hem de istediğimi böyle suçlarım mantığıyla tehdit ediyordu…

    Ordudan atılan barbar Yüzbaşı Gerat’ın hamam inşaatında işçi olarak çalıştığı anlatılıyor. Evine ekmek götürebilmek, hayatta kalabilmek için herkes her işi yaptı…

    Gerat’ın çalıştığı hamam inşaatı İmparator şerefine yapılmaktadır. Yakında ziyaret edeceği Roma’da her şey onun gelişine göre ayarlanmaktadır. Fakir halk ise iktidarın nimetlerinden hamam yoluyla azıcık yararlanır, ama beyni yıkanır orada. Bu beyin yıkama Hıristiyanları şeytanlaştırma merkezlidir…

    Bir yerde İmparatorun tam ismi zikrediliyor: İmparator Sezar Gayus Aurelyus Valeriyus Deklatyanus… Ünvanlarıyla birlikte dört beş isimli… Bir başka yerde de yıllar önce sadeliği ile belirginleşmiş İmparatorun bugünkü debdebe ve şatafatı karşılaştırılarak şu hali garipsenir…

    İmparatorun şu anki durumunda daha önemli bir gariplik anlatılır, onurlu Senatör Zosimos’un gözünden. Kendisine tanrılık izafe edilmiş ve buna İmparator hiç itiraz etmemiştir...

    ‘… İmparator sıkıldı… ve tırpanladığı Roma muhafız alayının değil kendi taşralı birliklerinin arasında…’ Bu cümleden anlaşıldığına göre İmparatorun hizmetinde Roma Muhafız alayı vardı onu dağıttı ve kendisi için yeni birlik oluşturdu…

    Gösterişli ve yapmacık karşılama töreninde gördüklerine İmparator inanmaz, ama Roma halkı öyle değil; ‘… bu zafer alayı kalabalıkları avutmaya fazlasıyla yetmişti. Çünkü ihtişamı taklit olsa da yaşattığı duygu gerçekti. Halk gönüllü aldanmaya dünden razıdır. Bir sihir içinde yaşadığını bilir ve kendisini uyandırmaya kalkışanın karşısına dikilir.’ Buna rağmen asıl hoşnutsuzluk sebebi halkın ahlaksızlığıdır. Çürüme tabandan mı başlamış yoksa tavandan tabana mı inmiştir. ‘Firavun kavmini aşağıladı, onlar da kendisine boyun eğdiler.’ (Zuhruf 54) Ayet her iki durumu da gayet güzel açıklamış…

    İmparator peş peşe fermanlar yayınlamaktadır. Bunların birisi dönüm noktası gibidir. Özet olarak Hıristiyanların kökünü kazıma emri denilebilecek bu fermanla adeta İmparator ‘Elinizden gelirse açıp kalplerine bakın. Gerekirse Roma’yı taş taş yıkar yeniden kurarım, her ferdi Hıristiyan çıksa hepsini yeniden kurar yeni bir Roma zürriyeti yaratırım.’ diyordu…

    Meşhur dördüncü ferman maddelerine biraz bakmak lazım: 1-İmparator tebasının tamamı tanrılar adına yemin ederek kurban kesecek ve o kurbanın etinden tadacaklardır. 2-Şüphelenilen herkes Hıristiyan olmadığını ispat etmek zorundadır. 3-Kurban kesmeyenler suçunu itiraf etmiş sayılacak ve sonu ölüm olan her türlü cezaya çarptırılacaktır. Anlaşılıyor ki Hiristiyan olma da ne olursan ol, anlayışındalar… Bu kararların özündeki caniliğe bakılırsa ‘Demek ki İmparator, erkanını ve filozoflarını başına toplayarak bir zümrenin kökünü nasıl kurutacağını, kendi halkını yok etmenin olurunu soğukkanlılıkla tartışmıştı.’

    Dördüncü kararnameden bir ay kadar sonra Gezgin Almina felaket haberini vermeye başladı. Ona göre Hıristiyanlara yapılanlar yüzünden Roma’yı korkunç bir son bekliyordu: ‘Bu ferman bu sütunda çakılı durdukça ateşin Roma’yı kavurması yakındır.’ Bana göre Almina ‘Zulmedenlere taraftar olmayın, yoksa ateş size de dokunur.’ (Hud 113) ayetinin içeriğindeki uyarıyı yapıyor…

    Genelge Romalıları iyiden iyiye çılgınlaştırır. Önceden yediği içtiği ayrı gitmeyen insanlar Hıristiyanlara bir anda düşman kesilir, ihbarlar iftiralar sökün eder. Mesela Yontucu Linus’u komşusu ihbar ediyor, ‘İmparator şehrimizi şereflendirdiğinde kapısına bir kandil asmadı. Bunu Roma’ya ve onun tanrılarına sadık biri yapmaz. Bu da dinsizlerden, ben şahidim’ diye evini de göstermiş...

    Bu bölümde sıra sıra, kuyruk halinde zincire vurulmuş sorguya götürülen Hıristiyanların anlatıldığı paragraflar da tanıdık geldi. ‘Hüngür hüngür ağlayan dağ gibi delikanlılar, dağlar gibi dimdik duran ak saçlı ak sakallılarla yan yana yürüyor. Kendi zincirlerinin yanı sıra babasının zincirlerini de taşıyor zayıf bir delikanlı. Genç bir adam iki kişinin koluna asılmış, iki büklüm, çenesi yerleri yalayarak, ayaklarını sürümeye çalışıyor. Koluna girdikleri de adım atamayacak kadar bitap oysa… Şu üçü kardeşti, şunlar baba oğul. Şunlar ana kız, birini torunu diğerini dedesi ihbar etmiş. Şu, köleleriyle aynı elbiseyi giyen soylu bir hanımefendi. Yanında kocası yok ama, vefakar köleleri inancında da hanımefendilerini terk etmemiş… Gencecik bir kadın, kucağında paçavraya sarılmış el kadar bebeği…’ Bunları tek tek açıklamaya gerek yok...    

    Efesli Linus bütün bu gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, hakaretleri görünce o mazlumlar arasında bulunmadığına hayıflanır ve vicdan azabı yaşar… 

    Ortalık tamamen karışmıştır. Hıristiyanların bitirilmesi için herkes İmparatora destek verir ve onunla işbirliği yapar. Öldürmeden imana getirme, istediği ifadeyi almak için cellatlara, sorguculara Başhekimden kurs aldırılır. Sağlık tapınağı da böylece kitlesel kıyıma bulaştırılmış olur. Adeta anatomi dersi verilerek, işkencenin bin bir yolu, çarmıha çivileme teknikleri birer birer öğretilir…     

    Tanrılara kurban kesen keser, böylece Hıristiyan olmadığını ispat edenler kurtulur. Hıristiyan olduğu halde kurban keserek vaziyeti idare eden de çoktur; ama inancında direten, kurban kesmeyi reddeden, düzene boyun eğmeyen Hıristiyanlar az da olsa vardır ve onları çetin bir yargı safhası beklemektedir. Mahkeme heyetinde iki hakim, savcı ve avukat bulunmalıdır. Hiçbir avukat bu ‘kafirleri’ savunmak istemediği için heyetteki avukat sandalyesi boş kalır. İki hakimden yaşlı olan biraz dürüst ve vicdanlı görünmektedir, ama yeni atanan genç hakim adeta ikinci bir savcı gibi davranır… 

    Özel olarak dizayn edilmiş bu mahkemelerden adalet beklemek mümkün değildi, dolayısıyla duruşmalar acımasız ve bir o kadar da gülünç olaylara sahne oluyordu. Sanıklardan biri soylu bir yaşlı kadındı. Dediğine göre Roma’nın tanrılarına inanıyor, kurban kesmiş buna dair belgesi var, onun Hıristiyan olduğuna dair hiçbir işaret yok; ama sonuçta hakim karşısında. Meğer birinin şikayeti üzerine oraya getirilmiş. Şikayetçiye deniyor ki ‘Yahu bu kadın dinibütün biri, kurban bile kesmiş, niye şikayet ettin?’ Adamın verdiği cevap manidar; ‘Şikayet ettim çünkü o gizli bir Hıristiyan. Kendini gizlemek için kurban kesiyor, öyle davranıyor.’ Bu gülünç iddiayı ciddiye almayıp yaşlı kadını serbest bırakıyorlar… 

    Bir yargılamada okunan iddianamedeki suçlamalar şunlar: ‘İmparatorun onuruna övgü nutku için müracat etmemek, tanrılara kurban kesmemek, hiç değilse tütsü bile yakmamak, İsa’yı yüksek sesle lanetlememek…’ Sonuçta bunlar onun Hıristiyan olduğuna delil kabul ediliyor ve ‘Tanrılarla Roma’nın arasındaki barışı bozmaktan’ hüküm giyiyordu… 

    Yargılanan bir retor, genç hakimle tartıştıktan sonra aleyhine karar verilecekken söz ister: ‘Ben ömrümü Latin dilinin doğru ve güzel kullanılmasına adadım. Hakkımda vereceğiniz cezaya da hazırım. Ama mahkemenizi uyarayım. Daha iddianamenizi dinlerken işkence çektim. Öğrencilerin böyle metinlerini azarlayarak geri çeviriyoruz biz. Katiplerinize söyleyin biraz imla biraz cümle terbiyesi, kelime tertibi edinsinler…’ 

    Barbar Yüzbaşı Geta’nın duruşmasında çok kritik bir soru sorar genç hakim. ‘Dininin emrettiği ile İmparatorun emrettiği arasında zıtlık olursa ne yaparsın?’ Bu soru da bana çok tanıdık geldi...

    Geta Yüzbaşının duruşmasında yaşlı hakim ile yeni atanan genç hakim arasında da bir tartışma yaşanır. Bu tartışma genç hakimin şu kararı okuması üzerine gelişmiştir: ‘Bu şahsın Roma imparatorluğunun manevi şahsiyetine hakaretten suçlu bulunmasına, infazına, infazdan önce haysiyetsizlik lekesi ile ikinci kez damgalanmasına –biri ordudandı bu da devletten hatıra-, bu tatbikatın erkek evlatlarına da geçmesine, onların da bütün saygınlıklardan mahrum kalmasına; orduda görev yapmalarının, mahkemelerde tanık olmalarının, bir mirasın kendilerine kalmasının yasaklanmasına…’ Roma yasasına göre suç babadan oğula geçemezdi, yaşlı hakimin itirazı bunadır. Tartışmadan da anlaşılır ki genç hakimin hak, hukuk, yasa, adalet gibi bir derdi yoktur… 

    Avukat meselesi de işleniyor romanda. Malum sebeplerle Antakyalı Baraday’ı savunacak avukat bulunamaz. O zaman, doğuştan şanslı Efendi Naso’ya gün doğar. Soylu olmadığı, okuma bilmediği halde sahip olduğu muazzam serveti sayesinde emellerine bir bir ulaşmasıyla maruf olan Naso’nun uzun vadedeki emellerinden biri de mahkemede avukat olarak savunma yapmaktır. O günün yasalarına göre avukat olmasa bile hakimin onayıyla savunma hakkı verilebiliyormuş. Böylece Efendi Naso Baraday’ın avukatı olur. Lakin konuşmasında Baraday’ın haklarını savunmak yerine kendi nefsini tatmin peşindedir… 

    Efendi Naso’nun yetersiz avukatlık deneyimini görünce, duruşmayı izleyen azatlı köle Vitalis dayanamaz ve Baraday’ın savunmasını üstlenir. Avukatlığa zekice başlar ve neyle suçlandığını sorar. Şaşıran genç yargıç sanığın Hıristiyan olduğunu söyleyince Vitalis bir şey olmanın suç olamayacağını, ancak fiili olarak bir şey yapmanın suç teşkil edeceğini söyler. Hazırlıksız yakalanan Hakim kızıp Baraday’la birlikte Vitalis’i de mahkum eder… 

    Vitalis’e ceza verilmiştir, ama bir gün süre verilerek ertesi gün kurban kesmek, tütsü tüttürmek ile cezası başlayacaktır. Yarına kadar efendisi senatör Zosimos’un evinde kalmasına izin verilir. Senatör bundan sonra rahat bırakılmayacağı için Vitalis’e Roma’yı terk etmesini önerir. Hatta önayak olarak kaçmasına yardım eder… 

    Roma’da böyle canavarlıklar yaşanırken, dağdaki çoban Fazelis ve köpeği Kehribar, öksüz kalmış dört canavar (kurt) eniğini yaşatmanın derdine düşmüştür. Parmaklarından damlattığı koyun sütüyle doyurup inlerinde bırakırken onlara şöyle seslenir: ‘İki üç hafta sonra gidersiniz, hiç birinizi bulamam burada. Nasıl avlanacağınızı nasıl hayatta kalacağınızı size öğretecek halim de bilgim de yok, ama nasıl olsa bir yolunu bulup, başınızın çaresine bakarsınız. Rızkınızı Tanrı verir, insandan uzak durun yeter.’ İleride sürüsüne musallat olacak kurt eniklerine şefkat gösteren Fazelis…

    Tekrar Roma’ya dönelim… Azatlı köle Vitalis kaçarken değişik duygular yaşamaktadır. Bunca kötülük yaşanıyorken Roma’nın ilahi bir gazapla neden helak edilmediğini anlayamaz. ‘Helak olmayı hak eden kavimler bundan daha fazla ne yapmışlardı?’ diye sorar kendi kendine… Vardığımız nokta ‘Allah imhal eder, ama ihmal etmez’...

    Vitalis’in savunması da Baraday’ı kurtarmaya yetmemişti. Yakılarak idam edilişini Gezgin Almina gözyaşları arasında izliyordu. Bu arada bir kadın eliyle işaret ederek, ‘Bu da onlardan!’ diye bağırdı. Bu ispiyonla yakalanacağını anlayan Almina kalabalığa karışıp şehri terk etti… 

    Efesli Linus, Yontucular sokağının en çalışkan, dürüst ve kabiliyetli beş ustasının infazına tanık olur. Kurban kesmemişler tütsü yakmamışlar, üstelik sipariş edilen Jüpiter heykelini yapmayı beşi birden reddetmişlerdi. Genç yaşta beş kişi küfürler arasında, itile katıla getirilmişler ve cellatlarının önüne yan yana dizilmişlerdi. Linus’un aklında beş şehidin en son bu görüntüsü kalmıştı. Atölyesine dönünce mavi hafızasına kazıdığı bu görüntüyü mermere işledi; beş ustanın yüzlerindeki güzelliği, masumiyeti ve cesareti de aynen taşa aktardı. Bu büyük suçu(!) anlaşıldığında kendisinin de yaşatılmayacağını bilen Linus, hemen o sabah şehirden ayrılacaktır…

    Tapınak kandilcisi Feliks için mahkeme duruşma filan yapılmaz, daha doğrusu buna gerek kalmaz. ‘Askerlerin emrine uymayarak ateşlerini harlamayan, ateşlerine odun taşımayan, ayrıca tapınağı yakmaya çalışan’ Feliks, her şeyi itiraf ederek Başrahip’e meydan okuyarak Hıristiyan olduğunu bildirir. Sonuçta zindana atılırsa da önceden kurduğu dostluklar sayesinde oradan da kurtulup kendini Roma’nın dışına atar… 

    Barbar Yüzbaşının cezası hepsinden farklı ve daha zalimcedir. Kolezyumda Buğday Başağı kardeşiyle savaşacak, kazanana kurtulma şansı verilecekti. Zayıf ve narin bedenli küçük kardeşi daha baştan intihar ederek bu oyunu bozdu. O anda çıkan bir kasırgadan yararlanarak Geta kaçtı… 

    Roma’daki melanetten dolayı altı Hıristiyan, şehirden çıkıp dağa kaçmak zorunda kaldı. Bu altı kişinin her birini karşılayan Kehribar, onlara kılavuzluk yaparak bir meşe ağacının altında topladı. Çoban Fazeliks ile yedi kişi olan kafile birlikte uzaklara kaçma fikriyle hareket edip akşama doğru daha önce hiç görmedikleri bir mağaraya vardılar… 

    Hayret, bunca yıldır dağlarda dolaşan Fazeliks bile mağarayı fark edememiş. “İnsan gözüyle fark edilebilecek bir şey değil bu. Başka bir bakış, başka bir görüş gerek bunu bulmak için.” Gezgin Almina’nın mağara için söylediği bu söz, aslında bu roman yani Kehribar Geçidi için de söz konusudur. Daha önce bahsetmiştim, okuyucular buraya kadar romanı beğenmediklerini, çok sıkıcı bulduklarını söylemişlerdi. Galiba önemini kavramak ve beğenmek için  ‘başka bir bakış, başka bir görüş gerek.’

    Mağarada ateşin başında tanışma faslına geçilir. Çoğu birbirini yeni görmüş bu yedi kişinin her birinin kendine göre bir hikayesi vardır, onlar dinlenir. Yalnız Yüzbaşı Geta pek konuşmak istemez… 

    Romanın burasından itibaren fazla not almamışım. Tanışma esnasında özellikle Almina’nın hikayesinde fazla ayrıntıya inilmiş, haliyle mevzu uzamış. İşin özü burada yedi müminin nasıl Hıristiyan olduklarının hikayesi var. Her biri farklı bir coğrafya ve farklı bir sosyal tabakadan gelen insanlar...

    309 Yıl sonra (tabi onlar bir gece uyuduğunu sanıyor) 612 yılında uyandıklarında tekrar hareketlilik başlıyor. Almina’yı yiyecek alması için şehre gönderiyorlar. Gördüklerini anlamlandırmaya çalışırken vicdanlı bir adam olan Kilise arşivcisi Sebastiyan ile karşılaşır da ikisi birlikte olayı çözerler. Olanları arkadaşlarına da anlatması için Sebastiyan’ı da arkadaşlarının yanına götürür. Sebastiyan olanı biteni anlatır. Bunlar uyuduktan iki yıl sonra 305 yılında zalim imparator çekilmiş, yerine adil bir imparator olan Konstantinos geçmiştir. Onun zamanında Hıristiyanlık serbest bırakılmış, önceden aşağılananlara itibarları iade edilmiştir. O günden beri, üç asırdır Roma Hıristiyandır.

    İlk özgürlük zamanlarında değişimin birdenbire gerçekleşmesini anlatırken araştırmacı Sebastiyan biraz ayrıntıya girer. ‘Onca kötülüğü içine sindiren ve daha yok mu diyen Romalılar; her taşın üzerinde uluyan hatipler, kışkırtıcılar, muhbirler; egemenlik Hıristiyanlığa geçtiğinde vaftiz olmaya koşmuşlardı. Daha birkaç yıl önce infaz alanlarında seyir sırasına girenler, kiliseleri doldurmuştu.’… Roma halkının ikiyüzlülüğünü anlatan bu sözler, rüzgar tersine döndüğünde insanların nasıl ikiyüzlü olduğuna işaret eder gibidir…

    Ertesi gün hep birlikte Roma’ya inerler. Gezip dolaştıktan sonra bu şehrin, ‘daha dün’ onların bıraktıkları şehir olmadığı anlaşılır. ‘Şimdi ne olacak? Ne bir evleri vardı ne bir işlikleri koca Roma’da, ne onları bir tanıyan ne de onların bir tanıdığı… Onların tanıdığı dünyadan sağ kalan yoktu. Hepsi ölmüştü… Bunun anlamı sevmedikleri gibi sevdiklerinin de hiçbiri yoktu bu Roma’da…’ Bu cümlelere yorum yapamıyorum.

    Her biri şehrin bir yerinde hatıralarını aramaya koyulurlar. Barbar Yüzbaşı Kolezyum’a koşar, böylece üç asır önce orada yaşananların ayrıntısına ineriz. Kardeşiyle ölümüne kavgasını izlemek isteyen yetmiş bin canavar ruhlu Romalı oradaydı ve mucize yangın/kasırgayla helak olmuşlardı. “Şurada kahinlerden biri, saçları tutuşurken kehanette bulunuyor muydu acaba? O kahin iki adım atamadan Şifa Tapınağı Başrahibinin üzerine yığıldı. Yanında son nefesini veren de Başhekimden başkası değildi. Şu da galiba ispiyoncu tamirci komşu. Daha dün yağladığı, parlattığı Plüton heykelinin devasa ayaklarının altında kalmıştı ve cılız boynu kırılmış Vesta rahibesi de aynı ayakların altındaydı… Sivri, ağır bir tığ o mavi gözlerin önünde gladyatör eğitmeninin pörtleyen iki gözünün tam ortasını isabet aldı. Alnı çatlar, gözlerinin biri akarken olduğu yere, dizlerinin üstüne çöktü eğitmen, sonra devrildi; kalan gözü açık, yüzü imparator locasına dönüktü. Az ötede cellat Yanardağ, beline kadar moloza gömülmüş, vücudunun geri kalanıyla çırpınarak ölüyordu… İçi hiç sızlamadı Barbar Yüzbaşı’nın, hiç kimse için üzülmedi. Bu arenada seyirci olarak bulunan herkes suçluydu. Eşikti arenanın kapısı. Oradan içeriye özgür iradesiyle adımını atan hiç kimse temiz değildi. Kendisini de yargılayan genç yargıcı, şu parlak oğlan, ölü yüzünden tanıdı… Az ötede bileğinden kopmuş bir elin serçe parmağı hala kalkıktı. Ya ziyafetteki yeni zengine aitti, ya da Forum’un habercisine…” Çünkü herkes her şeyin farkındaydı ve herkes seçimini yapmış, duracağı yeri belirlemişti…

    Azatlı köle Vitalis Forum’a varır, duygulanır. “Dünkü kalabalıklar gözünün önüne geldi, mahkemeyi kuran vali, hükmeden yargıç; işkence tezgahını kuran, ateşin kıvamını tutturan, infaz kılıcını tutan cellatlar gibi olup biteni seyreden ve seve seve içine sindiren halk. Bugün bu Roma’da bu Forum’da onların hiçbiri yoktu. Yedi kişi sağdı ama tamirci komşunun kemikleri bile toz olmuştu… Kaldıysa geriye isimleri kalmıştı, onlar da hayırla yad edilir cinsten değildi.”...

    Vitalis daha dün (ya da üç asır önce) Roma’dan kaçarken ettiği duayı hatırladı. Bu şehrin göçüp çöktüğünü görmek için neler vermezdi. “Şimdi anlıyor ki insanoğlu sabırsızdı, tez canlıydı. Her şey bir anda olup bitsin istiyordu, hiçbir şey geriye, hiçbir hesap istikbale kalmasın. Oysa tarihin kılıcı çok keskindi eli ağır olsa da. Tarihin ayağı ağırdı ama onun da zamanı galiba Tanrı’nın zamanındandı.” … 

    Kilise arşivcisi Sebastiyan, geçmişten gelen bu yedi kişiyi dinledikçe değişik hissiyata bürünür. “Sadece bir an için bile olsa o günlere dönebilmek, bir pencereden bakar gibi şöyle bir bakıp geri dönüvermek uğruna yaşamımın geri kalanını verirdim.” Bu cümleyi özel olarak not almışım, zira bazen beni de iklimine alan büyülü bir hissiyatı ifade ediyor.

    Uyandıktan iki gün sonra tekrar Roma’ya inerler, bugünkü amaçları kilisedeki ayine katılmak. Kendi zamanlarıyla şimdiki zamanı karşılaştırdıkları için sürekli bir şaşkınlık hali içindedirler. “Tanrı’nın yolunda halis kalple yürürken gözleri yaş içinde kalan şu insanların daha dün Hıristiyanları avuç içlerinden ve yaralı bileklerinden mıhlayanların torunları olduğuna kim inanırdı?... Buhur kokusuyla kendinden geçmiş şu kadınlarsa sunakta tütsü yakmayı reddettiği için katledilenlerin torunlarıydı.” Bununla beraber kilisedeki Hıristiyanlık da kendi zamanlarındaki din değildir. Pagan sembolleriyle karışmış, yoldan çıkmış acayip bir şey karşısındadırlar. Resmedilen Hz. İsa ve Hz. Meryem’i tanıyamazlar. Başpiskopos ve ruhbanlardaki şatafat ve ihtişam, aradıkları maneviyattan fersah fersah uzaklaştırır onları. Başladıktan sonra ayinin de pagan unsurlarla karıştığını anlar, inkısar üstüne inkısar yaşarlar. “Din vara vara bu debdebeye mi varmıştı!”… 

    Gezgin Almina’da Baraday’ın ayrı bir yeri var; Antakya’da tanıyor, Roma’da sohbet ediyorlar ve nihayet mahkemesiyle infazına şahitlik ediyor. Bu sebepten ötürü onun türbesinin başucunda duygulanır, biraz da halkın zıvanadan çıkıp bu türbeden şifa dilenmesine içerlemiştir. Bu duygularla alnını taşa dayar. “Bir papaz tam o sırada yanında bitti gezginin. Çatık kaşlarıyla hayır anlamında başını sallayarak lahdi işaret etti. Gözleri göz değil birer keskiydi. Dokunma!”… 

    Yontucu Efesli Linus’un beş şehit ustayı mavi bir mermere yonttuğu hatırlanacaktır. O mermeri alıp kiliseye yerleştirmiş ve beş ustayı aziz ilan etmişler. Linus eserini görür de tanımaz mı, tanır da duygulanmaz mı… Alnını serin mermere dayayıp öylece kalakalır. Neden sonra “Bir rahibin sesiyle kendine geldi. Ses değil öfkeydi. Dokunma!”

    Kendilerini iyiden iyiye yabancı hissettikleri kilisedeki durumu en yetkili kişi, yani Başpiskoposla görüşmeye karar verirler. Sebastiyan randevu ayarlar. “Mor kaftan onun da sırtındaydı. Elindeki fildişi âsânın sapı haçlı olmasa, o da Roma imparatorlarındandı.”  Dinin hurafelerle doldurulduğunu anlattılar, mucize diye inanılanların basit gerçek yüzünü gösterdiler. Lakin dinin özü ve gerçekler Başpiskoposun umurunda değildi, kurdukları düzenin devamından yanaydı. “Siz yedi kişi, bu gibi düşüncelerle kendinizi yormayın, bildiklerinizi kendinize saklayın ve böyle şeyleri halkın huzurunda anlatmayın. Siz 309 yıl uyurken kilise bunları düşünmedi sanmayın. Bu gibi işleri dinin bilgilerine ermiş ilmi yüce kişiler düşünsün. Neticede din hakkında bir tartışma gerekirse onu da kilise yapar. Kilisenin asırlar içinde biriktirdikleri, sizin uluorta anlatacağınız gerçeklerden daha önemlidir.” Başpiskoposun bu tavrı yedi kaçak Hıristiyan mümini dehşete düşürdü; “Tahtında oturan piskoposun gözlerinde, daha dün idam kararlarını imzalayan genç yargıcın gözlerindeki ifadeyi görür gibi oldu azatlı köle.”

    Sebastiyan akşam yemeği hazırlarken durum değerlendirmesi yaparlar. “Onlar uyurken piskoposlar birbirine rakip, cemaatler ise düşman olmuştu.” Tefrika ve ayrılık o kadar artmış ki “kiliseler sadece köleliliğin gerekliliği ve kadının günahkarlığı konusunda ittifak etmişti. Oysa ilk dönem şehitleri arasında ne kadar çok kadın vardı.”

    Yazıcı köle Simonides, hayalen sevdiği kadın için yazdıklarını ‘Sabina’ya Övgüler’ adıyla toplamıştı. 309 Yıl sonra eserini başka bir adla sahiplenen biriyle karşılaşır. Bu münasebetle yozlaşmanın yalnız kilisede, toplumda olmadığını, dilde de muazzam bir bozulma yaşandığını tespit eder. “Bir dil nasıl unutulur? Dilin evi fiillerdir, fiillerden mi yıkılır? Bağlaçlarından mı kopar, edatlarından mı kırılır, sıfatlarından mı bozulur, isimlerinden mi ayrılır? Söz diziminden mi dağılır? Kelimeleri unutulunca mı bir dil unutulur? Bir gecede mi olur bu, zamana mı yayılır? Bir dil onu konuşan son kişi ölünce mi unutulur? Kavramlarına ihtiyaç kalmayınca mı çöker gider? Yoksa böyle kulak tırmalayan, melezleşmiş bir ara dil mi kalır?”

    Yakın gelecekte yaşanacak olan ‘cadı avı’ dönemleri iki rüyanın anlatımıyla verilir. Bu rüyaları ilginç bir şekilde yedi kişi aynı anda görmüşlerdir ve birbirini tamamlayarak anlatırlar. Savcının iddiasına göre “Bunlar şeytanla anlaşma imzalayan cadılardır... Açlık ve vebanın, savaş ve kıtlığın, sel ve yanardağ püskürmesinin, dolunun, fırtınanın, artan zinanın, almış başını giden fuhşiyatın, hala taşan Tiber nehrinin, sütü kesilen ineğin, iktidarı kesilen erkeğin, daha bir sürü şeyin, ayrı ayrı ve bira arada hepsinin sorumlusu işte bu cadılardı. Bunlar gece uçuyor, bebekleri beşikten çalıyor, kızartıyor, pişiriyor (haşlama veya buğulama da olabilir) ve yiyorlardı. İnsan kurban ediyor ve ahlaksızca, hayasızca birlikte oluyorlardı… Bu mücadele yeryüzünden son cadı kazınıncaya kadar sürmeliydi, iyi tohumların arasına karışmış delice otları gibi temizlenmeliydiler.”

    Abuk subuk suçlamalardan sonra en az onlar kadar geçerli deliller sunuluyor: “Hakkınızda hem şüphe ve duyumlar var, hem tanıklar ve muhbirlerin haberleri. Eğer suçluysanız sizden beklenen suçunuzu itiraf etmeniz ve nedamet getirmenizdir.” Hakkındaki şüphelerden, duyumlardan, muhbirden ve haberlerinden, şahitlerden habersiz zavallı kadın nasıl savunma yapsın. Üstelik “Bir avukat tutması, lehinde bir şahidi mahkemeye getirmesi kurallara aykırıydı. Onu savunmaya kendiliğinden de kimse kalkışamazdı. Çünkü bir kafiri savunmaya kalkan kişi bu kez kendini sanık olarak bulurdu ulu heyetin önünde. Cadıyı korumak bir yana, yeterince ateşli kınamamak da suçtu.”

    Devreye şikayetçi yani muhbir girer. Bu cadılıkla suçlanan zavallı kadının kapı bir komşusudur: “Benim ineğim hastalanıp süt veremezken, onun tereyağı peyniri nasıl böyle artabilir? Başka kim ü. gün boyunca dolu yağdırabilir, bitkilerde dona sebep olabilir?.. Çünkü şeytan öyle istiyor. Şeytandan istediklerini almanın ona da istediklerini vermek gibi bir karşılığı var… Bu kadın görünmeyen dünyaları görüyor, onun tekinsiz sakinleriyle irtibat kuruyor ve hayırsız işler için onlarla işbirliği yapıyor. Bu hem günahtır hem de yasalar önünde suçtur buna binaen hem devleti hem kilisenin mahkemelerini ilgilendirir.”

    Daha bir sürü beyan ve suçlamalardan sonra kadının uçup uçamayacağı tartışması başlar. Uzadıkça uzayan boş tartışmalara bir orta yol bulmak için başyargıç araya girer: “Bu kadın ya gerçekten uçmuştur ya da uçtuğunu sanmıştır. Biz şeytana yaratıcı bir güç atfetmemek adına, onun uçtuğuna inanmasak bile onun kendisi uçtuğuna inanmıştır. Öyleyse her iki halde de suçludur. Yani uçtuysa da suçludur, uçmadıysa da suçludur.” Suçsuz olduğunu söyleyen kadını kim dinler, başyargıç gürlemeye devam eder: “Bu kadın suçunu kabul etmiyor, oysa suçlu. Bunu kabul etmiyorsa ya yalan söylüyor, ya suçlu olduğunu bilmiyor. Her iki halde de suçlu ve iki kere daha suçlu.”

    İkinci bir muhbirin anlattıklarına bakalım: “Efendim, bir Pazar sabahı ayininde bu kadını ağlamaktan sarsıla sarsıla dua ederken gördüm. O kadar kendinden geçmişti ki uzun süre onu gözlediğim halde yerinden hiç kalkmadı, gözyaşları hiç durmadı. Fazla dua ediyor, o halde fazla günahı var. Gündüzleri hep uyuyor. Kaç kez pazaryerinde başını tombul, beyaz kollarının üzerine koyarak uyukladığına ben şahit oldum. Gündüzleri uyuyor ve o halde geceleri uyumuyor, bu durumda şeytanla gece ayini yapıyor demektir. Hem gece yarısından sonra tek başına kırlara çıkıyor hem de dolunayda. Dahası var, elleri yara bere içinde; demek ki cinlerle buluşuyor, onlarla sevişiyor. Bir de Efendim, bakın şu çehreye, şu endama, şu işveye. Fazla güzel. Beni aşkıyla büyülüyor. Oysa ben evli bir adamım, ona aşık olmak gibi bir niyetim yoktur. Cadı olduğu için o beni kendine aşık ediyor.”

    Kadın otacı hekim olduğu için geceleri ot toplamaya çıkmaktadır. Bu yüzden ifadelerinde çelişki tespit edilince tanık, beyanlarını geri çeker; ama başyargıç kadının emrindeki cini adamın kafasına sokarak onu ele geçirdi diye adamı da tutuklamaya kalkar. Biz yeni bir tanık ile davaya devam edelim. Bu, hekim diye bilinen ama işini iyi yapmayan bir başka otacıdır: “Kasabalı kadınlar, erkekler ve marazlı çocuklar şu kadına gidiyorlardı şifa aramak için. Oysa kimse kimsenin rızkını elinden almamalı, bu rızık zayıf bir tavuk, hastalıklı bir domuz olsa da. Öyleyse yazgıya saygısızca mücadele eden bu kadın olsa olsa cadıdır. Bunca tıp bilgisini de şeytandan almıştır.”

    Lafı uzatmayalım, benzer tanıklar, beyanlar, suçlamalarla iş ortaoyununa döner. Bütün bunların sonunda başyargıç kadından suçsuzluğunu ispat etmesini isteyince Vitalis dayanamaz ve “Bu nasıl bir yargılama, mahkemenin varsa bu kadının suçunu ispatlaması gerekirken, kendisinden suçsuzluğunu ispatlaması isteniyor. Anlaşılan dünden bugüne her şey değişmiş, ama mahkemeler değişmemiş. Deklatyanus’un mahkemelerinde ancak böyle olurdu.” der.

    Vitalis’i dinleyen kim… Bilirkişi filan devreye girer iş uzadıkça uzar. Karar mahkemeleri onbeş gün sonra kurulur ve hüküm açıklanır: “Zanlı kadının cadı ve büyücü olduğunun sabit görüldüğüne, yasa kitabının cadılık yapanların cezalandırılması bölümünün filan ve falan maddelerine göre infazına, hükmün kutsal Pazar günü öğle vakti ifasına; işkence ve infaz giderlerinin kadından alınmasına, suçlu suçunu itiraf ederse yakılmadan önce boğulmasına…”

    İşkenceyle kadının cadı olduğunu itiraf ettirirler. Ama bu da yetmez, isim isterler. Dayanacak gücü kalamayan zavallı kadın aklına ilk gelen isimleri söyler, bunlar yakınları ve komşularıdır. Sonra doktor müdahelesiyle ayakta sağlam duracak hale getirilir. Bütün bunlar ortaçağ Avrupa’sında yaşanacakların yedilerin rüyasına yansıması olarak algılanmasın…

    Duruşmanın bir yerinde “Azatlıya öyle geldi ki atlar efendilerini nallıyor, papağan sahibini kafeste gezdiriyor, Maymun hanımının şaklabanlıklarına gülüyor, kedi sahibinin tuttuğu farenin ödülü olarak onun başını okşuyor, sırtını sıvazlıyor. İnsanlarsa şaşılması gerekene şaşmaz olmuş, kusulması gerekeni afiyetle memnuniyetle sindiriyordu.”  Aynen hırsızın polis yakalaması gibi...

    İnfaz alanına gelelim, bakalım üç asır öncesinden farkı var mı: “İzleyiciler sadece mezar kazıcı, çanak boyayıcı, çömlekçi, kasap, değirmenci, kiremitçi, yün çırpıcı değildi. Uykusundan fedakarlık edip sabah ayinine katıldı diye saygı bekleyenler, Pazar yerini ayağa kaldırarak gösterişli biçimde sadaka dağıtanlar, ödüllerini feragat etmek istediği altın şeklinde düşleyenler, şeytanı olsa olsa kadın şeklinde tahayyül edenler, kafes arkasından dinlediği gölgeli günahı merakla irdeleyenler, kösnüllüğü kötülerken omurgası ürperenler, edepli bir mecaz dili kurmaya kalkıştıklarında bile kendi ateşini kaynatanlar; hepsi hazırdı. Geçtikleri yerde hiddetlerinden ot bitmeyecek karanlık bakışlı keşiler de oradaydı ve gözlerinin üzerine düşmüş kaşları da aynı renkteydi.” Hepsi zavallı bir kadının yakılışını görebilmek için oraya yığılmışlardı… Din adamları bir yana, sıradan insanlar da muhafazakar ve dinibütün kimselerdi. Hasılı... dindarı ateisti hepsi oradaydı; seyrimize geldiler…

    “Kömürleşmiş zemin, etrafa yayılmış odun artıkları, uçuşan küller. Yakma alanı. Her şehirde, her kasabada bundan bir tane vardı.” 

    Zanlı kadın da esasen Hıristiyan, hatta dindar birisi. Fakat bunu nasıl ispat etsin, cadı diye damgalanmış bir kere. Yargılayanlar da dindar ve hatta yargılama kilise adına yapılıyor. Cellat da öyle izleyenler de… Aynı din, aynı kitap ve aynı peygamber aynı anda her birine esin kaynağı oluyor…

   “Ama gel gör ki hastanede şifa, yetimhanede şefkat, aşhanede çorba dağıtan müminler şimdi bu ateşi harlıyor… Gökler şahit sadece başyargıç ve mahkeme heyeti değil, sadece ateş cellatları değil; yağlı dumandan ciğerleri sökülürcesine öksürürken bile bir adım geri çekilmeyen bu halk var oldukça bu ateş yanacaktı.” Halk arkalarında durmasa bu caniler bunca insana bu zülmü yapamazdı...

    Gidip hep birlikte gördükleri rüyayı Başpiskoposa anlatmaya karar verdiler, hiç olmazsa tedbir alırdı. Anlattılar, konuştular, tartıştılar. Sonuçta uyarı, rüşvet, tehdit karışımı bir konuşma dinlediler: ”... Cezbeli kahinler gibi bilicilikte bulunuyor, gelecekte yaşanacak olayları mı anlatıyorsunuz… Nedamet getirin ve artık susun… Siz de o sapkın hizipten geliyor olmalısınız… Hepsinin başı ezildi. Ve siz, değil 309 yıl önceden… havarilerin devrinden gelseydiniz, ama yine böyle düşünseydiniz, sizin de başınızı ezerdik… Sizin dünün tanığı olarak bize gönderildiğinize, seçilmiş kutlu kişiler olduğunuza inandık… Buyurun, başımızın tacı olarak yaşayın. Ama… Söyledikleriniz hoşuma gitmedi. Böyle yalan yanlış yorumlarla halkın kiliseye duyduğu güveni incitecekseniz pazarlarda, meydanlarda dolaşmayın. İleri geri konuşarak halkın düşüncelerini bulandırmayın, saf inancını sarsmayın. Hayallerinizi, hezeyanlarınızı gerçek gibi anlatmayın. Kulağıma böyle bir şey gelmesin, sizi uyarmış olayım.”

    Anladılar ki 309 yıl önce ne ise Roma bugün de odur. Kendilerine yaşam hakkı tanınmıyor, üstelik bu kez mazlum yedi kişiye sekizinci olarak Sebastiyan da eklenmiştir. Şu halde geldikleri yere, mağaraya geri dönmeye karar verirler. Altı kişi yola düşerken Sebatiyan notlarını tamamlamak, Yüzbaşı Geta da Kolezyum’a son kez uğramak için geride kalır. Orada aklından şu geçer: “Bugün arena yeniden açılsa, aynı oyunlar al baştan oynansa şu tribünler yeniden dolar taşar.” Elhak doğrudur… 

    Burada düzensiz olarak aldığım notları yine düzensiz olarak yazdım. Okurken ne düşündüysem, bunlar onlardır. Yalnız bizim bu düşündüklerimizi yazar düşünmemiş olabilir. Hatta düşünmemiştir. Eğer böyle yorumlanacağını bilse belki de yazamazdı, bilemeyiz.  Hangi düşüncelerle yazmış olursa olsun, bence Kehribar Geçidi bir ‘süreç’ romanıdır…

    Bir de şu var, Ashab-ı Kehf'i kim nasıl anlatırsa anlatsın o anlatı neticede bizim hikayemiz olur. Çünkü Hz. Adem'den beri gelen tek bir hikaye var, yaşanılanlar onun varyasyonlarıdır. Bunu görmek için uygun açıdan bakmak yeterli... 31 Temmuz 2024

 


27 Temmuz 2024

Karakol

 
    Cumhuriyetten önce Eğret'te emniyet noktası anlamında bir karakol bulunmuyordu. Aynı merkeze bağlı zaptiyeler ve adli kuvvetler belirli aralıklarla köye geldiklerinde Muhtar Odasına varıyorlar, işlerini orada görüp dönüyorlardı. Rutin gelişlerin dışında, hesapta olmayan acil durumlarda Eğret'e varınca yine Muhtar'ı buluyor ve onun odasında onun kılavuzluğunda işlerini hallediyorlardı. Misal, Kadı veya görevlendirdiği yardımcıları belirli aralıklarla gelip köylünün davalarını görüyor; evlilik, doğum, ölüm gibi nüfus olaylarını kaydediyordu. İhbara bağlı asayiş durumlarında yine Kadıya bağlı zaptiyeler gelip hep Muhtarı buluyordu. Takriben 1920 yılında yaşandığı düşünülen Sığıreğleği'ndeki Seydi Çavuş olayında, Meclis'e bağlı Zaptiye Kumandanı Ayıcı Arif o sırada Muhtar Odası olan köşedeki Hatiplerin Oda'ya konuşlanmıştı.

    1921'de başlayan işgal ile her şey darmaduman olmuştu. Yaklaşık bir buçuk yılın ardından 1922'deki kurtuluştan sonra tekrar maddi ve manevi inşa süreci başladı. İşte bu dönemde Eğret'e bir karakol kurulduğu anlaşılıyor. Bunun kesin tarihi bilinmemekle birlikte, Üyük'e eski yazılı abide taşın dikildiği 1924 yılını düşünmek yanlış olmaz kanaatindeyim.

    Jandarma Kumandanı Aydınlı Delimehmet (Mehmet Acar)ı karakol ile ilişkilendirenler var. Eğret Karakolunun ilk kumandanlarından biri olduğunu söylüyorlar. Burada evlenip Eğret'e yerleşmiş. Büyük oğlu Haydar Acar'ın doğum tarihi 1921 olarak kaydedildiği düşünüldüğünde, kumandanlığının Eğret'e yerleştikten sonra başladığı kabul edilmelidir. Ya da Haydar'ın doğum tarihinde bir yanlışlık var. Gerçi bunlar Eğret Karakolunun Cumhuriyet'ten sonra kurulduğu varsayımına halel getirmez.

    Bağlı köyleriyle birlikte Eğret'i kontrol etmenin bir yolu karakol diye düşünülmüş olmalıdır. Çok geniş bir alan... Yeteri kadar personel bulundurmak lazım, onlara da minik bir kışla lazım... Nahiye Müdürü ve Muhtarın işbirliğiyle bu sorun çözülmüştür... Bilinen ilk karakol binası Şaşdımların evin göpçüğünde, şimdiki Belediye kahvesinin dip tarafındaymış. Binayı tam olarak bilmiyorum, ama yerinde kocaman bir dut ağacı olduğunu hatırlıyorum. Bir harabenin kıyısındaki bu ağaca çıkar iner, gölgesinde öyle eğlenirdik. Geniş bir alan değildi, köşeye sıkıştırılmış öylesine bir yer izlenimi verirdi. Biz buraya bilinen ilk karakol derken, daha önceden başka bir binanın kullanılması ihtimalini de yedekte tutmuş oluyoruz.

    Bizim bildiğimiz, aktif olarak kullanılıyorken hatırladığımız karakol binası hala ayakta... Hikayesi ilginçtir, aslında karakol diye yapılmamış. Eğret belediyelik olduktan sonra, işlek karayolu üzerinde öyle bir binanın eksikliği görülerek köyün tam girişine kondurmuşlar. Maksat, şoförlere nefeslenme yeri, gelip geçenlere çay ve ihtiyaç molası, gideceklere de bekleme salonu gibi bir mekan olsun... Adı ta o zamandan halk arasında Belediye Kahvesi diye yerleşmiş. İnşa amacına uygun olarak her vazifeyi görmüş. İsmet İnönü dahil nice misafir burada ağırlanmış, yolcular karşılanmış uğurlanmış, toplantılar yapılmış vs.

    Aşağıda yolun kenarında, Anıtkaya Kasabasının hemen girişindeki Belediye Kahvesi yeterince hükmünü icra ettikten sonra, Jandarma Karakolunun buraya taşınması kararlaştırılmış. Ona göre tadilat yapılıp taşınma gerçekleşmiş. Bu arada yeni hamam ile Belediye Kahvesi/Karakol arasına İlkokulun yapılmış olduğunu da belirtmek lazım. Yol kıyısı şenlenmişti yani...

    Bizim eski karakol yerindeki dut ağacında oynayışımızdan bir müddet önce yaşanmış bütün bunlar. Zaten o viranenin ömrü de kısa sürdü, tamamen yıkıp kocaman bir bina yaptılar. O bina şimdi hala kullanılmakta olan Belediye Kahvesidir. Yani senin anlayacağın, Belediye Kahvesi-Karakol döngüsü Anıtkaya'da iki kere gerçekleşmiş. Bizim halen Belediye Kahvesi dediğimiz yerde eskiden Karakol varmış, şimdi herkesin Karakol bildiği yer ise Belediye Kahvesi olarak yapılmış.

    Eski ve yeni yerindeyken Karakol personelini (Başçavuş, Onbaşı, Erat) Eğret/Anıtkaya halkı hep el üstünde tutmuş. Bazı zamanlarda ve özel durumlarda istisnai tatsızlıklar yaşansa da köy halkı onların güvenlik ve huzuru sağlamak için var oldukları bilincini taşımış. Eski yeri neredeyse köyün merkezi sayılır ve uzun süre orada bulunmuşlar. Bu dönemde düğün olsun, ölüyeri olsun derneklerde hep bir tepsi de Karakola gönderilmiş. Bunun dışında sair günlerde tepsi (bükme börek) edenler mutlaka oranın payını ayırmışlar. Bu adet yeni yerindeyken de devam eder, askerler adeta beslenirlerdi. Gerçi mutfakları vardı, kendi yemeklerini de yaparlardı; ama çoğu zaman buna gerek kalmazdı. Tabi düzenli bir tepsi akışı bulunmadığı için bu trafiğe güvenilmez... Köyde o sırada yalnız mahalle fırınları bulunduğu için askerlerin ekmek almaya fırına gittiklerine şahidim. Orada kadınlar kesinlikle para kabul etmez, gelen askere istediğinden daha fazlasını verirlerdi.

    Jandarmaya karşı korku, sevgi, saygı karışımı bir his vardı o günün ortamında. Biz çocuklardaki biraz daha korku ağırlıklıydı galiba. Onlardan birinin karaltısını gördüğümüzde oyun durur, gürültü patırtı kesilir, neredeyse hazırola geçerdik. Bir şey yaptıkları yoktu, ama kendilerini saydırırlardı. En çok da 1980 öncesi gece dışarı çıkma yasağı hususunda varlıklarını hissettirirlerdi. Kahvenin camından tv seyretmek için dışarıda bulunur, kahvecinin gözünü yanıltıp içeri girdiğimiz de olurdu. Öyle gecelerden birinde Güçcükhalil'in kahvedeki sıraya bir serçe tedirginliğinde konmuş film izlerken yakalandık. Jandarmalardan biri kapıyı tuttu, kimseyi çıkarmıyor. Kaçamadık. Üniformasının içinde beyaz boğazlı kazak olan Onbaşı bize değil, ama büyükleri öyle bir fırçaladı ki sorma gitsin... Etkisi oldu mu, ne gezer. Hemen her akşam devriyeye çıkarlar, bizse onlar gelirken kaçışırdık...

    Yetmişli yıllarda şapka inkılabının uygulanmasıyla ilgili bir söylenti çıktıydı, aykırı hareket edenlerin, özellikle ip örme takke giyenlerin cezalandırılacağı filan... İlkokul çocuğuyuz, her duyduğumuza inanıyoruz ve korkuyoruz... Bahçede top oynarken komşu Karakoldaki askerlerden biri şevke gelmiş 'Topu ver de bi tepeyim' dedi. Bense top filan düşünecek halde değilim, çünkü kafamdaki takke sebebiyle başımın belaya girmesinden korkuyorum. Hemen çıkardım... Gülerek 'Lan kim ne yapacak senin takkeni, topu at' dediğini hala unutmamışım...

    1960 Darbesinden sonra Okul Müdürü, Belediye Reisi olarak atanmış. O vakitler en az belediye kadar önemli olan Koruma'nın başına da Jandarma Onbaşıyı atamışlar. Şimdi Hüseyin Saki Hoca'nın ev bulunduğu yer civarında Sarasan (Hasan Dadak)ın dükkan vardı. Koruma Odası olarak o dükkanın üstü kullanılmış. Bir kaç yıllık geçiş dönemindeki bu uygulama esnasında Karakolun eski yerinde olduğu açıktır.

    Koruma Başkanlığı yapan Onbaşının adı Süleyman imiş. Kendisini bir şekilde hafızalara kazıtmış Karakol Kumandanlarını da hala anlatırlar. Bunların en ünlüsü galiba Gavatçavuş diye anılan kişidir. Adı Mehmet imiş, fakat herkes kendisini lakabıyla bellemiş. Duyduğumda şaşırmıştım, fakat bu lakapla, akla ilk gelen anlamın alakası yokmuş. Adam gavat kelimesini çok kullandığı için böyle demişler. Yerine göre tatlı sert, insanları doğruya yönlendirmeye çalışan iyi bir kişilik olarak anlatıyorlar.

    Adı Zühtü olan bir Başçavuş vardı. Tam da 'Amanın yandım Zühtü' türküsünün dillerde olduğu o vakitlerde delikanlılar bu adamı çıldırtırmış. Adını bilmiyorum, ama soyadı Muratkan olan bir başka Başçavuşu, Alim ve Alaattin adındaki iki oğlu münasebetiyle hatırlıyorum. Alaattin ile aynı sınıftaydık, eski lojmanda otururlardı.

    En son karakol komutanı Sabri Çağıl... Adıyla soyadıyla tekmilen hatırlayabilmemin sebebi, 12 Eylül darbesinden sonra kahvelere asılan koca bildirinin altında adı yazılmış olmasıdır. Bunun dışında Anıtkaya halkıyla iyi ilişkiler içinde biriydi diye aklımda kalmış. Mesela Kalpsiz'e lakabıyla hitap eden bir yabancıyı, çok da yabancı kabul etmemek lazımdır. Sonuna kadar Bahattin Azbay'ın evde oturdu. Zaten Anıtkaya Jandarma karakolunun son komutanıdır kendisi. 1982 (veya 83) Yılında karakol kaldırıldı, Sabri Çağıl'ın ise Şuhut Karakolu'na atandığını oraya sık giden samancılardan duyduk.

    Karakol kaldırıldıktan sonra, binası bir süre boş durdu. Sonra bir aile uzun süre ikamet etti. Onlar boşalttıktan sonra da yine bir müddet atıl kaldı. Tadilatla mandıraya bile dönüştürüldü. Anıtkaya markalı kaşarlar üretildi. O da bittikten beri yine atıl vaziyette duruyor.

    Eğret/Anıtkaya Karakolunun yaklaşık 60 yıllık bir ömrü oldu. Belediye Kahvesi olarak yapılan son binası, hiç bir zaman karakol dönemindeki düzenli ve temiz halini bir daha yakalayamadı. O vakitler önündeki yol vızır vızır, ardındaki kanal şırıl şırıldı. Serin bahçesinden gür asker sesleri yükselirdi... O da ortalama 60 yaşına girdi. Şimdi köhne haliyle Galip Bey Caddesinin ucunda, Anıtkaya'ya girenleri ilk karşılayan kendisidir...



23 Temmuz 2024

Akgalak

     
    Bu kavram Eğret ağzına 1958'de belediye kurulduktan sonra girmiş. Daha doğrusu Anıtkayalılar yeni duruma manidar, isabetli ve güzel bir karşılık bulmuşlar. 

    Köy kanununa göre idare edildiği zamanlarda millet Muhtar, Katip, Kahya, Bekçi, Korucu, Desdivancı vb. kavramlara alışmıştı. Belediye teşkilatı kurulduktan sonra eski görev ve görevliler Koruma kanalıyla devam ediyordu; fakat ek olarak yeni kadrolar ihdas edildi. Onlardan biri zabıtadır.

    İlk Belediye Reisi Çakırosman (Osman Erdem) zamanının zabıtası Göcen/Potuk (Mevlüt Gülen) imiş. 27 Mayıs 1960 darbesinden dolayı kısa süren bu dönemde Potuk üniforma giyip giymediği bilinmiyor. Anıtkaya'nın ilk zabıtası olması sebebiyle önemlidir. Bununla beraber darbe yüzünden sadece Belediye Reisi atanmış, diğer belediye kadrosuna dokunulmamış olması muhtemeldir. Öyle olduysa Göcen'in zabıtalığı bir müddet daha devam etmiştir. Zabıtayı millet biliyor, ama başka bir isimlendirmenin bu dönemde yapıldığına dair veri yok.

    Turabilerin Obagumandanı Yusuf Külte, 1959 1960 yıllarında çekildiği tahmin edilen bir fotoğrafta zabıta kıyafetleriyle görülüyor. Ayrıca onun bu görevi yürüttüğünü çok kişiden işittim. Sadece bu görevinin tarihini net olarak söyleyemiyorlardı...

    Seçimlere kadar iki öğretmenin başkanlık yaptığı bir ara dönem var. Bu arada Kelahmedin Abdullah Azbay ve Sağıroğlunun Süleyman Sancak zabıta görevini yürütmüşler. İkisi bir arada mı yoksa ayrı ayrı mı belli değil. 

    Darbe sonrası ilk seçimde (1963) Tunaüseyin (İbrahim Kayır) seçildikten sonra, belediye kadrosunu da baştan ayağa değiştirmiş. (Galiba o vakitlerin kadrosu memur statüsünde olmadığı için Başkan kendi kadrosuyla geliyordu.) Haliyle Tuna'nın zabıtası da kendi kafasına göre oluyor. Patlakların Çete (Mehmet Patlar), akıllarda kalan bir zabıtalık yapmış. Bir münasebetle daha önce bahsettiğimiz 'Dıkmalar Mahallesi' olayı bu dönemin ürünüdür. Yine de Çete'ye 'akgalak' denildiğine dair bir şey duymadım.

    Akgalak yakıştırmasına bir milat aranıyorsa galiba Delimısdık (Mustafa Erdem) dönemi beklenmelidir. Onun döneminde üç zabıta kadrosundan söz ediliyor. Bunları Dedelerin Çapar (Mehmet Cemalettin Dadak), Çakalın Süleyman Eren ve Bükürün Ali İhsan Ölçer doldurmuşlar. 1969 Eylül ayındaki Ortaokul açılışında merdivenlerin iki yanında duran üniformalı zabıtalar Ali İhsan Ölçer ile Süleyman Eren'dir.

    Açılış fotoğrafındaki zabıta şapka siper/galaklarının beyaz değil koyu renk, muhtemelen lacivert olduğu görülüyor. Bunda şaşılacak bir durum yok, çünkü bu iki zabıtaya 'Akgalak' denildiğini duymadık. O yıllarda bu lakap kendisine yakıştırılan Çapar, fotoğrafta bulunmuyor. Üç zabıta kadrosuna bir de amir gerektiği için O, Zabıta Amiri imiş ve amirler beyaz siperli şapka takarlarmış. Sırf bu yüzden Çapar'ın ikinci lakabı 'Akgalak' olarak yerleşmiş...

    Üç zabıtadan biri, köye şebeke suyu sağlandığında 'Sucusüleyman' oluyor; diğeri de 1973'te elektrik bağlanınca 'Enetdirekcialessan' oldular. Böylece Çapar tek başına kendi kendinin amiri oluverdi ve hala Akgalaktı.

    Akgalak Çapar'ın ürkütücü bir duruşu ve azametli yürüyüşü vardı. O, köşeden göründüğü zaman çocuklar kaçışırdı. Niye kaçıştığımızı bilmez, hiç acelesi olmayan adımlarla, eligötünde rahat yürüyüşle gözden kaybolmasını beklerdik. Büyüklerden duyduklarımız sebebiyle ondan korkardık herhalde. Bir defa Akgalak Çapar ceza yazmakla özdeşleşmiş gibiydi. Kimseye durup dururken ceza yazacak hali yok elbette, ama onun ceza yazıyor olması tek başına insanları tedirgin etmeye yetiyordu. Bu o kadar yerleşmiş ki milletin zihnine, bir şey yaparken çekinecek bir durum olmadığını anlatmak için 'varıp da Çapar ceza mı yazcek'  diye yeni bir deyim bile oluşturulmuştu. Hatta analar 'Çapar geliyo!' diye çocuklarını korkuttuğu da olurdu.

    12 Eylül 1980'den sonra işler değişti. İlk yerel seçimlerden sonra Salim Kurt dönemi başladı. Bu arada Dedelerin Çapar, Anıtkaya Belediye zabıtalığından emekli oldu. O, aynı zamanda ilk emekli Akgalak'tır... Emeklilik döneminde Anıtkaya'nın ilk hırdavat dükkanını açtı. Uzun süre eğlendiği dükkanını Ali Osman Sancak Hoca'ya devrettikten sonra, 1999'da vefat etti. 

    İlk Akgalak emekli olduktan sonra yerini dolduran zabıta, Sefa Okutan idi... Salim Kurt, Mahmut Öztürk, Ömer Aydın ve Remzi Kayır dönemlerinin zabıtasıdır. Arada sırada başına taktığı şapkanın siperi ak mı, kara mı hiç dikkat etmedim. Bazen 'Akgalak' derlerdi. Gerçi kafasının estiğine ceza yazmaz, çocuklar ondan öcü gibi korkmaz, O da kimseye korku salma niyeti taşımazdı; ama yine de Akgalaktı. 

    Bununla beraber onun Akgalaklığı kesintiye uğramış, bir dönem başka işlerle vazifelendirilmiş. Bu dönemde fiili ve kadrolu olarak Ali Kaya zabıta işini yürütmüş. Ancak yeni belediye başkanının iş taksiminde Sefa Okutan tekrar zabıta görevini almış. 

    Sefa Okutan'a 'son Akgalak' denilse yeridir. Emekli olduktan bir kaç yıl sonra belediyelik düştü. O vakte kadar görevlendirmeyle bu işe bakanlar oldu. Yeni zabıta kadrosunu dolduran Mahmut Kaçmaz bırak akını karasını, galaklı bir şapka giymeye bile fırsat bulamadı. Anıtkaya Belediye Zabıta Amirliği kendi tarih oldu, amma 'Akgalak' adı dilde yadigar kaldı.



ayas 14

 



    Aziz Sargın, Ahmet Salman, Mehmet Çetin ve Asım Taşkın'a ait 1987 yılının lisans başlıkları.

    Kaynak, Mustafa Ayas




ayas 13

 



    Mürsel Taşkın, Sait Kopan, Cengiz Tüplek ve Ali Osman Seçan'a ait 1987 - 88 yıllarının lisans başlıkları.

    Kaynak, Mustafa Ayas




ayas 12

 



    Erol Öztürk, Mustafa Ayas, Osman Ata ve Rüstem Kök'e ait 1985 - 87 - 88 yıllarının lisans başlıkları.

    Kaynak, Mustafa Ayas




ayas 11

 


    
    Aziz Sargın, Cevdet Erdem, Kazım Öztürk, Mürsel Taşkın ve Rüstem Kök'e ait 1985 - 87 - 88 yıllarının lisans başlıkları.

    Kaynak, Mustafa Ayas







    

ayas 10

 



    Osman Ata, Mustafa Ayas, Ahmet Sevinç, Ömer Aydın ve Adem Aydın'a ait 1987 - 88 - 94 yıllarının lisans başlıkları.

    Kaynak, Mustafa Ayas



22 Temmuz 2024

Nebi Tüblek Röportajı

 



    16 Mayıs 1990 tarihli Zafer Gazetesi 

    Antrenör Nebi Tüblek ile yapılan mülakat/haberde Kumartaş maçı sonrası çıkan olayla başlığa çekilmiş.

    'Maçtan Sonra Çıkan Olayları Kulübümüz Adına Kınıyorum'

    Önceki gün Kumartaşspor'u 4-2 yenerek baraj karşılaşmalarında 1. olan ve play-off grubuna yükselen Anıtkaya Belediyespor antrenörü Nebi Tüblek, maçtan sonra çıkan olayların üzücü olduğunu belirtti.

    Kendilerini play-off grubunda zorlu maçların beklediğini ancak centilmenliği ön planda tutarak mücadelelerini sürdüreceklerini kaydeden Anıtkaya Belediyespor antrenörü Nebi Tüblek, amaçlarının 7 takım arasında ilk 4'e girerek gelecek sezon 1. Amatör Küme'de oynamak olduğunu söyledi.

    Kumartaş ile oynadıkları karşılaşma sonrasında hakemlere ve basına karşı yapılan saldırının son derece üzücü olduğunu kaydeden Nebi Tüblek, "Anıtkaya Belediyespor Kulübü olarak bu tür olayları kınıyor ve bir daha olmamasını diliyoruz." dedi.

    Anıtkaya Belediyespor antrenörü Tüblek, play-off karşılaşmalarına Anıtkaya'daki sahalarında haftada en az 2-3 antrenman yaparak hazırlandıklarını ve ilk maçlarını pazar günü Küçükhüyükspor ile oynayacaklarını, takımında şu anda eksik bulunmadığını sözlerine ekledi.

    Kaynak, Mustafa Ayas




Anıtkayaspor Albümü

 


    Anıtkayaspor ile ilgili yazının altına, kendisi de uzun yıllar bu maceranın içinde yer almış olan Mustafa Ayas bir kaç gazete kupürü bırakmıştı. Otuz yıl öncesinin kupürleri hayli değerli ve ilginçti. Korunmaları gerektiğini düşünürken, aynı kıymeti haiz fotoğraflarla bir araya getirip albüm oluşturma fikri doğdu. Kısa sürede bir sürü fotoğraf birikti. Onlarla oluşturduğumuz albümü tarihe göre değil (çünkü çoğunun tarihi bilinmiyor), ama kaynağına göre sıraladık. Tamamen kapanmış değil, yeni fotoğraflarla zenginleşecek albüm güncellemeye açıktır.



  • İlker Şen Fotoğrafları


  • Nevzat Omak Fotoğrafları








Minikler

 




    Tarih: 20 Temmuz 2024

    Yer: Anıtkaya, Anıtkayaspor Minikler Takımı

    Sırasız: Aziz Kopan, Muhammet Can Er, Kadir Ildız, Mustafa Tüblek, Ümit Yıldız, Ahmet Efe Özturk, Cenk Ruhi Taşkın, Göktuğ İdis, Furkan Kaya, Salim Kurt, Görkem Samet Tetik, Mustafa Erdem, İlker Şen, Ömer Osman Tüblek

    Kaynak, İlker Şen




ayas 5

 





Tarih:

Yer: Afyon

Muhittin Varlı, Mustafa Ayas

Kaynak, Mustafa Ayas



ayas 4

 





    Tarih:

    Yer: Afyon

    Kazım Öztürk, Mustafa Ayas, Ahmet Kirkit

    Kaynak, Mustafa Ayas



ayas 3

 




    Tarih:

    Yer Arpalık

    Mustafa Ayas ve Mustafa Omak

    Kaynak, Mustafa Ayas



ayas 2

 






    Tarih:

    Yer:

    Soldan sağa ayaktakiler: Ahmet Kirkit, Osmanköylü Hakkı, Osman Erdem, Aziz Sargın, Mustafa Ayas, Sağlıkçı Süleyman, Susuzosmaniyeli Fikret

    Oturanlar: Muhittin Varlı, Ömer Aydın, Kazım Öztürk, Halil İbrahim Kopan, Nevzat Omak




ayas 1

 





    Tarih: 

    Yer: Arpalık

    Soldan sağa ayaktakiler: Arif Seçen, Mustafa Omak, Eren Öztürk, Salim Kurt, Nebi Tüblek, Ömer Okutan, Ahmet Bar

    Oturanlar: Arif Öztürk, Mücahit Saki, Hikmet Zenger, Sağlıkçı Süleyman, Mustafa Ayas, Halil İbrahim Kopan 

    Kaynak, Mustafa Ayas




ASKF 3

 




    Tarih:

    Yer: Afyon Atatürk stadı

    Soldan sağa ayaktakiler: Hakan Sim, Salim Öztürk, Osman İnanır, İzzet Öztürk, Mehmet Şık, Mehmet Ali Tok 

    Oturanlar: İbrahim Öztürk, Tamer Öztürk, Mevlüt Kızılyer, Ahmet Aydın, Aziz Değer

    Kaynak, ASKF



ASKF 2

 





    Tarih:

    Yer: Afyon Atatürk Stadı

    Soldan sağa ayaktakiler: Hakan Sim, Salim Öztürk, Osman İnanır, Ercan Öztürk, Mehmet Şık, Mehmet Ali Tok 

    Oturanlar: İbrahim Öztürk, Tamer Öztürk, Mevlüt Kızılyer, Ahmet Aydın, Aziz Değer

    Kaynak, ASKF