29 Ekim 2022

Epdiş

 

    Ülkenin her yerinde az çok kural değişiklikleriyle oynanan bir oyun. Hatta benzer oyunlar dünyanın değişik yerlerinde var. O kadar yaygın oyunun Türkiye'deki genel adı beştaş. Hemen her yöre ve köyde aynı isim altında oynanması çok ilginç olabilir; bence asıl ilginç olan herkes 'beştaş' isminde ittifak etmişken Anıtkaya'da buna 'epdiş' denilmesidir.

    Seslerinin benzerliğinden dolayı 'epdiş' ile 'beştaş' arasında rahatlıkla bağlantı kurulabilir, bilemedin 'epdiş beştaştan bozolmuş' der geçersin. Yalnız bu kelimenin 'ebe taşı' sözünden geldiğini düşünenler de var. Malum epdişteki beş taştan biri ebe taşı oluyor. Nasıl olduysa olmuş, epdiş denilmiş; bu sıkıcı etimolojik kısmı geçip ayrıntılara girelim.

    Beş tane taşla oynanan bir oyundan bahsediyoruz. Yalabık ama yuvarlak olmayan taşlar. Rengi önemli değil, tabi gösterişli ve güzel olması tercih edilir. Çiymer denen sert taşlar epdiş oynamaya çok uygundur. Özel olarak epdiş toplamaya çıkılmıyor hiç bir zaman. Çapada yolmada, kırda bayırda önüne gelen beğendiğin taşı cebine atıyorsun. Sonra bu taşlardan, rengine boyutuna biçimine göre bir takım kuruyorsun. Şaka değil, birbiriyle epdiş alışverişi yaparak yeni epdiş takımı yapanlara bile rastlanırdı... Bu taş takımında bazen taşların rengi etkendir; birbirine yakın renkteki beş taşı biraraya getirerek takım yaptığın gibi; ak, gök, sarı, kara, çil, kızıl, gri vs. değişik renklerden alaca bir takım da kurabilirsin...

    Rengi kadar epdişlerin şekli şemali de önemlidir. Pürüzsüz, yalabık olması istenir, zaten topraktaki bütün taşlar doğal sebeplerle yalabıklaşır... Yuvarlak ve yassı da olmasın; yuvarlak epdiş, atınca duracağı yerde durmaz, yuvarlanır gider; yassı olursa da yeteri kadar hareket etmez lök gibi oturur kalır, hepsi küme halinde aynı yere düşer... Yaaa! Taş deyip geçme, her taştan epdiş olmuyor...

    Bir de epdişin büyüklüğü önemli... O beş taşın beşini avucunun içinde rahatça hareket ettirebilmelisin. Mesela dördü avucundayken beşinciyi de havada kapabilmelisin. O büyüklükte olsun yani... Tabi olması gerektiğinden küçük olurda bu kez tutmaya gelmez, parmaklarınla kavrayamazsın... Ne büyük ne küçük çakıl taşları gibi...

    Böyle bir eski zaman oyunu epdiş... Masrafsız... Özenerek baktığın oyun aracı gerekmiyor. Herkesin ulaşabileceği basit beş taşın varsa tamam... Taşıması da kolay, rakibini bulduysan olduğun yere yayıl... Toz toprak içinde de oynayabilirsin, evde kilim üzerinde de; yeter ki epdiş oynanacak yer düzgün ve sert olsun...

    Oturarak oynandığı için olabilir, genelde kız oyunu olarak bilinir. Geceleri dışarı çıkmamıza izin verilmediği dönemlerde bizim de oynamışlığımız vardır. O zamanlarda epdişin çok çekişmeli geçen bir oyun olduğunu yakından gözlemledim. Aynı zamanda bu oyunda, göz-el uyumunun çok gerekli olduğunu söyleyebilirim. Öyle olunca kız erkek ayırımı tamamen lüzumsuz, herkes oynayabilir yani...

     Oyunda amaç; beş tane epdiş taşını tek elle atıp tutarak çeşitli aşamalardan geçip sayıya ulaşmaktır. Aşamalar dediğimiz her etabın kendine göre kuralı vardır, amma iki ana kural var: Birincisi, havaya atılan taşı yere düşmeden tek elle tekrar tutabilmek; ikincisi ise, havadaki taşı tutmadan önce yerdeki taşları oyuna sokarken ilgisiz taşa değmemektir. Bu basit ama uygulaması zor kuralları tam anlayabilmek için oyunun tarifine geçelim.

    Oyuna kimin başlayacağı sayı atışıyla belirlenir. Tek avuca alınan epdişler havaya atılır, bu arada aynı elin sırtı taşların altına tutularak epdişlerin oraya düşmesi sağlanır. Amaç çok sayıda taşı elin dış yüzünde tutabilmektir. Burada ilk atış hızı, açısı ve dengesi kadar, taşların boyutu ve biçiminin önemi ortaya çıkar. Yavaşça ve düzgün atılan küçük ve biçimsiz taşlar, tersine bombelenmiş el yüzeyinde, tıpkı kuşyuvasındaki yumurtalar gibi rahatça oturabilir... Daha fazla taşı elinde tutabilen oyuna başlama hakkını kazanmıştır. 

    Birler, ikiler, üçler, dörtler, köprüler ve sayı adı verilen altı etaplı bir oyun başlar. Her etabı geçmek gerekir, fakat yanlış yapıldığı anda oyun hakkı karşı tarafa geçer. Havaya attığın taşı tutamazsan, etabın gerektirdiği sayıda taşı yerden alamazsan, başka taşlara elin temas ederse yanarsın... Tekrar hak sana geldiğinde kaldığın aşamadan devam edersin.

    Birlerle başlıyoruz. Bunun anlamı, yerdeki taşları birer birer toplayacaksın demektir. Önce bütün epdişleri rastgele yere serp... Kural belli... Havaya atacağın taşı seçip alırsın. Bu seçimde dikkat edeceğin husus, taşları teker teker toplarken senin başına bela olma ihtimali en yüksek taşı alman işine yarar. O taşı havaya at, aynı elinle yerden bir taş al, ama dikkat et tek taş alırken diğer taşlara değmemelisin. Yerden aldığın taş içinde olduğu halde avucunu hemen aç, çünkü havaya fırlattığın taş gelmiş olmalı, aman yere düşmesin. Böyle böyle yerdeki dört taşı teker teker toplarsan ilk etabı geçmiş oluyorsun. 

    İkilerde, her atışta ikişer taş alıyorsun. Üçlerde, ilk atışta tek taş, ikincisinde üç taş alıyorsun. Dörtlerde tek hamlede dört taş... Her etap başında yere epdişleri saçıyor sonra atış yapacağın birini seçiyorsun ya... Ha, işte o vakit kaçlardaysan... iki, üç, dört... taşı daha rahat hangi pozisyonda alabileceksen atış taşını ona göre seç...

    Beşinci etap biraz değişik... Kullanmadığın elin işaret parmağını orta parmağın üzerine atıyor ve böylece başparmak ile orta parmağı bir köprünün ayaklarıymış gibi yere dikiyorsun. Bu yüzden bu aşamaya köprüler denmiş; yoksa modern zamanların futbol-hentbol kafasıyla düşünselerdi kale derlerdi... Taşlar yere serpildi, uygun bir atış taşı seçildi ve uygun görülen bir yere kale/köprü dikildi... İşte burada rakibe bir hak verilerek yerdekilerden kendince uygun bir ebe epdiş seçmesi istenir. Ebe taşın, kale/köprü önünde diğer taşların kaleye girişine engel olabilecek bir pozisyonda olması lazım... Defans oyuncusu gibi yani... Artık iş oyuncuda. Taşı havaya atacaksın, bu arada yerdeki bir taşı köprü altından geçireceksin, tabi diğer taşlara değmeden ve yukarı attığın taşı yere düşürmeden... Üç taşı köprü altına taşıdıktan sonra geride kalan ebe taşı kaleye göndermek çocuk oyuncağı...

    Son etap da kolay... Aslında bu aşamada ceza veya kalmak, yanmak yok. Burada hasılatı topluyorsun. Ödül atışı gibi bir şey... Oyuna başlayacak kişiyi belirleme atışı vardı ya... İşte o atışı bir kere daha yapıyorsun, elinin sırtında kaç epdiş kalırsa o kadar sayı alıyorsun... Oyun sonunda bu sayılar toplanıyor ve yüksek olan kazanıyor...

    Sonradan aklıma geldi... Malum, küçüklüğünden dolayı Anıtkaya'da doluya guzudişi deniyor. Biraz büyükçe yağdığında hemen 'epdiş gibi' diyorlar. Halbuki aşırı derecede iri yağarsa 'ceviz kadar' diye büyüklük benzetmesi yapılıyor. Buradan epdişin büyüklüğünü fındık kadar filan düşünmeliyiz...

    Ve bir şey daha... Eskiler, çocuklar epdiş oynarken onlara kızarlardı. Neymiş, havaya taş atılırsa yağmur yağmazmış... Yağmur duası sırasında Bunara taş atılmasının tersi bir uygulama gibi düşünülebilir. Yağdırmak için aşağı atıldığına göre; taşı yukarı atarsanız yağmura engel olursunuz, gibi zorlama bir mantığın sonucu bunu söyleyebilirler... Yahut tamamen mantıksız bir batıl inanç...

    Çocukların elinden telefonu alıp onlarla epdiş oynamayı deneyin... 



28 Ekim 2022

Kişi İsimleri

     Anıtkaya'da halen kullanılmakta olan kişi adlarını topla; yalnız başka yerlerde söylendiğinden farklı, sadece Anıtkaya ağzına has özelliği bulunanlar olsun... deselerdi aşağıdaki gibi bir liste ortaya çıkardı galiba...

    Alessan: Ali İhsan
    Aletdin: Alaaddin
    Alosman/Alos: Ali Osman
    Âmet/Âmat: Ahmet
    Apban: Abdurrahman
    Apdılla: Abdullah
    Apdıraman: Abdurrahman
    Apil: Abdullah
    Atnen: Adnan
    Ayşa/Âşa/Eşe: Ayşe
    Ayvaz: İvaz
    Batdiyar: Bahtiyar
    Bediriye: Bedriye
    Bekdeş:Bektaş
    Cafar: Cafer
    Camal: Cemal
    Calal: Celal
    Dâvıt: Davut
    Ellez: İlyas
    Emeti: Ümmetullah
    Ercep: Recep
    Erduğan: Erdoğan
    Essan: İhsan
    Etem: Ethem
    Eyip: Eyyub
    Eziz: Aziz
    Fadik/Fatı: Fatma
    Fâretdin: Fahrettin
    Fâri: Fahri
    Fâti: Fatih
    Ferat: Ferhat
    Fêzi: Feyzi
    Fêzulla: Feyzullah
    Gadir: Kadir
    Gadiriye: Kadriye
    Güssün: Gülsüm
    Hâretdin: Hayrettin
    Hâriye: Hayriye
    Hatca: Hatice
    Hebbe: Habibe
    Hekmet: Hikmet
    Heliban/Haliban/Helibram: Halil İbrahim
    Iraybe/İrebiye: Rabia
    Irayke: Raika
    Irayme: Rahime
    Iraz/Iraziye: Raziye
    Irmızan: Ramazan
    Irzâ: Rıza
    Ismeyil: İsmail
    İban/İbiram/İbram: İbrahim
    İbili: İbrahim
    İbiş: İbrahim
    İdiriz: İdris
    İrefiye: Refiye
    İsmân: İsmihan
    Leslân: Neslihan
    Mâmıt/Mâmut: Mahmut
    Mâmura: Mahmure
    Mârem: Muharrem
    Mêlüt: Mevlüt
    Mêmet: Mehmet
    Mendires: Menderes
    Meryan: Meryem
    Mırat: Murat
    Mısdan: Mestan
    Mısdıfa/Mısdık: Mustafa
    Mıtdin: Muhittin
    Mossine: Muhsine
    Müzef: Muzaffere
    Nôretdin: Nurettin
    Nôri: Nuri
    Nutfi: Lütfi
    Sâlek: Salih
    Sayde: Saide
    Sâyit: Said
    Sêdi: Seydi
    Sêfetdin: Seyfettin
    Sêfi: Seyfi
    Seletdin: Selahattin
    Sülêman: Süleyman
    Süzen: Suzan
    Şâyip: Şuayip
    Şerban: Şehriban
    Şerif/Şerfe: Şerife
    Tassin: Tahsin
    Tâyir: Tahir
    Têfik: Tevfik
    Tefite: Tevfike
    Telet: Talat
    Ummân: Ümmühan
    Ülvüye/Ülfiye: Ulviye
    Ümmet: Himmet
    Ümmü: Ümmetullah
    Ürüsdem: Rüstem
    Üseyin: Hüseyin
    Vayit: Vahit
    Vêsel: Veysel
    Yakıp: Yakup
    Yonuz: Yunus
    Zebâtdin: Sebahattin
    Zekeriye: Zekeriya
    Zênel: Zeynel
    Zênep: Zeynep
    Zêrâ: Zehra

    Bu isimlerin çoğunun Türkçe olmadığı görülüyor. Türkçe olarak Erdoğan, İsmihan, Mestan, Gülsüm ve Bektaş isimleri var; diğerleri yabancı kökenli. Böylece söyleyiş değişikliğinin sebebi anlaşılıyor. Kendi dil ve gırtlak yapısına uygun biçime getirmek için söyleyiş değiştiriliyor. İsim de kendine has bir hale bürünüyor.

    Bu isimlerin halen kullanılmakta olduğunu söyledik; ama çocuklara ad olarak verilmeyenler de arada bulunuyor. Mesela Emeti, Ümmü, Bektaş ismine bugün Anıtkaya'da rastlayamazsınız. Burada yer vermemizin sebebi sülale isimlerinde de olsa kullanılıyor olmaları. Ümmünün Seydi'nin çocukları hala hayatta, Emetinin Dikhasan çocukları da öyle. Esnanın dedesi, Kölgecinin ninesinin-dedesi adı Bekdeş...

    Bugün kullanılmayan isimlerden biri de İbiş... İbrahim'in Eğret'te söylenişi biçiminde değişmiş ve başlı başına isim olmuş. Lakin günümüzde İbişler sülalesinde yaşıyor, bir çocuğun adında değil... Bu durumda olan isimler azınlakta tabi... Çoğuna hala canlı kanlı, cıvıl cıvıl isimler olarak kendine özgü telaffuzuyla Anıtkaya'da seslenilmekte...


27 Ekim 2022

Çalıklar

 
    Eğri büğrü, yamuk, çarpık manasına gelen 'çalık' kelimesi yakıştırma yoluyla Çalıkların lakabı olmuş. Yahut temeldeki zatlardan birisi çarpılmıştı... Bu lakaptan önce kendilerine nasıl seslenildiğini bilmiyoruz, çünkü gidebildiğimiz en eski kişi 'Çalıkoğlu' diye kaydedilmiş. Bundan da anlıyoruz ki çalık olan Hasan'ın kendisi değil; ondan öncekilerden biriydi. Yoksa Çalıkoğlu demezler doğrudan Çalık Hasan derlerdi...


    Çalıkoğlu Hasan; orta boylu, kara sakallı elli yaşlarında bir adam olarak kaydedilmiş. Bedensel bir özür belirtilmemiş yani... Kaydın 1830'da yapıldığını düşünürsek, doğum tarihi 1780'dir denilebilir.

    Çalıkoğlunun ana babası kimdir, kiminle evlenmiştir, kız çocuğu olmuş mudur... bu hususlarda da ilk kayıttan bilgi edinemiyoruz. Mehmet ve Hüseyin isimlerinde iki oğlu var. 1820'li yıllarda doğduğu anlaşılan küçük oğlu Hüseyin'in vefat ettiği belirtilmiş.

    Büyük oğlu Mehmet de 1810 gibi doğmuş. Redif askerlik kaydının tarihi 1839'da yapılmış, genel olarak sekiz yıl süren bu vazifenin ne zaman bittiği hesap edilsin artık. 

    Hatice Hanım ile evleniyor Çalıkoğlu Mehmet... Hatice Hanım Kinislioğlu Ali'nin kardeşidir... İki oğlu bir kızı var; Mehmet, Hüseyin ve Hafize... 

    Eşi Hatice'nin baba adı olduğu için ilk oğluna Mehmet adını vermiş olabilirler. Yoksa çocuğa babasının adını vermek, çok karşılaşılan bir durum değil... Kayıtlar tutulduğu sırada Mehmet ölmüş olduğundan doğum tarihini bilemiyoruz. Kezban Hanım ile evlenmiş ve kendi anasının adı olan Hatice ismini verdiği bir kızı dünyaya gelmiş. Hatice'nin doğum tarihi tam olarak 1899 olduğuna göre, bu kayıtlar yazılırken Çalıkların Mehmet yeni ölmüş olmalı... Yetim kız büyüyünce gelin edildiğine dair bir tarih düşülmüş; bundan Eğret dışına gelin gittiği anlaşılıyor. 

    Ortanca kardeş Hüseyin, ama küçükleri Hafize'ye bakalım şimdilik. Hafize 1864 yılında doğdu. Omarcıkların Hasan oğlu Ahmetçavuşun ilk eşi oldu. Halime, İsmihan, Havva olmak üzere üç kızları oldu. Halime, Dervişoğlu Mehmet'in tek oğlu Yahya'ya vardı. Yani Yahyalar sülalesinin Ninesi oldu... Çalıkların Hafize'nin diğer kızı İsmihan'ı Hacıahmetlerin Ahmet'e verdiler. Orada çocuğu olmadı. İlyenli kimsesiz bir çocuk olan Veli'yi evlat edindiler. Sonradan ailesine Deliveliler denilecek olan Veli, Keçilerin Guldurarif kızı Emine ile evlendi ve Sultan adında bir kızı oldu. O Sultan ise Sağırmahmut oğlu Ziya Aslan eşi olacaktır; Sultan'ı evlatlık alan İsmihan Hanımın babası Ahmetçavuş ile Ziya'nın dedesi İbrahim İzzet (Aziz) kardeşler... Ve Çalıkların diğer torunu Havva'yı da Güdükmehmete verdiler. O da Güdükahmet Işılak'ın anası olacaktır. 

    Hüseyin'e geri dönelim... Çalıkoğlu Mehmet'in oğluna bu adı vermesinin sebebi, çocuk yaşta ölen kardeşi Hüseyin'dir... Hüseyin'in doğum tarihi olarak 1847 yılı görünüyor. Bu tarih, aşağı yukarı babasının redifliğinin tamamlandığı yıllarla örtüşüyor.

    Çalıkoğlu Hüseyin, İdirizlerden Mustafa kızı Emine ile evlendi ve Kinislerin Hasan (Kumpirhasanın Dedesi) ile bacanak oldular. Yani esasında dayısının oğlu olan Hasan ile bir de bacanaklık bağı kurulmuş oldu... Tabi kayınbiraderleri kanalıyla kurulan yakınlıkları da belirtmek lazım. İdris, İbrahim, Ömer ve Mehmet Ali adlarında dört kayınbiraderi. Bunlardan İdris kanalından Goca Osman ve Sarı Mehmet; İbrahim kolundan Hamsinci,  Deligızlar; Ömer'den Sarı Ömer; ve Mehmet Ali'den Dede Mısdık taraflarına doğru yeni akrabalıklar kurulmuş oldu. 

    Sonuçta Hüseyin ile Emine Hanımın, 1886 yılında Ahmet Resul adını verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Adı her ne kadar resmiyette öyle görünse de halk arasında 'İresil' deyip geçiyorlardı... Karacahmetli Ümmühan ile everdiler Resil'i... Anasının adı olan Emine ismini verdiği bir kızı dünyaya geldiği yıllarda Cihan Harbi patladı. Harbe katılan Resil, gittiği cepheden Eğret'e geri dönemedi, şehit oldu... Dul kalan Ümmühan Hanım, daha sonra Jandarma Çavuşu Aydınlı Deli Mehmet ile evlenip Haydar Acar ile Feriştah Zenger'in anası olacak ve 1946 yılında vefat edecektir. 

    Çalıkların belki de son temsilcisi olan, şehit Resil'in yetimi Emine büyüdüğünde, Çorcalıların Godalömerin oğlu Gödemehmet ile everdiler... Bir hatırlatma: Gödemehmetin anası Dudu, Tongulların Mehmet ile Gurbağı Hala (Ayşe)nin kızıydı ve bir halası Cennet Karacahmet'e gelin gitmişti... Şimdi yetim Emine'nin anası Ümmühan Hanımın da Karacahmetli olduğunu düşünürsek; Gödemehmet ile eşi Emine, büyük ihtimal akrabadır... Babası Resil'in hatırasına saygı adına, Emine Hanım büyük oğluna Resul adını koyacaktır...

    Başa dönersek; Çalıkoğlu Hasan'ın bir oğlu Hüseyin küçük yaşta öldü. Mehmet'in üç çocuğundan bir Hafize, Omarcıklara gelin oldu... Büyük oğlu Mehmet'in tek kızı Hatice, yabana gelin gitti... Küçük oğlu Hüseyin'in tek oğlu Resul, harpte kaldı. Onun tek kızı Emine ise Ovallılardan Gödemehmet Aydın eşi oldu...

    Kayıp sülalelerden biri olarak Çalıklar Eğret'te böyle eridi...


Hamzaoğlular/Tongullar

 
    Evet Hamzaoğlulardan, bildiğimiz soyadı Kaya olan Hamzalara bir geçiş var; ama Hamzaoğlular Hamzalar değil. Hamzaların atası olan Çerkez Mehmet Ali henüz Eğret'e gelmeden Hamzaoğlular buradaydı. Tam olarak bugünkü hiç bir sülaleye karşılık gelmeyen Hamzaoğlular, esasında bir çok sülaleyi açıklayabilmek için çözülmesi gereken bir düğüm teşkil ediyor. Öyle bir düğüm ki her bir ucunda Patlaklar, Tongullar, Galgancılar, Kölgeciler, Tırıllar, Hassönler, Hamzalar, Godalömer (Gödemehmet-Gıvık-Kirtyusuf) hatta Gobaklar bulunuyor... Bu yüzden bugün için Anıtkaya'nın erken kapanan kapılarından biri olsa da Hamzaoğlulara yer vermek gerekiyor. 


    1830-1840 Yıllarındaki Eğret nüfusunu gösteren kayıtlarda rastlanan 'Hamza oğlu Hasan'ın babasının adı Hamza olabilir. Bununla beraber 'Hamzaoğlu' ifadesi, sülale adı olarak da okunabilir. Hangisi geçerli olursa olsun o yıllarda Eğret'te bir Hamza oğlu Hasan var. Ev reisi olarak kaydedilmiş, 55 yaşında, uzun boylu ve kırçıl sakallı... Görünüşe göre 1780'lerde doğmuş. 

    O dönem kayıtları bir bakıma vergi mükelleflerini belirleme amaçlı yapıldığı için, hane reisi ve erkek çocukları yazılıp bırakılıyordu. Annesi, eşi ve kız çocuklarına dair bilgiyi o kayıtlardan öğrenmek mümkün değil. 55 Yaşındaki Hamzaoğlu Hasan'dan başka onun hanesinde kişi kaydı bulunmuyor. Bundan şunu anlayabiliriz; 1840'a kadar Hasan'ın erkek çocuğu yoktu, doğduysa da yaşamadı. 

    Yaklaşık 60 yıl sonra, 1900'lerin başında tutulan kayıtlarda yine bir 'Hamzaoğlu Hasan' karşımıza çıkıyor. Bu seferki 'Hamzaoğlu' kesinlikle sülale adı... Doğum tarihi 1870 olarak yazılmış ve baba adı da Hasan... Yukarıda sözünü ettiğimiz ilk Hamzaoğlu Hasan, yaşı itibariyle 1870 gibi çocuk sahibi olması pek mümkün görünmüyor. Bu durumda torunu olmalı...

    1840'tan sonra bir oğlu oldu ve ona kendi adı Hasan ismini verdi. 1870 yılında doğan Hamzaoğlu Hasan işte onun oğlu ve ilk Hamzaoğlu Hasan'ın torunu oluyor. Yahut... Hamzaoğlunun hiç oğlu olmadı. Damatlarından birinin adı da Hasan idi ve 1870'te doğan çocuğuna dedesi Hamzaoğlunun anısına onun adını verdiler. Sülale adlarının damatlar yoluyla tevarüsü de rastlanan bir durum olduğu için, 1870 doğumlu Hasan'a da 'Hamzaoğlu' dediler...

    Yukarıdaki varsayımların ikisine göre de 1870 doğumlu Hamzaoğlu Hasan, 1780 doğumlu Hamzaoğlu Hasan'ın torunudur. Bu inceleme biraz da bu farazi bilgiye dayanıyor... Öyle ama, bir de somut durumlar var; onlardan biri de belli bir dönemden sonra Hamzaoğlulara 'Tongullar' denilmesidir. 

    Hamzaoğlu Hasan'ın oğlu (veya damadı) Hasan, evvela hangi Hanım ile evlendi bilinmiyor. Adı bilinmeyen bu ilk eşinden bir oğlu ve bir kızı oldu: Ümmühan, ve Mehmet... Eşi vefat edince, kendisi gibi dul Ayşe Hanım ile evlendi. Eminlerin Hüseyin'in kardeşi Emin'den dul kalan Ayşe Hanımın yanında Fatma adlı bir kızı da tay geldi. Sonra Ayşe Hanımdan Hasan dünyaya geldi ki bahse konu son Hamzaoğlu Hasan budur... Şimdi adı geçen bu dört çocuk üzerinden ayrıntıya inelim...

    Büyük kızı Ümmühan'ı, Çerkez Muhacir Mehmet Ali'ye verdiler. Kırım Harbi sonrası Eğret'e gelen Çerkezlerden olduğu düşünülen Mehmet Ali, günümüz Hamzalarının atasıdır... Şöyle ki; Ümmühan Hanım ile Mehmet Ali'nin dört oğlu oldu. Büyüğüne Mehmet Ali'nin baba adı olan Hüseyin; ikinciye Ümmühan Hanımın dede adı olan Hamza adını koydular. Böylece Hamzaoğlu sülale bayrağını taşıma görevi Çerkez Mehmet Ali çocuklarına geçti ve onlara Hamzalar denilmeye başlandı... Mehmet Ali'nin üçüncü oğluna Osman, ve en küçüğüne de Hamzaoğlu Hasan'ın yadigarı olarak Hasan adını verdiler...

    Oğlu Mehmet'e gelelim... Ayşe ile evlendi... Ayşe Hanım Veyisler/Daldalların kızı..., Anası Fadime, Deliban (İbrahim Dadak)ın babasıyla hala-dayı çocuğu oluyorlar. Hatta Veyislerce Ayşe Hanımın anası Fadime 'Gurbağı Hala' olarak biliniyor... Neyse, 1891 yılında Dudu adını verdikleri bir kızları doğduktan sonra, Hamzaoğlu Hasan'ın oğlu Mehmet vefat ediyor. Dul kalan Ayşe, Gasapların Ömer'e varacak ve Araphüseyin, Bidakge ve Gasapların İbramın anaları olacaktır... Konuyu dağıtmadan kızı Dudu'ya dönelim... Gurbağı Halanın kızı Ayşe, Onu yanında tay götürmedi. Amcası Hasan vakti geldiğinde gelin etti, ve Çorcalıların Godalömere verdi. Nereden buldu Godalömeri derseniz... Bekleyelim.... Dudu, orada Gödemehmet, Gıvık ve Kirtyusufun anası olacaktır...

    Sırada, Hamzaoğlu Hasan'a gelirken Ayşe Hanımın yanında tay getirdiği, aslen Eminlerin kızı olan Fatma var... 1864 Yılında doğan Fatma da evin kızı gibi gelin edildi. Onu Arapselimoğlu Abdurrahman'a verdiler. Abdurrahman'ın öteki eşinin adı da Fatma olduğu için oğlu Araparif, hangi eşinden bilinmiyor...

    Hamzaoğlu Hasanların üçüncüsündeyiz... 1870 Yılında doğdu. Artık bu Hasan'dan sonra Hamzaoğlu adı da yavaş yavaş unutulacak; tamamen Tongullara dönmesine ise daha vakit var. Bu arada Hamzalar adı da yeni sahibini bulmuştu... 

    Hamzaoğlu Hasan iki evliydi; önce Ayanoğlu Ömer kızı Havva ile evlendi. Havva Hanım kısaca Patlaklardandır.  Bu evlilikle Yetimlerin Ahmet, Çatalların İbrahim; Deligızların  Hamsinci Mustafa ile bacanak oldular... Ne sebeptendi bilinmiyor, Havva Hanıma 'Tongul' diyorlar; ileri yaşlarda 'Tongul Nine' denilecek. Asıl önemlisi de Hamzaoğlunun sülale adını tamamen 'Tongullara' dönüştürmesidir... Tongul Nine 1949 yılında vefat etti...

    Havva Hanım'dan bir kızı, bir de oğlu oldu. Kızı Kezban 1901 doğumludur. Onu  Hassönlerin Hacı İbrahim'e verdiler, Goca Ömer Koç ve Hüseyin Koç'un anaları olacaktır... 

    Kezban'ın erkek kardeşi Ahmet 1908 yılında doğdu... Gocaberberin kızı Havva ile evlendi. Havva Hanım, Berberlerin Emin ile Delialinin teyzeleri olur... Havva Hanımdan Zehra ve Ali Emin adını koydukları bir oğluyla bir kızları oldu... 1924 Yılında doğan Ali Emin üç yaşındayken öldükten sonra başka oğlu olmuyor diye eşi Havva Hanımı çıkardı... Her ne kadar ayrıldılarsa da Deliberberin kızı Havva Hanım 1951 yılında vefat ettiğinde Tonguloğlunun soyadını taşıyordu...

    1940 Yılından sonra, o sıralarda vefat eden Söylemezlerden Kırtişapilin dul eşi Satı ile evlendi. Satı Hanım Hacımahmutların kızı...  Ondan çocuğu olmadı. Yalnız Satı Hanımın çocukları İbrahim (Gociban) ile Mevlüt (Dıkma)yı kendi çocuğu gibi benimsediği, 1968 yılında Gocibanın yanında vefat ettiği anlatılıyor...  Mezar taşında 'Tongul oğlu Ahmet Yiğit, 1898-1968' ibaresi kazınmış. Bundan doğum tarihinin yanlış yazıldığını çıkarabiliriz... Bacıdedenin defterine bu ölüm 'Boklu Ahmet Ağa'nın ölümü' biçiminde kaydedilmiş. Bu kayıttan da onun lakabını öğreniyoruz...

    Tonguloğlu Ahmet'in kızı Zehra'ya gelince... Con Ahmet (Aydın) eşi olacaktır... (Geniş bir parantezle burada bir hususu daha arzetmek gerekiyor. Arapselimlerin İbrahim eşi Elif Hanım, yani Arapşükrünün anası; Tongulların Ahmet ile kardeş olduğu söyleniyor. Bu söylenti doğruysa karınkardeş olmalılar. O halde Tongulların Hasan'ın bizim bilmediğimiz Ayşe adında üçüncü bir eşi daha vardı ve O da Hassönlerdendi...)

    Şimdi tekrar Hamzaoğlu Hasan için geriye döneceğiz...

    Hasan, son zamanlarında yaşlı bir hanımla daha evlendi. Bu Devrimbeşlerin atası   Mehmet'ten dul kalan Fatma Hanımdı. Oğulları Ömer, Eyüp ve Halil'i yanında tay getirdi mi bilinmiyor. Büyük oğlu Godalömerdir...  Hasan, amcası olarak yetim Dudu'yu  neden Godalömere verdiği şimdi anlaşıldı... Ele değil, hanımının oğluna vermiş... Ayrıca torunu Zehra ile Fatma Hanımın torunu Con Ahmetin evlenmesindeki sır da ortaya çıktı; karı kocanın torunları başgöz edilmiş...

    İkinci eşi Fatma Hanım, Eyüplerden Derviş Halil'in beş kızından biridir. Bu ikinci hanımı sebebiyle Gobakların İbrahim (Çerçimehmet, Halil İbrahim ve Hasan Kopan'ın babaları);  Söylemezoğlu İbrahim (Gociban, Gıbış ve Dıkmanın dedeleri); Türkmenoğlu Ahmet (Halil ve Ali Efelerin babası) ve Küpelilerin İbrahim (Küçükmehmet, Urganlı ve Tekenin babaları) ile bacanak oldular...   

    Tekrar Tonguloğlu Ahmet'e dönmek gerekiyor; Havva Hanımı çıkardıktan sonra Kırtişinapilden dul kalan Satı Hanım ile evlenmişti. Kırtişinapilin anası ile Ahmet'in analığı kardeş olduğu ortaya çıktı. Yani önceden bir yakınlık zaten varmış... 

    Şu durumda Hamzaoğlular, Söylemezlere uğruyor ve Tongullarla Hamzalar karışıyor. Sonra bir damat kanalıyla Hamzalar bayrağı el değiştiriyor; geriye kalan Tongullardan bir kız (Kezban) Hassönlerin Hacı İbrahime; Onun yeğeni (Zehra) Con Ahmet'e ulaşıyor... Tabi Zehra'dan önce, Gurbağı Hala torunu Dudu, Godalömere geldi... 

    Adres değişikliği olsa da bugün Anıtkaya'da hala Hamzalar var... Hala Tongullar var... Tongulların bir diğer kolu olan Söylemezlerdeki durum ise şu; Söylemezoğlu adı unutulmuş ve Tongullar sülalesinin tek temsilcisi olarak kalmışlar... Bunun bir sebebi de Tonguloğlu Ahmet Yiğit'in Gocibanın yanında ölmesi ve Tongullar adını onlara miras bırakması olabilir... 

    Son eşi, Hacımahmutların kızı Satı Hanım ondan otuz yıl sonra, oğlu Gocibanın evinde ruhunu teslim ettiğinde Tonguloğlu Bokluahmetin soyadını taşıyor ve 1998'de Satı İde olarak vefat ediyordu... Bundan anladığımız; Tonguloğlunun ilk soyadı YİĞİT, sonradan İDE olarak değiştirildi...

 


26 Ekim 2022

Gağşaklar

     
    Eğret'te kullanıldığına dair Derleme Sözlüğünde bir kayıt bulamadım; ama Eski Türkçede çok yaygın 'kağşamak' fiili var. Bir şeyin ek yerlerinden gevşemesi anlamına geliyor. Zaten gevşemek fiilinin aslı da kağşamaktır. Ağaçtan yapılan aletlerde parçalar birbirine ağaç veya demir çivilerle tutturuluyor. Yağmurda-çamurda, güneşte-ayazda yıllarca durunca, ek yerlerinden gevşemeye, çürümeye başlıyor. Sağlamlığını kaybediyor... Kağşamak bu... Bu şekilde sıkılığını, sağlamlığını yitiren şeylere 'gağşak' deniliyor...


    Kayıtlara yansıyan ilk Kağşakoğlundan 1830'lu yıllarda söz ediliyor. Kağşakoğlu Ali, o sırada 66 yaşındaymış. Ona Kağşakoğlu deniliyorsa, 'Gağşak' lakaplı ilk kişi en azından babasıdır... Malesef daha eskiye gidemiyoruz... Eldekilere göre onun doğum tarihi olarak 1760-1770 yıllarına gitmemiz gerekir... 66 Yaşındaki Gağşakoğlu Ali uzun boylu, ak sakallı olarak tarif edilmiş... Bir de, tek gözlü olduğu... Gözünün birisi her nedense çıkmış...

    O zamanki kayıtlar, bir bakıma vergi mükelleflerinin sayımı biçiminde olduğundan kadınlara ve kız çocuklarına yer verilmiyordu. Bu yüzden Gağşakoğlu Ali'nin ana adını bilmediğimiz gibi, eşi ve kız çocuklarına dair de bilgi bulamıyoruz. Yalnız Osman adında bir oğlunu biliyoruz. Zaten Gağşakları günümüze taşıyan da bu Osman olmuştur.

    Gağşakoğlu Osman'ın doğum tarihi de 1800 yılı gibi görünüyor; çünkü kayıt tutulduğu sıradaki yaşı 31 olarak yazılmış. Bilinen sebepler yüzünden onun da eşi ve varsa kız çocuklarını bilmiyoruz. Bununla beraber, Arzıların ve Patlakların Ninelerinin Gağşaklardan olduğuna dair bilgiler var. Bu bilgilere kaynaklık eden kişiler hayatta olmadığı için ayrıntısını öğrenemiyoruz. Arzı Hanımın babası Selimlerden Mustafa idi, olsa olsa Mustafa'nın eşi olan Ayşe Hanımın Gağşakoğlu Osman'ın kardeşi yahut kızı olduğu söylenebilir. Bu da ancak tahmin olur... Patlakların Ninesi için de aynı tahmin yapılabilir...

    Eğer kayıtlardaki sıralamada bir hiyerarşi gözetildiğini düşünecek olursak, seksen hanelik listede 13. sıraya yerleşen Gağşakoğlu Ali hanesinin, Eğret'in eski ve köklü sülalelerinden birini temsil ettiğini de kabul etmek durumundayız...

    Tahminleri bırakıp gerçeklere bakalım... Osman'ın dört oğlu oldu. İsimleri; Ali, Hasan, Süleyman ve Hüseyin...  1823 ile 1830 arasında bu dört oğlan doğarken Ali Dedeleri hayattaydı. Doğal olarak en büyüklerine onun adı verildi. Daha sonra başka kardeşleri olduysa da bilinmiyor, hatta iki numara Hasan dışındaki üç oğlanın akıbeti hakkında da bilgi yok... Hasan'la devam edeceğiz....

    Gağşakoğlu Hasan 1827 yılında doğdu. Ayşe Hanım ile evlendi, fakat Ayşe Hanım kimlerdendir bilmiyoruz. Olucaklı olduğuna dair zayıf bir söylenti var... Varsa da kızları hakkında bir bilgi yok; tespit edilebilen iki oğulları oluyor... O iki oğul üzerinden bugünkü Gağşaklara uzanacağız...

    

20 Ekim 2022

Dene Kuyuları

    
    İşin ehli araştırmacılar, Türklerin ziraatı Anadolu'da öğrendiklerini söylüyor. Buraya geldiklerinde tarıma dayalı derin bir kültürü de hazır bulmuşlardı. Yerleşik Anadolu toplumlarıyla kurulan etkileşim sonrasında bu medeniyet ve kültüre hızla uyum sağladılar ve bir anda ileşber olup çıktılar. 

    Eğret de eski zamanlardan beri tahıl (arpa-buğday) ambarı olarak görülen bir ileşberlik merkeziydi. Bölgedeki kültürü olduğu gibi almak yerine, alıp kendi benliğine uyarlama biçimi en doğalıydı. Öyle yapılıp hazır tarım uygulama ve teknikleri aynen aktarılırken bunların isimleri Türkçeleştirildi. Mesela aslı Rumca 'Anadot'u, annat; 'draponi'yi, tırpan yaptılar. Bugün hala kullanılmakta olan çoğu ileşberlik alet  ve tekniklerinin kökü buralara dayandığı unutulmamalı. 

    Tarlayı hazırlama, ekme ve bakım, hasat etme ve harman, yiygi ve deneyi değerlendirme süreçlerinde yapılan her uygulama derin manalar barındırır. Niye olduğunu düşünmeyiz, büyüklerimizden öyle gördüğümüz için ferkleri deste ederken sapın kellesini hep annatın sol tarafında toplarız. Sonra o annatı götürüp desteye bırakırken yine bütün kelleler sol tarafa yığılmasına dikkat ederiz. Daha büyük annatlarla deleceye sap yüklerken o kelleler daima solda kalır. Delecenin iki yanına doleşim dolanırken hep soldan başlar, ilk annatı sol başa koyarız. Bütün bunları yaparken nedenini niçinini düşünmeyiz, öyle görmüşüz, öyle öğrenmişiz, öyle ederiz... Amma işin sonunda bir de baksan, araba gaşşık gibi olmuş; bütün kelleler içeride, sap kökleri dışarıda. Fiziki ağırlık merkezi içeri doğru olduğu için sapların kayma, düşme, devrilme tehlikesi yok... İşte bu basit kuralar bize dedelerimizden tevarüs etmiş, onlara da buralardaki eski kavimlerden...

    Eskiler, harmandan kaldırdıkları deneyi ertesi yıla kadar saklamanın bir yolu olarak meydan ambarları yapmışlardı. Şimdi Anıtkaya'da sadece bir tanesi ayakta kalmayı başarmış olan bu meydan ambarlarından, otuz yıl önce en az on tane daha vardı. Ahşap meydan ambarı tekniğinin de eski Anadolu uygarlıklarınca kullanıldığı biliniyor. Besbelli bizimkiler de onlardan almış...

    Deneyi saklamaktaki amaç, onu muhafaza etmektir. Neye karşı koruyacaksın? Hava şartlarına karşı; sudan, nemden, doñdan... Başka? Haşerelere karşı; sıçandan, börtü böcekten, buğday bitinden korumak lazım... Bunlar musallat olmasın ki sonraki harmana kadar dene sağlam kalabilsin. 

    Bu temel saklama amacına göre meydan ambarlarından başka yöntemler de bulunmuş. Misal, kapalı alanlara toprak duvarlı ambarlar yapılmış. Genelde ambarevi yahut unevi denilen buralara bazen de yine birbirine geçmeli el yontması çam tahtalardan seyyar ambarlar da kurmuşlardır. Güneş görmeyen bu kapalı ortam ambarları da yaygın kullanıma sahipti.

    Bir başka teknik de taliste saklamaktı. Kendir dokuma büyük habaları dikip talis haline getiriyor yahut harar dedikleri kalın habaları doldurup dikiyorlardı. Bu talislere neredeyse bir göz ambarın alabildiği kadar deneyi doldururdun, o kadar büyüktüler. Tabi bu kapalı yer ambarları ve talisler çok yeni... Yani bilemedin yüz yıllık mesele. Ondan önce böyle bir uygulama yoktu, çünkü evler çok küçüktü. İnsanlar zaten malı maşadıyla birlikte yaşıyordu, bir de dene için öyle bir yer nasıl ayırsındı...

    Her şeye rağmen, gözlü ambarlar ve talisler iyiydiler hoştular; ama haşerelere karşı da yeterince koruma sağlayamıyorlardı. Yine sıçanlar dadanıyor, dene yine bitlenebiliyordu. 

    Ve daha mühim mesele vardı; eşkıya... Otorite boşluğu olduğu dönemlerde ortaya çıkıyorlar, gelip köylünün elinde avucunda ne varsa alıp gidiyorlardı. Meydan ambarındaki deneye 'yok' diyemezsin ki, zaten meydanda... Eve girse kocaman talisleri gözünden kaçırmanın mümkünü yok. Ambarevindeki deneyi sen göstermeden alıyor zaten adam... Yani sizin anlayacağınız, mevcut tekniklerin hiç biri bu zararlıya derman getiremiyordu.

    Eşkıya ile birlikte anmak istemediğim bir şey daha vardı, ona karşı deneyi korumamız gereken... Malesef devletin dene olarak aldığı vergi, köylünün belini büküyordu. Bu vergilerin adı değişse de ağırlığı hep aynı kaldı. En son aşar/öşür oldu, sonra o kaldırıldı ama bu sefer de 'Tahsildar' öcüsü çıktı. Köylü denesini bütün bunlara karşı koruma, saklama derdindeydi...

    İşte bütün bu dertlerin çaresi olarak kuyular kazıldı, dene kuyuları... Kuyu deyince hemen akla su kuyusu gelir... Gelmesin... Yeraltı dene depoları da su kuyusu gibi kazılıyordu, sistem aynıydı yani. 1-1,5 Metre çapında ve 5-6 metre derinliğinde bir kuyu kazıyorsun. Deneyi doldurup üzerini kapatıyorsun... Günümüzün siloları gibi yani...

    Akla bazı soru işaretleri gelmesi normal, benim gelmişti çünkü... Toprağı kazınca su birikir, su kuyusunun mantığı da bu olduğuna göre, senin kazdığın dene kuyusunda neden su birikmesin? Karda kışta kuyunun üstünden su girmez mi? Bunun gibi şeyler...

    Bilindiği gibi Eğret, Güneyde Çayırözlerinden başlayıp Kuzeyde Çayırlara kadar uzanan Kepez kayalığının bir bölümüne konumlanmış. Dolayısıyla köyiçinde sert kaya, ham toprak ve kirs olmak üzere üç çeşit yüzey örtüsü var. Dene kuyusu ne kayaya, ne toprağa; ikisinin arasında bir katman olan kirsli yerlere kazılıyor. Böylece zorlu kayayı delmek gibi bir işe girişilmiyor. Ayrıca yumuşak dokulu ham toprak katmanın çökmesi engelleniyor. Daha da önemlisi, kuyu duvarlarından su sızmasının önüne geçiliyor. Kapak olarak da kuyu ağzının tamamını kaplayacak büyük bir gayrak bloğu kullanılıyor. Genellikle solluklarla açılıp kapatılan bu ağır kapakların çevresi güzelce izole edilirse hiç bir sızıntı olmuyor. 

    Her şeye rağmen dene kuyularının dibinde kalanlar, yahut az da olsa duvardan nem kapan kısımlar olursa onlar ayrılıp hayvanlara yem olarak kullanılıyor. Bu kadar fire göze alınıyor; haşere girmesinden, sıçan dadanmasından, bitlenmesinden iyidir. İhbar edilmediği sürece ne eşkıya tarafından fark edilir, ne tahsildarca görülür.

    Tabi zamanla çağın gereği olarak dene kuyularına gerek kalmadı. Harmanda kaldırılan deneyi anında pazarlayan zahireciler; elektriğe bağlanan ve sayıca çoğalan değirmenler, hatta fabrikalar vb. sebeplerle arpa buğdayı depolamaya gerek kalmadı. Öyle olunca kuyular da kullanımdan düştü. Meydanlarda tehlike arzetmeye başlayınca ebir gübürle dolduruldu yahut üzerine kapak kapatılıp öylece terkedildi. 

    Onları dünya gözüyle görebilen nesiller hala hayatta. En meşhurları Söğütcük Meydanındaydı. Hacımahmutların kuyular diyorlardı, Manavların Kör Mustafa'ya aitmiş çoğu. O kadar çok dene kaldırırmış adam, yaza doğru etraf köylerden öndüc almaya gelirlermiş. Ağır taş kapakları merasim yapar gibi kaldırıp çuvalları doldururlarmış. O bahar boşalan kuyular, harman kalktıktan sonra yine dolarmış... O kuyuların gübürlük olarak kullanıldığı döneme yetişebildim ben...

    Benzer dene kuyuları, kahvelerin yanında, eski meydan ambarı arkasında da vardı. Bir zamanlar o civarda Tureşlerin evler varmış; kuyular belki de onlara aitti.

    Geçtiğimiz günlerde altyapı çalışmaları için yapılan kazı sırasında böyle bir kuyuya Bidakgelerle Çakırların evi arasında bir yerlerde rastlanmış. Onların dene kuyusu olarak kullanıldığını bilen yok. Daha önce de buna benzer antik kuyular ortaya çıkarılmıştı. Dene kuyusu olarak kullanıldığı düşünülen buluntuların eski medeniyetlerden kaldığına şüphe yok. 

    Zaman, bir değirmen gibi... Son çağda çok hızlı dönmeye başladı... Ve neleri öğütmedi ki... Meydan Ambarları gibi dene kuyuları da yok oldu gitti...



Yahyalar

     
    Sülaleler arasında sürekli bir geçişgenlik olması çok normal. Ne kadar geriye gidersek o kadar çok yakınlaşma olduğu her sülale için geçerli. Bu olağan yakınlaşmayı belgelemek zaman zaman mümkün olmuyor; ama sözlü tanıklıklar bunu doğruluyor. Sıntırları incelerken Mollahmetler ile Keklikler arasında bu tip bir yakınlıktan söz etmiştik. Benzer bir durum, Dervişoğlu Eyüpler ve Yahyalar ile Keklikler arasında da bulunuyor. Bu yüzden Yahyalar incelemesi yer yer Eyüpler ve Kekliklere atıfla başlayacak...

    Eğret'e yerleşen Afyonlu Eyüp'ün Ahmet ve Mehmet adında iki oğlunu biliyoruz. Ahmet'i Mollahmetlerin Eyüp kızı Ayşe ile everdi; onların çocukları iki Eyüp dede torunu olarak Eyüpler sülalesini oluşturdu. Diğer oğlu Mehmet'i de bir başka Ayşe ile everdiğini söylemiştik. İşte Yahyalar sülalesinin macerası da bu Eyüp oğlu Mehmet'in Ayşe Hanım ile evliliği ile başlıyor...

    Eyüpoğlu Mehmet de Ahmet abisiyle aynı sülaleden evlendi. Eşi Ayşe Hanım Mollahmetlerin Hüseyin kızı...  Garamehmet olarak bilinen Eyüpoğlu Mehmet hakkında bilgimiz sınırlı; çünkü ilk kayıt sırasında doğmamıştı, ikinci kayıtta da hayatta değildi. Ancak eşi Ayşe Hanımın 1840'ta doğduğuna dair bir kayıt var. Tek dayanağımız bu kayıt olduğu için; belirtilen tarihi doğru kabul edip, Mehmet'in de ona yakın bir tarihte doğduğunu söyleyebiliriz...

    Ayşe Hanım ile Mehmet'in üç kız, bir de oğlu oldu. Yaş sırasına göre bu çocuklar; Gülsüm, Hatice, Yahya ve Fatma'dır... Büyük kız Gülsüm 1878 yılında doğdu, Omarcıklardan Ahmetçavuşun eşidir, 1938'de öldü... 1880 Doğumlu ortanca kızı Hatice ise yine Omarcıkoğlu Abdullah eşidir, 1931'de vefat etti... Ninesi (anneannesi) Fatma'nın adı verilen küçük kızları ise Gağşakların Gocagulak Halil eşi oldu ve 1969'da vefat etti...

    Tek oğulları Yahya 1883 yılında doğdu. İleride sülalesine adını verecek olan Yahya'nın ismini nereden veya kimden aldığı bilinmiyor. Ancak bundan sonra onun adı sülale adı olarak kullanılacak, o zamana kadar resmiyette Dervişoğlu diye geçen lakap, halk arasında Yahyalar olarak yerleşecektir... 

    Yahya, Emirhanoğlu Ahmet kızı Halime ile evlendi. Halime Hanım İşofun kardeşidir... Onların ninesi de Dervişoğullarından olduğu hatırlanmalıdır... Halime Hanım ile evlenince Dervişoğlu Yahya, Apdıramanların Çiloğlan Mehmet ( Resul ve Hüseyin Ayas Hocaların babası) ile bacanak oldular...

    Yahya ile Halime'nin iki oğlu, dört kızı oldu. Kızları; Emine, Omarcıkların Arap Halil İbrahim eşi; Şerife, Mardakların Hüseyin eşi; Ayşe, Curak eşi; Kezban da Tingildeklerin Hacapdılla eşi oldu... İki oğlan Mehmet ve Ahmet incelemesine geçmeden önce belirtelim; babaları Dervişoğlu Yahya 1943 yılında, anneleri halime hanım ise 1960 yılında vefat ettiler...


    GARA MEHMET

    Büyük oğulları Mehmet 1904 yılında doğdu. Esmer renginden dolayı 'Kara Mehmet' diye lakaplandı. Dedesinin lakabı da öyle olduğunu biliyoruz, demek ki ırsi bir durum var... Nazike Hanım ile evlendi... Nazike Hanım, İdirizlerin Ömer kızıdır ve Sarıömerin de halası olur... Üç çocukları oldu, bunların büyüğü kız, adı da Hafize... İdirizlerin Saralosmanın eşi oldu ve 2011 yılında vefat etti...

    Garahüseyin
    Garamehmetin büyük oğlu 1932 yılında doğdu, adını Hüseyin koydular. Büyük Nine Mollahmetlerin Ayşe Hanımın baba adı Hüseyin idi, herhalde ilk oğluna isim koyarken Garamehmet aklında bu büyük dedesi vardı...  Babası gibi Hüseyin de garayağız olduğu için ona da 'Kara Hüseyin' dediler... 

    İdirizlerden Dedemısdık kızı Nuran ile evlendi Garaüseyin... Gıllıoğlu ve Tekelinin Gocabıyık ile bacanak oldular... Dört tane oğlu oldu; Lütfi, Vehbi, Mehmet ve Abdullah... Büyük oğlu Lütfi 1957'de doğdu, 1977 yılında yirmi yaşında vefat etti... 

    Hayatta kalanlardan büyük oğlu Vehbi, mesleği sebebiyle 'Aşçı Vehbi' olarak tanınacaktır... Garadelilerin Hödükhaliban kızı Aynur ile evlendi. Bu evlilikte Aynur'un annesi Hatice'nin etkisi barizdir. Çünkü kendisi gibi Omarcıklar/Yonuzlar kızı olan küçük kardeşi Sultan da Yahyaların İbrahim (Vehbi'nin amcası) eşi olunca Dervişoğulları ile bir bağ kurulmuştu. Vehbi'nin bacanakları; Eyüplerden İzzet Dirlik ve Mardaklardan Adem Saki olduğu düşünülürse bu bağın ne kadar güçlü olduğu anlaşılabilir... Aynur Hanım ile Vehbi'nin üç kızı oldu. Nazik Ninesinin adını verdiği büyük kızı Yonuzlardan Ahmet Yonat eşidir. Annesinin adını alan Nurhan ve Kezban Anıtkaya dışından beylerle evlendiler... Eşi Aynur Hanım 2014'te vefat ettikten sonra Aşçı Vehbi, Manavların Gızmehmetin Ahmet kızı Sultan ile ikinci evliliğini yaptı. Sultan, Sıntır dedesi kanalıyla Mollahmetlere bağlanır... Afyon'da oturuyorlar...

    Garaüseyin ortanca oğluna babasının adı olan Mehmet ismini koydu. Mehmet, büyük amcası Gocahmetin kızı Halime ile evlendi. Hüseyin, Mustafa ve Necati adında üç oğlu oldu.... Hüseyin, Çolakların Ahmet Kurt kızı Nuray ile evlendi; Mehmet, Ravza ve Beyza isimlerinde üç çocuğu var... Mustafa, Anıtkaya dışından evlendi; Berna, Mehmet, Utku ve Umut onun çocuklarının isimleridir.... Necati de Anıtkaya dışından evlendi; Mehmet adında bir oğlu var. Afyon'da oturuyorlar...

    Küçük oğlu Abdullah 1964 yılında doğdu. Sağırmahmutların Ziya kızı Emine ile evlendi. Omarcıkların Ahmetçavuş ile önceden bir bağları vardı...  Abdullah'ın iki oğlu bir kızı oldu. Büyük oğlu Hüseyin'i Anıtkaya dışından everdi, Abdullah adında bir torunu var. Küçük oğlu Fatih'i de Anıtkaya dışından everdi... Tek kızının adı Medine... Abdullah da uzun zamandır Afyon'da yerleşik...

    Garahüseyin 2016 yılında ve eşi Nuran Hanım 2023 yılında vefat ettiler...

    İbrahim
    Garamehmet'in küçük oğlunun adı İbrahim... Resmi kayıttaki adının 'İbrahim Ethem' olduğunu görünce neden bu isim verildiği anlaşılıyor... Omarcıkların İsmail kızı Sultan ile evlendi ve Garadelilerin Hödükhaliban ile bacanak oldular...

    Yahyaların İbrahim ile Sultan Hanımın dört oğlu oldu. İsimleri; Yahya, İhsan, İsmail ve Ahmet'tir... Yahya, dedenin; İsmail de Omarcıkoğlu İsmail'in adı...

    Büyük oğulları Yahya, 1963 yılında doğdu. Dayıların Mehmet kızı Yasemin ile evlendi. İbrahim ve Melek adında bir oğlu bir de kızları oldu. İkisi de Anıtkaya dışından evlendiler. İbrahim'in de ayrıca bir kız ve bir oğlu var... 

    İkinci oğlu İhsan, Şaşdımların Ziyaeddin kızı Esin ile evlendi. Kübra ve Sultan adlarında iki kızları var, ikisi de Anıtkaya dışından beylerle evlendiler...

    Diğer oğulları İsmail de Guycuların Adem kızı Hayriye ile evlendi... Merve ve Sena adında iki kızları var; Merve Anıtkaya dışına gelin oldu, Sena ise Şaşdımların Ziyaddinin Halil Şen gelinidir...

    Ve Garamehmet oğlu İbrahim'in en küçük oğlu Ahmet, Eyüplerden İzzet Dirlik kızı Çiğdem ile evlendi. Çiğdem, Hatice teyzesinin torunu olur... Ayrıca Yahyalar ile Eyüplerin dipteki akrabalığını da unutmayalım... Önce bir oğulları oldu, vefat etti... Şimdi bir kızları var... 

    İbrahim Ethem de 2018 yılında vefat etti, çocukları temelli Afyon'da yerleşikler... İbrahim ile çocuklarının sonuna geldiğimiz Garamahmet ile Nazike Hanım çok önceden rahmetli olmuşlardı; önce Nazike Hanım 1956'da, sonra Garamehmet 1961'de öldüler...


    GOCA AHMET

    Dervişoğlu Yahya küçük oğlunun adını Ahmet koydu. Bu isim akıllara, en dipteki Molla  Ahmet'i getirebilir; lakin kayıtlardaki isminin Seydi Ahmet olması, Karacahmet etkisini gösteriyor. Abisine ten renginden dolayı 'Garamehmet' demişlerdi, buna ise fiziki yapısı iri olduğu için 'Goca Ahmet' lakabını taktılar... Gocamatlar sülalesiyle karışıklık olmasın diye arada bir 'Yahyaların Gocamat' derlerdi. 

    1926 Yılında doğan Goca Ahmet, Tekelilerin Mustafa kızı Satı ile evlendi. Satı Hanım, Gocagafanın kardeşidir... Bunların anaları Apdıramanlardan, Curağın ablasıdır... Hatırlanacağı üzere Curak da Goca Ahmet'in ablasını almıştı... Ayrıyeten Satı Hanım ile evlenince Gırali ile Goca Ahmet bacanak oldular...

    Satı Hanım ile Yahyaların Gocametin, iki erkek dört kız, altı çocukları oldu: Yahya, Hidayet, Emine, Ünzile, Halime, Şerife... 2004'te Gocahmet, 2009'da ise eşi Satı hanım vefat ettiler... Çocuklarının durumuna bakalım; Emine, İdirizlerden Saralosmanın Mehmet İdis eşi; Ünzile, Bolvadinli Çakallardan Halil oğlu Bekir Haykır eşi; Halime, Garahüseyinin Mehmet Diril eşi; Şerife, Hacızekeriyelerin Zekeriya Çelebi eşi oldu...

    Gocayahya
    Gocahmet, 1949 yılında doğan büyük oğluna babasının adı olan Yahya ismini koydu. Ona da 'Yahyaların Gocayahya' dediler. Tingildeklerin Hacapdılla evlatlığı olan Halime ile evlendi. Halime Hanım ile Gocayahya, hala-dayı çocuğu oluyorlar. Yine bu evlilikle Tingildeklerin Bakkalsarı oğlu Osman Akyol ile bacanak oldular...

    Gocayahya ile Halime Hanım üç kız bir de oğlu oldu. İsimleri; Ayşe, Nasiye, Kezban, Abdullah'tır... Kızlardan Ayşe, Daldalların Gocayörüğün Ahmet Honça eşi; Nasiye, Güdüğizzetlerin İzzet Sağlam eşi oldu. Küçük kızı Kezban/Mersiye ise Olucaklı bir beyle evlendi...

    Tek oğlu Abdullah (Herhalde Hacapdıllanın adı), Gobakların Arif kızı Dilek ile evlendi. Aynı zamanda Bidakgenin Aziz oğlu Ahmet Eser ile bacanak oldular... Abdullah ile Dilek'in iki kız bir oğlu var. Çocuklara ad koyarken ana babanın isimleri Halime ile Yahya unutulmamış....

    Gocayahya 2022 yılında vefat etti, çocukları Afyon'da ve Anıtkaya'da oturuyorlar...

    Hidayet
    Gocahmetin 1951 doğumlu küçük oğlunun adı Hidayet... Paşagızıların Egekemal kızı Satı ile evlendi ve Terlemezlerin Memişahmet oğlu Muharrem Terlemez ile bacanak oldular... 

    Yahyaların Hidayet ile Satı Hanımın iki kız, üç oğulları oldu. Bu çocukların isimleri; Nazik, Sibel, Ahmet, Mehmet ve Kemal...  Büyük kızı Nazik, Melezlerden Ali Osman Seçen eşi olurken; küçük kızı Sibel Işıklar'a gelin oldu.

    Büyük oğluna Yahyaların Gocametin adı olan Ahmet ismini koydu. Gobakların Köreminin Necati kızı ile evlenen Ahmet'in ; Hidayet, Deniz ve Damla adlarında üç çocuğu var.

    Hidayet'in ortanca oğlu Mehmet, Daldalların Ramazan Honça kızı Merve ile evlendi. Onun da iki oğlu var; isimleri Hidayet Efe ve Talha...

    Egekemalın ismi verilen küçük oğlu Kemal, Takanorinin Kahveciahmet kızı Muzaffere ile evlendi. Eda ve Ela adında iki kızı, Ege adında bir oğlu var...

    Gocahmetin Hidayet Diril de 2023 yılında vefat etti, oğulları Anıtkaya'da yaşıyorlar.

    Dervişoğlu Yahya'nın çocukları 1934 Soyadı Kanunundan sonra kendilerine DİRİL soyismini aldılar. Dervişoğlu Eyüp çocuklarının soyadı olan Dirlik ile aynı olmasalar da birbirini andırıyorlar.

    Yahyalar, sülale adı olarak soyadından daha fazla onlarla bütünleşti. Bir dönemden sonra, Yahyaların (Hidayet'in çocukları hariç) bütün kolları Afyon'a yerleşti. Onlarla bağlantılı ailelerle neredeyse bir mahalle oluşturdular. Taşlıdere Mahallesi hizasına denk gelen anayolun bir bölümü halen 'Yahyalar Durağı' olarak bilinir.



16 Ekim 2022

Bitmeyen Namaz

     
    Odalar erkeklerin toplanma yeri. Burada vakit geçiriliyor, iş ve ev hayatı dışında kalan zamanlarda. Eğlenme, öğrenme, misafir ağırlama, önemli kararlar alma, gerektiğinde duruşma yapma, çalgı çalma, oynama, ferfine yapma vb. bir sürü şeye sahne oluyor odalar...

    Oda ahalisi ezan okunmaya yakın, kolları sıvar abdest almaya durur, namaza hazırlık başlardı. Ezan başladığında odadan çıkılır, namaz başlayacağı vakit camide olacak şekilde ayarlanırdı. Yani odadaki hayata namaz molası verilirdi. Yine de camiye yetişemeyenler için keçi postundan namazlağılar asılı dururdu, isteyen namazı burada kılabilsin diye...

    Her odada imamlık yapabilecek kapasitede kimseler bulunduğundan, bazen cami asılır, oda birden mescide dönüverirdi. Onca fonksiyonuna ilaveten bu özelliğini belirtmezsek oda tarifi eksik kalır. Böyle durumlar için her odada yeterli donanım bulundurulur; yani namazlağı ile tespih... Hatta odalar yapılırken biraz da buna uygun inşa edilir, kıble istikameti en isabetli şekilde verilmeye çalışılırdı. Öyle ki eski odalar içinde kıbleye çapraz konumlananı bulamazsınız. 

    Macur Ali'nin odada kıble tarafında duvar dibinde boydan boya tahtadan yapılmış kolçak vardı. Sabit köşeyastığı gibi dururdu; yere otururken bir kollarını yasladıkları için ergonomik, sırtı duvarın soğuğundan koruduğu için sağlıklı, gerektiğinde tabure gibi oturulabildiği için de gayet kullanışlı bir şeydi... O kolçağın tam ortasından yarım metre kadar bir bölüm testereyle muntazam kesilmiş, gerektiğinde yerinden çıkarılabiliyor, orada gereksiz bir genişlik sağlanıyordu... Yani bana öyle gelmişti, gereksiz sanmıştım... Meğer namaz kılmaya kalktıklarında imamın secde edeceği kadar da olsa bir yer açılıyor böylece arkada cemaat için bir saf alanı oluşturuluyormuş. O kolçağı kaldırdıklarında adeta bir mihrap yapmış oluyorlar... Bunu sonradan mı düşündüler, yoksa daha başlangıçta öyle mi planladılar belli değil; fakat odayı ustaca mescitleştiriyorlardı... Orada ekseri Körhoca namaz kıldırırmış...

    ***

    Tabi odada namaz, her kafalarına estiğinde kılınmıyor. Dışarı çok soğuksa, camiye yetişilemediyse, yahut bir başka zorunlu halde 'Hadeñ galkıñ, namaz gılamıñ' denir, namaza kalkarlarmış. Bunu da herkes diyemiyor tabi, namazı kıldırabilecek ehliyette biri olacak...

    Bükürün Odadaki en ehil imam Tırıl Hasan... Hafız değilmiş; ama kıraati, ezberi ve bilgisi diğerlerine göre daha iyiymiş. Bir kaç kez imametteki halini test etmişler, fena da değilmiş... Hatta Hocalar bu yolda teşvik etmişler... Amma burada, Bükürün Odada değil, başka yerlerde...

    Odanın müdavimlerinden birisi olan Bükürün Ali ile Tırıl Hasan pek geçinemiyorlar, sürekli kakışıyorlar... Aslında uzaktan akrabalık da var; lakin aralarında didişme eksik olmuyor. Bu yüzden Tırıl Hasan, Bükürün Odada imamlığa pek de gönüllü değil... Gönülsüz de olsa bir gün sürüyorlar öne... Akşam veya yatsı namazıymış, kıraatin dıştan yapıldığı bir namaz... İnsanlık hali, bazen çok iyi bildiğimiz bir şeyi, mesela dedemizin adını unutabiliriz... İmam da Fatiha'yı okumuş, öylece donakalmış... Artık okuyacağı sureyi mi hatırlamadı, hangisini okuyacağını mı şaşırdı, ne olduysa susmuş kalmış... Sessizlik uzayınca cemaat arasındaki Bükürün Ali'nin sabrı taşmış:
    - 'Eee, deyive ne deceeseñ!'
    Sair zamanlarda didişmeye alışık olduğu birinden, böyle sıkıntılı anında alaylı bir laf işitince Tırıl imam durur mu:
    - 'Bunnaañ böönesine imam olursuñ bide!...'
    Dünya kelamı namazı bozarmış, kimin umurunda... Güzelim namaz, imam cemaat atışmasına dönüşüvermiş...

    Arkada Bükürün Ali varsa, Tırılın her imamlığı ayrı bir maceraya gebeymiş. Diğer insanlar daha başlangıç tekbirinde maceraya hazırlıklı olurlarmış... Huşûya(!) bak sen... 

    İhtiyarlıktan mı kulunçtan mı neyse, Tırıl eklem ağrılarından muzdaripmiş bir ara... Bilhassa rükuya giderken çok sızlarmış beli veya dizleri, her neyse... Yine imamlıkta, yine arkada Bükür var... Rüküya varırken ağrıya dayanamamış:
    - 'Anam, anam, anaaam!' diye inlemiş. Arkadaki durur mu;
    - 'Anañ nerde len!' diye çıkışmış. Fakat Tırıl imamlıkta olduğu için ona cevap vermemiş, kendi kendine söylenmiş:
    - 'Len bunuñ böönesine bişey deseñ namaz bozulcek!...' Bozmamış namazı, selam verene kadar sabretmiş...

    ***

    Bu mübarek Ramazan gününde bırakmak istemiyorlar Gopuk Selim'i. Çilmahmut, 
    - 'Âşama ne galdı, bu vakıtta gidilir mi!' diyor. Diğerleri de üsteleyince, çorbayı burada içip iftardan sonra köyüne dönmeye ikna oluyor. 

    Gopuk Selim Macur, Cumalı'dan... Eğret onlar için merkez ya, çok sık gelirmiş buraya. Zaten komşu köylerin çoğuyla aynı köydenmiş gibi tanışıp bilişiyor eskiler. Oturup kalkıyorlar, dostlukları var. Gopuk Selim daha çok tanınıyor. Lakabından belli, matrak birisiymiş.

    Mübarek gün avlanayım diye tüfeğini omuzlayıp Eğret'e gelmiş. Bütün gün Dağda dolaşmış. Ne vurdu, ne vuramadı bilinmiyor; ama kösülmüş. O halde bir misafiri bırakmak istemiyorlar tabi... O vakitler, bir misafir varsa erkekler iftarı odada yapıyor. Gopuk hatırına mahalleli de Çilmahmut'un odada toplanıyor. Oruçlar açılıyor, karınlar doyuyor. Çilmahmut'ta hocalık var, imam oluyor Akşam namazını kılıyorlar. 

    Gopuk'un namazla filan pek işi yok, belki oruçlu da değildi... Gopuk çünkü... Ama 'Bi namazdan nolcak' deyip o da duruyor, cemaate uyarak... Çayı içince fırtacak nasıl olsa... Çay içerken essalat verilmeye başlanıyor, Teravih öncesi... Ama ezan okunurken çay bardakları daha ellerinde.

    - 'Nassosa Hocamız va' demiş biri, 'Tereviyi burda gılıveremiñ'. Teravihi de odada kılmışlar. Tabi Gopuk Selim kaçmaya fırsat bulamadan Teravihe de yakalanmış. Kanter içinde kalmış bu sırada. Ne yapsın, bünyesi alışık değil... Ama bitirmiş Teravihi... Ayrılmak için acele etmez olmuş. Nasıl olsa olan oldu diye... 
    Tam müsade istemeyi düşünürken, ortaya yine bir teklif düşüyor;
    - 'Böyün Gadir, bi de tesbek namazı gılıverem bâli...' 
    Meğerse Kadir gecesi imiş o gece, bu yüzden bu teklif de kabul görüyor. Gopuk Selim ise 'En zorunu atlattım, dört rekattan nolcak ki!'  diye düşünüyor... Garibim bilmiyor ki Tesbih namazını...

    Yıllar sonra bu olayı anlatırken Gopuk Selim hala öfkeliymiş:
    - Ti be, bilmemnettimin  Manavları! Ne bitmez namazları varmış! Yatıyolar, kalkmak bilmiyolar; kalkıyolar, otumak bilmiyolar!'

     ***
    Eğret'in odaları sadece oda değildi. Hal ve makama göre okul, toplantı salonu; bazen misafirhane, bazen eğlence yeri; yerine göre aşçı dükkanı, yerine göre kıraathane... Ve odalar bazı bazı mescit olurdu...



15 Ekim 2022

Bükürler

 
    Bükmek fiil köküyle ilgili gibi duran 'bükür' günümüzde kullanılmayan, unutulmuş bir kelime. Bu anlamda 'eğri büğrü' ikilemesindeki büğrünün en eski hali olduğu anlaşılıyor. Tek başına anlamı 'kambur' demek... Atalarının arasında kambur olan birisi var mıydı bilinmiyor; ama iki asır evvel Eğret'te Büküroğlu Ali adında biri var...


    1790'lı yıllarda doğduğu anlaşılan Büküroğlu Ali'nin ana baba adı gibi temel bilgilere sahip değiliz. Orta boylu ve sarı sakallı biri olarak kaydedilmiş... O günkü anlayışa göre kayıtta kadınlara yer verilmediği için eşi ve varsa kız çocukları hakkında da bilgi edinemiyoruz. Mehmet ve Mustafa adında iki oğlu var. Küçük oğlu Mustafa beş altı yaşlarındayken vefat ediyor. Bugünün Bükürlerine büyük oğlu Mehmet'ten ulaşacağız... 

    Büküroğlu Mehmet 1820'lerde doğduğu anlaşılıyor. Askere kaydedildiğinde uzun boylu, henüz bıyıkları terlememiş bir delikanlı olarak tarif edilmiş. Kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla iki oğlu var. Onlardan birine kendisiyle babasının adını birleştirip Mehmet Ali adını koymuş, diğerine ise Mestan... (Bu isim akıllara Kumpirhasanın Mısdan'ı getiriyor; lakin zorlama da olsa ikisi arasında bağ kuramadım.)


    Büküroğlu Mestan

    Mehmet Ali ile Mestan'ın hangisinin daha büyük olduğu bilinmiyor. Eldeki bilgiler çocuklarının nüfus kaydından çıkarılabilenler... Bu yüzden önce Mestan'dan gidelim... Adını bilemediğimiz bir hanımla evlendi. Hasan ve Şerife adlarında iki çocuğu doğduktan sonra bu hanımı vefat etti. Sonra Arife adında bir başka hanımla evlendi. Kimlerden olduğunu bulamadığımız Arife Hanımdan da 1900 yılında bir kızı ve 1902 yılında bir oğlu dünyaya geldi. Oğluna, babasının adı olan Mestan ismini koydular; çünkü Büküroğlu Mestan o sıralarda vefat etti... Genç yaşta iki çocukla dul kalan Arife Hanımı Emiralillerin Ali'ye verdiler. Bu Ali Yeşilömerin kardeşidir… Kızı Arife’nin akıbeti hakkında bir şey bulamadım. Mestan ise 1921-22’de Çerkez çeteler tarafından şehit edilmiş…

     Mestan'ın ilk Hanımından da bir oğlu bir kızı vardı... Kızı Şerife'nin Eğret dışına gelin edildiği anlaşılıyor. Bacıdedenin ölüm defterinde 'Bükürün Şerif Nine' notuyla 9 Haziran 1973 tarihli bir ölüm kaydı bulunuyor. Sanırım Mestan kızı Şerife, 88 yaşında Anıtkaya'da ölmüş... Oğlu Hasan ise Çolakfatılardan Fatma ile evlenmiş. Henüz çocukları olmamışken Hasan da vefat ediyor; Onun dul eşi Fatma da Elciklerin Deliçakır Ahmet (Çakiriban İbrahim Ata'nın babası) eşi olacaktır... Büküroğlu Mestan parantezi bu şekilde kapanmış oldu.


    Bükürler

    1845 Doğumlu Satı Hanımla evlendiğine göre Büküroğlu Mehmet Ali de onunla aynı yaşlarda olmalıdır. Eşinin kimlerden olduğunu bilmiyoruz, ancak baba adı Süleyman... Satı Hanım ve Mehmet Ali ailesiyle bugünün Bükürlerine bir adım daha yaklaşıyoruz... Tespit edebildiğimiz üç çocukları var, bunlardan biri ve çocukların en büyüğü kız... Adı Hanife olan ve 1865 Yılında doğan bu kız Garmenlerin Ali eşi olacaktır. (Önce Hacapdıramanların Mehmet oğlu Ali Osman sonra Demirdelenoğlu Yahya'nın eşi Şerife, yani Şavalgadirin anası; Körüslerin Ali eşi, yani Akömerin anası Akile; Apdıramanların Ali eşi Fadime ve Arapların İsmail eşi Ayşe, işte bu Hanife Hanımın kızıdırlar.)

    Büküroğlunun büyük oğlu Hüseyin biraz beklesin, Onun küçüğü Mehmet'e bakalım... 1884 Yılında doğdu. Bu ismi almasının sebebi Mehmet Dedesidir...  İki evliliği var. Önce Şeherlioğlu/Gadıngızların Kedimehmet kızı Fadime ile evlendi. Bu evlilik sayesinde Selimlerden Dayıların Dayı ile bacanak oldular... 1907 Yılında Fadime Hanımdan adını Mustafa koyacağı bir oğlu oldu. Aynı yıllarda Ali kızı Ayşe Hanımla da evlendi, fakat bu ikinci eşinden çocuğu yok. 

    Büküroğlu Mehmet, iki eşi ve bir oğlu varken katıldığı Cihan Harbinden geri dönemedi. Hangi cephede şehit olduğu bilinmiyor. İkinci eşi Ayşe, Eğret dışına kocaya vardığı anlaşılıyor. İlk eşi Fadime ise Aşağı Dandır'a gitti; tabi oğlu Mustafa Eğret'te kaldı. Biraz büyüyünce Onu Şaşdımoğlu Ömer kızı İsmihan ile everdiler. İsmihan Hanım, Ömeronbaşının Halası olur, ayrıca İsmihan Hanımın ana tarafından Bükürlerden olduğunu da kaydedelim... Feride adını verdikleri bir kızları oldu ve Kader hükmünü bir kez daha icra etti; Büküroğlu Mustafa 1931'de vefat etti. Dul kalan İsmihan Hanım, yanında kızı Feride tay olduğu halde Sağırların Ali Osman Hocanın ikinci eşi oldu. Kızı Feride, ileride Bekiralilerin Buydeycigadir eşi, Palavırın annesi olacaktır... Büküroğlu Mustafa'nın ölümüyle Bükürler Defterinin bir sayfası daha kapanmış oldu...

    Yirminci yüzyılın tanıdık Bükürlerine Mehmet Ali'nin büyük oğlu Hüseyin ile varacağız... 

    Büküroğlu Hüseyin, 1880 yılında dünyaya geldi. Sülalede ilk olan bu ismin veriliş sebebine dair bilgi yok... Garamusaların (Tingildekler ve Gödeşler) Mustafa kızı Emine ile evlendi. Böylece Ayanoğlu Hüseyin (Kölgecinin Babası) ve Küpelilerin İbrahim (Urganlının Babası) ile bacanak oldular...

    Hüseyin ile Emine'nin ikisi kız biri oğlan üç çocukları oldu. En büyükleri Şerife ve küçükleri Satı, ortanca ise Ali... Şerife, önce Hacımahmutlardan Gocasana vardı. Çocuğu olmuyor gerekçesiyle oradan çıkarılınca Çolömerlerin Efekçiye verdiler. Gerçi orada da çocuğu olmadı; ama 1982'de ölünceye kadar huzurlu yaşadı... Küçük kızı Satı'yı ise Urganlının kardeşi Teke Hüseyin'e verdiler... Teke ile Satı teyze çocukları oluyorlar... Şerife Ablası gibi Satı'nın da çocuğu olmadı, 1990'da öldü... İki kız kardeşin çocukken yedikleri sakatattan zehirlenerek üreme kabiliyetlerini yitirdiklerine dair bir bilgi var... 

    Burada belirtilmesi gereken bir husus da şudur: Büyük kızı Şerife 1903 doğumlu, Ali ise 1908 yılında doğdu. İkisinin arasında Ümmühan ve İbrahim adında iki çocuk daha var... Yetişkinliğe ulaşamayıp çok küçük yaşta öldüler... Bunların dışında 1923 yılında doğup beş yaşına gelince ölen Atike adında bir kızları kayıtta bulunuyor...

    Oğlunu inceleyeceğiz; Bükür Hüseyin'in 1930 yılında, elli yaşındayken vefat ettiğini belirtelim. Eşi Emine Hanım da çok durmamış, bir yıl sonra ölmüş...

    Hüseyin'in tek oğlu Ali'ye 'Bükürün Ali' diyorlardı. 1908 Yılında dünyaya geldi. Önce Mardaklardan Hüseyin kızı Emine ile evlendi. Emine Hanım Dişçi Ali'nin halası olur... Üç aylık gelin iken vefat etti Emine Hanım. Görümcelerine yapılan büyünün tesirinde kaldığı rivayet ediliyor... İkinci olarak Kinislerden Kumpirhasanın kardeşi Fadime ile evlendi; Kinislerin Dınali, Sakaların Abdurrahman ve Gağşakların Gadir ile bacanak oldular...

    Fadime Hanım ile Bükürün Ali'nin biri kız olmak üzere altı çocukları oldu. Tek kızına, Ninesinin adı olan Emine ismini koydular... Emine, ileride İşofların Sağırisa eşi olacaktır, 1972'de öldü... Beş oğlan üzerinden Bükürleri inceleyelim...

    Büyük oğul 1936 yılında doğdu, Dedesinin adı olan Hüseyin ismini koydular. 'Bükürün Derviş' diye lakaplandı; zira 60'lı yıllarda öyle bir meşrebi vardı... Kelahmetlerin Ömer kızı Münevvere ile evlendi. İki oğulları oldu; 1962'de doğan büyüğe Menderes adını koydular, çünkü sevilen Başbakan Menderes daha yeni öldürülmüştü... Menderes Sakaların Sebahattin kızı Gülcan ile evlendi... Sakalarla daha önceden kurulmuş iki akrabalık adımı vardı; bu, üçüncüsü oldu. Adımların ilki, Fadime Ninesinin kardeşinin Sakalara gitmesi; ikincisi ise, Annesi Münevvere'nin de anne tarafıyla Sakalardan olmasıdır... Neyse, Menderes'in de Hüseyin ve Emre adında iki oğlu oldu. Hüseyin, Muammer Emmisinin kızı Sultan ile evlendi; Menderes ve Elçin adında iki çocuğu var. Emre ise Döğerli Zeynep ile evlendi, Fatih Efe adında bir oğlu var... Sakalar ve Kelömer Dedesinin etkisiyle olsa gerek Menderes Eskişehir'e yerleşti, çocukları ve torunlarıyla orada yaşıyor... Dervişin küçük oğlu ise Ali Aslan... İkinci adı pek bilinmez, O daha çok Dedesinin adı olan Ali ismiyle tanınır. Garaburunun Şevket kızı Özgül ile evlendi. İki oğlu var; büyüğü Uğur, Bursalı Pervin ile evlendi, küçüğü bekar... Ali, görevi gereği Ankara'da yaşıyor... Bükürün Hüseyin 2006 yılında vefat etti...

    Bükürün Ali'nin ikinci oğlu Ali İhsan 1943 yılında doğdu. Çatalların Delibıdık kızı Fatma ile evlendi; Hacapdıramanların Süleyman ve Mustafa Keleş ile bacanak oldular... Anıtkaya Belediyesinde kadrolu eleman olarak çalışmaya başladı. Köye elektrik gelince bu hususta kurs alıp uzmanlaştı. Bundan sonra 'Eletdirekçi Alessan' diye bilinecektir... Bir kız, bir oğulları oldu; Nuray ve İrfan... Onlar da Afyon'a yerleşikler... Fatma Hanım 2004'te, eşi Bükürün Ali İhsan ise 2010'da vefat etti...

    Ali İhsan'ın küçüğü Adem 1945 doğumludur. Kinislerden Dınalinin kızı Kerime ile evlendi. Adem ile Kerime hem teyze çocukları hem de ikinci kuşaktan hala-dayı çocuklarıdır. Ayrıca bu evlilikle Adem, Kekecin Osman ile bacanak oldular... Gobakların Arif ile Bükürün Adem, sesi birbiriyle uyumlu ikili oluşturarak yıllarca Gocacamide müezzinlik yaptıkları aklımda kalmış... Hüseyin, Emine ve Tahsin adını verdikleri üç çocukları oldu. Hüseyin evlenmeden 2013'te vefat etti; Tahsin Seydilerli Ayşe Pınar ile evlendi, Hüseyin ve Zeynep adında iki çocuğu var ve Afyon'da yaşıyorlar... Bükürün Adem de 2017'de öldü...

    Bükürün Ali, 1951'de doğan dördüncü oğluna iki dedenin adlarını birleştirerek Mehmet Ali adını verdi... Mehmet Ali, Gağşakların Kadir kızı Zübeyde (Güzide) ile evlendi. Eşiyle teyze çocuğu oluyorlar. Afyon'un değişik yerlerindeki PTT şubelerinde postacı olarak çalıştıktan sonra Anıtkaya'ya geldi ve buradan emekli oldu. Bu yüzden 'Posdeci' olarak bilinir... Beş oğlu oldu; Kadir, Göksel, Kadir, Ömür ve Önder... İlk oğlu Kadir küçük yaşta vefat edince üçüncüsüne de aynı ismi verdi, lakin O da küçükken vefat etti. Ömür ise yakalandığı hastalıktan iflah olmayarak 1990'da genç yaşta vefat etti... Göksel, Arzılardan Çavuşmehmetin kızı Fatma ile evlendi; böylece Bakkalırmızan oğlu Musa Türkmenoğlu ile bacanak oldular. Ömür, Sena ve Zeynep adında üç çocuğu var... Emekli olduktan sonra Posdeci Mehmet Ali ve çocukları Afyon'a yerleştiler... 

    Bükürlerin en küçüğü Muammer 1953 yılında doğdu. Omarcıklardan Bödü Mehmet'in kızı Ayşe ile evlendi. Yine Omarcıklardan Kilci ve Güdüğizzetin İsmet ile bacanak oldular... İki kız ve bir oğlu oldu: Satı, Sultan ve Mehmet Ali... Satı, Delibanların Sedat Dadak; Sultan da Menderes'in oğlu Hüseyin Ölçer eşidir. Oğlu Mehmet Ali, Çolömerlerden Erdoğan Selman kızı Yağmur ile evlendi. Ayşe Duru adında bir kızı var ve Afyon'a yerleşikler... Bükürün Muammer 2019 yılında öldü...

    Altı çocuğun babası Bükürün Ali 1981 yılında öldü. Eşi, Kinislerin kızı Fadime Hanım ise 1998'de vefat etti...

    18. Yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan çizgide, Büküroğlu Ali'den günümüze ulaşabilen  sadece Bükürün Ali çocukları oldu. 1934 Soyadı Kanunu ile ÖLÇER soyismini aldılar. Bükürün Ali'nin altı çocuğundan hayatta olan yalnız Posdeci Mehmet Ali var; kısa süreli geliş gidişler dışında, Anıtkaya'da yaşayan Büküroğlu bulunmuyor...