08 Kasım 2023

Arapoğlu Sarı Mustafa

    
    Adı Mustafa. 'İsmail oğlu Sarı Mustafa' diyorlar. Bütün sarışınlar gibi güneş ışığından fazla rahatsız oluyor. Bir de Akyokuş mevkiinde tarlan varsa... Oraya sabah giderken de, akşam oradan dönerken de gözlerin güneşe maruz kalır. "Neye gözüñü kısıyoñ, Arap mısıñ yôsa!" diye dalga geçiyorlar Sarı Mustafa'yla... Araplık bundan kalma yani... 

    Araplık mevzusu böyle rivayet ediliyor; ama gerçekler pek öyle değil gibi... Çünkü Sarı Mustafa'nın babasına da 'Araboğlu İsmail' diyorlar. Belki olay doğrudur da zamanı daha eskidir...

    1795 Doğumlu Araboğlu İsmail'in Halil ve Mahmut adında iki abisi; hatta onların da çoluk cocuğu var. Fakat Araboğlular günümüze İsmail kanalıyla ulaştığı için bu izi takip edeceğiz.

    Araboğlu İsmail'in; 1817'de Mustafa, 1821'de Mehmet ve 1825 yılında İsmail adlarında üç oğlu oldu. Esas aldığımız kayıtlardan sonra iki oğlu daha olduğu, böylece beş oğula tamamlandığına dair bugünkü torunlarından dinlediğim bir rivayet var. Ali ve İbrahim adı verilmiş bunlara da... Üç numara İsmail'in küçük yaşta öldüğüne dair bir kayıt var. Belki sonrakilerden birine de yine İsmail adını koydu, orasını bilemiyoruz... Yalnız Mustafa dışındaki bu dört kardeşten birinin cinayete (Cavalardan birini öldürmüş) karışması üzerine Üyük (Beşkarış) köyüne sürgün edildiği ve orada vefat ettiği rivayet ediliyor. Mehmet'in bir kızı 'Gara Ayşa' lakabıyla yirminci yüzyıla ulaşabilmiş... Diğer iki kardeş de galiba erken vefat etmişler. Geriye Sarı Mustafa kaldı... 

    Mutlaka sarışın olduğu için bu lakabı almıştır. Oysa babası Arapoğlu İsmail, fiziken 'uzun boylu, kara sakallı' diye tarif edilmişti. Sarışınlığı babasından tevarüs etmediği anlaşılıyor...

    Nazife Hanım ile evlendi Sarı Mustafa... Kayıtlar tutulduğu sırada hayatta olmadığı için  Nazife Hanım hakkında bilgi bulunmuyor. Yalnız aslında isminin Nazike olduğu, yazma veya okuma hatasından dolayı böyle sanıldığına yönelik yaygın bir kanaat var. Eğret Kütüğünde aynı durumda bir kaç Nazike/Nazife karışıklığı daha bulunuyor...  

    Sarı Mustafa'nın çocuklarına 'Arapoğlu' demeye başladılar. Üç oğlu bir de kızı oldu; Hüseyin, İbrahim, Halil ve Ümmühan. Belki başka kızları da varmıştır, tespit edilebilen yalnız Ümmühan... 

    Aslında 1845 doğumlu olan Ümmühan, kardeşlerin hepsinin ablası olabilir. Dervişoğlu Eyüp'e vardı, Ahmetçavuş (Ahmet Dirlik)in anasıdır... Fakat oraya varmadan önce Ümmühan Hanım yine Araplardan Mahmut isimli birinin eşiydi. Tek kızları Kezban doğduktan sonra Arapoğlu Mahmut öldü, eşi Sarımustafa kızı Ümmühan Dervişoğlu Eyüp'e vardı. Kızı Kezban ise biraz büyüyünce Hacımahmutların İbrahim'e verdiler, orada Gambırarifin anası olacak... Tabi kocası İbrahim ölünce Kezban da Körselimler/Gavasların Ahmet'e vardı. Araplar ile Gavaslar arasında tespit edilebilen ilk bağlantı Sarımustafanın torunu Kezban sayesinde kuruluyor... Ümmühan'ın macerası böyle...

    Ortanca oğlu İbrahim 5 yaşlarındayken rahatsızlık peyda oldu. Bir Rum doktorla ameliyat için 500 kuruşa anlaştılar; fakat İbrahim'in kurtulamadığı anlaşılıyor... Geriye kalan iki oğlu üzerinden Sarımustafanın sülalesi incelenecek...



07 Kasım 2023

Arapoğlu Çöne Halil


    Sarı Mustafa'nın küçük oğlu Halil 1877'de doğdu. Çöne lakabını ne zaman aldığı bilinmiyor. Çok sert karakterli biri olduğu ve bu yapıya daha gençliğinden itibaren sahip olduğundan lakabın tarihi geriye çekilebilir... Mesela çok sert ve dayanıklı mizacıyla tanınan Garahmetilerin Gabaoğlanı filan pusturduğu söyleniyor. O halde lakabı Cihan Harbinden önce almış demektir...

    Çöne Halil ilk olarak Garmenlerin Ömer kızı Neslihan ile evlendi. Bu durumda Hüseyin abisi ve Küpelilerin Ali’yle bacanak oldular. Neslihan'dan İsmail, İbrahim, Hanım ve Ayşe adlarında dört çocuğu oldu. Bu dört çocuğun durumunu görecek olursak...

    Büyük kızı Hanım, Daldallardan Ömerçavuş oğlu İbrahim ile evlendirildi. Diğer kızı Ayşe ise Gıdilerin Mustafa'ya vardı; Gıdilerin İbanın anası olacaktır... Şimdi iki oğlana mercek tutalım...

    1. İsmail

    Büyük oğlu İsmail'e bu adı vermesiakıllara dedesini getiriyor. İsmail, 1893 doğumlu. Garmenlerin Ali kızı, yani dayısının kızı Ayşe ile evlendi. Beş kızkardeşler bunlar... Şerife, Hacapdıramanların Ali Osman eşi; Akile, Körüslerin Ali eşi (Akömerin anası);  Fadime, Apdıramanların Ali eşi oldular; Azime ise bilinmiyor. Yani İsmail'in dört bacanağı oldu...

    Henüz çocuğu yoktu, 1910'lu yılların başında vefat etti. Aile içinde anlatılagelen rivayete göre İsmail'in ölümü Gocacami inşaatına bağlanıyor. Burada ağır bir taşı kucaklayıp kaldırırken çok zorlanmış. İç organları bundan çok zarar görmüş, belki iç kanama filan... Hasılı kelam Çönehalilin İsmail vefat etmiş.... 

    Eşi Ayşe Hanım bundan sonra Aliciklerin Garamehmete vardı. Garamehmet, Çakıriban (İbrahim Ata)nın emmisidir... Orada da çocuğu olmadı ve o halde 1955 yılında vefat etti...

    2. Gavas İbrahim

    Küçük oğlu İbrahim'e bu adı vermesinin sebebi ölen ağabeyi olmalı. 1894'te doğan İbrahim'e 'Gavas'; Çolağömerlerden olan eşi Havva'ya da 'Gabıkhava' dediler. İbrahim'e 'gavas' denmesinin sebebi ilginçtir...  

    Çönehalil bir zaman Çolömerlerin evin yanlarındaki Körselimoğlu Ahmet'in yurduna girmiş. Soyunun son temsilcisi olan Ahmet de ölünce ev boşalmıştı... Esasında Selimlerin bir kolu olan bu ailenin ninesi Gavas Ahmet Ağanın kızı olduğu için bunlara Körselimler değil Gavaslar deniliyordu. Gavas Ahmet Ağa'nın ise Araplar ile dipte bir bağlantısı olduğu düşünülüyor. Kısaca, Çöneye akrabasının evine girmesi teklif edilmişti... Gavasların evde bulunmalarından mülhem, arkadaşları İbrahim'e Gavas diye seslenmeye başladılar, böylece onun lakabı da belirlenmiş oldu...

    Gavas, Havva Hanım ile evlenmekle; Veyislerin Doğveli Halil İbrahim ve Patlakların Ayanoğlu Ahmet ile bacanak oldular...

    Gavasın bir kız, dört de oğlu oldu; Aziz, Sultan, İbrahim, Ramazan ve İsmail... 1923 Yılında doğan Aziz, iki yaşındayken öldü... 1930 Doğumlu, tek kızı Sultan'ı ise Gocagulağın Ahmet'e gelin etti... 

    Gavasın Topal
    Büyük oğlunun adını da İbrahim koydular. Bazen böyle durumlara rastlanabiliyor, çocuğa ana babasının adını veriyorlar. Gavas da 1937'de doğan oğluna kendi adını koydu. Aziz'in yaşamamış olmasının bunda payı olabilir. Çocuk ölümlerine sık rastlanan o yıllarda, yaşasın diye ana babasının adını verebiliyorlar...

    Bacağındaki arızadan dolayı topallardı, bu yüzden İbrahim hep 'Gavasın Topal' diye bilindi. Mesleğinden dolayı 'Demirci Topal' da derlerdi. Bunun dışında iyi yemek yaptığı da bilinen hususiyetlerindendi...

    Körhalilin kızı Havva ile evlendi. Böylece Körhocanın Çolak Arif Varlı, Gavcarın Kötü Hüseyin İnanır ve Ayvazın İsmail Uysal ile bacanak oldular... İkisi kız dördü oğlan olmak üzere altı çocukları doğdu; Fatma, Meryem, Halil İbrahim, Abdullah, Ahmet ve Fahri...

    Büyük kızı Fatma, Bödünün Kerim Sağlam eşi oldu. Diğer kızı Meryem ise daha küçükken bir trafik kazasında vefat etti...

    Büyük oğlu ardı sıra iki dedenin, Çönehalil ve Gavasibrahim adını taşır. Kirpitçilerin Cemal kızı Nuray ile evlenen Halil İbrahim, imam idi. Kezban ve İbrahim adını verdiği bir kızı ile bir oğlu oldu. 2011 Kurban bayramında vefat etti. Kızı Kezban Karacahmet'e gelin gitti...

    Gavasıntopalın ikinci oğlu Abdullah, Tevfiklerin Ahmet kızı Kezban ile evlendi. İzmir'e yerleşti. Üç kızı var ve halen İzmir'de yaşıyorlar...

    Üçüncü oğlu Ahmet de Çolömerlerin Veysel kızı Azime ile evlendi. Ninesi Gabıkhava dolayısıyla akrabalar... İbrahim ve Havvanur adlarında iki çocuğu olan Ahmet de İzmir'de yerleşik...

    Küçük oğulları Fahri'yi önce çocuğu olmayan bacanağı İsmail'e evlatlık vermişler. Onun çocuğu doğunca tekrar almışlar ve Kalecikli bir hanımla evermişler. Fahri de baştan beri İzmir'de oturuyor...

    Oğlu Halil İbrahim Hoca'nın vefatından sonra Gavasıntopal bir daha kendini toparlayamadı. Demirciliği zaten çoktan bırakmış, dükkanı kapatmıştı. Böyle böyle yıllar geçti ve 2022 yılında vefat etti...

    Canavarcı
    Gavasın ortanca oğlu 1938 yılında doğdu. Büyük ihtimal bu ay içinde doğduğu için Ramazan adını koymuşlar. Tabi belki de adı hiç bilinmiyordu, herkes onu 'Canavarcı' diye tanırdı... Bu meşhur lakabının öyküsü ilginçtir.

    Avlanmayı seven Ramazan, zaman zaman tersliğiyle de meşhurmuş. İki tavşan vurduğu bir avdan dönerken de öyle canı sıkkınmış. Galiba çeşme başında yolları eniştesi Gocagulağın Ahmet ile kesişmiş. Daha doğrusu, eniştesi bunu o haliyle görmüş... İçinden 'Len, bu ava ortak çıkar ya, hayırlısı...' diye geçirmiş... Düşündüğü gibi de çıkmış, birini yollayarak tavşanın birini istemiş... Tersliği üzerinde olduğu için vermemiş tabi ki... Eniştesi de bu duruma içerlemiş, 'Ben de sana adının önüne geçecek bir lakap takmazsam...' diye ahdetmiş... Onun yakıştırmasıyla bu lakap Canavarcı olarak yerleşmiş... Olayın kurtla canavarla alakası yok yani...

    Canavarcı, Ümmetlerin Çakalın İbrahim kızı Nazik ile evlendi...Nazik Hanım, Akkiprik Hasan Yet'in ablasıdır... Ayrıca Canavarcı ile Nazik Hanım ikisi de Çöne Dedenin torunu olarak hala dayı çocuğudurlar... Bu evlilkle Devecinin Cemil ve Dönelerin Zafer ile de bacanak oldular. İki bacanağı da aynı şekilde Çöne Dede paydasında akrabalarıdır...

    Dört çocukları oldu; Ömer, Aziz, Havva ve Mehmet... Tek kızları Havva, Terzitopalın Resul Omak eşidir...

    Büyük oğlu Ömer, Kirlinin kızı Ayşe ile evlendi. Kölgecilerin Remzi Kayır ve Çakırların Mehmet Erdem ile bacanak oldular... Merve, Nagehan ve Recep Ramazan adlarında üç çocukları var. Merve, Kilcinin Hüseyin'in Ahmet Sağlam; Nagehan da Şekeralilerin Halil'in Emre Omak eşidirler...

    Canavarcı ortanca oğluna, hiç görmediği abisinin adı Aziz ismini koymuş. Berberhüseyinin kızı Emine ile evlenen Aziz; Körahmetin Zeynel Çotak, Kelibanın Misgin Abdullah Dalgıç, Potuğun Göcen Ahmet Gülen ile bacanak oldular... İbrahim ve Ramazan adlı iki oğulları var. İbrahim, Hatiplerin Çaylının Osman kızı Zehra ile evli...

    En küçük oğlu Mehmet, lağvedilmeden önce Anıtkaya Belediyesinde çalışıyordu. Şimdiki görevi Afyon'da...

    1995 Yılında vefat eden Canavarcının ailesi, çocukları ve torunları Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    Gavasın İsmail
    Gavasın küçük oğlu İsmail 1940 yılında doğdu. Onun özel bir lakabı hiç olmadı, 'Gavasın Ismeyil' derlerdi. Bizim çocukluğumuzda köyde pek nadir bulunan arabalardan biri de onundu. Hacımuratı bir kaç kez gelin arabası olarak süslenirken gördüm...

    Gavasın İsmail, Yozgunun Muzaffere ile evlendi. Böylece Arapların Gözelmehmet Mehmet Tok, Demircisalihin Osman Yakışır, Mardakların Halil İbrahim Saki ve Akbaşların Yaşar Karakaya ile bacanak oldular...

    Çocukları olmadı, Olucak'tan İsmihan'ı evlat edindiler. Bezekinin Ali'nin Mustafa Tok'a verdiler İsmihan'ı... Gavasın İsmail de 2013 yılında vefat etti...

    Çocuklarının hikayesini anlattığımız Gavas İbrahim, çok uzun bir süreç olan savaşlar döneminde asker idi. Fizan'da çarpıştığı söyleniyor; yalnız o bölgedeki savaş sırasında henüz 17 yaşındaydı, başka bir yerle karıştırılıyor olabilir. Nitekim Kanal seferinde İngilizlere esir düştüğü, krizol dahil bir çok kimyasal işkenceye maruz kaldığı, İngiltere'ye götürülüp çalışma kamplarında çalıştırıldığı, defalarca ölümden döndüğü anlatılıyor. Cihan harbinde yaşadıkları hafızasına öyle bir yer etmiş ki yaşlılığında bile eline sopayı alıp süngü talimi yaparmış. Krizol etkisiyle belirgin bir görme kaybını ölene kadar gözlerinde taşımış... Bu haliyle 1966 yılında yetmişiki yaşında öldü; hanımı Gabıkhava ise, 1982 yılında 87 yaşındayken vefat etti....

    3. Deveci Şah İsmail

    Halil, Neslihan'dan başka ikinci bir hanım daha aldı. Sıntırlardan Hatice adındaki bu kadın Bekiralinin kardeşi Hüseyin eşiydi. Bir kızları varken Hüseyin harpten dönemedi, kızı yanında tay olduğu halde Çöneye ikinci eş oldu. Yani Hatice'yi aldığında Neslihan Hanım henüz hayatta idi... Bununla beraber Neslihan Hanım 1926 yılında vefat edecektir. Hatice'nin yanında tay gelen kızı ise daha önceden ölmüştü...

    Çönehalilin Hatice Hanımdan da bir oğluyla iki kızı dünyaya geldi. Bunların isimleri İsmail, Emine ve Esma'dır... Kızlardan 1923 doğumlu Emine, Ümmetlerin Çakalİbrahim eşi; 1928 yılında doğan Esma ise, Dönelerin Ali eşi olacaktır...

    1920 Yılında doğan tek oğluna gelince... Adını İsmail koymasının sebebi, on yıl önce vefat eden oğlunun hatırasıdır... İkinci hanımından bu yeni İsmail daha çok lakabıyla tanınacaktır. Askerlik yaptığı sırada sorumlu olduğu develer sebebiyle 'Deveci' denilecek ve bu lakap ömür boyu peşini bırakmayacaktır. Çanakkale'nin Biga ilçesindeki askerliği sırasında bu hayvanlarla ilgilenirken Kelalinin kızını tanımış ve böylece Bigalıların Eğret'e gelmelerine de vesile olmuştur...

    Deveci İsmail, Şaşdımların Esgimısdık kızı Halime ile evlendi. Halime Hanım Ömeronbaşının kardeşidir...Tek çocukları oldu, adını Cemil koydular. Devecinin Cemil de Çakalibrahim kızı, yani halasının kızı Hatice ile evlendi. Canavarcı ve Dönelerin Zafer (O da hala oğlusu) ile bacanak oldular...

    Devecinin Cemil'in Sema, Halil, Hatice ve İsmail adlarında iki oğluyla iki kızı var. Sema, Ayımevlütün Ahmet'in Sait Öztürk eşidir... Halil, Anıtkaya dışından bir hanımla evli. Bir oğluyla bir kızı var ve Afyon'da oturuyor... 

    Matrak, şakacı bir yapısı olan Deveci, aynı zamanda uzun boyuyla dikkat çekerdi. Belki bu sebeple 'Şah Ismeyil' diye ikinci bir lakap daha kazanmış, insanlar diğerinin yanında bunu da kullanırlardı... 1988 Yılında kendisi, 1999'da ise eşi Halime Hanım vefat ettiler...

    ***

    Çönehalil ile bitireceğiz... Küçük kızı Esma doğduktan kısa bir süre sonra, 1930 yılında vefat etti. Soyadı uygulamasına yetişemedi. İki oğlu İbrahim ve İsmail SARĞIN/SARGIN soyadını aldılar... İkinci eşi Hatice Hanım, kendisinden 37 yıl sonra, 1967'de vefat etti...



02 Kasım 2023

Gavur Hoca

     
    Berber Emmimin sohbetinde hikayeler ardı ardına geliyor. İlk defa duyduklarımı not ediyorum; ama anlatım bittikten sonra... O anlatırken not alacak olursam kendisini dinlemiyormuşum gibi oluyor, ayrıca notlarda bütünlük sağlanamıyor, benim konuyu tam anlayamamam da cabası... Bu yüzden önce dinleyip sonra yazıyorum...

    Bu kez gafil avlandık, zira bir sonraki anısını da ilk defa duyuyordum. Bir yanda taze dinlenmiş ve hemen not edilmesi gereken bir olay, diğer yanda ise anlatımına yeni başlanılan ve dinlenilmesi gereken bir başka olay... İki işi birden yapamayacağım için kayıt cihazını çalıştırıp sehpaya koydum. Anlatırken kendisini kısıtladığına inanır, sevmez böyle şeyleri... 

    - 'Ne yapayım, mecbur bıraktın; öncekini yazmamı bekleseydin' diye çıkıştım, isteksizce anlatmaya başladı...

    Bunlar aynı ekip Çerkez/Yenice'ye gidecekler. Aynı ekip dediği, önceki olayın kahramanları, köyün hoca takımı oluyor. Terlemezin Abdullah, Azıraklının Ahmet, Hamzaların Ademhoca, Akbaşların Mehmethoca, Gobakların Arif, Körhalilin Haliban, Dayıların Adem... Terlemezin Abdullah'ın dayıları davet etmiş, yahut kafalarına göre ziyarete gidecekler...

    Bir Cumartesi günü Tekelilerin Halil'in beygirleri koşturmuşlar ve hepsi doluşmuş arabaya... Güdükahmetin bağa yaklaşınca yolda zorlanarak yürüyen bir adam görmüşler. Bir Çerkez, dolu bir yağ tenekesini tutmuş kulpundan, bir yanına eğile eğile ilerliyor... Bağrıyuka Akbaş Hoca;

    - 'Yazık, şunu da alamıñ' deyince, Halil durdurmuş beygirleri, Çerkezi ve yükünü de atmışlar arabanın arkasına... Adam dökülmesin diye, tenekenin iki deliğini patates ve kuru incir ile tıkamış. Ademhoca, adamın dibinde oturuyor. Bu vaziyette gidiyorlarken, Abdullah Halil'den beygirleri kımçılamasını istiyor. Bir an önce varacakları yere varmak istiyorlar...

    Halil kımçıladıkça beygirler deliriyor, araba bir o yana bir bu yana savruluyor. Ademhoca;

    - 'Le, amanıñ etmeñ arkıdeşle' diye yalvarıyor, ama dinleyen kim; Abdullah coşmuş, Halil durmadan kımçı şaklatıyor... Abdullah'ın tek derdi Yenice'ye bir anca varmak olmadığı anlaşılıyor. Oturmuş Halil'in dibine, o kımçı salladıkça ayaklarını falakaya dayamış sağa sola gerdiriyor. Hem de sırtını dayadığı ortadakileri arkaya doğru ittiriyor... Meğer asıl gayesi ani zikzaklar ve önden gelen tazyikle zavallı Çerkezi arabadan düşürmekmiş... 

    Ademhocanın feryadı ise bu tehlikenin hemen yanında bulunmasından... Adamın düşmesi bir şey değil, yanında yağ tenekesi var... Nitekim bunca langırtıya dayanır mı, patates tıpa fırlayıp düşüyor. Tenekedeki yağ yerden petrol fışkırır gibi yukarı püskürüyor. Adam yağın heba olmasından, Ademhoca her tarafının yağa bulanmasından feryadı basıyorlar;

    - 'Yağı dökülüyoo! Yağı dökülüyoo!'

    - 'Amanıñ etmeñ le! Amanıñ duruñ le!'

    Öndekilerin umurunda değil... İttire kakdıra, ağlata inlete adamı arkadan düşürüyorlar... Can havliyle arkalarından bağırmış Çerkez;

    - 'Size hoca deyenin anasını avradını bilmen ne eden!' Dabancam oleydi vallaha hepinizi vururdum! diye arkalarından bağırmış amma sesini anca duyurabilmiş... Arabadakiler hahaha hihihi Çerkeze varmışlar...

    Dayısının eve varınca Terlemezin Abdullah, arkadaşlarını bırakıp kadınların bulunduğu odaya gitmiş. Akrabaları olduğundan ve bir müddet orada hocalık da yaptığından kadınlarla kızlarla mesafesi yok... Azıraklının Ahmet'in dili durmamış;

    - 'Le goca gavur! Bizi burda goyvediñ de niye gızlañ yanına gitdiñ!' diye seslenmiş... Abdullah hiç oralı olmamış... Neyse, bunlar yemişler içmişler, çıkmışlar dönüş yoluna... Mandıradan, Ardıçlıguyudan Olcakgırına yönelmişler...

    Yollarına çıkan bir Olucaklı, Akbaşhocayı tanımış, hêyâ deyip hal hatır sormuşlar. Mehmethoca ağırbaşlı bir adam ve etraf köylerde de namı yürüyen bir hoca. Fakat arabadakiler dinler mi Mehmet Hoca filan... 

    - 'Şu misir kimiñ?' diye bir mısır tarlasını sormuşlar. Adam da Mehmethocanın hatırına;

    - 'Benim, giriñ, bire ikişe goparıñ' diyerek hem izin vermiş hem ikramda bulunmak istemiş. Onu dedikten sonra da çekip gitmiş... Bunlar bir dalmışlar tarlaya, çatır çatır belki yüz gumdak kırmışlar... Oysa adam 15-20 mısıra izin vermişti...

    Tekrar yola koyulmuşlar... Abdullah Hoca Almanya'ya gidip geldiği için kılık kıyafeti değişik, gözlükler filan... Çat pat Almancası da var... Azıraklının ona 'Gocagavur' demesi de bu yüzden... 

    Biraz sonra nohut tarlasına denk gelmişler, çocuklar başında bekliyor. Bir mola da orada veriyorlar... Azıraklının Ahmet, çocuklara Abdullah'ı göstererek;

    - 'Bu adam gavur, görmemiş nohutu filan bilmiyo, bi dutam veñ de yisiñ.' diyor... Veriyorlar çocuklar nohutu. Gavur, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak nohutu çakıldaklarıyla yemeye filan çalışıyor. Beriki nasıl olsa gavurdur, anlamaz diye küfürler savurarak nasıl yeneceğini gösteriyor... Sonra sözde gavur elindeki jetonları şıkırdatarak nohutun parasını vermek istiyor. Güya jetonlar gavur parası sanılacak... Azıraklı;

    - 'Le bilmennetdimiñ gavuru, bunna Müslüman çocuğu, heç bi dutam nohutuñ parasını mı alırlâ!' diyerek nohutu da beleşe getiriyor. Bütün bunları eğlence olsun diye yapıyorlar; ama bu arada Azıraklının Ahmet, Terlemezin Abdullah'ı fırsattan istifade epeyi gayarlıyor...

    Nohut tarlasından da bir kucak nohut alnıyor... Öylece Eğret'e dönmüşler. Yolcular indikten sonra Tekelinin Halil, son bir kımçı daha sallayıp beygirleri datdiyor... Arabada ne varsa götürüyor... Bunlar ardından bakakalıyorlar... Haydan gelen Halil'e gidiyor...

    Bu ekiptekilerin üçü hoca değil ve bekarlar; Berber Ahmet, Dayıların Adem ve Tekelinin Halil... Aslında Berber Ahmet'in önüne büyük bir hocalık fırsatı da çıkmış... Cihaz, Gavur Hocanın Çerkez macerasını kaydederken ben de o fırsatı yazıyordum. Bir ara anlatırım...




01 Kasım 2023

Dedeler

    
    Veyisoğlu Ali'nin Ahmet'ten sonraki diğer iki oğluna geldik. Önce ortanca oğlu Mustafa...



    MOLLA MUSTAFA

    Mustafa'nın ne zaman doğduğu bilinmiyor. İlim tahsil ettiği, bu yüzden 'Molla Mustafa' olarak bilindiği kayıtlarda var. Bir zaman sonra, Cami-i Şerif Vakfınca Cuma Camisi Hatibi olarak görevlendirildiği ve vefatına kadar bu vazifesini sürdürdüğü anlaşılıyor.

    Mustafa'nın Hatiblik vazifesinden, Delimamın atama kararnamesi sayesinde haberdar oluyoruz. Buna göre, Delimamdan önceki Eğret Hatibi Veyisoğlu Molla Mustafa'dır. Sözü edilen karar metninin ilgili kısmı şöyle: "...Karahisar'a bağlı Eğret köyünde bulunan Cami-i Şerif vakfında bir akçe yevmiyeli hatiblik vazifesini Vakıflar Bakanlığı kararnamesiyle yürüten Ali oğlu Mustafa, bu esnada çocuksuz vefat edip..." 

    Bu belgenin düzenlenmesindeki asıl amaç, Delimamın görevlendirilmesidir; ancak kadronun nasıl boşaldığını anlatırken Molla Mustafa hakkında aradığımız bilgileri bize sunmuş oluyor. Buna göre Molla Mustafa ile Delimamın 'emmi çocukları' olduğunu da yazmışlar. Bundan kasıt, ikisinin de aynı sülaleden, Veyislerden olmalarıdır... Bir hatırlatma yapalım; Molla Mustafa'nın ablası Şemsi, Delimamın emmisi Süleyman'a varmıştı... Ayrıca, Molla Mustafa'nın çocuksuz vefat ettiği bilgisi de yine bu belgeden çıkarılanlardan... Hatırlanacağı üzere, babası Veyisoğlu Ali'nin veraset ilamında, Mustafa'nın vefat ettiği eşinin de hamile olduğu yazılıydı. Sonuç olarak Molla Mustafa vefat ettiğinde henüz çocuğu yoktu... 

    Belgelerin dışına çıkarak hikayeyi toparlayalım... Cuma Camisinin Hatibi Molla Mustafa,  Hacıların Küçükmehmet kızı Satı (Dudu) ile evlendi. Tam olarak tarif etmek gerekirse; Satı Hanım, Yetimlerin dedesi Hacımuratın kardeşi; Hacının İbram ve Sağırmehmetin halalarıdır... Ayrıca Molla Mustafa iki önemli kişiyle de bu evlilik sayesinde bacanak oldu. İlki, Arapselimlerin atası kabul edilen, Eğret'e gelen ilk Arap Selim'dir... Diğeri ise yine Daldallardan Ömerçavuş, yani Kipilin babası...

    Babası Veyisoğlu Ali'nin ölümünden kısa bir süre sonra Molla Mustafa da vefat etti. 1885-86 Arasında vefat ettiği sanılıyor; çünkü oğlu Mustafa'nın doğum tarihi 1886 olarak kaydedilmiş... Evet, babası vefat ettiğinde ana karnında olan çocuk doğunca hiç görmediği babasının adını veriyorlar... Bu tek oğul, Molla Mustafa'nın hikayesini devam ettirecektir...

    Mollanın ölümünden sonra Satı Hanım, Osman diye birine varıyor. Osman'ın kim olduğunu çıkaramadık; ama 1890 yılında Hatice adında bir kızı olduktan sonra O da vefat ediyor. Yetim Mustafa, karınkardeşi yetim Hatice ve anaları dul Satı başbaşa kalıyorlar. Büyüyünce Hatice, Veyisoğlu Ramazan'ın oğlu İbrahim'e varacak; İbrahim'in ölümünden sonra ise Yörükmehmete varıp Yörük Mevlüt Demir'in anası olacaktır...

    Mustafa'ya dönelim... Satı Hanım, babasız büyüttüğü oğlunu, Yetimlerden Hacının kızı Hatice ile evlendirdi. Hatice, öz yeğeniydi, yani gelinle güveyi hala-dayı çocuğu oluyorlar. Ayrıca gelin Hatice Hanım, Hacının İbramın kardeşidir... Böylece Molla Mustafa'nın oğlu Mustafa, Ayanoğlu Osman (Sarışükrünün babası) ve Hassönlerin Hasan (Çilmahmutun babası) ile bacanak oldular...

    Bir kızları dünyaya geldikten sonra Mustafa, Cihan Harbi yıllarında cephedeydi... Çanakkale'de 3. Kolordu, 19. Fırka, 57. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük Piyade Eri iken, Şehir Emaneti Mecrûhin Askeri Hastanesinde, 12 Ekim 1915 günü şehit oldu... 

    Durmadan dualar sureler ezberleyen dinibütün bir kadın olan Hatice Hanım, bunu metanetle karşıladı. Fakat felaketler üstüste geldi, bir süre sonra kızı da öldü. Sonra Eğret işgal edildi, başına gelmeyen kalmadı. Hatice Hanım aklını yitirdi, oldu 'Deli Hatca'... Ortada kaldıysa yakınları, şunu tedavi ettirelim, demediler. Onca varlığına rağmen, sefalet içinde öldü de kurtuldu... 

    DELİ VEYİS

    Veyisoğlu Ali'nin en küçük oğlu Veyis, 1854 yılında doğdu. Bütün Veyisler sülalesi içinde, ismi Veyis olarak kaydedilmiş son kişidir. Ondan sonraki asırda bu isme bir daha rastlanmadı. Kendisine 'Deli' lakabının takılmasına sebep, ani kararlar vermesi mi, çabuk öfkelenmesi mi, ölçüsüz konuşması mı, çılgınlığı mı, cesareti mi bilinmiyor... Belki hiç biri, belki hepsi; ama 'Deli Veyis' diye bilinecektir...

    Bununla beraber 1904 kütüğüne 'Dalhüseyin oğlu Veyis' biçiminde kaydedilmiş. Bunu 'Daldalların Veyis' biçiminde anlamak gerekir. Hane reisi olarak görünüyor ki, o hanenin içinde yeğenleri Hacı Ali ile Molla Mustafanın oğlu Mustafa da var...

    Deliveyis, Türkmenlerden İbrahim kızı Şerife ile evlendi. İki kız iki oğlan, dört çocuğunun yaş sırasına göre isimleri; Süleyman, Ümmü, Hüseyin ve Dudu'dur. Annesinin adını verdiği büyük kızı Ümmü, Tingildeklerin Mehmet'e vardı. Sevgili Dede olarak bilinen Hasan Kasal'ın anası olacaktır... Küçük kızı, 1902 doğumlu Dudu'nun akıbeti bilinmiyor... Anaları Türkmen kızı Şerife Hanım 1947'de vefat ettiğinde doksanına merdiven dayamıştı...

    1. Süleyman

    Oğlanlara gelince... Büyük oğlu Süleyman 1878 yılında doğdu. İdirizlerin İbrahim kızı Şerife ile evlendi. Şerife Hanım, Hamsincinin kardeşi olur. Böylelikle Arzıların Ömer (Çolakmusa, Gurugafa ve Dendenin babası) ve Körüslerin Mehmet (Garaömer ve Akömerin emmisi) ile bacanak oldular...

    Süleyman ile Şerife Hanımın Hamdi ile Hatice adını verdikleri bir kız ve bir oğulları oluyor. Sonra Şerife Hanım vefat ediyor... Deliveyisin Süleyman, ikinci olarak Afyonlu Berber Ali Ustanın kızı Nimet ile evleniyor ve Hacıların Kelahmet ile bacanak oluyorlar... Bu, Nimet Hanım ile Süleyman'ın ikisinin de ikinci evlilikleri oluyor; Nimet Hanım daha önce Yörüklerden biriyle evlendi, kocası Cihan harbinde kalmıştı... Bu evlilikten de, Mehmet Cemallettin adını koyacakları bir oğulları oldu...

    Son zamanlarında Deliveyisin oğlu Süleyman'a, yakınlarındaki küçükler 'Sülük Dede' derlermiş. Süleyman isminin seslerini çağrıştıran bir çocukça oyuna benziyor bu... Dediklerine göre, biraz muska gibi yazı işleri de elinden gelirmiş... Nimet Hanımın vefat tarihi 1969... Neyse, tek kızı Hatice, Hacıların Kelidiriz eşi oldu... Oğlanlara bakalım;

    Hamdi Hoca
    İlk Hanımından olan oğlu Hamdi 1914'te doğdu. Musluların/Gazilerin Hasan kızı Feride ile evlendi. Feride Hanımın diğer kız kardeşleri yoluyla, Mardakların Hatcamehmet ve Takgasların Abdullah ile bacanak oldular. (Feride Hanımın anasının da Daldallardan olduğu unutulmamalı.) 

    Dördü kız üçü oğlan, yedi çocukları oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Süleyman, Şerafettin, Şerife, Hafize, Satı, Ahmet ve Muhsine'dir. Bu dönemde bazı çevre köylerde ve Eğret'te imamlık yaptığı için kendisine 'Hamdi Hoca' derlerdi, lakabı da öylece kaldı... Karıkoca 1994 yılında arka arkaya vefat ettiler...

    Hamdihocanın büyük kızı Şerife Hatcamehmetin Hasan Saki, yani teyzeoğlusu eşi oldu... Hafize de Takgasların Demirci Hasan'a, yani teyzeoğluna vardı... Ortanca kızı Satı, Paşaların Gırgır Ahmet Yaman eşidir. Gırgırın anası da Daldallardan... Küçük kızı Muhsine ise Ağamehmetin Halil Dadak eşidir. Halil ise Veyislerden... Neticede Daldallar, Veyisler aynı kapıya çıkar...

    Büyük oğlu Süleyman, 1940 yılında doğdu. 'Hamdinin Süleyman' derlerdi, sonra sonra lakabı 'Küpçü'ye dönüştü. İhsaniye ötesinden sabaha karşı kaçak tahtalar getirirdi. At arabasını sırf bu iş için özel tasarlar, yan ve taban tahtaları vurmazdı. Gerektiğinde dingilleri açıp tahtaların boyuna göre uzatabileceği için böyle sürdüğü araba, bakanlara çıplakmış izlenimi verirdi...

    Küpçü, Paşanın Ahmet kızı Hatice ile evlendi; Gırgır ile değişik usulü evlenmiş oldular. İsimleri Zekiye, Hamdi, Nevzat olan bir kız ve iki oğlu oldu. Zekiye, halasının oğlu olan Hatçamehmetin Hasan oğlu Mehmet Saki eşi oldu; aynı zamanda nineleri de kardeş... Büyük oğlu Hamdi, Omarcıkların Meşhur Ahmet kızı Sabire ile evlendi; iki oğluyla İzmir'de yaşıyor... Küçük oğlu Nevzat ise Anıtkaya dışından Memnune ile evlendi; Nevzat da bir oğlu ve bir kızıyla İzmir'de yerleşik... Hamdinin Süleyman da 2004'te vefat etti...

    Hamdihocanın Ortanca oğlu Şerafettin'in doğum tarihi 1949... Gödemehmetin kızı Lütfiye ile evlendi. Kekliklerin Haro Ahmet, Eyüplerin Hopalı H.İbrahim ve Sarışükrünün İbrahim ile bacanak oldular... Erken dönemde İzmir'e yerleşti. Hamdi ve Mehmet adını verdiği iki oğlu oldu. Büyük oğlu Hamdi, Anıtkaya dışından Nilgün Hanımla evlendi; Buse ve Duygu adlarında iki kızı var ve görevi gereği Adana'da yerleşikler... Küçük oğlu Mehmet de Anıtkaya dışından Aysel Hanım ile evlendi. Askerliği sırasında bir patlamada yaralanarak Gazi oldu. Şeref Ata adında bir oğlu var ve halen İzmir'de yaşıyorlar... Şerafettin Dadak, 2014 yılında öldü...

    Hamdi Hocanın küçük oğlu Ahmet, 1958 doğumlu... Daldalların Kipilin Köremin kızı Şerife ile evlendi. Çulluların Muhittin, Körhalilin Mehmet ve Buydeycigadirin Selahattin ile bacanak olurlar... Hamdihocanın Ahmet, erken dönemde İzmir'e yerleşti. Hamdi, Muhammet ve Ramazan adlarında üç oğlu oldu. Hamdi, Hatcamehmetlerin Mehmet Saki kızı Gülsüm ile evlendi. Aralarındaki katmanlı akrabalığı söylemeye gerek yok. Muhammet ve Ramazan ise Anıtkaya dışından evlendiler. Halen İzmir'de yerleşikler.

    Akgalak Çapar Mehmet
    Deliveyisin Süleyman'ın küçük oğludur, 1925'te doğdu; ikinci eşi Nimet Hanımdan dünyaya gelmiştir. Adını Mehmet Cemalettin koymuşlar; ama bu ismiyle hiç anılmadı, dense abartı olmaz. Önce saç, kaş ve derisinin kızıllığı sebebiyle 'Çapar' lakabı takılmış. Sonra Belediyedeki görevi sebebiyle taktığı beyaz siperli zabıta şapkasından dolayı 'Akgalak' denilecektir.  İkinci lakabı ilkini bastıramadı; emekli olduktan sonra Akgalaklık bitse de Çaparlık baki kaldı. Ölene kadar bu lakabıyla bilindi. Emekli olduktan sonra hırdavat malzemeleri satacağı bir dükkan açtı. Orada biraz oyalandıktan sonra devretti. Bu dönemde bile hep zabıtalık günleriyle hatırlandı. 'Varıp da Çapar ceza mı yazacak' sözü bir atasözü gibi Anıtkaya ağzına yerleşti; hala kullanılır... 1999'da, eşi Nazik Hanımla aynı yıl içinde vefat ettiler...

    Çapar Mehmet, önce Sağırların Hasan kızı Muhsine ile evlendi. Muhsine Hanımın ninesi (anneannesi) ile Çaparın annesi kardeş olduklarını unutmayalım... Çilmahmutun Hasan Omak ile bacanak oldular. 1950'de Ahmet, 1954'te Orhan adını verdikleri iki oğlu oldu. Sonra Muhsine Hanım 1960'ta vefat etti. Sağırlar ve onların sirayet ettiği çevrede bundan sonra yaygınlaşacak olan Muhsine isminin kaynağı, işte bu Ahmet ve Orhan'ın analarıdır... Ölenle ölünmüyor; Çapar, ikinci evliliğini Delimamın Ali'nin kızı Nazik ile yaptı. Aralarındaki akrabalıktan yukarıda bolca bahsettik. Bununla beraber Nazik Hanımla evlendiği için Çapar; Gobakların Gocayusuf, Yörüktahirin Bakkalsarı, Sağıroğlunun Süleyman, Terlemezin Nazmihoca ve Garaguzuların Gavurarif ile bacanak oldular...

    Nazik Hanımdan dört kızı dünyaya geldi; Mesire, Vildan, Muhsine ve Nimet... Mesire, Bayramgazi'ye gelin oldu. Vildan, Delinorilerin Takanın Ahmet eşi; Muhsine, Daldalların Gıdakömerin Nuri eşi; Nimet, Tellilerin Yakup'un Mehmet Ali eşi oldular...

    Çaparın büyük oğlu Ahmet, erken dönemde İzmir'e yerleşti. Orada Bigalı Zeynep Hanım ile evlendi... Orhan da İzmir'e erken gidenlerden. Birçok kere evlendi; Yadigar Hanımdan Muhsine, Akile Hanımdan Oğuzhan ve Ceyhan Hanımdan Korhan adlı çocukları oldu. Halen İzmir'de yaşıyorlar...

    2. Hüseyin

    Deliveyisin küçük oğlu Hüseyin, 1885 yılında doğdu. Türkmenlerin Hasan dayısının kızı Ayşe ile evlendi. Bekiralilerin Ali (Buydeycigadirin babası) ile bacanak oldular. Gülsüm, Ali ve Şefika adında üç çocukları oldu. 1931 Yılında Dedelerin Hüseyin vefat etti, eşi Ayşe Hanım ise yirmibeş yıl sonra, 1956'da öldü...

    Büyük kızı Gülsüm, 1904 yılında doğdu. Veyislerin Köse (Ali Osman Varlı) eşi oldu. Köselerin Veli ile Mehmet Hocanın analarıdır. Küçük kızı Şefika ise Tingildeklerin Musa Kasal eşi oldu... Hatırlanacağı üzere, Hüseyin'in Ümmü Ablası daha önceden Musa'nın Mehmet Emmisine varmıştı...

    Aliguru
    Hüseyin'in tek oğlu Ali, 1907 yılında dünyaya geldi. Sebebi anlaşılmadı, ama Ali'nin lakabı 'Aliguru' idi ve hep bu şekilde anıldı. Aliguruyu tanıyanlar, müthiş sayısal zekası ve etkileyici hafızasıyla hatırlıyorlar. Falanca olay ne zaman, hangi günde yaşandıydı; bu sene Kurban Bayramı hangi tarihte ne gün... Sorulduğunda anında takır takır cevaplarmış... Bırak bilgisayarı, duvar takviminin olmadığı günlerden bahsediyoruz...

    Aliguru, Gödeş Ahmet'in ikinci hanımından kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım, Esmenin Osman'ın has; Gödecin Mısdığın baba-bir kardeşidir... Ayrıca burada Tingildeklerle Gödeşlerin yakınlığı hatırlanmalıdır... Kendisi 1970'te, eşi Ayşe Hanım ise 2001 yılında vefat ettiler...

    Aligurunun üç kızı oldu; Zeliha (Zele), Münire (Hatice) ve Safiye... Küçük kızı Safiye 1945 yılında doğmuştu, iki yaşındayken öldü... Sağ kalan iki kız kardeş Tellilerin Yakup ve Salim kardeşlerle evlendiler. Zele, Yakup'un; Hatice de Salim'in eşi oldu...

        ***

    Veyisoğlu Hüseyin'in büyük oğlu Ali'yi işledik... Onun büyük oğlu Ahmet'ten Hacı Ali'ye, ondan Şebek Ahmet'e ve ondan da bugünün Hacallerine ulaştık... Ortanca Molla Mustafa'nın macerası gelini Deli Hatca ile noktalandı... En küçük oğlu Deliveyis yoluyla Hamdi Hoca ve Çapara ulaştık ve Aliguru ile noktaladık.

    Değinmediğimiz iki husus kaldı; Dedeler ve Çorbeciler... Yalnız Deliveyis çocuklarına mı yoksa dipteki Veyisoğlu Ali'nin bütün çocuklarına mı Dedeler dendiği tam olarak açıklığa kavuşmuş değil. Aynı şekilde, sülaleye Çorbeciler de denildiği ve meşhur Çorbeci Guyusunun bunlar tarafından kazdırıldığı söyleniyor. Bu hususta da netlik yok. Kesin olan şu ki Haceller/Dedeler/Daldallar ne derseniz deyin, hepsi varıp Veyislere çıkıyor...

    Veyisoğlu Hüseyin'in büyük oğlu Ali'nin torunları, 1934 Soyadı uygulamasıyla DADAK soyadını almışlar; Hacali ve Deliveyis torunları bunu kullanıyor...



30 Ekim 2023

Hacianesti ve Konstantin

 
    Şu eski Eğret fotoğrafını da tartışalım istiyorum. 

    Onu önce Hasan Özpınar'ın arşivinde görmüştük. Hacianesti'nin Eğret ziyareti sırasında çekildiğine dair bir not ile 'İşgal Günlerinde Afyonkarahisar' adlı kitabında yayınlanmıştı. Bir köhne meydan ambarından başka o fotoğrafta ipucu olabilecek bir görüntü olmadığından, oranın Eğret olabileceğine kuşkuyla yaklaşmıştık.

    ERT Arşivini tararken aynı fotoğrafla karşılaştım. Envanter kayıtlarında fotoğrafın 12. Tümene ait olduğu yazıyor. Bu tümenin Eğret ile alakası olmadığına göre fotoğraf nasıl bizim köyde çekilmiş olabilirdi? Bir yerlerde bir yanlışlık vardı...

    Eğret'te çekildiğinden emin olduğumuz fotoğrafları ayırdık. Bunlar 7. Tümen fotoğraflarıydı ve bu tümen de uzun süre Eğret'e konuşlandığı biliniyordu. Sakarya Savaşı sonrasına dair bu tümene ait bütün fotoğraflar Eğret ve çevresiyle bir şekilde ilişkilidir.

    Ayrıntılı incelerken bazılarında bir şey dikkatimi çekti; bir köhne meydan ambarı... Ucundan köşesinden bir kaç fotoğrafın kadrajına giren bu ambarın küçük ayrıntıları göze batmayacak gibi değildi. Çatısındaki tahtaların eskiliği, kırıkları çatlakları, omurgadan iki yana sarkıtılan bağ döşemeleri, ve ambarın yönü... Daha ilginci, Hacianesti'li fotoğraftakiyle aynı ambar olmasıydı. Yani Hasan Bey'in dediği gibi o fotoğraf Eğret'te çekilmişti...

    ERT Arşivindeki cam levhalara basılı fotoğraflar tasnif edilirken Romen rakamlarıyla köşesine ait olduğu tümen adı yazılmış. V (5) rakamının çapraz iki çizgisi birazcık yukarıda birleştirilirse bu X (10) gibi okunabilir. Hele elyazısında bunun gibi yazım ve okuma hatalarına sık rastlanır. Sonuçta VII (7) rakamı yanlışlıkla XII (12) olarak okunup envantere öyle geçirilmiş gibi görünüyor. Ayrıca aynı fotoğrafın bir kaç farklı tümenle ilişkilendirildiği de arşivde görülüyor, bu yüzden kayıt bilgilerine çok da güvenmemek lazım...

    Bu uzun ve sıkıcı girişten sonra asıl konuya, fotoğrafın içeriğine gelelim...

    4 Haziran 1922 günü Küçükasya Ordusunun Başkomutanlığına Hacianesti atandı. İki gün içinde Kolordu ve Tümenlerin komuta kademesi de değiştirildikten sonra Hacianesti 15 gün sürecek genel bir denetlemeye çıktı. Bütün birlikleri dolaştı, beklenen Türk taarruzu öncesi askere moral motivasyon kazandırmak istedi. Eğret'te bulunan 7. Tümene de bu maksatla uğradı. Günü kesin olarak bilinmemekle birlikte, o ve Hacianesti'li diğer fotoğraflar, 5-20 Haziran 1922 tarihleri arasındaki herhangi bir gün çekilmiş olabilir...

    En göze çarpan şey, ikişerli sıraya dizilmiş kırk elli Eğretli... Sözcü gibi seçilmiş dördüyle Başkomutan konuşuyor gibi... Karşılama komitesi gibi sıraya dizmişler, güya hoşgeldin diyorlar. Oraya zorla getirildikleri her halinden belli, çoğu yaşlı bu insanlarla poz vermenin sebebi ne olabilir? 

    İnsanlardaki sefalet izleri ayrıca konuşulabilir. Giyim kuşam özellikleri, bizim kuşağın en son Kölgeci'de gördüğü dizlere kadar çekilen ipçoraplar; çarıklar, sarıklar, kuşaklar vs...

    Bu fotoğrafta biraz daha net görülen arkaplan, bize konum hakkında bir fikir verebilir. Uç çizgileri belirgin karaltı, eski kabristanın bulunduğu tepedir. Çekim tekniğine göre yakına odaklanıldığından orası çok net değil. Daha aşağıda Cumacamisi ve Han var.

     Delişükrü'nün ve Şekeralilerin evin arka taraflarında bir yer düşünün. Ucu görülen ambar, oralarda bir yerde. Mezarlık ile o bölgenin arası boş, yapılaşma yok. Orada geniş bir boşluk var ve ambar o meydanda bulunuyor. Başka fotoğraflardaki gölgelerden anlaşıldığına göre ambarın kapısı doğuya bakıyor. Oysa genelde meydan ambarları kuzeye bakar şekilde yapılırmış... Öyleyse ambarı Gocacami'ye bakıyormuş gibi düşünelim...

    Yine başka fotoğraflardan anladığımız kadarıyla ambarın dört tarafı açık. Şimdi Kelahmedin ve hatta Bidakgelerin evin bulunduğu yerde çardak biçiminde yapılmış at barınağı var, o kadar; onun haricinde ambar bir meydanın ortasında bulunuyor. O meydanda sportif faaliyetler yaptıklarına, noel/paskalya kutladıklarına dair fotoğraflar da bulunuyor. İşte gördüğünüz fotoğraf böyle bir yerde çekilmiş...

    Bir de bu fotoğrafta nazara verilen yalnız Hacianesti... Halbuki onun kadar belki ondan daha önemli(!) Kral Konstantin'den de söz etmeliyiz...

    Bütün Yunan askerleri gibi Eğret'te bulunanlar da kendilerine cepheyi dar eden Mustafa Kemal Paşa'dan hiç hazzetmiyorlar. Sürekli küfürler savuruyor, onu aşağılamak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar... 

    Gavurun köpeği çok olur, lakin özel olarak besleyip baktıkları varmış bir tane, onu yanlarından pek ayırmazlarmış. Kralları Konstantin'in adını verdikleri bu köpeği zaman zaman başkalarıyla boğuşturur, o galip geldikçe gururlanırlarmış. Bakımsız, uyuz bir köpeğe de Kemal adını vermişler. Nefretleri depreştiğinde iki köpeği boğuşturur, böylece Konstantin Kemal'ı yendi diye kendilerini tatmin ederlermiş... Tümen Komutanının ayakları dibinde kıçı görülen köpek, Konstantin olabilir mi acaba?

    ***

    'O iş öyle değil İbanhoca' diye itiraz edeceklere baştan söyleyeyim, haklı olabilirsiniz. Bizim de bir şey bildiğimiz yok; yorumluyor, mantık yürütüyor, bir sonuca varmaya çalışıyoruz. 'O ambar orada değil şuradaydı; orası dediğin yer değil, falanca yerdir' gibi fikri olanı dinleyelim. Daha başta söylediğim gibi tartışa tartışa doğruyu buluruz...



28 Ekim 2023

Dolaksızlar

     

    Eğret 1830 kayıtlarının orta sıralarında Çolakosman oğlu İbrahim ve Salih yer alıyor iki hane olarak. Kardeş olsalardı aynı hanede ele alınırlardı, büyük ihtimal emmi çocuklarıdır... Seksen yıl sonraki kayıtlarda bu iki ailenin tam karşılığını yine listenin ortalarında ve yine arka arkaya buluyoruz. Çolakoğlu Mehmet ve Çolakosman oğlu Salih...

    İki hane, Gademler ve Dolaksızlarla bir şekilde irtibatlı olduğu net şekilde görülüyor. Bunun böyle olduğunu destekleyen başka bulgular da var. Misal, Dolaksızların ninesi Emiralilerin kardeşi... Onun görümcesi Çolakfatı, Körahmetin halası... Körahmetin kardeşi, Banguşun hanımı... Aliciklerin ninesi, Gademlerin kızı... Dolaksızların kızı, Aliciklerin gelini... Çolakfatının eltisi Faddik Nine de Gademlerden...

    1830 Kayıtlarından günümüze Çolakosmanoğlu Salih, yani Dolaksızlar sülalesini ele alacağız...

    İlk kayıtlarda Çolakosmanoğlu Salih'in 1783 yılında doğduğu belirtilmiş. Yazıldığı sırada ellisine merdiven dayamış, sarı sakallarına aklar düşmeye başlamış durumda... Üç oğlu var; İsmail 1816, Ali 1823 ve Osman 1826 doğumlular... Kız çocukları kaydedilmediği için varsa da bilinmiyor...

    Çolakosmanoğlu Salih'in üç oğlunun büyüğü İsmail, henüz bıyığı yeni terlemişken delikanlılık çağında vefat etmiş. Ortancaları Ali'nin akıbeti hakkında bir kayıt bulunmuyor. En küçükleri Osman'dan konumuzu teşkil eden Dolaksızlara gelinecek...

    Baştan belirtelim ki Çolakosmanoğlu lakabının 'Dolaksız'a dönüşümü hususunda bugüne gelen bir anlatı duymadım. Bele yahut baldırlara, bacaklara dolanan giysi parçası anlamıyla dolak kelimesinden türediği kesin gibi... Belki işaret edilen kişi dolaksız olarak görülünce böyle lakaplandı... O kişinin kim olduğu hususunda da netlik yok. Bununla beraber, Yukarıda sözü edilen Çolakosmanoğlu Salih'in en küçük oğlu Osman'a yahut onun da oğlu Salih'e bu yakıştırma yapılmış gibi görünüyor...

    Dolaksız Osman, Arife Hanım ile evlenmiş. Eldeki ikinci belge 1904 kayıtları sırasında hayatta olmadığı için Arife Hanımın kimlerden olduğu anlaşılamıyor. Sadece bir oğulları olduğunu bilebiliyoruz, o da 1855 yılında doğmuş. Dedesinin adı olan Salih ismini vermişler, ki aradan geçen seksen yılın sonundaki kayıtlara, dedesi gibi 'Çolakosmanoğlu Salih' diye yazılmış... Büyük ihtimalle halk arasında 'Dolaksızın Salih' deniliyordu...

    Dolaksızın Salih de bir başka Arife ile evlenmiş. Yine kayıt esnasında hayatta olmadığı için bu gelin Arife Hanımın kimliğini de bilemiyoruz. 1885 Yılında ikizleri dünyaya geliyor, bunlara Mehmet ve Osman adını veriyorlar... Osman, malum Dolaksız dedenin adı, ihtimal ki Arife Hanımın baba adı da Mehmet'tir... Arada ölenler varsa bilemiyoruz; 1894 yılında Neslihan, 1898'de de Güllü adını verecekleri iki kızları doğduktan sonra Arife Hanım vefat ediyor... Bu arada, kız çocuklarına nadir verilen Güllü ve Neslihan isimlerine komşu ve akraba hane Gademlerde de rastlandığını belirtelim...

    Eşi Arife Hanımın ölümünden sonra Salih, Emiralilerden Osman kızı Ayşe ile evlendi. Burada yine akrabalık bağları söz konusu. Çünkü Ayşe Hanımın Halil Abisi de Gademler/Guycular kızı Fatma (Faddik) ile evliydi... Ayrıca Ayşe Hanımın ayrı anadan bir kardeşi de Bekiroğlu Hasan'a vardığı için Salih, onunla bacanak oldu. Bekiroğlu Hasan, Şemşilerin atası olan Şeherlioğlu Ahmet ve Abdullah'ın kardeşidir. Tekrar Afyon'a taşındıkları için Anıtkaya'da nesli kalmamış... 

    Ayşe Hanımdan da iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Büyüğü 1904 yılında doğmuştu, adını İsmail koydu. On yıl sonra 1914'te doğan diğer oğlunun adı da Mehmet'tir. En küçükleri Emine ise 1916 doğumlu... Cihan Harbinden sonra, 1920'li yılların başlarında Dolaksızın Salih'in vefat ettiği sanılıyor. İkinci eşi Ayşe Hanım ise 1931 yılında vefat etti... Şimdi çocukları üzerinden onların hikayesine devam edelim...

    İlk hanımından büyük kızı Neslihan 1894 Yılında doğmuştu. Tespit edilebilen üç evliliği var. Önce Kocalioğlu Halil'e varmış. Şekeralilerle bağlantılı olan Halil Çanakkale'de kalınca, kızı Kezban yanında tay olarak Kırhasanoğlu Ahmet (Toman)a ikinci eş olarak vardı... Son olarak Aliciklerin Deliçakır Ahmet'e vardı... Aliciklerin Ahmet, Çakıriban (İbrahim Ata)nın babasıdır. Neslihan Hanım'dan önce Emiralilerin Ali kızı, yani Neslihan Hanımın analığının yeğeni Fatma ile evliydi. Ayrıca Fatma Hanım, Çolakfatının da kızlığı olur... Bu son kocasıyla da geçimsizlik olduğu, 1927 yılında boşanma davası açıldığı mahkeme kayıtlarında görülüyor. Duruşmaya katılmadıkları için davanın akıbeti bilinmiyor; ama Neslihan 1936'da vefat etmiş. Yanında tay gezdirdiği Kezban'a konuşma zorluğu çektiği için 'Bobu Kezban' lakabı takılmış. Galiba biraz topallık da varmış. O halde 1966 yılında vefat ettiği kaydedilmiş...

    Küçük kızı, 1898 yılında doğan Güllü'nün evlilik kaydı yok. Sonrasına dair de bugüne ulaşan bilgi bulunmuyor... İkinci Hanımından olan 1916 doğumlu Emine ise gelin olmaya fırsat bulamamış. 1931 Yılında, annesinden yedi sekiz ay sonra vefat etmiş...

    Gelelim oğlanlara... İkizler Mehmet ve Osman 1885 yılında doğmuşlardı. Evlendiklerine dair bir kayıt yok. Yalnız Mehmet'in 1915'te Çanakkale Arıburnu Muharebelerinde şehit olduğu listelerden anlaşılıyor. Kardeşi Osman da Cihan Harbinde başka bir cephede şehit olma ihtimali çok yüksek; çünkü geriye hiç bir iz kalmamış...

    Dolaksızın İsmail  

    Ayşe Hanımdan olan büyük oğlu 1904 yılında doğdu. Adını İsmail koymalarının sebebi anlaşılmış olmalıdır; Dolaksız Osman Dedenin delikanlıyken ölen abisinin adı...'Dolaksızın İsmail' diye lakaplanan bu oğlunu Cingenalinin kızı Şefika ile everiyorlar. Şefika Hanım ile evlenince Dolaksızın İsmail, Tekelilerin Halil ile bacanak oldular... 

    (Dolaksızın İsmail'in ayrıca Sabire adında bir hanımı daha varmış. Ahmet/Ümmü kızı Sabire Hanım, Bakkalseydinin küçüğüdür. Çocuğu olmadı, İsmail'in ölümünden sonra Kemiklerin Abdullah'a vardı ve orada 1951 yılında vefat etti.)

    Şefika Hanımdan üç oğlan ve bir kız olmak üzere dört çocukları oldu. Yaşlarının sırasına göre bunların isimleri; Salih, Ahmet, Mevlüt ve Nadire'dir... 

    Büyük oğlu, adı itibariyle üçüncü kuşak Çolakosmanoğlu Salih kabul edilebilir... En büyüklerinin ne zaman doğduğunu bilmiyoruz; ama Ahmet 1936, Mevlüt 1939, Nadire 1941 doğumlu... Bu hesaba göre Salih, 1930-34 arasında doğmuş olmalıdır...

    Dolaksızın İsmail'in teknik ve teknolojiye  kafası çok yatkın olduğunu söylüyorlar. O kadar ki, daha elektrik-elektronik nedir, Eğret şartlarında bilinmezken eldeki malzemelerle batarya üretiyormuş mesela. Düşünün artık, kıt imkanlarla nerede kullanılacağı meçhul şeylerle uğraşıyorsun. Böyle hallerde deha ile delilik bir birine karıştırılır. Bu yüzden İsmail'in çevresince hiç anlaşılamadığını tahmin etmek zor değil...

    Nadire henüz tazeyken, Dolaksızın İsmail 1942 yılında vefat etti. Şefika Hanım bundan dört beş yıl sonra Çatalların İbiş'e kocaya varınca, üç kardeşin Salih abisi de artık delikanlı olmuştu. Önce kendisi İstanbul'un yolunu tuttu. Orada Şişe Cam fabrikasında çalışmaya başladıktan sonra kardeşlerini de yanına aldı. Ahmet ve Mevlüt de aynı işte çalışıyorlardı. Dört kardeşin hikayesine tek tek eğilecek olursak...

    Salih Kırım
    Nasıl Dolaksızın İsmail teknik becerisiyle öne çıkan biriyse, oğlu Salih'te de bu özelliğinden izler vardı. Askerliğini telsizci olarak yapmıştı, uzman telsizci olarak orduda kaldı. Bu arada aslen Kırım Tatarlarından olan Nuriye Hanımla tanışıp evlendi. Selahattin, İsmail ve Selma adlarında bir kızıyla iki oğlu oldu. 

    Tek kızları Selma, henüz nişanlıyken bir trafik kazasında hayatını kaybetti...  Selma'nın vefatından sonra peş peşe Nuriye Hanım ile Salih de bu dünyadan göçtüler...

    Büyük oğlu Selahattin, Adanalı bir hanımla evlenip oraya yerleşti. Sonra oradan Malatya'ya geçtiler, halen orada yaşıyorlar. Üç çocukları oldu, onlar da yurt dışına yerleştiler.

    Küçük oğlu; dedesinin, yani Dolaksızın İsmail'in adını almış. Çorlusporun meşhur kalecisi olduğundan orada yaşıyordu. Futbolu bıraktıktan sonra bankada çalışmaya başladı. Burada Şaduman Hanım ile tanışıp evlendiler. Bir oğulları oldu, adını Egemen koydular... 1953'te doğan İsmail, 2012'de vefat etti; motor sporlarına meraklı oğlu Egemen halen İstanbul'da yaşıyor... 

    Ahmet Kum
   İsmail ortanca oğluna Dolaksız dedesinin adı olan Ahmet ismini vermiş. Abisinin çağrısıyla İstanbul'a giden Ahmet, orada yapamamış olacak ki bir müddet sonra köyüne değil, ama Afyon'a geldi. Afyonlu Ayten Hanımla evlendi. Salih Abisinden farklı olarak soyadını Kum olarak değiştirmiş... İsmail, Halil ve Ayfer adlarında bir kızıyla iki oğlu olmuş... Karı koca iki oğullarına babalarının adını vermişler...  2003 Yılında vefat eden Dolaksızların Ahmet'in üç çocuğu da halen Afyon'da yerleşiklermiş...

    Mevlüt Kum
    En küçük erkek kardeş Mevlüt, abisinin yerleştirdiği işten ve İstanbul'dan ayrılmamış. Bu anlamda Ahmet Abisini takip etmemiş; fakat aynen onun gibi soyadını Kum olarak değiştirmiş. (Yine de resmi kayıtlarda soyisimleri Kırım olarak işli.)

    Mevlüt'ün hanımı hakkında bilgi yok, yalnız bir oğlu olduğu biliniyor. Bu konudaki cahilliğimizin sebebi, O'nun erken vefat etmiş olmasıdır. 1965 Yılının sonunda, fabrikada meydana gelen bir patlamada can vermiş. 

    Mevlüt'ün adını bilemediğimiz tek oğlu; Nadire Halasının Çatalcalı görümcesiyle evlenmiş. Onun da Göksel adını verdiği tek oğlu, halen İstanbul'da işadamı olduğunu duyduk...

    Nadire Yaman
    Salih, kız kardeşi Nadire'yi İstanbul'a getirip öylece bırakmamış, abiliğini yapıp gelin etmiş. Mazbut bir insan olarak tanınan Çatalcalı Recai Bey ile evlenmiş Nadire Hanım... Çok yaşamayan bir kaç çocukları olmuş önce... Onlardan sonra gelen ilk oğulları da ölmesin diye, dua niyetine Yaşar adını koymuşlar. Duaları kabul olmuş, sonrakine Serdar, üçüncüye İsmail ve en küçük kıza da Filiz adını vermişler... Gel gör ki, iki numara Serdar, bir trafik kazasında vefat etmiş...

    Yaşar ise yaşamaya devam etmiş. Büyüyünce evermişler; kiminle? Cingenalinin Mehmet kızı Aysun ile... Aysun Hanım, Terzi Süleyman Saçan'ın kardeşi oluyor. Yani, döndük dolaştık yine Anıtkaya'ya geldik...  Yaşar Yaman, pazarda maydanoz satmakla işe başlıyor. Sonra tezgah açıp pazarcılığa dönüştürüyor. Sonra işleri büyütüp kabzımallığa çeviriyor. Biraz da genişleterek Antalya Halinde şubeler açıyor. Yetmiyor, yurt dışına ihracata yöneliyor... Ne kadar büyürsen büyü, her işi sonu; ne kadar yaşarsan yaşa, hayatın sonu var... Bizim Yaşar da sona dayanıyor... Antalya'da vefat ettiğinde onüç çocuğu ortaya çıktı diyorlar...

    Yaşar'ın küçüğü İsmail, çok büyük ihtimalle, Dolaksızın İsmail'in adını taşıyor... Anası Nadire Hanım, Dolaksızın İsmail'in son çocuğu, halen çocuklarıyla Çatalca'da yaşıyor...

    Dolak Mehmet Kırım

    Dolaksızın Salih'in en küçük oğludur, 1914 yılında doğdu. Ona takılan 'Dolak' lakabı, sülale lakabının kısaltılmış hali olabilir.

    Patlaklardan Fadik ile evlendi; Küpelilerin Süleyman (Bekçialinin babası) ve Danaların Hüseyin ile bacanak oldular... Çocukları; Ahmet, Osman, Hazel, Fatma ve Gülşah'tır. Büyük oğlu Ahmet, Paşanın Hüseyin kızı Satı ile evlendi. Diğer çocukları ise Anıtkaya dışından... 

    Kayınbiraderi Ömer ile koruculuk yaparken 1957 yılında bir olaya karıştı. O yıllarda koruculara beylik tüfek veriliyordu... Gerçi cinayete sebep olan patlamanın onun tüfeğiyle alakası olmadığı söyleniyor... Sonuçta Kürtırzasını öldürmekten yattığı 18 yıl hapisten sonra Anıtkaya'ya döndüğünde ailesi dağılmıştı... 1981 Yılında tek başına vefat etti...

    Gösterişli bir atı vardı. Genellikle onunla gezer, Dağ bekçiliği filan yapardı. Düğünlerde eyerleyip süslediği atını alır bazen binip bazen yedeğinde volta atardı. Gelin inmeden önce ve gelin indikten sonra keyfi yerindeyse çocukları yedeğindeki ata bindirir, keyfine keyif katardı. Dolağın atına binmek, biz çocuklar için erişilmesi güç bir şeye uzanmak gibiydi... 

       Dolağın Büyük oğlu Ahmet'in 2004, küçüğü Osman'ın ise 2009 yılında vefat ettiği biliniyor... Çocukları ve varsa torunlarına dair başka bilgi edinemedim, zira şimdi Anıtkaya'da Kırım soyadını taşıyan kimse bulunmuyor...



26 Ekim 2023

Goca Cami

 
    Eski köy yerleşimleri cami/mescit etrafında şekillenirmiş. İnsanlar bir yere konunca önce mescit yapar, eve dama ondan sonra sıra gelirmiş. Yeni yapılacak her bina caminin önüne ardına kondurulur, böylece zamanla ilk yapılan mescit tam ortada kalırmış.

    Eğret'te durum farklı... Köy, camiyi değil tekkeyi merkeze alarak kurulmuş. Uydu görüntüsüne bakıldığında Sığıreğleği meydanının tam ortada bulunduğu görülür. Asırlar boyunca Eğret'in tek camisi olan Cuma Camisi ise köyün kenarında bulunuyor...

    Bunun sebebi, efsanede anlatılan köy taşınmasının gerçekleştiği sırada caminin hazır bulunmasıdır. Yaygın inanışa göre Cuma Camisi; han, hamam, cami, çeşme, ahır  ve sair kısımlardan oluşan bir kompleksin parçasıydı. Yerleşik halka yönelik değil, yolcuların ibadet ihtiyacı için yapılmıştı. Bu konaklama tesisler bütününün tertip ve işleyişini sağlayan ise daha yukarıda bulunan Hacı İbrahim Zaviyesi idi. Eğret ahalisi her nereden geldiyse, zaviye/tekkenin etrafına yerleştiler. Bu yüzden Eğret asırlar boyunca büyürken tekke tam merkeze oturmasına rağmen cami dışarıda kaldı...

    Mutlaka zaviyenin bir bölümü zikirhane ve mescit olarak kullanılıyormuştur. Halk da vakit namazlarını köyün dışında kalan cami yerine bu mescitte kılmışlardır. Cami yolcuların ibadetine açıktı, ayrıyeten cuma namazları da orada kılınıyordu. Adının Cuma Camisi olarak yerleşmesine bir sebep de bu olabilir...

    Yirminci yüzyıl başına gelindiğinde durum böyleydi. Cami köyün dışındaydı, zaviyenin mescidi ise artık yetersizdi. Merkezi bir yerde cami ihtiyacı iyiden iyiye kendini hissettiriyordu... Goca Cami inşaatı fikri böyle doğdu...

    1900 ile 1910 yılları arasında (kesin tarih bilinmiyor) köylü elbirliği ediyor ve işe girişiyorlar. Ellik Gavuru denilen Ermeni duvar ustaları tutuluyor. Taş ve ağaç gibi gerekli malzemeler nerede varsa oradan getiriliyor. Millet atını arabasını koşuyor, kazmasını küreğini kapan işgücü katkısında bulunuyor. Tam bir seferberlik ilan ediliyor senin anlayacağın...

    Bizim buralarda bulunmayan büyük direkler kirişler getiriliyor Kütahya tarafından... Öyle büyük ağaçlar ki halberi öküz arabasıyla çekilebilecek gibi değil... Dombeyleri koşuyorlar... Koca koca kiriş yüklü arabalardan oluşan bir konvoy köye giriyor... O yıllarda Veyislerin Böbüdedenin ve Hacapdıramanların dombeyler çok meşhurmuş... Bizim milletimiz nasıl ki şimdi iş makinası izlemeye bayılır, o zaman da dombey arabalarını görmek için yığılmışlar... Hani şimdi karakol binasından tekkeye doğru uzanan Galip Bey Caddesi var ya, işte orası gayet engebeli bir yokuş... Yol desen yol değil, bayır desen bayır değil... Sel yolağıymış diyorlar... Başka çıkarı yok, kirişler mecbur oradan çıkarılacaklar... Hacapdıramanların dombeyleri Halil sürüyor. Bu adam Cıldır Abdurrahman Keleş'in dedesinin kardeşidir... Diğer hayvanlar ağır yükleriyle alabildiğine zorlandıkları çok belli; fakat Halil'inkiler bana mısın demiyor, rahat rahat ilerliyorlar... Şimdi Bakkalsüleymanın hizasına geldiğinde, Hacapdıramanların Halil arabanın okunda amuda kalkıyor... Seyire gelen ahalinin şaşkın bakışları arasında boyunduruğa kadar elleri üzerinde ilerliyor. Pozisyonunu değiştirmeden bu kez boyundurukta amuda kalkıyor... Böyle böyle araba Tekkeye varana kadar çeşit çeşit akrobatik hareketler yapıyor, ve nihayet halkın bağrış çığırışları arasında yolculuğu tamamlıyor... İşin sonundaki bu hareketine anlam veremeyenler sorduğunda şu cevabı vermiş;
    - 'Millet dombeylere öyle hayran hayran bakıyordu ki, nazar değip çatlayacaklarını anladım. Dikkatleri ve nazarları başka bir şeye çekmek için aklıma bu geldi ve bunu yaptım.'

    Eğret halkı caminin yapılışında aşkla şevkle çalışmış. Hayvanının gücüyle, kendi gücüyle, ayni yardımlarla, aş ekmekle, duayla... Herkes ne katkı verebilecekse vermiş...

    O yıllarda Cuma Camisinin imamı Döğerli Mücellit Ahmet Hocadır... Ahmet Hoca, Naymelerin Naime Ninenin babası oluyor... Bir sabah namazı sonrası, Sağırların Odada onu gözleri yaşlı görünce şaşırıyorlar. Ali Osman Hoca henüz delikanlılığın verdiği bir cesaretle bu ağlamaklı halinin sebebini soruyor;
    - 'Hocam, köyden birisi bir şey mi dedi yoksa!..' Mücellit Hoca önce sükut etmiş filan... Sorular ve soran bakışlar üstüne üstüne gelince dayanamayıp ağlamasının gerçek sebebini söylemiş;
    - 'Millet büyük bir şevk ve heyecanla cami yapıyor; ama gavura hastane yaptıklarının farkında değiller, ona ağlıyorum...' Kendisine yakazaten malum olan bu gerçeği söylediğinde muhatapları meramını ancak on yıl sonra anlayabilecekti...

    Cami bitirildi. Eğer Mücellit Hocadan sonra Cuma Camisine atanmadıysa Eğretli Cemal Hoca Goca Caminin ilk veya ikinci hocası olabilir... 

    Evet bu camiye Goca Cami deniliyordu, zira Cuma camisine göre oldukça büyüktü. Hatta bir köy için dikkat çekici oranda büyük sayılırdı. Başka yerde olsa 'Ulu Cami' derlerdi, çünkü genelde bir yerin en büyük camisine hep bu ad verilmiş. Gelvelakin Eğret'te büyük için 'goca' sıfatı kullanılıyor. Gocabıyık, Gocaguliz, Gocasan, Gocamat, Gocadere, Gocagedik, Gocagafa, Gocagır, Gocaüseyin, Gocagapı, Gocayörük, Gocagulak, Gocayetim... Ulu sıfatı ise bildiğim kadarıyla yalnız Uluyol mevkii için kullanılıyor, başka yok... Bütün bu sebeplerden ötürü caminin adı Gocacami olarak kalıplaşmış... Yirmi otuz yıl önce kubbenin oturduğu sekizgen kaideye badana fırçasıyla ve berbat harflerle 'Ulu Cami' diye yazmışlardı. O yıllarda zorlamayla başlayan Ulu Cami adını yerleştirme gayretleri de vardı. Neyse ki o kötü yazı silindi ve Ulu Cami  tabiri tutmadı. Bazıları hala öyle dese de Eğretliler çoğunlukla ve hala Gocacami diyor...

    Gocacaminin büyüklüğü kadar dikkat çekici bir başka yanı, minaresidir. Nerde görsen başkalarından ayıracak incelikte narin bir görüntüye sahiptir. Eski köy camilerinin (hatta şehirlerdeki küçük mescitlerin) minareleri güdüktür. Selatin Camileri gibi belli başlı büyük camilerin minaresi müstesna, minareler genellikle kısa boylu tutulurdu. Misal, Cuma Camisinin şimdiki minaresi yenidir; orijinal hali büyük ihtimal küçük bir şeydi...

    Yirminci yüzyıl başında yapılmış bir köy camisinin minaresi olarak düşünüldüğünde; Gocacami minaresi oldukça yüksek, ama narin ve nazenin bir yapıya sahiptir. Sürekli gözümüzün önünde olduğundan bu güzelliği fark etmemiş olabilirsin; kaldır başını, bir daha bak...

    Yunan geldiğinde Mücellit Hoca sağ mıydı, neredeydi bilinmez... Dediği çıktı, bu sağlam ve o günün şartlarında konforlu binayı hastaneye çevirdiler... Eğretli, neliklerle yaptıkları Gocacaminin gavur elindeki bu garip haline elbette gizli gizli gözyaşı dökmüştür. Tıpkı on yıl önce Mücellit Hocanın döktüğü gibi... Belki kulak verenler, bizzat caminin hıçkırıklarını da işitmiştir...

    İşgalcilerin Eğret'e dair çektikleri fotoğrafların çoğunda Gocacami görünüyor, zaten görünmemesi imkansız gibi. Yalnız onun yakın plan çekimi yok, hep uzaktan, hep uzaktan... Ona odaklanıp yakından çekseler, gösterişli mabede tecavüzleri açığa çıkacağından böyle davranmış olabilirler..

    Yunan gittikten sonra gazi Gocacami de halkla birlikte yaralarını sarmaya başlar. Minareden ezanlar yükselir, eski haline döner. Cemaatle şenlenir, cenazeyle hüzünlenir. Cumacamisi onun kadar şanslı olmadığı için toparlanamamış, yük tamamen Gocacaminin omuzlarına binmiştir. Kutsal yükün hakkını verir, hatta daha inşasından beri ona yoldaşlık eden yan taraftaki medreseyle el ele verirler. Çocukların Kur'an eğitiminde burası başat rol oynayacaktır... Bir dönem vazifesi sekteye uğrasa da, neredeyse bütün çocukların yolu medreseden geçmiştir.

    Medrese deyince akıllara ilk gelen Terlemezhoca (Ali Osman Terlemez)dir. Bizim çocukluğumuz galiba o devrin sonuna rastlıyor, bu yüzden pek hatıramız yoktur. Önceki nesiller Terlemezhoca ve dayaklarını iyi hatırlıyorlar. Falakasıyla meşhurmuş rahmetli...

    Takgasların Çakırhasan, oğlu Ramazan Öncül'e hafızlık talim ettiriyormuş. Çocuk, Terlemezin dayaklarından bizar olup hocasını babasına şikayet etmiş. Çakır, ikindi namazına bu sebeple öfkeli gitmiş. Namaz sonrası çıkacakken, hocaya yaklaşıp oğlunu neden bu kadar çok dövdüğünün hesabını sormaya kalkmış... Hay sormaz olaydı... Terlemezhoca;
    - 'Goñşular dutuñ şunu, yatırıñ yere!' demiş... Cemaat denileni yapmış. Bu arada yan taraftaki medreseden falakayı getirip yerdeki Çakıra bağlamışlar... Vermiş sopayı, vermiş sopayı... Yaaa, Gocacami nelere sahne olmuş...

    Hoca, çocukları sıraya koyarmış, ezan okumaları için... Sıra kimdeyse minareye o çıkar, ezanı okuyup inermiş... Hem hoca minareye çıkmaktan kurtuldu, hem çocuklar talim ettirildi... İyi bir yöntem yani. Talebeler de sıranın kendisine gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlar, onlar işin eğitiminde değil, eğlencesindeler... Gel gör ki Gavas (İbrahim Sarğın), hocanın bu eğitim yönteminden habersiz minareye çıkıp çıkıp ezanı okuyor. Her şey alt üst oluyor. Hoca Gavasa bir şey diyemiyor, çocukları azarlıyor, niye sıranıza sahip çıkmıyorsunuz diye... Gödenlerin Bakkalsüleyman (Süleyman Dadak)ta sıranın olduğu bir gün, Gavası sabote etmek için bir plan yapmışlar. Minare merdiven basamaklarına burçak sepilemişler... Gavasın düşüp düşmediğini söylemiyor Süleyman Dayı, ama ihtiyar o günden sonra bir daha ezana karışmamış...

    Eski zamanlarda böyle çok olaya şahit olan Gocacaminin benim hafızama ilk yansıması, hayal meyal bir görüntüdür... Galiba bir bayram sabahı idi, bayram namazına gitmiş olmalıyız. Gürül gürül cemaat... Benim gözüm sol tarafta boylu boyunca uzanan balkon şeklindeki ikinci katta takılı kaldı... Sağ tarafta da aynısından var mıydı, başka bölümler nasıldı, namaz kılmış mıydım, kıldıysam malum tekbirlerde yanılmış mıydım... Hiç bir şey hatırlamıyorum, üst kat balkonundan başka... O görüntü hafızama o kadar kazınmış ki, sebepsiz yere gıcırtılı, köhne, ahşap tırabzanlarıyla  hala rüyalarımı süslediği olur...

    Üst kat balkonunu bir daha göremedim, o hayal meyal görüntünün bir kopyasını oluşturamadık. Nedense köyün büyükleri çatıyı yıkarak Gocacamiyi tamir etmeye karar vermişler. Harala gürele bir inşaat başladı. Yetmiş yıl önce ilk yapıldığı gibi köylü seferber oldu... Tarla bağışlandı, ağaçlar kesildi, tahtalar dilindi, demirler yığıldı... Harç makinesini ve asansörü ilk defa o zaman gördük. Kalıp çakıldı, demir döşendi, beton atıldı... Kocaman bir kubbe çıktı ortaya...

    Yetkim olsa, yeni cami projelerinde kubbeyi yasaklarım... Bizim geleneksel mimarimizde kümbet var, ama kubbe yaygın değil... Bu yüzden bilhassa camiye kubbeyi hiç yakıştıramıyorum. Hele tek kubbe, minarenin yanında kabak gibi duruyor... Neylersin ki bizim Gocacami böyle bir kubbeye maruz kaldı. Yunan'dan sonra Gocacaminin gördüğü ikinci zulüm, bu kubbedir...

    Eski zamanlarını hatırlayamadığım için bilmiyorum, ama kubbeden sonra cami ısınmaz oldu. O kadar yüksek binayı ısıtmak elbette mümkün olmaz, bir de kubbe boşluğu var... İlk kıştan sonra kubbe tavanında sarı lekeler oluştu. Kar ve yağmur suyunu içeri alıyor, kubbe akıyordu. Lekeler uzun süre öyle kaldı... Yıllar sonra çözümü kubbeyi bakırla kaplamakta buldular. Hayır Cemiyeti öncülüğünde kızıl bakır levhalar giydirildi de kubbe çıplak görünümden kurtuldu hem de içeriye su sızdırmadı...

    Gocacaminin hikayesi anlatılırken tevhid sancağından bahsedilmezse o hikaye eksik kalır. Bir zamanlar seymanların onu taşıma hakkını elde etmek için kıyasıya yarıştığı sancağın yeri Gocacami imiş. İhaleyi kazanan seymanbaşı kütüklüğüyle birlikte Gocacamiden alır, düğün bitince aldığı yere geri bırakırmış. Biz onu, hacı uğurlama ve karşılamada açıldığı haliyle hatırlıyoruz. 28 Şubat döneminin kasvetli günlerinde tek başına açmaya korktukları için yanında albayrak taşıdıklarını Hüseyin Saki Hocadan duymuştum. Sonra o sancağa ne oldu, bilen yok... 

    Sözün burasında Gocacami hocalarını da anmak lazım. 1922 Öncesi Cemal Eğretli Hocayı biliyoruz... Araştırmadım, ama hatırladığım kadarıyla Kütahyalı İbrahim Hoca vardı. Sonra bir başka İbrahim Hoca kazada vefat etmişti. Çevresinde kendine göre bir genç cemaat kitlesi oluşturan Üzeyir Hoca iz bıraktı... Sonra uzun süre Hüseyin Saki Hoca dönemi yaşandı... 

    Bütün bu dönemler boyunca hafızama yer etmiş, sesleri hala orada çınlayan müezzinler... Gobakların Arif Kopan, onun yanında Bükürün Adem Ölçer... Deliyakıbın Halil İbrahim Kopan, onun yanında Seydinin Mustafa Selen... Ve şimdi Şaşdımların İlker Şen... Her biri Gocacaminin bir parçası gibiler...

    * Fotoğraf kaynak, ERT Arşivi


19 Ekim 2023

Sarılar

 
    Külcüoğlu adını taşıyan 1830 kayıtlarında iki hane bulunuyor. Bunlardan ilki Külcüoğlu Yusuf'tur. 18. Yüzyıl sonlarında doğduğu kaydedilen Yusuf'un İbrahim adında bir oğlu var; ancak 1839 yılında 12-13 yaşlarındayken vefat etmiş. Külcüoğlu Yusuf hanesinin orada tıkandığı anlaşılıyor...

    Külcüler

    Kayıtlarda işaret edilen ikinci Külcüoğlu ailesi iki kardeşten oluşuyor: Külcüoğlu Ahmet ve Ali Salih kardeşler... (Aslında Ali adında üvey kardeşleri olduğuna dair not düşülmüş üçüncü biri daha var, lakin Turabilere çıkan yolda bir etkisi olmadığı için Onu dikkate almıyoruz.) 



    Külcüoğlu kardeşlerin baba ve ana adını bilmiyoruz. Büyük kardeş Ahmet 1790 yılında doğmuş. İki oğlu var; 1830 doğumlu Halil ve onun küçüğü Osman... Halil'in küçük yaşta öldüğü düşünülüyor, Osman ise önce kimlerden olduğunu bilemediğimiz Ayşe ile evlenmiş. Daha sonra Fatma ile evleniyor. Fatma Hanım, 1850 yılında doğduğu kaydedilmiş; eğer bu kaydı esas alırsak Külcüoğlu Osman'ın buna yakın bir yılda doğduğu ifade edilebilir. Hasan kızı Fatma Hanım ile Körselimoğlu Garamehmetin eşi Gülsüm ve İdirizlerin İdris eşi (Sarımehmet ile Gocaosmanın anaları) Atike kardeşler... Bu üç kız ile Tomanların Ahmet kardeş; yani hepsi Tomanların atası Gırhasanın çocukları...

    Sarıoğlu

    1840'lı yıllara kadar Külcüoğlu dendiği halde, bundan sonra Osman'a Sarıoğlu denildiği, belirtilmesi gereken bir başka husustur... Sarıoğlu Osman ile Fatma Hanımın bir kız ve üç oğulları oldu. Yalnız Ayşe Hanımdan da bir kızı var... Yaş sırasına göre beş çocuğunun isimleri: Ayşe, Fatma, Mehmet, Osman, Zekeriya...

    Büyük kızı Ayşe, 1874'te doğdu. Onu kayınbiraderi Toman Ahmet'e verdi... Ayşe Hanım ileride Tomanın Hasan, Hüseyin ve İbrahim'in anaları olacaktır... 1878 Yılında doğan küçük kızı Fatma'yı Salih Emmisinin oğlu Hüseyin'e verecek, O da Turabilerin Salih ile Capbağın anası olacaktır. Şu durumda Capbak ile Tomanın İbram teyze çocukları; amma Nineleri (Anneanneleri) farklı... Hem de Tomanın İbram, Capbağın dayıoğlusu; fakat daha oraya geleceğiz...

    Sarıoğlu Osman'ın erkek çocuklarına gelince... Büyük oğlu Mehmet... Aslında 20. Yüzyıl kayıtları tutulduğu sırada Mehmet vefat etmiş bulunuyordu. Bu yüzden Onun, Osman'ın hangi hanımından olduğu ve doğum tarihine dair bir şey bilmiyoruz. Zaten Onun varlığından da kızının kaydı sayesinde haberdar oluyoruz. Buna göre Halime'nin ana adı da Şerife olarak kaydedilmiş... Neyse... Halime 1896'da doğduğuna göre, babası Sarıoğlu Mehmet'in 1896-1904 arasında vefat ettiği söylenebilir. Halime'ye dönecek olursak... Çakır Mehmet ve Osman'ın Amcaları Hatiboğlu Mehmet Ali'ye varacak ve Halimeninmehmetin anası olacaktır...

    Osman'ın ortanca oğlunun adı da Osman... Sarıoğlu Osman 1886 yılında doğdu. Kendinden on yaş daha büyük Şerife Hanım ile evlendi. Buna dair bir not yok; ama Şerife Hanımın, ölen Mehmet Abisinin hanımı olduğu anlaşılıyor. O yıllarda böyle uygulamalara sık rastlanıyordu... 

    Sırası geldi, Şerife Hanım mevzuunu biraz açalım... Ona kısaca 'Danagızı' diyorlardı, çünkü Danaların İsmail kızıydı. Bilebildiğimiz kadarıyla iki kız bir oğlan olmak üzere üç kardeştiler. Ablası Ayşe, Dumanoğlu Halil'e vardı. Tek kızları Emine'yi Konyalı Mehmet'e verince içgüveyisi oldu, ileride ona da bu yüzden 'Dananın Çolak' denilecektir... Danagızının küçük kardeşi İbrahim ise, Keliban (İbrahim Dalgıç) ve Dalmış (Kazım Dalmışlı)nın dedeleridir... Bu Danagızı, Sarıların Mehmet'e varmış, Halime adında kızı doğduktan  sonra eşi ölmüş ve ondan sonra kaynı Osman'a varmıştır...

    Sarıların Osman oğlu Osman, Cihan Harbinde Çanakkale'de İkinci Fırka, Birinci Alay neferlerindendi. 1915'te Arıburnu Muharebesinde şehit oldu... (Şehitler listesinde Osman'ın sülale adı olarak 'Hacıyusufoğulları' kaydedilmesi, akıllara 1830 nüfus kayıtlarındaki ilk Külcüoğlu Yusuf'u getirebilir. Belki de kızlarından biri diğer Külcüoğlu ailesine gelin geldi...)

    İkinci kocası Sarıların Osman da harpte kalınca Danagızı, Veyislerin Hasan'a vardı. Ösüzömer (Ömer Acar)ın dedesi olan Hasan ile Şerife Hanımın bu evlilikleri ikisi de ileri yaştayken gerçekleştiği anlaşılıyor. Dolayısıyla çocukları yok... 1940 Yılında Hasan Dadak, 1947 yılında da Danagızı Şerife Dadak vefat ettiler...

    Ve Sarıoğlu Osman'ın küçük oğlu Zekeriya, 1891 yılında doğdu. Selimlerden Ali Osman kızı Esma ile evlendi. Esma Hanım Esnanın halasıdır. Ayrıca Zekeriya'nın Gülsüm Teyzesi de Selimlerin Garamehmette olduğunu hatırlatalım... Henüz çocukları yokken Zekeriya da Osman Abisi gibi Cihan Harbindeydi ve 1916'da şehit oldu... 

    Esma Hanım bundan sonra Gödeş Ahmet'e varacak ve Ondan Esmenin Osman Seviş ile Aligurunun eşi Ayşe Dadak'ın anneleri olacaktır. Amma Külcülerin Sarılar kolu, Zekeriya'nın şehit olmasıyla noktalandı...