14 Şubat 2021

Nohutta Ülker Vurması

ÜLKER MESELESİ

Mart sonu ve Nisanda ekilen nohutların belalısı bir hastalık var. Ülker vurması deniliyor. Her yıl ve her mevkide olmuyor. Bazan öyle bir özür çıkıyor nohutta. Dallar, saplar, yapraklar, bazan çakıldaklarda sarı-kahverengi lekeler oluşuyor, bu lekeler büyüyerek bitkiyi kurutuyor. Vatandaş, “Bu sene nohutu ülker vurdu” diyor.

Aslı astarı nedir ikna edici bir açıklamasını duymadım köyde. Araştırdığım kadarıyla mantıklı bilimsel bir açıklamaya da rastlamadım. Bazı ziraatçiler bunun bir mantar hastalığı olduğunu söylüyorlar. Yağışlı havalarda ve nemi bol vadilerde görüldüğünü belirtiyor ama çözüm konusunda dikkatli olunması dışında birşey söylemiyorlar. Bir çeşit mantar olduğu konusunda haklı olabilirler, yağışlı havalarda görüldüğünde de hemfikiriz, zaten mantar dediğin nemi sever de... Ülker ne kardeşim, ondan haber ver sen.

ÜLKER VURMASI NEDİR?

Eskiden beri halkın hafızasına yerleşik Eğret Takvimini baz alarak Ülkeri izah etmeye çalışanlar var. En iyisi onların hepsini sıralamak. Buna göre evvela Mayısın son haftasında Ülker fırtınası soğukları var. Bu bir haftalık dönem yoğun yağış, bazen dolu getiriyor. Yağışların getirdiği nem ülkere (mantara) yol açıyor.

Bir başka açıklama, Ülker’in tıpkı güneş doğması gibi doğu yönünden doğduğuna dair. Buna göre tam güneşin doğuşu anında doğuda bir duman, yoğun bir sis, bulut gibi bir şey peydahlanıyor. Mayısın son günlerine denk gelen bu hadiselerde gün çok sıcak, gece ise aşırı soğuk oluyor. İşte bu günlerde gündüzlerde küçükbaş hayvanlar (koyunlar), geceleyin ise nohutlar vurguna maruz kalıyor. Buna ülker vurdu diyoruz.

Daha yaygın bir görüşe göre ise, Ülker fırtınası denen Mayıs sonlarındaki yağışlı dönem Kırkikindi Yağmurları dediğimiz dönemle çakışmaktadır. Bu dönemde öğleden sonraları her gün az çok mutlaka yağış olmaktadır. Yağış öncesi öğle vaktinde ise güneş ışıkları çok dik geldiği için sıcak çok şiddetli olur. Şiddetli sıcak ve hemen ardından şiddetli yağışlar uzun süre devam ettiğinde nohut üzerinde olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bu hava dengesizliği sonucu nohutun ölmesine veya özürlenmesine ülker vurgunu diyoruz.

Bir de Ülker Takımyıldızı ile ilgili görüş var. Yedikardeşler veya Yedi Kızkardeşler de denen bu yıldız kümesi yedi yıldızdan oluşmaktadır. Gökbilimcilere göre doğumu 10 Hazirandır. Bu yıldızın doğumu sırasında şiddetli soğuklar olur ve bitkileri ve hayvanları etkiler. Her zaman olmasa da bu soğuğa maruz kalan nohutları bazı yıllarda Ülker vurur. Yine bu soğuğa maruz kalırsa koyunları Ülker vurur, hasta eder. O koyunun etinin rengi bile değişik olur, yenmez. Bu yüzden koyun korunamayacaksa kırkımı 10 Haziran sonrasına bırakılır.

NOHUTUN TUZU

Bütün bu izah çalışmalarında ihmal edilmeyen bir gerçek var: Nohutun tuzu. Nohut yeşil iken kökü, sapı, yaprağı, çakıldağı, kısaca her aksamıyla tuzlanmış gibidir. Bu tuz, kökler vasıtasıyla topraktan çekilerek bitkinin bütün organları bir zırh gibi bununla kaplanmıştır. Çünkü tuz, nohutun dış etkenlere karşı koruyucusudur. Dış etkenler dediğimiz de soğuk ve sıcaktır. Allah nohuta böyle bir kabiliyet vermiş. Zaten nohutun toprağa atıldıktan sonra - diğer bitkilere göre- biraz daha geç çimlenmesinin sebebi de bu olmalıdır. Uzun bir süre topraktan koruyucu mineralleri topluyor topladıktan sonra enerjisini çimlenmeye veriyor. Bu bir varsayım, ziraatçiler daha iyi bilir.

Nohutun tuzu ile ilgili espriyle karışık fıkra gibi bir şey dinlemiştim köyde. Nohuta takılmışlar, "Niye bu kadar geç çıkıyorsun" diye de... Demiş ki, “Tuz almak için denize varıp gelmesem, ileşber tarladan çıkar çıkmaz ben de topraktan çıkardım.” Malum, Anıtkaya denize uzak, ve nohuta tuz lazım.

Ülker vurmasının özü bu tuz meselesi olabilir. O zaman hem mantar, hem de ülker konusunda taşlar yerine oturmuş olur. Bana da en doyurucu izahat bu gibi geliyor. Ülker fırtınası sırasında çok yağmur yağıyor, şiddetli yağmurlar nohutun koruyucu zırhı olan tuzu sıyırıyor. Adeta çıplak kalan nohutta mantar hastalığı oluşuyor. Biz buna ülker vurması diyoruz. Anıtkaya’da bu açıklamayı da duymuştum.

Eğret’te hala nohut ekilmektedir. Bazı yıllarda Mayıs sonu ve Haziran başlarında nohutları hala ülker vurmaktadır.  Eğreti Günlüğün diğer yazılarının aksine, Ülker vurması güncel bir çiftçi problemi olarak duruyor.



13 Şubat 2021

Topraklık

       Kadınların ev sıvamada kullandıkları aktoprak buradan çıkarılıyor. Akkaya denilen mevkide bir yer burası. Toprak bilindiği gibi kayaların ufalanması sonucunda oluşan dünyanın esas ögelerinden birisi. Öyle olunca ak-kaya ile ak-toprak bağlantısı daha rahat kurulabilir.

Eğret bölgesindeki bütün kayalar beyaz renkte iken bu mevkiye özellikle Ak-kaya denmesinin sebebi belki de bölgedeki toprağın rengidir. O derece beyaz bir renge sahip toprak, bir dönem Anıtkaya’nın badana ihtiyacını karşılamış. Kim bilir ne zaman başlanıldı aktoprak kullanılmaya, bilinmez. Şu bir gerçek ki Topraklık toprak çıkarılmada kullanılır iken çok büyük çukurluklar oluşmuştu. İnsanlar çapayla, kazmayla kaza kaza bayırı aşındırmışlardı.

Ev sıvama işini kadınlar yaptığı gibi, bunun için kullanılan aktoprak teminini de kadınlar sağlardı. Birkaç kez toprak kazımına şahit olmuştum. Sıvamada kullanılacak toprağa ulaşmak için üstten yarım metre kadar kara toprak katmanı sıyrılırdı. Bu zahmete pek girilmez, hazır açılmış toprak ocaklarından almak daha kolay olduğundan oralara girilirdi. Girilirdi dememin sebebi, ocağın küçük bir mağaraya dönüşmüş olmasıdır. Kadın o mağaraya girer, madenci gibi toprağı çapayla eşip bir kaba doldurarak dışarı çıkardı. İş bununla bitmez, topak şeklinde olan kaya-toprak parçaları ezilir, sonra da kalburla bu toprak elenerek iri parçaları ayrılırdı. Sonra bunlar bir kişinin kaldırabileceği ağırlıkta çuvallanır ve arabaya atılırdı.

Toprağın kalitelisi, yani açık renklisi hep mağaramsı kovuklarda bulunurdu. Herkes buralara girme konusunda cesaretli olmayabilir. Çünkü buradan toprak çıkarmak tehlikelidir. Üstte desteksiz kalan toprak katmanı her an çökebilir. İçerideyken çöktüğünde kişinin manevra alanı ve kurtulma  ihtimali hemen hemen yoktur. Bu kovuklar da illaki çökecek, zaten sözünü ettiğim büyük Topraklık çukuru da böyle kazmalar, çökmeler sonucu oluşmuş. Böyle bir riske girmeye değmez, ama bunu insanlara anlatamazsın. Yıllarca oradan toprak kazdı köylü.

Bir gün korkulan oldu. Hadımıoğlunun gelini Hatice Alorta toprak kazarken çöküntü altında kalıp öldü. Bir musibet bin nasihat mevzusu... Bu, Topraklıktan son toprak kazımı oldu.

Topraklığın da içinde bulunduğu tarlayı Tornacı Vahit Yola satın alıp fidan atmıştı. Sürüle işlene tarlaya benzemiş; ama yıllardır toprak kazımıyla oluşan koca çukurun yeri hala belliydi, en son gördüğümde.

 

12 Şubat 2021

Ev Sıvama/Badana

     Anıtkaya/Eğret’te insanlların bütün işi toprak ile bağlantılıdır. Bütün köylerde olduğu gibi. Fakat ziraat haricinde, tarla dışında toprakla meşguliyet de nadirdir. Buna örnek olarak sayılabilecek kerpiç kesmeyi yazmıştım. Ev yapma hazırlıklarının bir parçası olarak erkekleri ilgilendiren bir durumdu. Şimdi de yine toprakla ilgili fakat bu sefer kadınların uğraşından söz ediyorum. Eski sistem ev badanası bu, yani evin duvarlarını sıvama. Şimdi anladığımız anlamda sıva yapmak değil bu. Ayrıntıları okuyunca anlaşılır.

Zemini, tavanı ve duvarları toprak olan evlerin yılda iki kere badana yapılmak suretiyle genel temizliği yapılırdı. Yaza girerken ve kışa girerken yapılan bu badanaya ev sıvama denir. Bunun için evin bütün eşyası boşaltıldığından haba-keçe, kilim, perde ne varsa bu arada onlar da temizlenir böylece genel mevsim temizliği yapmış olurlardı.

AKTOPRAK

Ev sıvama için gerekli olan şey topraktır. Akkaya mevkisinden çıkarılan beyaz renkli toprak bunun için idealdir. Eğret’te ev sıvamada kullanılan bu toprağa “aktoprak” derler. Uygun zamanlarda çıkarılıp depolanmış olan bu toprak sulandırıldığında kireç kadar olmasa da kirli beyaz bir boyaya dönüşür. Kuruduğunda ise daha beyaz görünür. Sulandırılan bu toprak-boyaya bir paçavra batırılarak alınıp duvara sürülür. Çaput parçasının aldığı suluboyanın fazlalığı kadının dirseklerinden damlar. Evin tavanı sıvanırken bu daha da fazlalaşır. Şapır şapır dökülür aktoprak suyu. Burası düşünülürse güç kuvvet isteyen bir iştir bu; ama kadınlar yapar ve kadın işi olarak görülür. Evdeki her iş kadın işi diye bir algı var.

Evin tabanının sıvanması en son yapılır.  Böylece tavan ve duvarların sıvanması sırasındaki dökülenlerin bıraktığı lekeler giderilmiş olur. Ayrıca zemin sıvanması bazı tamiratları da gerektirebilir. Her taraf toprak olduğu için her tarafı fareler delmiş olabilir. O delikler çamurla kapatılır. En sonunda sıvama yapılır. Yer sıvaması aktoprakla yapılmaz. Normal toprak sulandırılır fakat içine bir miktar ince saman katılır. Sıvama işi bitip ev biraz yellenince duvarlar bembeyaz görünür ve harika bir koku yayılır içeriye. Aktoprağın bu kokusu bir hafta kadar evi terketmez.

DUVARDA RESİM SERGİSİ

Evin dış duvarı, sokağa bakan kısmı da yine aktoprakla sıvanır. Fırça, rulo, şu-bu tabi ki yok. Tek malzeme çaput. Dışarının sıvanmasında küçük bir fark vardır. İnce, güzel bir fark. Yerden yarım metre kadar yüksekliğe kadar farklı renk toprak kullanılır, tercihen daha koyu bir renk. Koyu gri toprak olabilir. Bulunabilirse kahverengiye yakın keskin sarı toprak en güzel görünenidir. Nadir bulunan bu toprak köye uzak bir yerden çıkarılıyor diye hatırlıyorum. Sıvacının vakti varsa, bütün sanatsal faaliyetini burada icraya başlar. Resim sanatından bahsediyoruz tabi. Duvarın ucunda, köşe başlarında bu sarı toprak-boyayla yapılan çiçekler, desenler; gelene geçene biz buradayız diye işmar ederler adeta.

Eskiden, günümüze göre eskiden değil, daha daha eskiden yani, aktoprakla ev sıvama adeti yokmuş köyde. Esasında badana anlamında ev sıvama adeti yokmuş. İddiaya göre bize de Macurlardan geçti. Balkan Muhaciri olan Cumalı ve Susuzosmaniye halkından görüp benimsemişler, çoğu güzel alışkanlığı onlardan aldıkları gibi.

Önce kireç çıktı piyasaya. Aktopraktan daha beyazdı ve elde etmesi zahmetsizdi. Toprak duvarlar kireçle badana yapıldı, aktoprak unutuldu. Sonra toprak duvarlar betona dönüştü, bir süre beton sıvalar kireçle badana yapıldı. Şimdi çeşit çeşit iç/dış cephe boyaları var. Kirecin papucu dama atılalı da epeyce bir zaman oldu. Bizimkisi bir Eğreti takvimi kayda geçirme çabası.

Kerpiç Kesiyoruz

Köylünün yaşam alanı, koca bir avlunun içindeki ev, dam(ahır), samanlıktan ibarettir. Eve bitişik veya ayrı olarak un evi, ambar evi de eklentiler içinde yer alır. Ayrıca düzenlik  fışkılık gibi üzeri örtülü fakat yanları açık mekanlar da bu avlunun bir köşesinde yer alabilir. Tabi avlunun bir köşesinde mutlaka bir ayakyolu (hela) olmalıdır.

İhtiyaç hasıl olduğunda eve bir köşeye yeni binalar kondurmak veya yeniden bir ev yapmak gerektiğinde bunun vaktini iyi ayarlamak gerekir. Harman işleri başlamadan hemen Hıdrellez sıralarında yapım işleri aradan çıkarılmalıdır. Tabi işin hazırlık kısmı da bu programa göre erken başlamalıdır. Mesela lazım olacak ağaçlar, kavak veya söğüt ağaçları yaprak açmadan kesilmeli, kabukları soyulmalıdır. Taşlar araziden, uygun taş bulunan tarlalardan veya taş ocağından çıkarılıp getirilmelidir.  Kerpiç kesilmeli ve yapı başlayana kadar kuruması sağlanmalıdır.

Henüz inşaatta tuğla kullanımının yaygınlaşmadığı, çimento yerine çamur harcıyla duvar örüldüğü zamanlardan bahsediyoruz. Bu dönemin en önemli inşaat hazırlığıdır kerpiç kesmek. Bu dönemde hemen hemen herkes kendi evinin ustasıdır. Tabi herkesin eli yatkın olmayabilir bu konuda. Bu yüzden tek başına ev dam yapmak kolay değildir. Bir de bu işin ustaları vardır. Hatırladığım Deli Cafer (Cafer Sağlam) vardı mesela. Yılıklardan Süleyman ve Mevlüt Öztürk kardeşler vardı. Rahmetli oldular. Yaşayanlardan Osman Haykır Mandaların Saadettin Öztürk (Tombak) hatırıma geldi. Genelde inşaatlarda usta olarak bunları görürdük. Kerpiç kesme işine de nezaret ederlerdi diye hatırlıyorum.

Hatırladığım kadarıyla kerpiçler hep harmanyerlerinde, çimenliklerde kesiliyordu. Arpalık’ta, Alagır’da, Buñar’da, Gatçayır’da, Söğütçük’de böyle bir şeyler hatırlıyorum. Ya suya yakın yerlerde olacak, ya da varillerle fıçılarla su taşınacak. Bir de sanırım toprak ham ve sert olacak, çimenliklerin tercihinin bir sebebi de bu olmalı. Eğer bina yapılmadıysa, eski harman yerlerinde bazı doğal olmayan çukurluklar görürseniz bilin ki orada zamanında kerpiç kesilmiştir.

KERPİÇ NASIL KESİLİR

Nerede kesileceğine karar verildikten sonra oradan toprak almak için önce çimen yüzeyi, ot köklerinin bulunduğu yaklaşık 10 santimlik katman sıyrılıp atılır ve kullanılacak toprak tabakası çıkarılır. İri saman katılan toprak, fıçılarla taşınan su kullanılarak bir güzel çamur haline getirilir. Kıvamına usta karar verir, ama kerpiç çamuru katı olmalıdır. Ustaya ait ahşap kerpiç kalıpları hazır olmalıdır. Bunlar genelde 5 kerpiçlik basit dikdörtgen bölümlerden oluşan kalıplardır. Herkeste bulunmaz, bulunmasına da gerek yoktur. Bir insan ömründe kaç kere kerpiç keser ki? Kıvamını bulmuş olan çamur işte bu hazır bekletilen kalıplara dökülür. Usta malayla bastırarak bölümlerin tam dolduğundan emin olunca kalıbı düzgün bir şekilde dikey olarak çeker. Beş adet kerpiç kesilmiştir. Bu şekilde çamur bitene kadar kerpiçler yere dökülür. İşlem bitince öylece güneşte kurumaya bırakılır kerpiçler. Yaz güneşi birkaç gün içinde çiğ kerpiçleri sertleştirir. Kırılmayacağına kanaat getirilince, bir hafta kadar sonra ters yüz edilerek tabanının da pişmesi sağlanır. Çevirme işleminde rahat hareket edebilmek için daha kerpiç keserken her dökümde kalıplar arasında yeterli mesafe bırakmaya dikkat edilir. 20-25 günde kerpiçler kullanılabilecek duruma gelmiş olur.

Güneşte pişirme tekniği çok etkilidir. Bu işlemi gören kerpiç adeta taş gibi sertleşir. Bir de içine katılan iri samanın tutkal özelliği düşünülmeli. Ayrıca az da olsa iri kum veya başka bir şey katıyorlar mıydı kerpiç çamuruna bilmiyorum. Yalnız şimdi bile eski ev yıkıntılarından çıkarılan kerpiçleri kullanmak için ayıranları görebilirsiniz. Belki 70 yıl önce kesilmiş kerpiç hala kullanılabilir durumda. O kadar sağlam yani.

İnşaat hazırlıkları, malzeme temini, kerpiç kesme vs. öyle planlanmalıdır ki Temmuzda başlayacak oraklara kadar yapım işi bitmiş olsun. Bu yüzden kerpiç kesme bu hazırlık safhasının en önemli kısmıdır.

Teknolojinin gelişmesine bağlı olarak Anıtkaya/Eğret’teki yapı işleri de doğal olarak değişiklik göstermeye başladı. Çamur yerine, çimento; kerpiç yerine tuğla; çorak dambeş yerine kiremit çatı. Hasılıkelam, malzemeler değişti, yeni malzemelere göre yeni ustalıklar yeni işler türedi, zaman değişti onunla birlikte her şey değişti. Kerpiç gitti, kerpiçe ihtiyaç gitti, kerpiç ustası da haliyle yok oldu. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama; yeni betonarme evinde battaniyeye bürünmüş Halam şöyle demişti: “Toprak eviñ gözünü seven, yazın buz gibi gışın ıccecik olurdu.”



10 Şubat 2021

Ot Kazıcılar

Yaz başı Hıdrellezle birlikte ortalığın yeşillenmesi, işlerin kızışması, bunun getirdiği hareketlilik, hayvanları bahara koyverilerek nasiplenmelerinin sağlanması... Bütün bunlar hep köy hayatının en cavcavlı vaktine doğru hızlı bir koşudan başka bir şey değil. Koşu değil de koşuşturmaca desek daha isabetli olacak. Kadınların dünyasında çapa gibi gerçekten meşakkatli bir iş yoğunluğu da olmasına rağmen onları hep bu aksiyon içinde düşünmek yanlış olur. Ne yapar ne eder nefeslenme fırsatı bulurlar mutlaka.

Bir zaman bir kaç kadını öncekleri bellerinde, ellerinde bıçaklarıyla görürsün. Kıpır kıpır dudaklarının kenarında bazan anlamlı gülüşlerle birbirleriyle sohbet ettiklerini anlarsın. Serseri adımlarla ilerler gibi bir kaç adım atar sonra yana döner çöker, bir kaç dakika oyalanır, kalkar belini doğrultur, arkadaşına birşeyler söyler, yine eğilir, bıçağıyla toprağı eşeler, diğer elini önceğinin gözüne sokar geri çeker, geriye dönüp tekrar çöker, toprağa işkence etmeye, arkdaşına laf yetiştirmeye, önceğini çekiştirmeye, zeybek adımlarıyla ileri geri hareketlere ve yere çökmelere devam eder. Kim bu kadınlar, ne yapıyorlar böyle?

OT KAZAN KADINLAR

Onlar ot kazan kadınlar. Bazı yinsel otları kökünden kesip topluyorlar. Bahara koyverilen hayvanlar baharını yaylımdan alırken insanlar da bu otlardan alacaklar. Yemeği yapılabilen, hamur içine konulabilen ve çiğ yenebilen otlara Anıtkaya’da yinsel  denir. Bu, yemeye müsait ve lezzetli anlamlarına gelen, yöresel bir kelimedir. İşte tuhaf hareketlerle önceklerini dolduran kadınlar bu otları kazmaktadır.

Çiğ olarak tüketilen otlar Haziran-Eylül dönemi haricinde her mevsim bulunabilir. Tabi ki bahar güneşiyle gürelen yaprakları daha çekici ve lezzetli olur; ancak Kasımda da Şubatta da bu otları kazan kadınlarla karşılaşabilirsiniz. Acımarul, acıgünek, yemlik, dedesakalı, êşimen (ekşimen), kuzukulağı bu tür otlardandır. Acımarıl, acıgünek ve dedesakalı daha çok çayırlık çimenlik yerlerde; yemlik sürülmüş eşilmiş nispeten yumuşak topraklarda; êşimen ve kuzukulağı ise dağda yetişir.  Gerdime (su teresi) de çiğ olarak tüketilen yabani otlardandır. Sadece kendiliğinden yetişen otlardan söz ediyoruz tabi, yoksa yeşil haşhaş da iştahla yenen otlardandır. Afyan denen yeşil haşhaş tarım bitkisi olduğu için sözünü etmiyoruz.

OT AŞI

Bir şekilde pişirilerek yenen otların başında toklubaşı gelir. Olgunlaşan yaprakları kıvrılıp dürülünce bir toklunun kafasındaki tüylere benzediği için bu isim verilmiştir. Sert yaprakları yemekte veya hamur içinde dişe gelecek kadar diri kalır. Halk arasında haşlama suyunun, bazı kanser türlerinin devası olduğuna dair bir kanaat vardır. Çok yıllık bir ottur, kökünden tekrar yeşerir; saçılan tohumlardan da sonbaharda çimlenebilir. Ekimden Hazirana kadar uzun bir süre kazılabilir, Haziranda ise tohumlanır. Kıraç yerleri seven bir ottur.

Koyundili de kırda yetişir. Lezzeti ve dayanıklılığı bakımından toklubaşı ile kıyaslandığında gölgede kalır. Bu yüzden pek tercih edilmez. Kıtlık zamanlarında mecburen yermiş insanlar.

Sirken veya paşa sirkeni denilen ve köyiçine yakın yerlerde baharda bolca yetişen ot ise bir çeşit yabani ıspanaktır. Küçük yapraklarının altında mor menevişler görülür. Baktıkça insana olgunlaşmamış iğde tadı hissini verir. Haşlanıp sıkıldığında geriye pek birşey kalmaz, çoğu suya çıkar yani. Ömrü kısadır, Haziran gelmeden kartlaşıp tohumlanır.

İlibada (labada/efelek), yabani pancardır. Ömrü kısadır. Sıcağı görünce yaprakları sertleşip acılaşır. Sonra da erkeklenip tohuma karar. Sarma yapmak için yaprakları bağ yaprağına göre daha yumuşaktır.

Köy ısbınağı, anlaşılacağı üzere bir ıspanağa benzer. Hatmiçiçeği gibi birden boy atıp kartlaşır. Yapraklarını değerlendirebilmek için çok kısa bir süre vardır. Bir bakıma yaprakları sirkene benzer. Azman sirken dense yeridir. 

Sorup öğrenirim, varsa daha ekleriz; ama şimdilik aklıma gelenler bunlar. Hıdrellez öncesi ve sonrası bahar döneminde ve cinsine göre başka zamanlarda kadınların kazdığı otlar bunlardır. Bunların pişirilerek tüketilenlerinden yapılan yemeklerin ortak adı "ot aşı"dır. 

İşin garibi, diğer alışkanlıkların aksine Anıtkaya/Eğret’te insanların yabani otlarla ilişkisi 50 yıl önce ne ise, şimdi de o. Ne güzel.



09 Şubat 2021

Çapalar

Eğret Takvimine paralel bir günlük yazımını düşünürken aklıma geldi, aslında Eğretli bütün bu takvimlerin dışında kendine göre yeni bir takvim oluşturmuş. Benim yaptığım da o takvimi kaydetmekten ibaret. O doğal takvim o kadar sosyal kodlara işlemiş ki bunları okuyanların çoğu buna az çok muhatap olmuştur.

-Sen yolmalarda doğdun.

-Dedem ot oraklarının ikinci günü öldüydü.

-Haşeş çapalarında kardeşin sütten kesildiydi.

Buna benzer sözleri çoğu Anıtkayalı duymuştur. Benim yapmaya çalıştığım da budur, takvimlendirmeyi olabildiğince kronolojik olarak yazıya geçirmek. Anlattığım olaylar matematik kesinlikle belirlenmiş değildir. Hıdrellezle birlike yaz gelir derken, 6 Mayıstan sonra hiç soğuk olmaz demiş olmuyoruz veya mevsimin sınırını kesin 6 Mayıs çizgisiyle çizmiş olmuyoruz. Böyle bir şey mantıken de mümkün değil zaten. Kaç kere 19 Mayıs törenlerinde kar yağdığına şahit olduğumu hatırlamıyorum. Aynı şekilde bahsettiğim işler de kesin bir süre içinde yapılır diye bir şey yok. Bu bir süreçtir, mesela günaşık ekimi havanın durumuna göre bir haftada bitebilir, bir ay sürebilir de.  Bunları bütün günlük konuları için yazdım.

        HAŞHAŞ ÇAPASI

Yaz gelmesiyle birlikte hatta daha önceden, ta Mart ayında çapa işleri de başlar. Mart-Nisan aylarında en az iki defa haşhaşlar çapalanır. Nisan Mayıs aylarında da yine günaşıklar (ayçiçeği) iki defa çapalanır. Bunun haricinde yine Mayıs ayında pancar çapaları yapılır.

Haşhaşlar güzün ekilir, erken çıkar yeşili yenecek seviyeye geldiğinde de çapalanmalıdır. Havalar uygun giderse Şubat ayında bile haşhaş çapalanabilir. Tohumu küçük olduğu için sık çıkmasının önüne geçilemez, haliyle çapalama esnasında haşhaş seyreltilmiş olur. Hem de aradaki otlardan kurtulunur. Daha birinci kat çapa bitmişken hemen ikinci kata başlamak gerekebilir. Zira güneşe bağlı bir bitkidir, çabuk büyür, haliyle aradaki otlar da hemen çıkar en azından onların yolunması gerekir. Ne kadar seyreltilse de haşhaşların arasına küçük çapa ağızları ancak girer. Dolayısıyla iş esnasında çok dikkat etmelidir. Bu kadar dikkat ve ince iş gerektiğinden çok uzun süren bir çapalamadır. Sıkıcı olduğu için genç kızlar haşhaş çapasına heveslenmezler, koca karıların işi diye düşünülür haşhaş çapası. Henüz kış çıkmadığı vakte denk geldiği için de haşhaş çapacısı bazan terler, bazan üşür. Ne olursa olsun yapılması gereken bir iştir haşhaş çapası, bugün bile.

GÜNAŞIK (AYÇİÇEĞİ) ÇAPASI

Eskiden çapalar deyince akla daha çok günaşık çapaları gelirdi. Çünkü ayçiçeği haşhaşa göre daha fazla ekilirdi, çapası haşhaşınki gibi sıkıcı değil hatta eğlenceli bile sayılırdı. Günaşık çapası da iki defa olarak yapılır ve her birine kat denir. Birinci kat çapa, günaşık taç yapraktan sonra ikigulak iken yapılır. Bu çapada hem ayçiçekleri seyreltilir hem de otlardan temizlenir tarla. Bu arada kökün sağlamlaşması için ayçiçeğinin dibine toprak doldurulur. Çapa esnasında kökü sağlam yabani otlar tam temizlensin diye çapa ağzı sık sık keskinleştirilmelidir. Özellikle tarlada ayrık varsa çapa yorucu olur. Ne kadar yorucu da olsa sıkıcı değildir. Çünkü günaşık çapası çok fazla çapacıyla yapılan bir iştir. Haşhaş en fazla iki, bilemedin üç kişiyle çapalanırken günaşık çapası bazan 20-30 çapacıyla yapılabilir. Bu yüzden sıkılmaya vakit kalmaz.

ÇAPACILAR

Evet çapacının sıkılmaya hakkı ve vakti yoktur. Çıkım çıkılırken yarış yapılır, oyuma girilir; yorulduğunu bile farketmez çapacı. Bazan birbirleriyle mani söyleşirler iğneleyerek. Buna mani atma denir. Atışma bazan tarla sınırlarını aşarak karşı tarladaki çapacılarla da yapılabilir. O vakit, kadın çığlıklarının yankısıyla kuş cıvıltılarının karışımından oluşan bir senfoni yayınlar tabiat. Keşke hatırımda kalsaydı da o manilerden bir bazısını yazabilseydim buraya.

Günaşık çapası kalabalık yapıldığı için çapacı bulabilmek de bir sorundur. Kendi işi olmayanlar veya kendi işini bitirenler ancak çapacı olarak işe giderler. Bu yüzden çapa vaktinde çapacı bulmak zordur. Gönlünün hoş tutulduğu yeri tercih ettiği için iş sahibi kadınlar çapacıya karşı tavırlarında dikkatli olmak durumundadırlar. Çapa tarlaları aynı zamanda bir dedikodu merkezidir ve çapacılar o andaki patronlarını da çekiştirirler.  Bu yüzden özellikle ikramlarda iş sahipleri titizlenirler. Bir ara bu konuda öyle bir abartıya kaçılmıştı ki iş sahibi kadınlar önceki geceyi sabaha kadar yemek hazırlamakla geçirirlerdi. Bunun haricinde sakız, lokum, helva, fıstık, şeker hatta çay ikramı bile yapılır olmuştu çapa tarlasında. Çapacı bulma zorluğunu aşmanın bir yolu da öndüç etmektir. Ben senin çapana gideceğim sen de benimkine.

VE BUGÜN...

Günaşığı zirai bir makineyle ekince düzgün bir sıra oluşuyordu. Önce bu sıra aralarını kazayağı çekerek de çapalayabileceklerini keşfettiler. Çapacılar sadece seyreltmekle yetindiler. Sonra tohumu seyrek dökerek hiç çapacıya gerek olmadığını ve en sonunda da günaşığını çapalamanın gereksizliğini anladılar. Böylece günaşık çapası ve çapacısı bitti. Haşhaş çapası bugün hala devam ediyor.



Sığırcı

       SIĞIR SÜRÜSÜ

Havaların ısınmasıyla birlikte hayvanlar da kırda güdülüyordu artık. Buna da; yaymak, yaylıma çıkarmak, gütmek ve daha kapsayıcı bir ifadeyle bahara koyvermek dendiğini anlatmıştım. Genel olarak öküz gütme üzerinde durmuştum o yazıda, biraz da kazlardan filan bahsetmiştim. Bilinçli olarak bunlarla sınırlı tutmuştum o yazıyı. Asıl anlatacağım köyün sığırıydı ve o konu ayrıca bir yazıyı hak ediyordu.

Her evin süt yoğurt ihtiyacını karşılayacak bir iki ineği mutlaka vardır. Ayrıca bunları gütmeye vakti olmayacağından, köyün bütün ineklerinin topluca otlatılması için hak ile bir sığırcı tutulur. Hak dediğimiz şey sığırcının ücretidir. Sığır güdüm sezonunun sonunda ve harman kalktıktan sonra her hayvan başı anlaşılan buğday, sığır sahibinden tahsil edilir. Ayni olarak tahsil edilen çobanlık ücretinin adı haktır. Bu usulle imam, berber, bekçi gibi görevlilerle de anlaşılır. Sürü çok sayıda inekten oluştuğu için sığırcılar da 3-4 kişi olmalıdır ki sürünün hakkından gelebilsinler. O kadar kişiyi bir işe bağladığına göre sığır çobanlığının kazançlı bir iş olduğu akla gelebilir. Öyle ya, bütün aile bir işe yumuluyorsun ve neredeyse yılın yarısını buna ayırıyorsun. Yoksa neden böyle bir iş yapılsın. Öyle değil tabi. Sığır gütmek Eğret’te en aşağılık işlerden biri olarak kabul edilir, zorunlu olmayanlar da sığırcılık yapmaz. Ekip biçmek için yeterli tarlası veya diğer imkanları olmayan fakir kimseler ancak sığırcılık yapar. Sırf bu kötü algıdan dolayı kimi yıllarda, ihtiyacı olduğu halde insanlar sığır gütmeye yanaşmamış, yabancı sığırcılarla anlaşılmıştır. 

CUMHURİYET VE ZAFER SIĞIRLARI 

Anıtkaya büyük bir köy olduğu için köyün sığırı da ikiye bölünmüştür hep. Zafer Mahallesi ile Cumhuriyet Mahallesinden iki ayrı büyük sığır sürüsü çıkar. 1960'lı yıllarda bir de orta mahalle sığırı  gruplanmış, böylece 3 sığır, 2 de buzağı sürüsü oluşmuş; ama 70'lere gelindiğinde toplam sürü sayısı üçe düşmüş. 

Günlük sığır gütme süreci güneş doğarken sığır sürme ile başlar. Bu, sürünün sığır eğleğinde toplanması olayıdır. Genellikle Zafer sığır eğleği Tekkenin yanı, Cumhuriyet’inki ise Kahvelerin önüdür. Yarım saat içinde bütün inekler toplnıınca sığırcı ne tarafta yayacaksa mevkiye doğru sığırı yönlendirir. Onlar gidedursun, biz sığır eğleğinden bildirmeye devam edelim. Hayvandır bu, ahırdan çıktığı anda başlar sığıreğleğinde beklerken sürdürür s.çmayı. O kadar ki sığır köyden ayrılınca geçtikleri yerler bokluğa döner. Manzara şimdi size iğrenç gelebilir ama; bu o kadar da kötü bir şey değildir. Krizi fırsata çevirmeyi bilenler bu pislikleri toplar, ekmek yazar gibi topaklayıp duvara çarpar. Yaz güneşini birkaç yiyen bok topakları yaz sonunda tezek olarak karşımıza çıkar. İneğin pisliği orada öylece kalmaz yani.

Sığır sürüsü yaylım yerine varmadan uygun çeşme aharlarından bir güzel sulanır. Böylece günboyu yayılmak için her şey hazırlanır. Yaylım yeri vakit vakit değişir. Uzun bir süre dağa götürülür sığır, oraklarla birlikte añıza inilir, günaşıklar bozulunca da oralarda dolaştırılır sonra da sezon bitmiş olur. En uzun süre dağda otlatılırlar. Dağ dediğimiz İblak (İlbulak Dağı) eteklerindeki geniş çalılık alandır. Buranın otu neredeyse bitmez. Belki gündönümünden sonra sararır; ama çok yağış aldığı için tekrar toparlanır. Yine de sürekli burada güdemezsiniz hayvanı, değişiklik ister o da. Ekinler biçilene kadar dağ zorunludur, çünkü tarlalar hasat edilmediğinden başka geniş alan yoktur. Peki belki bin baştan oluşan sığır sürüsü her gün o dağa nasıl gelip gidiyordu ekinlerin arasından? Çok kolay gidiyordu çünkü yol genişti. Daha doğrusu yol aynı yoldu da iki yanında belki ellişer metrelik açıklık vardı. Yani neredeyse yüz metreye yakın bir genişlikten söz ediyoruz. Dağ yolu böyle bir yoldu ve sığır sürüleri, koyun sürüleri hep bu yollardan geçirilir, sağda soldaki ekinlere zarar da verilmezdi. O yayla gibi geniş yolların günümüzde iki traktör yanyana geçemez halde daraltılmış olmasa başka bir dert ve başka bir yazının konusu.

Sığır ikindi sonrasına kadar otlatılıp ve hayvanlar doyduğuna kanaat getirilince yavaş yavaş köye doğru yönlendirilir. Yavaş yavaş demem sözün gelişi, karnı doyan inek içgüdüsel olarak hızla köye varmak ister. Çünkü köy girişindeki çeşmeden su içecek ve süt dolu memeleri sağılarak veya ahırda bekleyen buzağı tarafından emilerek boşaltılacak, kendisi de bu yükten kurtulacaktır. Her hayvan yine içgüdüsel olarak gideceği kapıyı çok iyi bilir, böğüre böğüre o tarafa yönelir. Eğer inek yeni alınmışsa birkaç gün çeşme önünde sahibi tarafından karşılanıp eve kadar sürülür, böylece evin yolunu öğrenmesi sağlanır.

Bazan buzulêci inek kırda buzular. O zaman sığırcı buzağıyı heybenin gözünde evine götürür ve mal sahibine haber salar ki gelsin buzağısını alsın. Sahibi buzağıyı alırken sığırcıya ayni veya nakdi bahşiş verir, buna çobansalık/çobansalığı (çoban sağlığı) denir.

BUZAĞI/BIZAĞI

İneklerden oluşan sığır sürüsü kırda güdülürken diğer hayvanlar da damda kapanacak değil elbette. Sığır sürüsünde bulunması sakıncalı danalar, buzağılar hatta eşekler, onlar da baharını almalıdır. Bunun için onlara özel yeni bir sürü oluşturulur, çoban tutulur. Bu sürüye de bızağı denir. “Sığırı bızağıyı sürmek” deyimi sabah yapılması gereken işleri bitirmek anlamına gelir Eğret’te.

Sığır gittikten, köyü terkettikten sonra aynı sığıreğleğinde bu sefer diğer hayvanlar toplanır. Aynen sığır güder gibi güdülür bızağı da. Fakat sabah sığırdan sonra çıkar, ikindide ise sığırdan önce döner köye. Maksat buzağı ile anasını görüştürmemektir, yoksa iki sürünün de huzuru kaçar ve de mal sahibine süt kalmaz hepsini buzağı emer. Yine bu sebepten olsa gerek sığır ile bızağı sürüleri birbirinden uzak farklı mevkilerde güdülürler.

Bızağı gütmek sığıra göre daha zahmetlidir. Ağırbaşlı, olgun inekler nerede; burnu havada, isyankar danalar, şımarık buzağılar ve disipline girmez eşeklerden oluşan sürü nerede. Günlük iki saat kadar daha kısa güdülmesine rağmen bızağıcı, sığırcının aldığı aynı hakı alır.

Sığır ve bızağı añıza indiklerinde, Ağustos-Eylülde kurumuş tezekleri toplamanın tam vaktidir. Kışlık yakacağını sırf bundan temin edenler bile vardır. Malesef Eğret'te tezek toplamak da tıpkı sığır gütmek gibi hoş karşılanmayan bir şeydir.

Harmandan kalktıktan sonra artık sığır bızağı gütme sezonu da kapanmak üzeredir. Çünkü añız da yayıldıktan sonra artık tarlalar sürülüp ekilmeye başlanmıştır, yaylım da kalmamıştır. Hak toplama zamanı. Sığırcı kimin kaç hayvanını güttüğünü bilir, kapı kapı dolaşarak ona göre ücreti yıllık ücreti olan buğdayı toplar. Sığırcının harmanı da budur.

Bugün Anıtkaya/Eğret'te sığır sürüsü de yok sığırcı da yok. Evde besi yapılan danalar ve inekler var. Bazıları kurbanlık yetiştiriciliği olarak 20-30 hayvanlık kendi sığır sürüsünü oluşturuyor ve birkaç aylığına dağda konaklıyor. Sığırı hatırlatan başka bir manzarayla karşılaşamazsınız.


08 Şubat 2021

Bahara Koyvermek Mal Gütmek

         BAHARA KOYVERMEK

        Eğret Günlüğünü Hıdrellez Karşılama ile başlatmıştım. Bir yıl sürecek günlüğe rutin işlerden malları hayvanları otlatmayla devam ediyoruz.

Hıdrellez demek yaz demektir. Ve hızır demek de yeşil demektir. Artık tabiatın hakim rengi yeşildir. Ağaçlar yeşillenmiş, tarlalar yeşillenmiş, çimenler postunu sermiştir. Uzaktan İblak (İlbulak Dağı)  görüntüsü bile yeşildir. İnsan, hayvan bütün canlıların gözü dışardadır. Çift sürmek, bahçe bellemek, tohum ekmek, çapa yapmak, hendek atmak vb. İşler için araziye çıkılır, çıkılmalıdır.

Yazın doldurulan samanlıklar boşaldı boşalacak, otlukların dibi kazınalı günler oldu. Hayvanların karnını doyurmasının en ekonomik yolu da tabiata salmak. Hem zaten her taraf otla doldu. Gırañlar, göbüleler, çayırlar ve dağ. Koşum hayvanların semirip güçlenmesi, sağmalların veriminin artması için yeşile doyması lazımdır. Hepsinin ilacı kırlardadır. Buna bahara koyvermek denir. Hayvanı  taze otlarla doyurmak için otlatma işinin diğer adı. İster gütmek deyin, ister otlatmak, yapılan işin genel adı bahara koyvermektir. Burada bahar kelimesinin “yeşil yaprak” anlamının izlerini de görürüz.

ÖKÜZ GÜTMEK

Ben yetişemedim, ama duyduğum bir öküz gütme faaliyetinden söz edeyim önce. Hemen her ailede öküz koşuluyor, bazılarında birden fazla çift öküz var. Bazılarında kele var ki genç öküz demek. Hatta dombey koşanları hatırlarım. Neyse, bu hayvanlarla çifte gidiyorsunuz. İkindiye, akşama kadar ne sürecekseniz çiftinizi sürüyorsunuz. Hayvanlar da çiftçi de yoruldu. Dinlenmek lazım, üstelik hayvanla aç. Yayılarak dinlenmeleri lazım. Köye, eve dönmek yerine daha yakın yaylım yeri olan dağa gidiyorsunuz. Geceyi dağda geçiriyorsunuz, hayvanlar doyuyor siz dinleniyorsunuz. Sabah malları sulayıp tekrar çifte koşuyorsunuz. Köye gidip gelmenin vakit kaybı yanında hayvanlara verilecek saman ve yemden de tasarruf ediyorsunuz. Hem de hayvan baharını alıyor. Bu şekilde çift sürmeye genelde çocuk yaştaki çocukları gönderirlermiş. O kadar ki gece dağda kalırlarken korktuklarını söylüyorlar. Bazı büyüklerinin yanına sığınırlarmış.

Yaylıma evden de çıkılabilir, hatta bu daha yaygındır. Eğer hayvanların işi yoksa kıra çıkılır. Öğle sıcağında hayvan yayılmayacağı için sabah ve ikindi serinliklerinde verimli gütme yapılır. Göbülelerde, gırañlarda hasılı otun bol olduğu yerlerde hayvanlar gezdirilir. Ekinlere yönelen, ziyana gidenler çevrilir; bol yaylımlı taraflara sürülür. Öğle sıcağında mümkünse talvara gidilir. Talvar gölgelik yer demektir; ama Anıtkaya/Eğret’te öğlen molası anlamına gelir. Sıcak arasında eve gidip gelmek mümkün değilse ağaç gölgelerinde hayvanın yatması sağlanır. Yine de bunda bir risk vardır, büylek (büğelek/büvelek) tutma riski. Bu, ısırdığında hayvanlarının canını çok yakan bir böceğin adıdır. Büylek tutan bir hayvan, o koca gövdesiyle soluğu köyde alır. Aslında köye yöneldiği filan yoktur hayvanın, can havliyle içgüdüleri sayesinde bildiği yola yönelir. Çoban için sıkıntı burada başlar, çünkü öküzün eve gittiğinden emin olamaz ki, büylek belasından kurtulursa ziyana dalabilir. Bu yüzden bulup getirmesi lazımdır. Büylek tutan bir hayvan manzarasını size şöyle anlatayım. Amerikan kovboylarının vahşi atı ehlileştirmesini veya boğaya binip rodeo yapma sahnesini düşünün. İşte büylek tutan öküz de aynı o hareketleri yapar ve bulunduğu yer çitlerle çevrilmiş alan değil, uçsuz bucaksız kırlardır. Öküz güdenler sırf bunun için eğer yakın yerdeyse köye talvara gider.

Büylekten bahsedince övüyene de söz hakkı doğdu. Övüyen, büylek belasının tek çaresidir denilebilir. Büylek böceğini yiyen, dolayısıyla onun düşmanı olan bir başka böcek. Aslında sinek de denilebilir. Karasineğin büyüğü ve yeşil-sarı karışımı bir renge boyanmışı. Bu övüyen de at ve eşeklere musallat olmayı sever, eşeğe binmiş birinin çorabı üzerinden ayağını ısırınca çok can yakar, tecrübeyle sabit. Hem büylek hem övüyen Mayıs-Haziran aylarında görülür sonra sessizce sahneden çekilirler.

Öküz çobanının biniti ise eşektir. Uzak yerlerde öküz güdüyorsan bir ulaşım aracına ihtiyacın olacaktır. Eşekten iyisini mi bulacaksın. Hem onun da yayılması gerek. Gerektiğinde başındaki yularla iki ayağı kösteklenerek kaçıp gitmesi önlenir. Eşeğin belki de onu daha önemli kılan özelliği sırtındaki heybedir. Çobanın ekmeği suyu oradadır çünkü. Baharda yeşil/kuru soğan ile belki birkaç domates, yazın ise küçük bir kavun ekmeğin yanında katık olur. Bunlar hep iki gözlü heybede saklanır. Heybenin altındaki bir kepenek aksesuarın bir parçasıdır. Ne olur ne olmaz, her an yağmur dolu yağabilir.

KAZ ÇOBANI

Hayvan gütmek ise mevzu, kaz gütmekten de söz etmeliyiz. Mart sonu ve nisanda yumurtadan çıkan vıdikler (vıdik: kaz civcivi) hıdrellezden sonra güdülmeye başlanır. Ana-babalarıyla sürü halinde dolaşan bu hayvancıklar sulak yerleri sevdiğinden, genellikle çeşme başlarında güdülürler. Omarcık, Buñar, Söğütçük ve Gatçayır belli başlı kaz güdülen yerlerdir. Gatçayır (Kaz çayırı) bundan dolayı böyle adlandırılmıştır. Kaz çobanları genellikle çocuktur.

Burada bir şeyi tekrar belirtmem lazım, benim anlattıklarım Anıtkaya/Eğret’e dair geçmişten bir kesittir. Bugün Anıtkaya’da böyle oluyor anlamı çıkmasın. Zira artık köyde ne öküz kaldı ne öküzle çift sürmek. Öküz gütmek de benim hatıralarımın bir köşesine yerleşmiş fotoğraftır, o kadar. O fotoğraf silinmesin diye yazıyorum. Neyse ki birkaç eşeğin anırtısı ara sıra duyulabiliyor. Bir de kazlar popülerliğini hiç yitirmedi. Su kenarlarında hala kaz sürülerini görebilirsiniz. Sadece bir çoban tarafından güdülmüyor, kendi kendilerine idare ediyorlar.



07 Şubat 2021

Anıtkaya'da Hıdrellez Karşılama

        HIZIR GÜNLERİNİN BAŞLANGICI: HIDRELLEZ

Anıtkaya’da eskiden beri üç takvim kullanıldığını daha önceden resimlerle anlatmıştım. Bunlardan birincisi yaz ve kıştan oluşan iki mevsimlik takvimdir. Yaz mevsimine Hızır günleri denir, 6 Mayıstan 7 Kasıma kadar sürer. Kış mevsimine ise Kasım günleri denir ve 8 Kasımdan 5 Mayısa kadarki süredir.

Halk arasında kullanılan, bilinen ikinci takvim dört mevsimden oluşur.  21 Mart – 20 Haziran arası bahar, 21 Haziran – 20 Eylül yaz, 21 Eylül – 20 Aralık güz, 21 Aralık – 20 Mart kış mevsimidir.

Üçüncü takvim ise şu anda kullandığımız resmi takvimdir. Dört mevsim, 12 aydan oluşur. Aralık-Ocak-Şubat kış, Mart-Nisan-Mayıs ilkbahar, Haziran-Temmuz-Ağustos yaz, Eylül-Ekim-Kasım ise sonbaharı oluşturur. Ben burada, birinci takvimi esas alarak bir nevi Anıtkaya’daki sosyal hayatı ve iş hayatını anlatan bir yıllık çalışma takvimi çıkaracağım. Belki buna günlük de denilebilir. 

HIDRELLEZ KARŞILAMA

Hıdrellez gelmeden yazın gelmeyeceğine inanılan Eğret’te 6 Mayıstan önceki her hava ısınması yanıltıcı olarak kabul edilir bu yüzden tedbir elden bırakılmaz. Giyim kuşama dikkat edilir, çiftçubuk işlerinde yaz başı olarak hep o bu tarih gözetilir.

Aslında Anıtkaya’da yaz mevsiminin yani Hızır günlerinin gelişi bir dini tören yapar gibi kutlanır. Buna Hıdrellez karşılama denir. Karşılanan Hıdrellez midir, yaz mevsimi midir yoksa Hızır isimli dini-efsanevi kişilik midir bilinmez. Belki de bunların hepsinden bir parça vardır Hıdrellez karşılama törenlerinde.

Hızır ile İlyas Peygamberler ölümsüzlük iksirini içtikleri için kıyamete kadar yaşama iznine sahiptirler. Karada yaşayan Hızır ile denizlerde yaşayan İlyas yılın bir gününde buluşup hasret gidermektedir. 6 Mayısta yapılan bu görüşmenin kahramanlarından yola çıkarak güne Hızır-İlyas (Hıdrellez) adı verilir. Hızır (Hıdır) kelimesinin bir anlamı da “yeşil”dir. Yürüyüp geçtiği yerleri yeşillendirdiği için bu ismi almıştır. İlyas ile buluşmaya giderken ayağının değdiği her yer yemyeşil olur. Bu, aynı zamanda bolluk bereketin işaretidir. Hızır gittiği yerlere yeşillikle beraber bereket de götürür. Hele o gün Hızır’la karşılaşıp gönlü hoş tutulursa, duası alınırsa gelecek bir yıllık bereketten tam nasiplenmiş olunur. Çoğu zaman yabancı bir ihtiyar kılığında görünen Hızır’ın insana nasıl görüneceği belli olmaz. İmtihan dünyasında yaşadığımız için en azından 6 Mayıs günü karşılaştığımız herkese iyi davranmalıyız. Çünkü o insan Hızır olabilir. Genellikle yiyecek içecek isteyen kişi eli boş çevrilmemelidir. O gün herkes iyilik timsali kesilmeli, elinden dilinden hep iyilik çıkmalı hiç kimseyi üzmemelidir. Ayrıca mümkün olduğunca cömertlik yapmalı, özellikle başkalarına yiyecek içecek ikramında bulunmalıdır. Hıdrellez karşılamanın özünde yatan efsane budur, bunu bilmeden Anıtkaya/Eğret’teki Hıdrellez karşılama adetinin esprisi ıskalanır.

Bu efsaneye dayanarak Eğret’te 6 Mayıs günü evde durulmaz, kırlara çıkılır. Amaçsız bir kır gezisi değildir bu; Hızır’ı bulma, ona bir iyilik yapıp duasını alma, en azından daha fazla iyilik yapabilme fırsatı bulmaktır. İşte bu arayış, kurumsallaşmış ve zamanla Hıdrellez Karşılama törenleri adını almıştır.

Buna göre önceden ileri gelenler tarafından bir planlama yapılır. Hıdrellez günü kıra çıkılmışken bütün köy yararına bir iş yapılmalıdır. Köprü mü yapılacak, kuyu mu kazılacak, çeşme mi tamir edilecek buna karar verilir. Organizasyon yapılır, görev dağılımı belirlenir, program yapılır. Çalışanlara ve diğer katılımcılara yapılacak ikram için bir gün öncesi, 5 Mayısta hayrata çıkılır. Ayni ve nakdi bağış olarak her şey kabul edilir. Bulgur, yağ, tuz, şeker, ekmek, un, koyun, keçi her şey. Tabi yapılacak iş için her türlü malzeme de sağlanmış olur.

Hıdrellez günü gelir çatar. Gün doğmadan yola çıkılır ve nerede karşılama yapılacaksa oraya varılır. Katılımcıların arasında çocuk bulundurmaya dikkat edilir. Günahsız kimselerin böyle hayırlı bir iş kafilesinde bulunmasından yarar umulur.  Herkes planlandığı gibi işin ucundan tutar.  Yapılacak iş bitene kadar beride koyunlar kesilir yüzülür. Kazanlar kaynar. Genelde etli bulgur pilavıyla un helvası yapılır. İş bitiminde sofra da hazırdır. Yemeğin ardından dua edilir ve biri ezan okur. Cemaatla kılınan namazdan sonra serbest zaman verilir. İkindi gibi köye dönülür. Yetmişli yıllarda katıldığım bir karşılama sanırım Kayraklı çeşmesinin tamiri amacıyla yapılmıştı. Çeşmenin su yolundaki künkleri bulup tamir etmişler ve suyun tekrar çeşmeye gelmesini sağlamışlardı. O kargaşada "Künkleri gunduz dıkamış" sözlerini duyunca bir hayvanın künkleri tıkayabilme durumuna şaşırmıştım. Bahsettikleri kunduzun pülçüklenmiş ağaç kökü olduğunu sonradan öğrenecektim. O gün karaağaçın renginin siyah olmadığı gerçeğiyle de yüzleştim. Meyvesiz ağaca böyle dendiğini de yine yıllar sonra öğrenecektim. O günden aklımda kalan bir başka şey ise Ezanı Yozgun'un okumasıydı. Anlattığım konseptteki son karşılama bu Kayraklı karşılaması olabilir.

Böyle toplu ve organize karşılamaya katılamayanlar da bireysel olarak aileleriyle kırlara çıkar hem işini görür hem de yer içer. Kendince böyle bir Hıdrellez karşılaması yapmış olur. Zira iyilik herkese karşı bir sorumluluktur, aile üyeleri de dahil.

        Tabi bu anlattıklarım 50 yıl öncesinin Anıtkaya’sındaydı. Şimdi Hıdrellez şöyle karşılanıyor. Öğleden sonra ailesini alan Bödünün Çeşme’ye, orada yer yoksa benzer yerlere kendini atıyor. Bir güzel piknik yapılıyor. Güzel Hıdrellez karşılama adetinden geriye kalan bu piknik. Olsun bari, bu da güzel sonuçta. Hıdrellezde piknik olayının Hıdrellez karşılamayla bir ilgisinin bulunmadığını ve bu adetin Afyonlulardan bize sirayet ettiğini söyleyenler de var.


Acıgünek

Mavi desem mavi değil, mor desem mor değil; başka hiç bir varlığa atıf yaparak anlatabileceğiniz bir renk değil, kendine has, yalnız bu otun çiçeğinde görebilirsiniz. Gök mavisi, buz mavisi, çivit, turkuaz, lila vs. hiç biri değil. Şimdi vaktinde değiliz, açınca çiçeğin resmini çekip koyacağım buraya demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Anıtkaya’da günek-acıgünek denilen ottan bahsediyorum. Eğret florasının ilk maddesini acıgünek oluşturuyor. Baştan şunu da belirteyim, başka yerlerde güneyik (hindiba) denilen ot ile bizim acıgüneği karıştırmamak lazım, onların güneyik dediğine biz pampırpap diyoruz, onun da vakti gelecek. Şimdilik şu kadarını söyleyelim, güneyiğin daha acısı ve kökleriyle tüketileninin adı acıgünektir ve yazımızın konusudur.

Acıgüneğe dönecek olursak, yeşil olarak tüketilen, temmuz-ağustos-eylül dönemi hariç sürekli bulunabilen bir ottur. Kadınlar bu üç ay dışında vakit bulduklarında ot kazmaya çıkarlar, ellerinde bıçak önceklerini kuşanmış halde. Şimdi öncek yerine poşet alıyorlar, o ayrı. Ellerinde ekmek bıçaklarıyla savaşa gider gibi kadınlar gördüğünüzde bilin ki onlar ot kazıcılardır. Mevsimine ve mevkisine göre kazılan otlar değişebilir; ama en çok kazılanı acımarul ile acıgünek ikilisidir.

Konumuz acıgünek olduğundan ona yoğunlaşacağım. Rengiyle birlikte tadında da kendine has bir acılık olduğu için bu isim verilmiş olmalı. Yaprakları yenir ama sanırım acılığı vere kökü. Gerçekten de buzdağı gibi yerden kocaman kök çıkıyor. Kadınlar otu kazarken kökünü özellikle tercih ediyorlar ve ayıklarken buna dikkat ediyorlar. Ayıklama dediğim şudur: Kazılan otu kötü yapraklar ve diğer çer çöpten temizlemek gerekir ki bu da ayrı bir merasimdir. Bazı kadınlar bunu daha kazarken yaparlar, bazısı kazma işini bitirince oturur bir de otları ayıklarlar. İşte bu işlem esnasında acıgüneğin kökü özenle meydana çıkarılır. Sofraya konmadan önce bu işlemin yapılmış olması gerekir.

Acıgünekteki bu acılık bir şifanın işaretidir. Öyle olduğuna inanılır. Hangi hastalığın ilacı olduğu tam olarak bilinmese de o harika acılığın böyle tıbbi bir gerekçesi olmalıdır. Pek çok ot gibi her derde deva da olabilir, bilemiyoruz. Başka bir gerçek var ki hiç bir işe yaramasa da iştah açtığı kesin.  Kökünü tuza banıp yediğiniz bir acıgüneğin ardından hemen yenisini istiyor nefis. Yemekten önce böyle, lakin bazıları yemek sonrası meyve faslı gibi ot yerler. Bunların vazgeçilmezi de acıgünektir. Hatta bazıları ot yemeyi bir ayin havasında yapar. Ot (tercihen acıgünek) alınır, ıslak ise sallanarak suyu süzülür, varsa kötü yaprakları atılır, yaprak uçlarından tutulup ıslak kökü tuza bandırılır, hop ağıza. Acısına vara vara çiğnenirken bir yenisi hazırlanır.

Ekmekle acıgünek yendiğini bilirim. Bir öğün savulabilir onunla. Belki yokluktan, belki de öyle yapmak hoşuna gittiği içindir; ama bir ekmekten ısırık alıp bir tuzlu acıgünek yiyenleri gördüm. Hatta ben de yedim, bulabilirseniz siz de deneyin. Tuza banmayı unutmayın ama, acısı başka türlü çekilmiyor.

Kendine has çiçeklerine gelince... Tazesini yedikten çok sonra, Haziran sonu Temmuz başı gibi tuhaf çatallaşmış dallarıyla minik bir ağaca döner. Her dalın ucunda her gün bir tomurcuk oluşur ve her tomurcuk her gece çiçek açar. Kuşluk vaktine kadar canlılığını sürdüren çiçekler sıcakta solar ve ertesi günün tomurcuğu oluşmaya durur. Tıpkı akşamsefası gibi gündüzün gebe kalan tomurcuk akşam doğum yapar ve sabah ölür. Bu festival yaz sonuna kadar devam eder.



06 Şubat 2021

Mezer Böğrü

Anıtkaya’nın köy içinde bulunan bazı önemli yerlerini tanıtmak, bu projenin parçalarından birisi. Mezer Böğrü ile başlıyorum.

Henüz evlerde şebeke suyu olmadığından kadınlar su ihtiyaçları için çeşmeye gelip giderken, çamaşır yıkamak için çaydan nöbet kapma yarışı yapılırken, taze bebek bezleri çeşmenin son aharında yıanırken, İstanbul yolu Akkaya’dan değil köyün içinden geçerken... yani çeşme ve çay kadın-kız hayatının merkezinde iken Mezer Böğrü diye bir yer vardı, delikanlıların mekan tuttuğu.

Köyiçindeki eski mezarlığın güney sınırları boyunca, duvardan yola kadar yaklaşık elli metrelik kayalık bir bayır var. Yüksekliği de yirmi metre kadar. Mezarlık o kayalığın üzerine kurulmuş. Kayalık bayırda toprak yok, rüzgarın getirdiği bir avuç toprak taş karışımı oyuklarda üzerlikler çıkıyor öbek öbek. Belki burada yetiştiği için üzerlik yerine bazan mezerlik otu da diyorlar buna. Yeşillik namına başka da bir şey yok bayırda. Bir kaç noktasında bakarken ürperdiğimiz küçük karanlık mağaracıklar var bir de. Bu dik bayıra tırmanmak çok zor ve yorucu. Doğu veya batı ucundan girerseniz boydan boya yürüyebileceğiniz bir  düzlük var duvar kıyısında. Kandil ve arefe ikindilerinde mezarlığa giriş yapmak için bu düzlük kullanılırdı.

Eski duvar yaşlılıktan olsa gerek, yüzyılların yorgunluğuna dayanamaz bazan bel verir, bazan ortadan yarılır yıkılırdı. Bir hayırsever birkaç günde tamir edip ayağa kaldırırdı tabi. Bugün bile hala sağ salim ayakta.

Köyün en önemli su kaynağı o yıllarda hamamın yanındaki çeşmeyle anlattığım bayırın güneybatısındaki iki çeşme. Çamaşırlık merkezi olan Çay da bu çeşmelerin tam karşısında. Hayvanlar çeşmelerden sulanıyor, güğümler çeşmeden dolduruluyor, çamaşır Çayda yıkanıyor. Yollar vızır vızır. Bir de bugünkü kadar işlek olmasa da hemen çeşmelerle Çayın arasından geçen İstanbul yolu var. Genç kızlar görevleri gereği güğümü sırtına alıp çeşme yoluna düşüyor. Delikanlılar ise bahsettiğim bayırda yerlerini alıyor. Yaz günü kaya çakıllarının, kışın yağmur kar çamurun kayganlığıyla ayakta zor durulan bu bayırda beklemekten yine vazgeçmezlerdi delikanlılar. İşte bu bayırın adıdır Mezer Böğrü.

Bugün mü? Bugün durum şu: İstanbul yolu kırk yıldan fazladır Akkaya’dan geçiyor. (Tuhaflığa bakın ki yeni mezarlık tam da yeni yolun kenarında.) Çeşmelerin birine şebeke suyu bağlanmış, diğeri güneş enerjisiyle çalışan bir pompaya bağlı. Herkesin evinde çeşme var, meydan çeşmelerine ne gelen var ne giden. Hayvanlar da evde sulanıyor. Çay önce kullanımdan düştü sonra sağlam duvarlarının üzeri örtülüp mandıra olarak kullanıldı bir süre ve en nihayetinde yıkıldı. Şimdi yerinde bir kaç hurda çocuk park oyuncağı var. Mezarlığa cenaze defnedilmeyeli çok oluyor, Mezer Böğrü ise parsellendi şimdi yerleşim yeri.

Ve insanlar... Çayda çamaşır yıkayan kadınların çoğu öldü. Çaya gitme duygusunu yaşayanların en gençleri nine oldu. Çeşmenin son aharında çocuk bezi yıkamak ne demek, bilen kadın yok denecek kadar az. Sineğipini bağlayıp güğümlerle eve su taşıyan kızların da hayatta olanları ninedir. Mezer Böğründen kızları izleyen gençler de dede.

               

05 Şubat 2021

Eğret/Anıtkaya Sözlüğü

           
        Doksanlı yıllarda bir gün arkadaşlarla çay içip muhabbet ederken, arada söyledikleri bazı sözler dikkatimi çekti, unuturum kaygısıyla hemen bir kağıda not ettim. Eskiden beri kelimelerin sesleri ile anlamları arasında bağ kurmaya çalışır, her kelimenin sesine bir resim elbisesi giydirip zihnimde kodlar böyle kendimce tuhaf oyunlar oynardım. Mesela “delece”ye neden bu isim verildiğini bulmaya çalışırken onu bir ağaç ilistire benzetirim, oradan büyük ilistir diyebileceğimiz kaynatılan bulgurun süzgecine konarım sonra yeni sağılmış sütün süzüldüğü tülbent süzgeçi hatırlarım, derken taze çiğ sütü içerken kendimi bulurum. Tam bu anda kendime geldiğim için, çiğ sütten söz edildiği her vakit zihnimde delece görüntüsü beliriverir. Kelimelerle aramda böyle tuhaf bir ilişki eskiden beri vardır ve bu yüzden köyümde seslendirilen her söz ilgimi çekmiştir. Benim neyi not ettiğimi soran arkadaşlarıma, "söylediklerinizi" cevabını verdikten sonra onlar da her fırsatta bana yeni kelimeler ve sözler getirdiler. İlgimi çeken her sözü not etmeye böylece başlamış oldum.

            Derlediğim sözleri düzgün bir biçimde (alfabetik olarak) temize çekiyordum ama; henüz bilgisayar olmadığından bunu daktilo ile yapıyordum. Gerçi daktilo ile çalışmak zevkli olduğu kadar el becerimi de geliştiriyordu ama; yine de derleme işi devam ettiği için temize çekme işini her seferinde sil baştan yapmak çok zahmetli oluyordu. 1998 Yılında ilk bilgisayarımı aldığımda artık derleme ve düzenleme işi daha zevkli ve kolay hale gelmişti. Bu arada derlenen sözlerin bine yaklaştığını öğrendim, adı üstünde bilgisayar hem kaydediyor hem de benim yerime sayıyordu. Neredeyse kendince küçük bir sözlük oluşmuştu. Duyduğumu, aklıma geleni, ne yaptığımı bilenlerin getirdiği kelimeleri not ediyordum. Bu, 2003’e kadar böylece sürdü gitti. Bu tarihten sonra yavaşlasa da tek tük kayıtlar oluyordu.  Çok istekli değildim bu konuda ama; yine de tamamen bırakmadım, aklıma geldikçe ekledim.

           Başka bir şey daha yaptım bu arada. Çok eski temel kitapları taradım. Bunlarda rastladığım bazı kelimelerin Anıtkaya’da kullanıldığını, büyüklerimden bu kullanışları duyduğumu hatırladım ve bu kelimeleri de not ettim. Divan-ı Lugat-it Türk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut Kitabı ilk taradığım kitaplardı. Sonra Ahmet Dinç’in hazırladığı Türkçenin Kayıp Kelimeleri adlı bir kitabı gördüm. Adam görevi boyunca dolaştığı Türkiye’nin birçok yöresine ait sözleri derlemiş. Bu kitap sayesinde Eğret Sözlüğü’ne yeni kelimeler eklendi. Aynı şekilde Ertuğrul Saraçbaşı’nın hazırladığı ve Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Örnekleriyle Büyük Deyimler Sözlüğü de çok işime yaradı. İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Türkçenin Etimolojik Sözlüğü ile Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı adlı sözlükleri, şüphelendiğim çoğu kelimenin kökeni konusunda başvuru kaynaklarımdır. Mesela en son bugün,“annat” ile “bulgur” kelimeleri için bu sözlüklere baktım. Türk Dil Kurumu’nun çok sayıda Osmanlıca eseri inceleyerek oluşturduğu Yeni Tarama Sözlüğü sayesinde de Eğret’te kullanılan çok sayıda kelimenin varlığını farkettim. Asıl bomba ise yine Türk Dil Kurumundan: Derleme Sözlüğü. 12 Ciltlik bu dev eser yöresel Türkçe kelimeler için bir derya. TDK’nın bence en büyük hizmeti bu olmuş. Çünkü 1930-40’lı yıllarda, çoğu öğretmenlerden oluşan binlerce gönüllü/görevli derlemeci sayesinde o gün halkın kullandığı kelimeler kaydedilmiş. Bunu yaparken hangi kelimenin hangi anlamının hangi köyde geçerli olduğunu dahi belirtmişler. Eğret’ten derlenen kelimeler de var bu sözlükte. İşte bütün bu kaynaklardan topladıklarımı Anıtkaya’dan derlediklerimle birleştirince dört binden fazla sözden oluşan bir Eğret Sözlüğü çıktı ortaya.

           Sözlüğü hazırlarken titiz davranmaya çalıştıysam da mutlaka eksiklikler vardır. Sözlüğe bakanlar, yav bunun neresi Eğret Sözlüğü, falanca yerde de bu söz var, diyebilir. Haklıdır da. Sonuçta Anıtkaya’da başka bir dil konuşulmuyor. Dikkat edilecek olursa, aynı kelime bile olsa mutlaka yazı dilinden farklı bir yanı varsa buraya kaydedilmiştir. Ya Eğret’te farklı bir anlam kazanmıştır ya da farklı bir şekilde telaffuz edilmektedir. Hiç bir farklılığı olmayan kelimeyi buraya almamaya çalıştım. Tabi asıl zenginliğimizi sadece Anıtkaya/Eğret’e has olan sözler oluşturmaktadır. Zaten sözlüğü hazırlamamın asıl gayesi bu söz varlığının unutulmamasıdır.

           Kelimelerin yazılışında bazı özellikler göze çarpacaktır. Mesela fiillerin mastar eki sesli uyumuna göre  -mak, -mek şeklinde yazıldı. Deyimlerde ise yalnız –mek şeklinde kullanıldı. Bunun sebebi, Anıtkaya’da mastar eki olarak sadece –mek kullanılması, fiil kalın bile olsa –mak biçimine yer verilmemesidir. “Harmandan kalkmak” denmez, “harmandan galkmek” denir. Ben de nasıl kullanılıyorsa öyle yazdım. Yine köyde çok kullanılan “nazal n” dediğimiz, genizden söylenen ve n-g karışımı bir ses olan harftir. Bu harfi (ñ) şeklinde gösterdim. Seslerde karışıklığa yol açan bir de e harfi var. “Gece” kelimesindeki iki e’nin söylenişi farklıdır. İlk e, i sesine yakınken; ikinci e, a sesine yakındır. Bu yüzden ilk hecedeki e kapalı, ikinci hecedeki  e ise açık e diye adlandırılır. Kapalı e diğerinden ayrılsın diye özellikle bazı kelimelerde bunu (é) olarak yazdım. Bir de uzun okunması gerektiğinde (ê) biçiminde belirttim. Bu işaretleri görünce şaşırmamalı.

           Her şeye rağmen eksiklikler var, farkettikçe bunları düzeltiyorum. Öğrendiğimde yeni sözleri eklemeye de devam ediyorum. Uyarılara ve katkılara açığım yani. Nitekim en son sözlüğü Ansiklopedi olarak yeniden düzenleme fikri de kafama yattı. Anıtkaya'ya özgü özel isimlerle zenginleştirdiğimiz yeni hali bu yüzden ansiklopedik özellikler taşıyor. Bu özel isimler, kişilerin herkesçe bilinen lakapları ve Anıtkaya'nın bazı mevki isimleridir. Bu sayede 700 civarında yeni madde eklenmiş oldu. Yine de güncellemeler devam edecek.


 

04 Şubat 2021

Birleşik Zamanlı Kipler

Öyle fiiller vardır ki bir kalıba sokamazsınız, hangi kipe dahil edeceğinizi bilemezsiniz. Daha doğrusu, daha önce sözünü ettiğimiz eklerden birden fazlasının bulunduğunu, aynı zaman ekinin tekrar ettiğini görürsünüz. İki farklı zaman ekinin veya bir haber kipi bir dilek kipinin birlikte kullanıldığına şahit olursunuz. Günlük hayatta da çokca başvurduğumuz bu ifade yolu da aslında bir kalıptır. Böyle kalıplara birleşik zamanlı kipler denir. Örneklerle daha iyi anlaşılır olacaktır. Bu şekilde üç kip var: 

            1.Rivayet Kipi: Öğrenilen geçmiş zaman kipinin eki olan –mış, -miş, -muş, -müş eki ile yapılır. Önce kelimeye daha önce bahsettiğimiz bir basit kip eki getirilir, sonra –mış ekiyle uygun bir biçimde bağlanır. Böylece fiil birden fazla kip eki aldığından birleşik zamanlı; ikinci olarak –mış ekiyle bağlandığından rivayet birleşik zaman kipiyle çekimlenmiş olur. Normalde –mış ekiyle yapılan basit bir kiple başkasından duyulan veya doğruluğundan emin olmadığımız bilgiler paylaşılıyordu. Aynı ek ile birleşik zamanlı bir kip yaptığımızda verilen bilginin doğruluk derecesi yine kuşkulu oluyor. Başka kimselerin aktarımıyla bize ulaştığı için bu kipe rivayet birleşik zaman kipi deniyor. Şimdi sırasıyla bu kip kullanımına örnekler verelim.

    Önce Öğrenilen geçmiş zamanın rivayeti:



    Geniş zamanın rivayeti Anıtkaya’da kullanılmaz. Dilek kiplerinin rivayetine geçelim. İstek, emir ve şartın rivayetleri tek çekimde yapılır ve anlam ancak vurgu ve tonlamayla belirtilir. Yani şu aşağıdaki çekimde hem istek, hem emir  hem de şartın rivayeti vardır. “Keşke”, “madem” anlamları özellikle bu çekimin içinde gizlidir:

    2.Hikaye Kipi: Görülen geçmiş zamanın eki olan –dı ile yaplır. Basit bir kip ekinden sonra bu ek getirilerek fiil birleşik zamanlı yapılır buna da hikaye birleşik zaman kipi denir. Rivayete göre daha gerçekçi ve daha inandırıcı bilgiler aktarıldığı, erçekliğinden daha fazla emin olduğumuz olaylar aktarıldığı için bu ad verilmiştir.  Önemli olan bu kalıbın Anıtkaya/Eğret’te nasıl kullanıldığıdır. Şimdi onları sırayla inceleyeceğiz. Önce hikayenin hikayesi:


    Dilek kiplerinden istek ile şartın hikayesi aynı çekimle yapılır ve anlam vurgu ve tonlamayla sağlanır:



         3.Şartlı Birleşik Zaman Kipi: Basit kipli bir fiile ikinci bir kip eki olarak şart eki (-sa, -se) getirildiğinde şartlı birleşik zaman kipi oluşturulur. Bu kalıpta şarta bağlılık anlamı pekişmiş olur. İlk çekim rivayetin şartı:



  
  Fiil Kipleri>>

     Haber Kipleri>>

     Dilek Kipleri>>

03 Şubat 2021

Dilek Kipleri

 

Dilek kiplerinde kişiye bağlı olarak zaman yerine bir durum kalıbı oluşturulur. Bunlara dilek kipi denmesinin sebebi her kalıpta az çok dileme, isteme, arzu etme, temenni etme anlamının bulunmasıdır. Aşağıda örnek verdikçe bu anlamlar daha iyi anlaşılacaktır. Tekrar edelim amacımız dilbilgisi değil Anıtkaya/Eğret’teki söyleyiş farklarını tespit etmek

1.İstek Kipi: Adından da anlaşılabileceği gibi gerçekleştirmeyi istediğimiz işlerin kalıbıdır. Anlamında arzu, temenni, teşvik gibi duygular karışıktır. Çoğu zaman anlam farkı vurgu ve tonlamayla sağlanır. Eki –a, -e’dir.


        2.Emir Kipi: İnsan kendi kendine emredemeyeceği için Birinci kişide bu kip geçersizdir. Esasında üçüncü kişilere aracısız emir de tam sayılmayacağı için emir anlamı ancak karşımızdaki kişiye yapılabilir. Dolayısıyla bu kip gerçekte yalnız ikinci kişiler için geçerlidir denilebilir. Özel bir eki de olmadığından istek kipiyle karıştırılabilir. Zaten dilek kiplerinin hepsi birbiriyle karıştırılabilir çünkü hepsinde istek, dilek anlamı olduğu için bunlara dilek kipi denildiğini söylemişitik. Emir kipinin durumu Anıtkaya’da şu şekildedir:


3.Gereklilik Kipi: -malı, -meli ekiyle yapılan bu kip Anıtkaya’da birz anlam kaymasına uğrayarak gereklilik anlamında değil, bir işe yaklaşma anlamında kullanılır. Ya da gereklilik anlamıyla bu kip Anıtkaya’da hiç kullanılmaz, yaklaşma anlamıyla ise seyrek. Yaklaşma dediğimiz de şöyle: “Hava yağmalı oldu.” dendiğinde, yağmur yağmadığını ama neredeyse yağacak duruma geldiği anlaşılır.


4.Şart Kipi: Bir şeyin gerçekleşmesi br şarta bağlıysa bu kip kullanılır. Diğer dilek kiplerinde olduğu gibi bu kipte de yalnız şart anlamı değil, az da olsa mutlaka isteme anlamı bulunur. Eki –sa, -se






Anıtkaya / Eğret'te Haber Kipleri

 

1.Öğrenilen Geçmiş Zaman Kipi: Bu kalıba masal kipi de denir. Çünkü eki –mış’tır. Ses uyumuna göre bu ek –miş, -muş, -müş de olabilir. Herkes bilir masal anlatılırken bu eke kulak aşinalığı yaşamıştır. “Bir varmış bir yokmuş...” daha masalın başında “mışmiş” karşımıza çıkar. Zaten doğruluğundan emin olmadığımız şeyleri dillendirirken ve başkasından öğrendiğimiz bilgileri aktarırken bu kalıba başvururuz. Tıpkı masaldaki gibi, yerı gerçek yarı hayal ya da hayal meyal şeyler. Olaya bizzat şahit olmamıştır da başkasından duymuştur. Bu yüzden dedikodular da bu kip ile yapılır. İşte Anıtkaya’da bu kipin söylenişi. Farklılığın anlaşılabilmesi için sözlerin yazı dilinde nasıl kullanıldığını da yanında vereceğim.

     2.Görülen Geçmiş Zaman Kipi: Bu kip ile anlatılan olaylar daha gerçekçidir çünkü olaya bizzat şahit olunmuştur. Bu yüzden görülen geçmiş zaman denir.  Geçmişte yaşanmış, biz görmemişiz ama doğruluğundan da çok eminiz, işte böyle durumlarda da görülen geçmiş zaman kipi devreye girer. Öğrenilen geçmiş zamana göre daha gerçekçidir. Bu kalıpta anlatılan fiile –dı eki getirilir. Sesli ve sessiz uyumuna göre ekimiz –di, -du, -dü, -tı, -ti, -tu, -tü olabilir. İşte örnek “buymak” (üşümek) fiili:

     3.Şimdiki Zaman Kipi: Şu anda yapılmakta olan, henüz süreci tamamlanmamış işlerin anlatımında bu kalıp kullanılır.(Şimdiki zaman anlatımında bir başka kalıp olan –makta  kalıbı Anıtkaya’da kullanılmaz.) Eki –yor. Anıtkaya’da şöyle söyleniyor:



       4.Gelecek Zaman Kipi: Henüz yapılmamış, ileride yapılması düşünülen işlerin zamanı gelecek zamandır. Bu kipin eki ise –acak ve –ecek ekleridir. Kalıbın Anıtkaya/Eğret’te söylenişi şöyledir.


      5.Geniş Zaman Kipi: Bu kalıba böyle denmesinin sebebi, bütün kalıpları içine almasıdır. Yani böyle söylenen bir fiilin hemen mazi hem gelecek hem de şimdiki zaman anlamı bulunur. Başka bir deyişle; eskiden yaptığımız, şu sıralarda da yapmaya devam ettiğimiz, ayrıca ileride de yapmayı düşündüğümüz işleri anlatmada geniş zaman kipini kullanırız. Alışkanlık haline gelen, huy edindiğimiz davranışlarımızın kalıbıdır bu. Bu kalıbın eki –r’dir.


 Fiil Kipleri>>

 Dilek Kipleri>>

 Birleşik Zamanlı Kipler>>

02 Şubat 2021

Anıtkaya / Eğret'te Fiil Kipleri

   Çekimlenmiş bir fiile bakarak, bahsedilen işle ilgili çok fazla bilgi edinebilirsiniz. Çünkü çekimlenmiş fiil demek, çekim eki almış fiil demektir. Çekim eki ise fiil kökünün temel anlamını değiştirmeden onun daha iyi kullanılmasını sağlayan ektir. Bir örnekle açıklayacak olursak: “Kur-mak” fiili soyuttur ve şu haliyle zihnimizde fazla bir şey canlandırmaz; ama “kurmuşlardı” dediğimizde bu fiil artık yeteri kadar anlamı içinde barındıran bir cümleye dönüşmüştür. Kelime bu şekilde söylendiğinde;

1.İşin yapılıp yapılmadığını,

2.Kim tarafından yapıldığını,

3. Ne zaman yapıldığını,

4.İşin şu anda ne durumda olduğunu çıkarabiliriz. 

    Bu anlamları çıkarabilmemizi sağlayan –muş-lar-dı ekleridir. Demek ki her çekim ekinin fiilin nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik bir görevi var. Bir başka deyişle, fiil bir eki aldığında yeni bir anlam kalıbına girer, bir şablon oluşur.

    İşte fiillerdeki bu durum kişi ve zaman kalıbına kip denir. Bunlardan zaman bildiren kalıplara haber kipi, durum bildirenlere dilek kipi denir. Bir de iki kalıbın birleşmesiyle oluşanlar var ki bunlar ise birleşik zamanlı kiplerdir. Bu kadar kuru bilgi kafa karıştırıcı gelebilir, ayrıca konumuz dilbilgisi değil ama; Anıtkaya’da fiil kiplerinin oluşumu ve kullanımıyla ilgili ilginç farklılıklar kulağa çarpmaktadır. Bundan dolayı Anıtkaya/Eğret’teki fiil kiplerini buraya kaydedeceğim.

Haber Kipleri>>

Dilek Kipleri>>

Birleşik zamanlı Kipler>>