06 Mart 2021

Cemal Eğretli Hoca

     İstanbullu Hoca’nın adını Akşehir’de pek kimse bilmez. Padişah gönderdiği ve İstanbul’dan geldiği için herkes kendisini böyle bilir. Mehmet Reşit Efendi Kurtuluş savaşı boyunca Akşehir’de hep böyle anılır: İstanbullu Hoca. Cephede de ismini kimse bilmez, orada da bir milis komutanı olarak karşımıza çıkar.

Küçük Ağa romanı başkahramanının bu hikayesindeki  benzerlik Cemal Eğretli Hoca’nın hayatında karşımıza çıkar. Kurtuluştan sonra Afyon’a gelen bu namlı hatibin ismini halk hemencik bulur: Eğretli Hoca. Çünkü Eğret’ten gelmiştir. Afyon halkı diğer hocalardan ayırmak için böyle derken, yıllar sonra bu isimlendirmenin Hocanın soyismi olarak kaydedileceğini elbette bilmiyordu. Bu anlatacağımız kişi Hacı Cemal Eğretli Hoca’dır.

Babası Osman Şevki Efendi alim ve şair bir kişiliktir. Doğum tarihi bilinmiyor, üvey baba elinde büyüdüğü için sıkıntılı bir çocukluk yaşamış. Küçük yaşta vefat eden babası da alim bir zatmış. Öğrenim hayatı olmamış ama kendini yetiştirmiş. Uzun yıllar Eğret’te imamlık yaptığı için kendisine Eğret İmamzade denilmiş. Afyon’a döndükten sonra ticaretle de uğraşmış, bakkallık yapmış. İlgisizlik yüzünden şiirleri derlenememiş. Kendi el yazısıyla yazdığı aşağıdaki şiirden başka günümüze ulaşanı yok.

                                                        

                                                    NEFİS

Gel efendi dinle olan ahvali                                          Azgındır kelp nefis eylemez ârı

Beni dondan dona düşürdü nefis.                                 Bilmez başına gelecek zarârı

Aklımı aldı eyledi Âli                                                    Şer hâsıl olacak mahalle varı

Maksadımdan cüdâ düşürdü nefis.                               Hayrı aralıktan kaçırdı nefis.

 

Ne azgın mahluktur eyler heyânet                                Daima kendi kendini beğenir

Mutrıpa fetvâyı eyler emânet                                         Baki sanır bu düñyaya güvenir

Varır bîmâya eyler muhabbet                                          Hilaf-ı şer’ olan söze inanır

Kendini dillere düşürdü nefis.                                         Doğruyu görünce şaşırdı nefis.

 

Acayip bir mahluk cürmünü bilmez                               İşi gücü olur daim kabahat

Sen kötüsüñ deseñ hiç razı olmaz                                  Riyâ ettiğini sanır ibadet

Azgın yaralarına derman bulmaz                                    Mevla’nıñ emrini tutmaz cenabet

Dermanıñ vaktini geçirdi nefis.                                      Kendi kendini nâra uçurdu nefis.

 

                                      Aslını beğenip kimseyi sevmez

                                      Şer yolun görünce uyku uyumaz

                                      Müstakim tarîka hiç heves etmez

                                      Şevki’yi dağlara düşürdü nefis.

 

BABADAN EĞRETLİ

Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla şiirlerinde “Şevki“ mahlasını kullanmış. Osman Şevki efendi 1905 yılında vefat ediyor. Cemal Hoca’nın annesi ise Fatma Hanım. Bu anne babadan 1883 yılında dünyaya geliyor. Bu konuda bir kayıt yok, ama babası Osman Şevki Efendi uzun yıllar Eğret’te imamlık yaptığına göre, Cemal’ın Eğret’te doğma olasılığı bile söz konusu olabilir.

Açıkgözzade Cemalettin Efendi’den icazet alıyor ve yine gençliğinde uzun yıllar Eğret’te imamlık yapıyor. Babasının izinden gidiyor yani. Babası vefat ettiğinde Cemal Efendi 22 yaşında. Gençlik dönemi başlamış durumda.  Yine ihtimaller üzerine konuşacağız, Eğret imamlığı hususunda babasının etkisi olmalı. O yıllarda icazet aldıktan sonra belirlenen bazı merkezlerde imamlık yapma mecburiyeti var. Bir nevi staj. Eğret köyü de o sataj merkezlerinden birisi demek ki. Stajını tamamlamak için Eğret Köyünü seçerken zorlanmamış olmalı, zira ailede o köye karşı bir aşinalık var.

EĞRET'TE UZUN YILLAR

Gençliğinde uzun yıllar Eğret’te imamlık yaptı” ifadesinde yıl sayısı telaffuz edilmiyor. Bu uzun süre, makul bir uzunluk olmalı. Örneğin babasının vefatı yılında başlamış olsa kendisi 22 yaşında oluyor. Eğret’te 20 yıl kalmış olsa, bu “uzun bir süre” kabul edilebilir mi? Öyle olursa 1925’e kadar Eğret’te bulunmuş olacak ve ayrılırken 42 yaşında bulunacağından hala genç kabul edilir mi? Bilemiyoruz ama; çok büyük bir ihtimalle aynen böyle oldu.

Oğlunun söylediğine göre, yine gençliğinde çok şiddetli kulak rahatsızlığı yaşamış, evinden dışarı çıkamayacak durumda iken “İkâzu’r-Ricâl ve’n-Nisâ fî Ahkâmi’l Hâ’iz ve’n-Nefsâ” (Kadın ve Erkeklere Hayiz ve Nifas Hükümlerince Uyarılar) adlı eseri yazmış. Kayıtlara göre bu kitap 1913 yılında basıldığına göre, Cemal Hoca ilk eserini 30 yaşında Eğret’te yazıyor. Ayrıca Yunan işgali yıllarında da Hoca’nın Eğret’te bulunduğu anlaşılıyor. O yıllarda 7-8 yaşlarında olan birisinden dinlemiştim, Cemal Hoca bir süre Eğret’te ticaretle de uğraşıyor. Şimdiki Kantinlerin evin yakınlarında bir yerde zahirecilik yapıyor. Yunanlar köyü boşaltırken çoğu yeri ateşe veriyorlar. Cemal Hoca'nın evi de bu feci yangında kül oluyor. Olaydan onyıllar sonra bile selle karışık yanık buğdayların aktığını görenler "Cemal Hoca'nın deneleri" diyorlar. Uzun yıllar sonra kendisine bu yangının hikmeti sorulduğunda, Eğret'teki evi yaparken duvarı biraz yola doğru taşırdığı için Allah kendisine böyle bir musibet verdi diye yorumlamış. Yangının ilahi adalete bakan yönünü böyle anlamış.

EĞRETLİ HOCA

Kurtuluş Savaşından sonra Afyon’a dönüyor. Burada imamlık değil vaizlik yapıyor. İlmi ve hitabetiyle hemen dikkatleri üzerine çekiyor ve Afyon halkı kendisini Eğretli Cemal Hoca diye anmaya başlıyor. Tıpkı Akşehirlilerin Mehmet Reşit Efendi'ye "İstanbullu Hoca" dediği gibi. Merkezi camilerden Yoncaaltı, Zülali, İmaret, Otpazarı’nda Cuma ve Bayram günleri fahri vaizlik yaptığı süre yaklaşık 15 yıl. Bu arada 1934 soyadı kanunuyla halkın kendisine teveccühen söylediği “Eğretli” ünvanını soyadı olarak benimsiyor. 1940 da vaizlik izni kaldırılınca, Afyon’daki gezek adetini vaaz formatına çevirerek bugünkü anlamda Afyon Gezeklerini  başlatmış oluyor.

Bu yıllarda kardeşleriyle birlikte ticaret (bakkaliye) ile de uğraşıyor.

Yukarıda sözünü ettiğimizden başka; “Beşyüz Hadis”, “Binbir Hadis”, “Menâsık-ı Hâc”, “Küçük İlmihal” ve “Küfür Sözler” adlı eserleri de vardır.

Vefat ettiği 31 Ocak 1967 tarihine kadar gezeklerini ve diğer ilmi çalışmalarını sürdürüyor. Adıyla yaşayan ve soyadıyla Eğret’i yaşatan Cemal Eğretli Hoca’nın mekanı cennet olsun.

KAYNAKLAR:

1. Afyonkarahisar Din Alimlerinden Cemal Eğretli, Yusuf ILGAR, Taşpınar Dergisi, 2010, sayı 7

2. Afyonkarahisarlı Şairler Yazarlar Hattatlar, İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Ankara 1971


05 Mart 2021

Anıtkayalı Germiyanlar

        Veyisler ile başlamıştık hem sülale isimlerini hem de günümüze yansımalarını sorgulamaya. Sonra Muslular ve Kademler. Bunlarla uğraşırken Tahrir Defterlerindeki bütün isimlerin durumu üzerinde durduk ve Anıtkaya'da Unutulan İsimleri belirledik. Bu esnada yine bir şey dikkatimi çekti."Germiyan" isimli biri Tahrir Defterlerine göre Eğret'teydi ve bu isim günümüzde kullanılmıyordu.
    Eğret tarihi incelenirken ilk kuruluşunun Germiyanoğulları zamanına denk geldiği söyleniyor. Özellikle Kervansarayın Germiyan Beyi Süleyman zamanında yapıldığı belirtiliyor. Bu topraklar, Afyon'a kadar bir dönem adı geçen Beylik sınırları içinde yer alıyor. İşte, Bey haber salıyor burada izinsiz yerleşmeyin filan diye, onlar da biz zaten "Eğreti" olarak buradayız diyorlar. Böylece Eğret köyü ortaya çıkıyor. Bildik hikaye. Amacım bunları tekrarlamak değil. Germiyanlardan neden bir iz kalmamış günümüze, en azından isim olarak bir şeyler bugüne aktarılmalı değil miydi? 
    Afyon'da bir dönem Sahip Ata Beyliği hüküm sürmüş, ondan yadigar şimdi koca bir Sahipata semti var. Kütahya'da Germiyan, Balıkesir'de Karesi, Aydın'da Menteş, Konya'da Karaman... Bütün bunlar önceki beyliklerden kalan hatıra. Olmasa garip olurdu zaten. Peki Anıtkaya'da Germiyanlar'ı hatırlatacak bir isim neden yok, sorguladığım buydu yıllardır.
    Bir de sözcüklerin sesi ve anlamına dair öteden beri kafamda oluşan merak. Bazan bir kelimenin aslı nedir, şu kelimeyle bir ilgisi olabilir mi, yoksa şu sözden mi türemiş diye deli sorular belirir hep zihnimde. Garmenlerin Ahmet (Geçer) var, Ankara'da oturuyor. Kardeşleri Yusuf ve Yakup da İzmir'de yerleşiklerdi. Bir ara bunlara neden "Garmen" dendiğini bulmaya çalıştım. Alman ırkı "Germen" ile ilgisi mi var acaba dedim. Sonra "kahraman" sözcüğünün Eğret ağzında uğradığı değişiklik sonucu "Kahramanlar" "Garmenler"e dönüşmüş olmalı dedim. 
    İkisi de değilmiş. Unutulan isimleri listelerken karşılaştığım "Germiyan" adıyla kafam dank etti. İsim yüzyıllar önce kullanılmış ama tamamen de unutulmamış. Bu sözcük asırlar sonrasında, günümüzde karşımıza "Garmen" olarak çıkıyor. Garmenler de demek ki defterde kayıtlı "Germiyan"ın torunları. Zamanla Germiyanlar>Garmenler olmuş.
    Şimdi Germiyanoğulları Beyliğinden bugüne kalan bir iz, bir işaret Anıtkaya'da yok demiyorum. 


04 Mart 2021

Unutulan İsimler

     Veyisler ve Muslular-Kademler sülaleleri, sülalelere adını veren isimlerin şimdiki durumunu anlatan yazılar sırasında bu durumda olan ne kadar çok isim bulunduğu aklıma takıldı.  Tahrir Defterlerinde kayıtlı isimlerin bugüne yansıması hakkında daha genel bir bakışa ihtiyaç olduğunu gördüm. Bu yazıda, kayıtlı isimleri bir bakıma yeniden gruplandıracağım.

İlk bölümde defterde kayıtlı haliyle bugün de kullanılan isimler var. Bunlarda sorun yok; yaşatılıyor, yaşıyorlar.

İkinci grup isimler, az çok değiştirilip hala kullanılan, çocuklara ad olarak verilen isimler. Onların o zamanki ve günümüzdeki biçimini birlikte yazdım.

Üçüncü grup isimler günümüzde Anıtkaya’da bilinmediği/rastlanmadığı halde ülkemizin bir çok yerinde bazen aynen bazen de ufak tefek değişikliklerle kullanılan isimlerdir.

Ve son gruptakiler ise Tahrir Defterlerinde yazılı olup, bugün isim olarak ölü olan sözcüklerdir. Onlar isim olarak sadece Anıtkaya’da değil Türkiye genelinde isim olarak kullanılmayan sözcüklerdir. Bazıları yabancı kökenli, bir çoğu da özbeöz Türkçe olan bu sözcükler yüzyıllar önce çocuklara ad olarak verilmiş; ama bugün ya yeni anlamlar kazanmışlar ya da insanlarımız için çekiciliğini kaybetmişler. Bunları da bu son grupta listeledim.

Bunu yaparken güncel İsimler Sözlüğüne başvurmadım, sadece kendi kanaatime göre sıraladım. Yanlışlıklar olabilir.





02 Mart 2021

Meydan Ambarları

        MEYDAN AMBARI

Kütük ambar, ambar evi, eski ambar, meydan ambarı filan diye de isimlendirebilirdim. Esasında Eğret’te bu ambarların özel bir adı yoktu. Dümdüz “ambar” denirdi.

Yontulmuş çam ağaçlarından yapıldığından kütükambar, bir ev veya kulübe şeklinde inşa edildiğinden ambarevi, şimdilerde kullanılmayıp işlevini yitirdiği için eskiambar, evlerden ayrı müstakil bir bina gibi yapıldığı için de meydanambarı denilmesinde bir mantık hatası olmasa gerektir.

Evlerde ekli ambarevine, yer altında kuyu ambara, saman yığınının içinde samanlığa saklanarak bir sonraki yıla çıkarılmaya çalışılan buğday, bunlardan daha sağlıklı olarak bahsettiğimiz ambarda korunurdu.  Herkesin ambarı böyle özel ambarı yoktu. Sanırım büyük ve köklü ailelere aitti bu ambarlar. Tanık olduğum dönemdeki ambarlar kıstas alınırsa pek yeni ambar görmedim diyebilirim. Hemen hepsi çok eski zamanlarda yapılmış izlenimi veriyordu. Hem yakın zamanlarda yapılmış olsa, Eğret yakın çevresinde o kadar kalın çam ağaçlarının bulunduğu orman göremiyoruz. Geçmişleri çok eski olmalı.

Bir çam kütüğünü yontarak bir kalas elde ediyorsunuz, sonra bu kalasları köşelerden birbirine kendinden kelepçeleyerek bağlıyorsunuz. Kesinlikle çivi kullanmadan yükselttiğiniz dört duvarın üstünü yine ağaç bir çatıyla örtüyorsunuz. Dört tarafından yeteri uzunlukta saçak bırakıyorsunuz ki duvarları oluşturan kalaslar ıslanmasın. Çatıyı günün şartlarına göre yalıtıyorsunuz, su almayacak şekilde. Ambarın içinde birbirinden bağımsız dört bölme oluşturuyorsunuz. İster farklı tahılları sakla isterse farklı cins buğdayları. 

Çiftçi değil avcı ve toplayıcı bir milletiz. Çiftçilikle ilgili çoğu isim ve kavramların kökeni Türkçe değil. Anadoluy'a geldiğimizde oturmuş bir medeniyeti hazır bulmuşuz. İşte bu meydan ambarların da eski Anadolu kavimlerinden miras kalan bir alışkanlık olduğu yönünde araştırma bulguları var. Hatta Likyalılarda buna benzer ambarlar tespit edilmiş.

Hatırlayabildiğim kadarıyla bunların en meşhuru ve gözönünde bulunanı, Kuran Kursunun yan tarafındakiydi. Yaz günlerinde gölgesi serin olduğundan mutlaka birileri oturuyor olurdu. Kapısının bulunduğu kuzey tarafında oturmaya hatta uzanıp yatmaya uygun genişlikte bir sekisi vardı. Goca Caminin altındaki sokakta vardı galiba. Sonra Çakırların evin önünde, eski Ortaokul köşesinde bir tane, Deli Mısdık (Mustafa Erdem)in evi civarında, Böbülerin evde vardı galiba. Sonra birden yok oldular. Ne zaman söküldü, kim kaldırdı ortadan anlayamadık.

Zamanında değerini bilemediğimiz bu ambarların bir fotoğrafını bile çekmemişiz. Her şeye rağmen hayatta kalmayı başaran birini bulursam müze için fotoğrafını çekeceğim. Şimdilik çizimini koydum buraya. Siz bunun biraz daha uzununu düşünün. Bir de Araştırmacı Tarihçi Hasan Özpınar arşivinden alınma bir “İşgal Günleri Fotoğrafı” var. Bu fotoğrafta saçakları görünen şey, kendisinden bahsettiğimiz ambardır. Fotoğraf köyün neresinde çekilmiş, ambar kime ait bilmiyoruz. Suyunun suyu kabilinden, fotoğrafının fotoğrafını koyuyoruz.

    Derken yaşayan bir meydan ambarı buldum. Yörükoğluların Metin(Tüplek)e ait. Oldukça da sağlam görünüyor. "Herkes söktü, bir bu kaldı" diyor. Satmaya veya elden çıkarmaya niyeti yok. "Güzelce duruyor, dursun bakalım." diye de ekliyor. İyi de yapıyor. Bari bu garibim yaşasın, yaşayabildiği kadar. Bizim Müzenin ilk sakini olmayı hak etti meydan ambarı.

    Dedesi Ali Efe bu ambarı Garen (Karaören/Kayıhan)daki bir arkadaşından satın almış. Adam cambaz arkadaşlarından biriymiş galiba; adını da söylediydi de unuttum. Söküp getiriyorlar Eğret'e, o zamanlar Anıtkaya henüz Eğret... Şimdi Metin'in durduğu evin yeri arsaymış, oraya kurmuşlar... Bunu sökmek ayrı, kurmak ayrı bir ustalık gerektiriyor... Gün gelmiş Tırakanın Muhtarlığı zamanında orayı satın almış Ali Efe, maksadı ev yapmak... Ambara tekrar yol görünmüş...

    Tekrar taşınması gereken ambar, bu sefer bir köyden bir köye gitmesi gerekmiyormuş; yeni yeri olarak yirmi otuz metre ilerisini belirlemişler. Galiba Tekirgızıların Hasan Usta (Davulcu Hasan) bu işi üstlenmiş.  Sökmeden önce bütün parçaları numaralandırmış, yerini yönünü, tam adresini üzerine yazmış. Böylelikle yeni yerinde kurulumu yaparken zorlanmamış. 

    Sahibinin dediğine göre içeride bazı kütüklerin numaraları hala öylece üzerinde duruyormuş... Ambar deyip geçme, neler görmüş geçirmiş neler...



Mal Pazarı

       Eğret Pazarının tanıtımını yaparken bu pazarı bir bütün olarak değerlendirmek gerektiğini söyledim mi bilmiyorum. Pazarın şumullü yapısının etkenlerinden birinin çevre köylerinin halkı olduğunu, halkı buraya çeken şeylerden birinin de dükkanlar ve diğer ihtiyaç karşılama merkezleri olduğunu belirtmiştim.

Pazaryerini tanıtırken de Pazar kurulan meydanın çevresinden başlayarak içe doğru bir tasvir ve bölge bölge mal satışı yapılan yerleri tanıtma yoluna gitmiştim. Bu esnada yaptığım şey mekan tasviri ağırlıklı tanıtımdı. Mesela kümes hayvanlarının satıldığı yer pazaryerine bitişik olduğu için onu anlatmıştım. İki yazının sonunda eksik kalan bir şeyi fark ettim: Hayvan pazarı. Anıtkayalının “Malbazarı” dediği, canlı hayvan pazarı.

Eğret Pazarı meşhur olmuşsa, hem Afyon esnafı hem de civar köy üretici halkı tarafından ciddiye alınmışsa, bunda her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınması gereken bir Eğret Pazarı gerçeği etkili olmuştur. O bütünün bir parçası da Mal pazarıdır. Sebze pazarının kurulduğu pazaryerinden aralı olduğu için daha önce sözünü edemedik. 1970’lerin başında burası, şimdi düğün salonu yapılan o zamanki Ortaokul binasının karşısındaki meydandı. Sağlam iki dönümlük bir alandı burası. Batıda Afyon-Kütahya karayolu, doğuda işlek bir sokakla sınırlanan meydan;  güneyde Con Ahmet (Aydın) ve Topçu’nun, kuzeyde ise Hatiplerin eve dayanır. Malbazarının girişi yukarıda, Con Ahmet’in evin köşesindedir. Bu girişin yakınlarındaki duvarda hala malbazarı günlerinin izleri görülebilir.

Hatiplerin evin altındaki büyük dükkanın kapısı bu meydana açılırdı. Burada eski bir mandıra bulunur, insanlar buna kısaca sütçü derdi. Cumartesi günleri malbazarında hayvan toplanması sütçünün işini pek etkilemezdi. Yukarıda malbazarını çevreleyen duvar hala ayaktadır.

1976-77 yıllarında malbazarının aşağısına Sağlık Ocağı planlanması malbazarı için sonun başlangıcı oldu. Artık burada hayvan pazarı kurulamazdı.  Yeni malbazarı yeri olarak Mezerböğrü ile Hafızın çeşme arasındaki meydan belirlendi. Eski malbazarına alışan insanlar burayı tam benimseyemedi. Fiziki olarak da eskisi kadar uygun değildi. Gerçi meydan genişti ama sınırları olmadığı için korunaksızdı. Yavaş yavaş malpazarı canlılığını yitirdi. Gün geldi hiç hayvan çıkmaz oldu ve meşhur Malbazarı tamamen dağıldı. Buna sebep olarak Anıtkayalı cambazların tekel oluşturup misafir cambazlara hayat hakkı tanımama istekleri ve buna yönelik yanlış davranışları gösterildi. Kimilerine göre de yıldızı parlamaya başlayan Hamambazarı Eğret malbazarının dağılmasına sebep oldu.

    Şimdilerde malbazarı yine kuruluyor, Mezerböğrünün alt kısmında bir yerlerde. Eski Eğret Malbazarı’nın  havasını yakalar mı, kim bilir?


26 Şubat 2021

Pazaryeri

Asırlık Eğret Pazarının kurulduğu yere, halk arasındaki adıyla Bazaryerine bugünün fotoğrafıyla bakıp 40-50 yıl önce yaşananları yad etmeye çalışacağım.

Pazaryerine tamamen beton dökülmesi sanırım yetmişli yılların başındaydı. Kuran Kursundan başlayıp Tekke Önüne ve Pazar yerine kadar uzanan iki sokakla beraber pazaryeri  elli yıldır tozdan çamurdan uzak, betonla kaplı. Öyle olunca Cumartesi haricinde haftanın diğer günlerinde de halkın hizmetinde oluyordu. Toz bulunmadığından her türlü sergi burada serilir. Bulgur, göce, tarhana, ayçiçeği gibi güneş ışığında kurutulması gereken her şeyin serilmesi durumunun adıdır sergi. Cumartesi günleri dışında önce gelen burada sergisini serer. Ayrıca çocukların sert zeminde oynanması gereken oyunları için de burası biçilmiş kaftandır. Bunu deyince aklıma fıtçı döndürmek geldi. Bir zamanlar fıtçısını değneğini alan çocuk buraya gelirdi.

Pazaryeri uydu fotoğrafı

Pazaryerinin yeri Kuzeyden Güneye uzayan köy yerleşimi için stratejik bir noktada diyebiliriz. Cumhuriyet ve Zafer Mahallelerini birbirinden ayıran Galip Bey Cadddesi’nin (18) hemen kenarındadır. Buñar tarafından gelen ve Alagır’dan gelecek olan için hemen hemen köyün ortasında sayılır. Güneyde tarihi mezarlığa yaslanmıştır.

Pazarcı esnafının ve çevre köylerden gelen vatandaşların ihtiyacını karşılamak üzere Batı ucundaki Cuma Camii’nin yanında (1) bir meydan tuvaleti ve duvarında bir çeşme vardır. Köydeki iki meydan tuvaletinden diğeri ise Goca Cami’nin altında, Tekke’nin karşısındaki köşededir. Henüz köyde kanalizasyon sistemi kurulmamışken bu tuvaletler ve pazaryerindeki yağmur sularıyla diğer atık suları için kısmi kanalizasyon kurulmuştur. Böylelikle pazaryerinde iki tane  (19)(20)mazgal konulmuştur. Sürekli sulanan balıkların suyu kolayca aksın diye balıkçılar hep ilk mazgalın (19) kenarına tablalarını koyardı.

KAPALI PAZAR VE YEMENİCİLER

Pazaryeri bir seki gibi biraz daha yüksekçe olduğundan kuzey yönünden giriş için iki merdiven yapılmıştı. İlk merdiven çıkışı (17) birbuçuk metre, ikinci çıkış ise (16) iki metre kadar yükseklikteydi.  Halbuki Doğu yönünden, yani Kuran Kursu tarafından gelişte ciddi bir iniş söz konusuydu. Bu aslında köy yerleşiminin ne kadar yüksek olduğunu da gösterir. Konuya dönecek olursak, iki merdiven çıkışı arasında kalan yaklaşık 50 metrelik alan sundurma şeklinde üzeri kapatılarak bölümlere ayrılmıştı. Üzeri çanakla örtülen bu kısımda ayakkabıcılar ve elbiseciler bulunur, yağmur ve güneşten olumsuz etkilenecek ürünler satan diğer esnaf da burada bulunabilirdi. İlk bölümde her zaman tuhaf şapkasıyla Ayakkabıcı Şeref(Şeref Kundura)yı hatırlıyorum. Yine bir başka kapalı alan buranın tam karşısına, mezarlığa bitişik olarak yapılmıştı. Yaklaşık 70 metre kadar olan bu kapalı bölümün bir ucu musalla meydanına (2) diğer ucu ise Hüseyin (Ayas) Hoca’nın evi dengine (3) kadar uzanıyordu.

KÖFTECİLER 

İkinci sundurma diğerine göre daha canlı idi. Bunu sağlayan şüphesiz köftecilerdi.  Birbirinden Ona on direklerle ayrılmış üçer metrelik 24 bölümden oluşan bu büyük kapalı alanın ilk 10 bölümünü köfteciler kaplardı. En kısır zamanlarda bilemedin beş köfteci mutlaka bulunurdu. Her biri bir direğin dibine tezgahını, ocağını kurar şamata şakırtıya başlarlardı. Köftesini alan bir köşeye çöküp yerken bir başkası ağzını silerek ayrılır işine bakar, diğer birileri de başka bir saçları kontrol eder, canı neyi çekiyorsa onun bulunduğu köfteciye doğru yollanırdı. Yılların köfteci kokusu mutlaka etrafa sinmiştir. İkibinli yıllarda, pazaryeri genişletme çalışması başlamadan, daha sundurmalar kaldırılmamışken direkleri görme fırsatım olmuştu. Köftecilerin kokusu değilse bile, direklerde kalan yağ tabakası hala yerli yerinde duruyordu.

 YIRTIMCILAR

Bu kısımdaki canlılığın diğer bir sebebi ise yırtımcılardı. Kadınlar için elbiselik basma satan esnafa “yırtımcı” denirdi.  Köftecilerden arta kalan bölmeleri yırtımcılar dolduruyordu. Bunlar direkten direğe gerdikleri urganların üzerine rulo haldeki rengarenk basmaları gererler böylece seyyar dükkanlarının arasına kumaştan duvarlar çekerlerdi. Kadifeler, basmalar, carseler, perdeler, yorganyüzü, döşeklik, ne ararsan bunlardaydı. Ellerinde ince tahtadan bir metre, siparişe göre ölçüp diğer elindeki makasla basmanın ucunu bereler sonra o bereden caaart diye kumaşı yırtardı. Bu yüzden yırtımcı denirdi kendilerine. Yırtımcıların arasında belirgin bir hiyerarşi vardı. İlk bölüm her zaman Tuna (Hüseyin Kayır)ın yeriydi.  Aralarında Anıtkayalı olan tek yırtımcıydı kendisi. Evi ve dükkanı (14) sergisine yakındı. Cumartesi günleri malzemelerini buraya çıkarır, sair günlerde dükkanında dururdu. İlk sergi hep onun olur, buna kimse itiraz etmezdi. Diğer yırtımcı esnafı Afyon’dan gelir ve kıdemine göre burada yerini alırdı. Doğal olarak yırtımcıların müşterisi hep kadınlardı. Zamanla kapalı alan yırtımcılar için yetmez olmuş, parça kumaş satıcıları da pazara doğru taşmış ve bu bölüm “Garlâ bazarı” (Kadınlar Pazarı) olmuştu. Geçmiş zaman kalıbı ile anlatmama bakılmasın, bu bölüme hala Kadınlar pazarı deniyor, artık yırtımcılar yok, elbiseciler var. İncik boncuk, mutfak eşyası filan satılıyor ama yine kadınlara hitap ediyor. Hatta biraz daha genişlemiş, doğuda mezarlık ucuna kadar çıkıyor bu pazar.

Ne acı ki kapalı alan yok günümüzde. Önce kuzeydeki ayakkabıcılar sundurması yıkılıp yerine dükkanlar yapıldı, şimdi o dükkanlar da kaldırıldı. Sonra pazarı genişletmek için güney sundurması yıkıldı ve mezarlık duvarı içeri çekildi. Pazaryeri genişledi ama bir de baktık ki hiç kapalı alan yok. Şimdi modernlik adına şehirlerde kapalı pazarlar yapılırken, o iş Anıtkaya’da 50 yıl önce gerçekleştirilmişti.

 GALLE MEMED

Anıtkayalı bir başka yırtımcı Galle Memed (Mehmet Dadak) idi. Faka o sergisini Yırtımcılar bölümüne açmaz, daha doğrusu sergi açmaz, ticaretini dükkanında yapardı. Hüseyin Hoca’nın evi pazaryerinin göbeğine saplanmış bir hançer gibi idi ve hançerin kuzey tarafındaki bölümünde 3 dükkan bulunurdu. İşte bu dükkanların ilki olan köşe deki (4) Galle Memed’in dükkanıydı. Basma, tüpgaz, gazoz bayiliğinin yanında sezonunda gurtlugucak (salyangoz) alımı bile yapardı. Diğer iki dükkan ipçi, terzi, berber, bakkal gibi çeşitli işlevlerde ve kiracılarda kullanılmasına rağmen köşedeki hep Galle Memed’in dükkanı olarak kalmıştır. Hüseyin Hoca'nın evi ve dükkanlarının yerine şimdi üç yeni bina yapıldı. 

ESSANIN KAHVE

Hüseyin Hoca’nın gocagapının (5) hemen yanında meşhur Essan (İhsan Patlar)ın kahve bulunur(6). Çay kahve, muhabbet merkezi ve aynı zamanda çevre köylerden gelen misafirlerle buluşma yeridir. Bu kahvenin bulunduğu bina, 1970’lerin başında yeni sahibi Abdurrahman Yavuz tarafından yıkılıp yeniden yapılınca Essan kahveciliği bırakmış, yeni kahve Apdıramanıñ Gâve olarak anılmış, Moruk (Üzeyir Dalgıç) tarafından işletilmişse de eski canlılık yakalanamamıştır. Daha sonraları tam karşısına Ömer Onbaşı (Ömer Şen) bir kahve açmış fakat o da eski tadı vermemiştir.

 BİT İLAÇLARI!.. YAVSI İLAÇLARI!..

Pazar, yaz günlerinde Yeñi Mısdık (Mustafa Şen)in bakkal dükkanına doğru uzar giderdi. Kışın ise ilk mazgalın (19) yanında balıkçılarla son bulurdu. Çünkü yaz günlerinde ova köylerinin ürünleri de pazara çıktığından pazaryeri genişlemek zorundaydı. Mazgalın  kuzey tarafında Macur Ali (Ali Öncül) sergisini açar, kışın soğan patetes, yazın ise domates biber satardı. Hemen karşısındaki köşede Bakkal Sarı (Halit Akyol), dükkanındaki dayanıklı mallarını buraya getirerek yayınırdı. Anıtkayalı iki pazarcının pozisyonları böyleydi. Öğleden sonra Pazar dağılınca mallarını tekrar evlerine taşırlardı. Bu işi Macur Ali, eşeğe yükleyerek, Sarı ise ağaçtan yapılmış hantal görünüşlü el arabasıyla yapardı. Mazgal çevresinin gediklisi diyebileceğimiz bir ilaçcı yaz kış oalarda bağırır dururdu: “Bit ilaçları, pire ilaçları, gene ilaçları, yavsı ilaçları...!” İlaçcı ile Macur Ali arasında da Ford minibüsüyle sabuncu yıllarca kalıp sabun satmıştır. Her hafta aynı yerde aynı sırayla sarı ve yeşil sabunlar dizildi.

KASAP HALİL'İN DARAĞACI

Macur Ali sergisinin sağ yanındaki köşede (7) Müdüroğlu (Mehmet Ali Eşiyok)a ait iki dükkan vardı. Dipteki dükkan çok çalışmaz, bu yüzden tezgahlarını şehre getirip götürmek istemeyen pazarcı esnafı oraya bırakıp kilitlerdi. Uçtaki dükkan ise belki Cumartesi günlerinin en işlek dükkanıydı. 1970 öncesinde işlek bir berber dükkanı olarak kullanıldı. Sonra bir süre Topaloğlu (Ahmet Öncül) tezgah kurup haba dokudu. Yetmişlerin ortasından itibaren Yeñi Hasan (Hasan Temel)in kasap dükkanı oldu. Yeñi Hasan kendisi pek dışarıda görülmez, içeride müşteriyle ilgilenirdi. Dışardan bakanlar kasaplık faaliyeti olarak torunu Gasap Halil (Halil Temel)i görürlerdi. Halil bıçak ve masatı maharetle kullanır, hem sağa sola laf yetiştirir hem de koyunların hakkından gelirdi. Önce üç ayağını bağladığı hayvanı mazgalın üstüne getirir ve keskin bıçağını gergin boynuna sürüverirdi, bu kadar. Sonra damarından kan boşalırken çırpınıp etrafı kirletmesin diye başına basardı. Öldüğüne kanaat getirince ön ayağının uygun yerinden açtığı deliğe dudaklarını dayayıp hayvanın vücudunu bir balon gibi şişirirdi. Neden böyle yaptığını merak eden çocukların dikkatli bakışları arasında açtığı deliği sicimle bağlar ve ölüyü arka bacaklarından darağacına asardı. Evet, üç ayaklı bir koyun işleme sehpası kurmuş ve buna darağacı adını vermişti. Hayvanı yüzmeye başladığında, işe bıçakla başlayıp yumruklarıyla devam edince cesedi neden şişirdiği anlaşılırdı. Bir çırpıda deriyi yüzer, sakatatı çıkarır ve içeriye, dükkana götürürdü. Talebe göre yeni hayvan kesimine devam ederdi. Sanırım her Cumartesi en az beş koyun keserdi. Cumartesi et satışları çevre köylerden gelen müşterilereydi. Müdüroğlu ve karısı Gızılgız (Kezban Eşiyok) öleli çok oldu. Dükkanlarının da bulunduğu evinin yerine (7) bombeli köşeli ev yapılmış.

HIRDAVAT ARALIĞI

Pazarın ince bir uzantısı kuzeye doğru ince bir aralıkla sağlanır. Bakkal Sarı’nın sergisi bittiği yerde, köşede (11) Hafız’ın dükkan bulunur. Bu iki katlı ve bodrumlu bir binadır. İnce ahşap bir merdivenle çıkılan üst kat terzi (Azam Varlı) dükkanıdır. Cumartesi  günleri çevre köy halkına hizmet verir. Hafızın dükkan ise alt kattır. Cumartesi günleri müşteri trafiği fazla olan yerlerden biridir burası. Çünkü Pazaryerinde bulunan tek bakkaldır. Diğer bakkallar da pazara yakındır ama pazarın merkezine açılılır iki kapısı bulunan tek bakkaldır. Sair günlerde müşteri seyrek olduğundan vaktini  ofis olarak da kullandığı camekanlı bölmede geçirir veya bir misafiriyle indirildiğinde masa olan bir tahta kapağın üzerinde domine oynarlar. Bu aralığın bittiği noktada, karşı tarafın köşesinde (8) Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkanı bulunur. Burası bir bakkal olsa da hem fiziki olarak hem de çeşit olarak bakıldığında bakkal denilemez. Buna rağmen sahibi sonuna kadar bu işi bırakmamıştır. Daha çok tüpgaz ve meşrubat bayiliği nedeniyle işlerlik sağlayan bir dükkan olarak aklımda kalmış. Bir de Keliban’ın hiç bitmeyen bir Esnaf teşkilat başkanlığı var, bu da hakkında söylenmesi gereken bir husus.

Pazarın Galip Bey caddesine açılan bu aralığın Keliban tarafına da bazı satıcıların sergisi açılırdı. Bir defa boydan boya serilmiş urganlarıyla urgancı bu sokağın olmazsa olmazıydı. Sıra gözetmeksizin söylemek gerekirse;  koyun çanı satanlar, tırpan kayrak satanlar, koşum takımları satanlar, çeşitli hırdavat malzemeleri satanlar genelde bu aralıkta serilirlerdi. Dudağında kocaman bir kitleyle fark edilmemesi imkansız bir ilaç satıcısı vardı. Kesekağıdına sakladığı bira şişesini arada sırada yudumlayan bu adam sarhoş bir serseri gibi görünse de müşterisi eksik olmazdı. Derdini anlatan veya ihtiyacını söyleyen birine uzman bir eczacı ciddiyetiyle ilaç hazırlar, kullanma talimatıyla birlikte takdim ederdi. İşini bilen biri olduğu belliydi. Dudağındaki büyük kitleden kaynaklanan sancıları dindirmek için bira içtiğini düşünmüştüm o zamanlar. Muhtelif şeyler satıldığı için buraya hırdavat aralığı dense yeridir.

Galip Bey caddesinin (18) pazaryerine bakan tarafı eskiden daha genişti. Daha doğrusu cadde genişliği değişmedi ama; yoldan binalar arasındaki mesafe daha fazlaydı. Yol ile binalar arasında ortalama 15 metrelik bir mesafe bulunurdu. Öyle olunca doğal olarak yeni bir pazar meydanı gibi bir alan oluşurdu. Köşedeki (8) Keliban’ın dükkandan başlayarak ileride Çakır Osman(Osman Erdem)in zahire dükkanı (10) arasında beş dükkan bulunurdu. Bu dükkanların bazısı boş bulunurken bazısında da Sarasan (Hasan Dadak), Gödenlerin Süleymen (Dadak) ve Uykucu (Ömer Şen) bakkalcılık yapmıştır. Bakkal Süleyman caddenin karşısındaki nihai ev ve dükkanına taşınana kadar buralarda oyalanmıştır. 

 ÇAKIR OSMAN

Bu bölümün son dükkanı olan Çakırlarınki çok hareketli bir mekandı. Bu cumartesi hereketinin sebebi zahireci olmalarıydı şüphesiz. O yıllarda millette nakit bulunmaz, para lazım olduğunda ambarındaki buğdaydan bir miktar satarak paraya çevirir ve ihtiyacını bu şekilde karşılardı. Mesela Pazar harcını görmek için birkaç teneke buğday getirirp satan da olur, bir araba buğday getiren de bulunabilirdi. Daha fazlasını satmak isteyenin gidip evinden sararlardı buğdayı. Bir de çevre köylerden buğday getireni düşünün. Buğday ölçülüp taşınacak, içeriye ambara yıkılacak, ameleler tenekeyle gidip gelecek, onların teneke sayısını unutmamak için sürekli mırıldandıkları “ atmışbir…atmışbir…atmışbir” gibi uğultu da buna karışacak. Bir de yağ satımı var. Ayçiçek yağı da satıldığından litre litre ölçülüp tenekeye boşaltılacak.  Ortamı hayal edin.  Gerçi bu işle uğraşan başkaları da vardı. Mesela  20 metre yukarıda Şaştımoğlu (Mevlüt Şen) ve caddenin tam karşısında Bigalı da zahire alırdı ama, yine de Çakırların dükkan daha fazla çalışırdı. Bu kadar hareketlilik yaşanmasına rağmen hiç bir zaman durum kargaşaya dönüşmezdi. Aile bireyleri arasında işbölümü yapıldığı disiplinli duruşlarından anlaşılırdı. Mesela Kapitalist (Mehmet Erdem) sürekli masabaşında oturur, malın kıymetini belirler, alaverenin kaydını tutar, hesabı ve ödemeyi yapardı. Cumartesi öğleden sonrasına kadar kendisini hiç ayakta görmedim. Küçük kardeş Mustafa Erdem ise alınan malı teslim alır, ambara ulaşmasını sağlar, taşınmasına nezaret eder gerekirse bizzat taşımaya yardım ederdi. Onu da hiç otururken görmedim mesela. Babaları ise hem hesap işlerine hem mal alımına hem de yağ satımına nezaret eder, bazen oturur, bazen dolaşır, çoğu zaman da çevre köylerden gelen misafir müşterilerle ilgilenirdi. Dükkanın kadrolu hamalı ise Patır Dayı (Ahmet Yirgal) adında ilginç bir kişilikti.

KAVANOZDAKİ YILAN

İşte bu dükkanların (8)(9)(10) önündeki alan da pazaryerinin esaslı bir bölümünü teşkil eder. Galip Bey caddesinin uygun yerlerine zaten misafir araçları parkedilmiştir. Onlar vızır vızır geçer. Bir de burası kümes hayvanlarının alınıp satıldığı hayvan pazarı gibidir. Horoz, tavuk, ördek, hindi, kaz.. Ayakları bağlanmış yatmaktadır ama ağzını da bağlayamazsın, gürültüyü düşünün. Köy yumurtası alıcıları da buralardadır. Aldığı yumurtaları samanla karıştırarak itinayla sepetlere yerleştirmektedir. Deri alıcıları, yapağı alıcıları da bu meydanda dolaşır. Bazan milleti etrafına toplayan bir satıcının bağırtısı duyulur. Meraklı adımlar o kalabalığa katılır. Elinde küçük bir şişe bulunan kişi ezberlediği sözlerle her derde deva ilacı anlatmaktadır. Fakat kimsenin onu dinlediği yoktur. Kalabalığın dikkati ilaçlanıp bir şişeye doldurulan koca bir yılanın ürpertici görüntüsündedir. Adam amacına ulaşmıştır. Dikkat çekme amacıyla oraya koyduğu kavanozdaki yılan müşteriyi toplamıştır. Bu bölgede her hastalığı iyileştiren ilaç satıcıları sık sık boy gösterir.

 Pazaryerinin tam ortası hizasına denk gelen, yani Hafızın dükkanın olduğu blok arkası da yine 15 metre kadar bir açık alana sahiptir. Lakin diğer blok alanındaki gibi bir Pazar hareketliliği yoktur. Misafir araçları park eder. Oranın sırtında bulunan birkaç dükkan çalışır durumda değildir. Onlardan birisinde Sarasan (Hasan Dadak) ilk bakkal dükkanını açmış. Bir de o sönük dükkanların birinde döğen dişendiğini görmüştüm. Bu, döğenin altındaki keskin çakmaktaşlarından eksiklerini gözemek demektir. Yalnız köşede(13) büyük bir kahvenin varlığını hatırlıyorum, çok fazla açık kalmadı galiba.

TENEKECİ HÜSEYİN

Önceden bahsettiğim ilk merdiven(17)in tam karşısına denk gelen bu sokak boştu, Belediye fırınının yapılması daha sonradır.  Bu aralıktaki önemli pazarlardan birisi Tenekeci Sağır Hüseyin (Öztürk)ün yeridir. Bu dükkan (12) ilginç bir yerde ve yapıdadır. Merdivenin hemen bitişiğinde sekinin alt kısmındadır, asıl pazaryerine bakan bir cephesi yoktur. Çorak damı pazaryerinden 80 santim kadar yüksekliktedir. Buradan çok rahat dambeşe çıkılabilir ama kimse de çıkmaz. Adından da anlaşılır, bu dükkanın işi teneke üzerinedir. Galviniz soba, soba borusu dirsek büker, imalatını yapar. Çalar saat muhafazası, idare kandili imalatı da yapar. Zamanında büyük ihtiyaç olan ibrik imalatı da yapar. İbriği sıfırdan imal ettiği gibi, büyük yağ veya konserve kutularını dönüştürerek de yapabilir. Lehimleme, perçinleme gibi tekniklerle bütün bunları yapabilir. Bugünlerde pek bir şey ifade etmese de 50 yıl öncesi insanları için bütün bunlar önemli ihtiyaçtır. Cumartesi günü hareketliliğinin bir sebebi de çevre köyleri için de bu ihtiyacın geçerli olmasıdır.

BERBERLER

Tenekecinin tam karşısında, (16)(17) kapalı pazarının hemen arkasındaki kısım sıra dükkanlar olarak düzenlenmiştir. İlk dükkan diğerlerine göre biraz daha büyükçe olduğundan bir ara kısa süreli kahve olarak kullanıldı, sanırım Hakkı Yırgal işletmişti. Sonrakinde bir dönem Çakır İban (İbrahim Ata) kasaplık yaptı. Diğer dükkanların tamamı bir dönemde berberler tarafından kullanıldı. Berber Hüseyin (Sağlam), Berber Ahmet (Kabadayı), Berber Yahya (Sağlam), Berber Mehmet (Külte) hatırıma gelen ve bu sıra dükkanlarda çalışan berberler. Cumartesi günleri dışarıdan gelen misafirlere hizmet vermişlerdir. Bu berber yoğunluğundan dolayı bu aralığa da Berberler aralığı denilebilir. Fakat hiçbir zaman iki berberden fazlası aynı dönemde açık değildir. Zaten bunlar birbiriyle usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş berberler. Sıra dükkanların tam karşısında (15), ikinci merdiven çıkışı denginde yılların ustası Terzi Topal (Lutfi Omak)ın dükkanı bulunur. Eğret Pazarının mühim unsurlarından biri de bu merkezdir.

Çevresinde şöyle bir gezinti yaptığım pazaryeri bu. Sebze sergileri mutlaka bu pazarın özünü oluşturmaktadır. İşte bu sebze meyve pazarı doğu-batı ekseninde oluşan koridorun iki yanına açılan sergilerden oluşur. Yaz pazarlarında sebze sergileri çevre köy üreticilerinin katılımıyla genişler ve ikinci hatta üçüncü koridorlar oluşturulur. Bazen Han aralığına bezen de doğuda Yeni Mısdığın dükkana kadar uzanabilirdi. Öğle ezanı sonrasında pazar dağılmaya başlar, son esnaf da toplandıktan sonra görevliler ikindiye kadar pazaryerini temizlerdi.

Elli yıl öncesinin Pazaryerini hayalimde canlandırmaya çalıştım. Günümüzde Anıtkaya Pazarı ve Pazaryeri bazı olumlu-olumsuz farklılıklarla yaşamını devam ettiriyor.

 

24 Şubat 2021

Anıtkaya'nın Rakımı Kaç?

     Yeryüzünün bir noktasının deniz seviyesinden yüksekliğine rakım dendiğini biliyoruz.  Buna göre deniz seviyesi sıfır kabul ediliyor. O baz alınarak da dağ, dere, ova benzerlerinin yüksekliği ölçülmüş oluyor. Mantık bu, bu kadarını anlayabiliyorum ama; fiziksel olarak bu ölçümü yapabilmenin nasıl mümkün olacağını anlayamıyorum. Şimdi uzaydan, veya dijital aletlerle bunu yapıyorlarmış. Daha önceden ise, ısı-basınç-ışık gibi değişkenlerin ilişkisine dayanarak ölçümler yaparlarmış. Bilimin hızına ve mantığına çok aşina olmadığımdan, biraz da kafa konforumu bozmak istemediğimden bunu anlama gayretine girmedim. Öyle olunca bize sunulan bilgileri itirazsız kabul etmek durumundayız.

Bu uzun girişten sonra asıl konuya geleyim. Bugüne kadar karayollarında şehirlere giriş tabelalarında nüfus ve rakım bilgisi yer alırdı. Şimdi de var mı bilmiyorum. Afyon tabelasında rakım 1021 ifadesini hatırlıyorum. Bunun nasıl ölçülebildiğini daha o zamanlardan dert edinmiştim kendime. Hala çözümünü bulamadım ama kimseye de sormadım. Neyse, Afyon için kabul ettiğimiz bu rakamdan yola çıkarak Anıtkaya’nın rakımı hakkında da tahminlerimiz oluyordu. Buna göre tahminim 1150-1200 arasındaydı. Bayramgazi rampasındaki yükselti, sonra Uzundere inişi ve sonra köyün kurulduğu tepe hesap edildiğinde aşağı yukarı bu rakamlara ulaşırdım.

Şimdi dijital teknoloji sayesinde ölçüm elimizin altında. Ne kadar güvenilir olduğunu bir kenarda tutarak o bilgileri paylaşayım. Afyon’un değişik noktalarının rakımı 1020-1040 arasında değişiyor. Aynı yöntemle Anıtkaya’nın değişik yerlerine imleç gezdirildiğinde rakımın 1100-1150 arasında değiştiğini belirledim. Yalnız bu rakamlar Anıtkaya köyiçi için geçerli. Arazide durum değişiyor. Mesela Resulbaba’nın rakımı 1500 metre olarak görülüyor. Bunlar bişey değil, herkesin oyuncağı haline gelen telefonlarda bir tuşa bakan bilgiler. Niye yazıyorum peki?

Yavaş yavaş konuya girelim. 19. yy’da yabancı bilim adamlarının Eğret’te yaptıkları bilimsel gözlem ve ölçümlerle ilgili yazılar yazmıştım. İlki Rus Gezgin ve bilim adamı Çihaçov’unverdiği bilgilere dairdi. 8 Kasım 1847’de yapılan bu Eğret ölçümlerine göre rakım 938 metre, gece sıcaklığı ise -12 derece olarak kaydedilmiş. Aynı teknikle yapılan ölçüme göre ise Afyonkarahisar’ın rakımı 898 metre.

Günümüzün rakamlarıyla 1847 rakamları arasında yaklaşık 150 metrelik bir fark var. Bu farkın nedeni ölçüm güvenilirliği mi? Yani o günün kıt imkanları ve ilkel yöntemleriyle yapılan ölçümler hatalı mıydı? Yoksa Bir buçuk asır arayla yapılan ölçümlerin her ikisi de doğru mu? Eğer öyleyse, sıfır noktası kabul edilen denizler alçalıyor demektir. Bu kadar alçalış da fazla gibi geldi bana. Neredeyse yılda 1 metrelik bir deniz seviyesi düşüklüğü… 

Merak edenler için yazalım, Anıtkaya’da rakımı en yüksek nokta, Su Deposunun az ilerisindeki Dedebaşı: 1150 metre.

Çihaçov'dan 15 yıl sonra bu sefer Prusyalı gezgin Bilim adamı Sperling'in yolu Eğret'e düşüyor. Yine Kütahya istikametinden gelirken Eğret hakkında ilk notunu kaydediyor: "Her yerden görülebilen yüksekçe bir tepenin üzerine kurulmuştur."  Hepimizin bildiği bir bilgiyi 150 yıl önce kaydetmiş adam, ne var bunda diyebiliriz. Ben Anıtkaya adındaki "anıt"ı bilirdim de "kaya"yı bir yere oturtamazdım. Sperling'in bu cümlesinden sonra kafam dank etti. Hangi yönden bakarsanız bakın, Anıtkaya'yı yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş olarak görürsünüz. Tıpkı koca bir "kaya"nın üzerine oturmuş gibi.

Yıllar öncesinden kaydedilmiş önemsiz gibi görünen bilgi kırıntıları bile aydınlanmamızı sağlıyor.


Eğret Yollarında Rus Gezgin

       YIL 1847... 19. YÜZYIL

Prusya Elçilik görevlisinin 19. yy. Eğret’i hakkındaki izlenimlerine dair yazıdan sonra, başka bir elçilik görevlisinin notlarından bahsedeceğim. Bu sefer Rusya’nın İstanbul Elçiliğinde görevli bir ataşe. Yine seyyah, yine bilim adamı. Yine bilimsel amaçlı bir gezi ve yine Eğret’ten geçen güzergah.

Adamın adı Pierre de Tchihatchef. Kısaca Çihaçov diyelim. 1845 yılında Elçilikte çalışmaya başlıyor ve 1847’de istifa ediyor. Anadolu’yu dolaşıp bilimsel çalışmalar yapmak için. Aynı yıl Ekim ayında seyahata başlıyor. İlgi alanı; Anadolu’nun fiziki coğrafyası, iklimi, bitki örtüsü ve arkeolojik değerleri.

Çihaçov bu ilk seyahatinde Kütahya’dan Afyon’a doğru yolculuğunda doğal olarak Eğret’ten geçer. Yolculuğun o kısmıyla ilgileniyoruz. Kafilesine hizmet eden 12 at vardır. İki yerleşim yeri arasındaki mesafe, kayda değer yer şekilleri, bitki örtüsü, sıcaklık değerleri, değiştiyse rakım Çihaçov’un kaydettiği bilgileri oluşturuyor.

1847 yılı, 7 Kasım; Güney-Güneydoğu  istikameti.

Altıntaş’tan 45 dk mesafede Çakırsaz Köyü, irtifa 928 metre.

1 saat mesafede Tatar Mahmut Köyü.

1 saat mesafede Osman Köyü, irtifa 938 metre. (Osman Köyü yakınlarında ihtiyar bir molla tarafından açılan ateşle atı bacağından yaralanır. Olay ekibi korkutur, çoğu geri dönmek ister. Onları saldırıdan kurtaran, İstanbul istikametine gitmekte olan Ermeni tüccar kafilesi olmuştur.)

8 Kasım 1847; 1,5 saatlik mesafede Eğret Köyü, çevrede çıplak alanlar (Belirtilmemiş ama büyük ihtimal 7-8 Kasım gecesi Eğret’te konakladılar. Sıcaklık -12 derece.)

Yarım saatlik mesafede Yukarı Dandırı Köyü.

1,5 saatlik mesafede Afyonkarahisar’a doğru dar bir vadide ve derenin sol yanından 2 saatlik bir iniş ve ardından ovada bir yolculuk. İrtifa 920 metre.

9 Kasım 1847; Afyonkarahisar’a varış ve ardından konaklama. İrtifa 898 metre.

Çihaçov yolculuğuna devam ediyor ve Aralık 1847’de İstanbul’a dönüyor. Bu ilk gezisinden sonra ileriki yıllarda Küçük Asya’yı karış karış dolaşmaya devam ediyor. İklim, coğrafya, topoğrafya, sıcaklık vs. bilimsel verileri toplayarak adeta Anadolu’nun iklimsel haritasını çıkarıyor. Sonra çalışmalarını başka ülkelerde de sürdürüyor. Ben bu bilgileri Taşpınar Dergisinin 22. sayısında yayınlanan Hasan Tahsin Günek’in makalesinden öğrendim. Daha ayrıntılı bilgileri oradan okuyabilirsiniz.


22 Şubat 2021

Hangi Oda?

     SÜLALE ODALARI

    Oda bir evin bölümü anlamıyla kullanılan bir kelime değildir. Evin her bir bölümü “ev” diye adlandırılır. Oda ise köy odası anlamında kullanılır. Köy odası tabiri yoktur Eğret’te. Oda demekle o anlam kastedilir zaten. Bu anlamda oda sayısı çok fazlaydı bir zamanlar. Fonksiyonunu kaybetmesine rağmen bugün bile çok sayılır. Tam sayısını belirlemek güç, ama şu bir fikir verebilir, her sülalenin bir odası vardı.

Bundan elli yıl önceydi, her sülaleyle ait bir oda olduğu. Sağırların, Eşofun, Veyislerin, Aliyelerin, Arzıların, Çatalların, Omarcıkların, Amcaların, Mardakların, Çakırların, Daldalların, Yeşilömerlerin… Bir çırpıda aklıma geliveren odalar. Bunların bir vazifesi de misafirhane olarak kullanılmaktı. Başka köylerden gelenler, yolculukta mola verenlere hizmet verirdi. Gerçi köydeki kervansaray da bu iş için vardı ama, o daha kapsamlı yolculara, belki ticaret kervanlarına hastı. Odalar ise tanıdık yabancılar içindi. Sık sık gelen, onların köyüne gidildiğinde de aynı şekilde karşılık görülen misafirler içindi. Ayrıca sülale erkeklerinin bir araya gelebildiği mekanlardı da. Bu yüzden her sülaleye bir oda diyoruz. Belki daha fazlası.

İSTANBUL KAFİLESİ

50 yıl önceki vaziyet böyleyken, 150 yıl önceki odaların durumu hakkında bir şey söyleyemiyoruz. Tahminlere dayalı olarak söyleyebiliriz ki, 50 yıl önceki durumda olabilmek için çok eski ve köklü bir geçmişe sahip olmalılar. 1862 Yılında Eğret Köyünde başlıklı yazıda, Prusya’nın İstanbul elçiliğinde bir görevlinin izlenimlerinden bahsetmiştim. 8 Eylül öğlen Altıntaş’tan ayrılıp tahminen ikindiye doğru Eğret’e geliyorlar. Ertesi sabah da ayrılıyorlar. O geceyi Eğret’te geçiriyorlar. Tabi ki odada. Adam diyor ki: “Eğret’te dışarıdan gelen misafirlerin konaklayabilmeleri için güzel köy odaları vardır.”  Ve devam ediyor: “O sırada odalarda kalmakta olan Karahisar Müftüsü ve yanındaki diğer din adamlarıyla tanışır.”

MÜFTÜ VE EKİBİ

Adamlar Eğret’e geliyor, geceyi geçirmek için bir yer aradıklarında odanın birisini gösteriyorlar. Bunun sevinci ve şaşkınlığıyla bir de bakıyorlar ki başka misafirler de var. Zaten kendileri kalabalıklar, önceden gelen başka bir misafir grubu daha var. Demek ki bu kadar misafiri ağırlayacak kapasitede oda var. Ayrıyeten bu misafirler sıradan insanlar değil. Anlatımı yapan grubun yani İstanbul kafilesinin içinde batılılar var. Afyon grubu ise din adamları. Müftü ve imamlar. Onların Eğret’te ne işi vardı. Bir yere mi gidiyorlardı, yoksa Eğret’te bir programları mı vardı bilinmez.

Bilinmeyen ve merak ettiğim başka şeyler de var. O gece iki ekip aynı odada mı konakladı? Veya hangi odalarda konakladılar? 150 yıl sonra Anıtkaya’da görülen odalar o zaman da var mıydı? Hangi odalardı onlar? O gece neler yenildi içildi, neler konuşuldu? Köy hakkındaki bilgileri o sohbette mi edindiler? Muhtar kimdi mesela, insanların psikolojisi nasıldı? Dedemin dedesi o yıllarda delikanlı olmalı. Köydeki misafirlerden haberdar mıydı? Ağırlayanlar içinde O da var mıydı? Yoksa onların odada mı gecelediler?

8 Eylül 1862’de Eğret’te kalabalık misafirleri odalarda konuk edenler, 170 yıl sonra kendilerinden bahsedileceğini hayal edebilirler miydi?



21 Şubat 2021

Eğret Pazarı

       Anıtkaya’da Cumartesi günleri kurulan haftalık pazar çok eskiden beri sadece bura halkının değil çevre köylülerin ihtiyaçlarını karşılamada bir merkez olmuş. Hem dışarıdan gelen pazarcı esnafı bu pazarı canlı tutmuş hem de yerli halk ve çevre halkı ürün ve malının pazarlanmasını sağlamış. 50-60 yıl öncesi kadar geniş hacimli olmasa da bugün varlığını hala devem ettiriyor.

Ağırlıklı olarak sebze meyve pazarı kurulur ve Anıtkaya’da pazardan halkın anladığı bu pazardır. Haftalık “bişcek-daşcek” ve “yicek-işcek” buradan sağlanır. Ancak pazarın kapsamı bununla sınırlı olmayıp manifatura, kavafiye, zahire, bakkaliye gibi değişik sektörlerde de sergiler açılır. Mesela öteden beri sezonunda mutlaka bir balık pazarı kurulur. Yine “malbazarı” denilen bir canlı hayvan pazarı olur. Hatta eskiden malbazarı normal pazardan daha namlıydı.

KÖFTECİLER

Pazar denildiğinde genç ve çocukların aklına gelen bir başka önemli husus da köftecilerdir. O kadar kalabalığın açlığını gidermek için bu esnaf yerini almasa olmazdı. Hepsi de Afyonlu on civarında köftecinin yetmişli yıllarda Anıtkaya pazarında ocak yaktığını hatırlıyorum. Özellikle çocuk ve geçler için Pazar demek köfte yemekle aynı anlamı taşırdı. Gaz tenekelerinin muhafazasında pompalanan gamantolarda pişirilen köfte, sucuk, kavurmalar sacın uçlarında müşterisini beklerken köfteci ya sağa sola laf yetiştirir ya da bağırarak müşteri çağırırdı. Ücretine göre yarım, çeyrek veya dilim ekmeğe konulan köftenin miktarı önemli değildi. Bizatihi köfte yemek önemliydi. Ağız değiştirmek adına, sade “şeher ekmeği” bile yenmiş olsa yeterdi. Bir de köftenin yağına bandırılmış olması da mühimdi. Ekmek yağa bandırıldığında bir başka lezzet kazanıyordu. “Al şu beş guruşu da yağına bandır” neredeyse deyim haline gelmişti.

Önce gamantolar yerini piknik tüpüne bıraktı. Daha kullanışlılardı, sürekli pompalamak gerekmiyordu. Durumlar iyileşti, köftecilerin de bindiği iki mavi “bazar arabası”ndan indi köfteciler, “Hacı Murat”larla pazara gelip gitmeye başladılar. Yıllar geçtikçe, köftecilerin ve köfte ekmeğin çekiciliği kalmadı. İnsanlar evde köfte yapmaya, ve şeher ekmeği köyde, belediye fırınında yapılmaya başlandı. Artık köfteci yok pazarda. Köfte ekmek yemek için cumartesiyi iple çeken çocuklar da kalmadı. Onlardan birisi olan bu yazıyı yazanın kulağında kalan ise, radyoda dinlediği bir röportajda Eğret ve Eğret Pazarı ile ilgili duyduklarını paylaşan neşeli köfteci Ahmet Ağa'nın sesidir.

ALLAH BAZARI

Eğret Pazarı çevrede ünlüdür ama bunu sağlayan faktörlerde biri de yine çevre köylülerdir. Onlar da hem alım satıma katılma hem de ihtiyaçlarını karşılama maksadıyla pazara gelirlerdi. Bu münasebetle kurulan dostluklar tazelenir, sohbetler çay-kahveyle tatlanırdı. Pazara yakın üç kahve, iki kasap, iki berber, beş terzi, on bakkal, iki yağcı, dört demirci esnafı pazarla birlikte onları Anıtkaya’ya çeken başka etkenlerdi.

Pazarda ayrıca çok çeşitli satıcılar renk renk sergiler açardı. Bit ilaçları, urganlar, koyun çanları, sucukçu, kocakarı ilaççısı, kumarbaz, limonatacı, kasnakçı, sepetçi, annat-dırmıkçı, gaderci, destancı, köfteci, yemenici, çerçici…  Çadırda hayvanat bahçesi, sihirbaz gösterisi gibi panayır kurulduğunu hatırlıyorum.

EĞRET PAZARI TARİHİ

Anıtkaya’da kurulan pazardan dolayı Cumartesinin adı değişmiş, o güne “bazar günü” denmeye başlanmıştı. Karışmasın diye Pazar gününe ise “Allah bazarı” derlerdi. Nasıl oldu da bugünkü normal bir hafta pazarı görünümüne büründü bilmiyorum, ama buna verilecek en mantıklı ve açıklayıcı cevap “çağın gereği” olurdu herhalde.

Eğret Bazarı’nın ne zamandan beri kurulduğuna dair bir kayıt göremedim ama yüzyıldan fazla olduğu aşikar. İşgal yıllarında ara verilmiş olmalı normal olarak. 19. yy Afyonkarahisar’ını inceleyen bir araştırmada, Afyon Merkezde kurulan semt pazarlarının bu yüzyılda kırsala doğru genişletildiğini okumuştum. Cümle tam olarak şöyle: “Hafta pazarları 19.yy’da daha da artmış, şehir merkezi dışında, büyük kasaba ve köylerde de kurulmaya başlanmıştır.” Bir yere Pazar kurulmasının şartı olarak da şu durum belirtiliyor: “Pazar yerinin tayininde ise, en başta Cuma namazının kılınabileceği bir mescidin bulunmuş olması aranmıştır.”  Bu şartı okuyunca ister istemez akıllara, Anıtkaya Pazaryerinin bir ucunda Eğret’in en eski camisi, Cuma Camii’nin bulunduğu geliyor. Eğer 19.yy’da Afyon’un büyük köy ve kasabalarına hafta pazarı kurulmaya başlanmışsa bunlardan biri de mutlaka Eğret Pazarıdır.

Nahiye Merkezinin Eğret’ten İhsaniye’ye taşınması, yani Eğret’in köy yapılması kararına gerekçe gösterilen resmi rapora göre; “… her hafta cumartesi günü kurulmakta olan pazardan ancak yakın birkaç köyün istifade edebildiği…” belirtilmiş. Gerekçenin tartışılmasını bir başka yazıya bırakarak belge tarihinin 1941 olduğunu düşünürsek, o yıllarda Eğret Pazarının yerleşik bir Pazar olduğu ve kuruluşunun çok uzun yıllara dayandığını anlayabiliriz.

"Önemli olan dün değil bugündür, sen bugünkü hale bak," diyecekler varsa haklı olabilirler. Ben yine de Eğret Pazarının hafızamda hala canlılığını yitirmemiş görüntüsünü kaydetmek istedim.


Kavla Düdüğüm Kavla

       Çocuk, her yerde çocuk ve insan, bir bakıma, her zaman çocuk. Anıtkaya’da bir dönem oynanan oyunları yazmayı düşündüğüm bu bölümde, bu yüzden büyüklerin oynadığı oyunlarla karşılaşmaya hazır olun.

Bir çocuğun dünyasında oyun oynamak için bir arkadaşa ihtiyaç yoktur. Olsa iyi olurdu ama yalnız kaldığı zamanlarda tek başına da oyunlar oynanabilir. Kendince bir tiyatro gösterisi yapma veya oyuncak imal etme böyle bir oyundur. Şimdi anlatacağım da böyle bir oyundur, düdük yapmak. Taze soğan yaprağını veya bir ağaç yaprağını ses çıkaracak şekilde üflemek düdük yapmak olduğu gibi, kuru kamış üzerine delik açarak öttürmek de bir çeşit düdük yapımıdır. Bahsini edeceğim düdük bunların dışında, söğüt dalından düdük.

Kavak dalından da hatta meşe dalından da yapılabilir bu düdük, ama en fazla söğütten yapıldığı için ben öyle diyorum. Asıl olan bunun yapıldığı zamandır. Dal kabuğunun kolayca ve tek parça çıkabilmesi için dala su yürümüş olması gerekir. Bu da Mart sonuna gelmeyi gerektirir. Tabi yaprakların açmamış olması da gerekir ki, ideal düdük yapım mevsimi Nisan günleri diye düşünebiliriz.

Maliyeti düşük bir iştir düdük yapımı. Gerekli malzemeler: Keskin bir çakı, su yürümüş bir söğüt dalı ve bir parça el becerisi. Ekmek bıçağıyla da yapılabilir ama; kendine ait bir çakıyla dal kesmenin fiyakası da başkadır.

10-15 santim uzunluğunda ve bir çocuk parmağı kalınlığında söğüt dalı alınır. Uçları düzeltildikten sonra bir ucu tıpkı flüt ağızlığı gibi kertilir. Bu kertik düdüğün alt kısmı olacak şekilde tasarlanır. Üst tarafa yine tıpkı flütün hava üflenen ilk deliği gibi bir küçük çentik açılır. Artık kavlatma vakti gelmiştir. Bu, düdük yapımının en eğlenceli ve riskli anıdır. Risk, yeteri kadar kavlatılmazsa kabuk özden ayrılmayıp parçalanır ve düdük yapmaya baştan başlamak gerekir. Eğlencesine gelince…

Kavlatma dediğimiz, masajla kabuğu ayırma işlemidir. Bundan önce işlemekte olduğumuz çubuğun tam ortasından bilezik gibi bir çizik atılır. Keskin bıçakla tek seferde atılmalıdır çizik, ikinci sefere kalırsa birden fazla çizgi oluşabilir. Çizgi uçlarının birbirine değmesine ve kabuğun tam kesilmiş olmasına dikkat edilir. Aksi durumda söğüt dalı heba edilmiş olur.

Her şey hazırlanınca kavlatmaya geçilir. Bıçağın ağzından baş ve işaret parmaklarıyla nazikçe tutularak, sapı ile söğüt dalı dövülür. Dalın çizilerek kesilen kısmına kadar eşit ve yumuşak vuruşlarla dövme işlemine devam edilir. Bu sırada düdük ayinine has şarkı ihmal edilmez. Melodisini aktaramam ama sözleri şöyleydi bu şarkının:

Gavla düdüğüm gavleeeve

Gavlaklâdan yaz geeelsiñ

Falancaya bi dene gız geeelsiñ

Burada “Falanca” yerine istediğiniz erkek ismini koyabilirsiniz. Kavlatma işleminin gerçekleştiği düşünülürse hafif bir büküşle kabuk çizilen yerden bir bütün olarak çıkarılır. Bundan sonra yapılacak işlemler çıplak kalan söğüdün beyaz özünde olacaktır. Üstte küçük çentik açılan deliğin yeri genişletilip derinleştirilir. O genişlikten uca kadar düz bir şekilde oluk açılır. Önceden söylediğim gibi, bir flütün uç kısmındaki sistem söğüt düdüğüne uygulanmış olur. Doğal yollarda yağlama yani tükrükleme yapıldıktan sonra kabuk tekrar yerine takılarak düdük tamamlanmış olur. Kabuk kuruyana kadar, 15-20 gün keyifle öttürülebilir.

Burada yine kavak veya söğüt dalından yapılan bir başka düdükten de bahsetmeliyim. Bunun diğerinden farkı, kabuğun bütün olarak çıkarılıp boru gibi öttürülmesidir. Flüt gibi düşünülmediği için kabuk haricinde işlem yapılmaz ve sadece kabuk kullanılır. Yalnız kavlatma yine önceki düdükteki gibi mutlaka yapılmalıdır. Bu esnada şarkı da mırıldanılır. Kabuk çıkarıldıktan sonra ilginç bir işlem yapılır ki bu, düdüğün sünnet merasimidir. Kabuğu çıkarılan dalın ucu yarılıp kıskaç olarak kullanılır. Kıskaca alınan kabuğun ucu ezilerek zurna ağızlığına benzetilir ve fazlalığı kesilir. Düdük öttürülmeye hazırdır.

Kırılınca, çalınınca, kaybedilince, kuruyunca ardından ağıt yakılacak oyuncaklardan değildir bu düdükler. En fazla bir tane daha kavlatırsın. Ama çocukken… Sonrası yok.

NOT: Nisanda düdük yapıp resmini buraya koyacağım.



19 Şubat 2021

Kademler ve Muslular

       Veyisler yazısında; Anıtkaya’da bu ismin köklü bir sülale adı olduğunu, diğer sülale isimlerinin aksine bu ismin şu anda hiç kullanılmadığını, oysa Tahrir Defterlerinde bu isme rastlandığını belirtmiş ve bunun garip bir durum olduğunu söylemiştim.

Sonra aklıma geldi ki aynı durumda olan başka sülaleler de var. Bunlardan ikisi Kademler ile Muslular. ”Kadem” ve “Kademli” olarak kayıtlarda rastlanan bir isim var. Tıpkı “Veis” gibi. Sonra bu adı alacak bir sülale oluşmuş. Şu an için bunları temsil edecek birilerini köyden gösteremem ama; Afyon, Kütahya ve İzmir’de oturanları tanıyorum. Bunlara ait yurt, şimdi parçalanıp satılmış, el değiştirmiş de olsa orada öylece duruyor. Sonra “Gademguyu” veya “Gademguyusu” diyebileceğimiz, şimdi köy içinde kalmış bir mevki ve bir kuyu var. Yine de Kadem isimli birini hiç tanımadım, duymadım.

Muslular da Anıtkaya’da adı duyulan bir sülale. Ben önceleri bu ismi “Musullular”ın kısaltılmışı olarak düşünürdüm. Musul şehrinden gelen biri Eğret’e yerleşti, ona kısaca “Musullu” deniyordu. Çocuklarına da “Musullular” diye diye zamanla bu isim “Muslular”a dönüştü. Açıklamasını da böyle yapardım. Kocatepe Üniversitesi Hocalarından Mustafa Karazeybek’in 17. yy Afyonkarahisar’ını anlatan eserinde bir bilgiyle karşılaşmama kadar… O ilginç bilgileri alıntılıyorum:

“… Zaviye Mahallesi sakinlerinden Hasan kızı Raziye’nin kocası Oruç oğlu Ahmet, altı sene önce kürekçi olarak denize giderek esir düşmüştür. Eğret Köyü’nden Mehmet oğlu Muslu Beşe, Malta’da Ahmet’e rastladığında, Ahmet’in eşini boşayarak dilediği ile evlenmesine izin verdiğini belirtmiş ve mahkeme bunun üzerine Raziye’nin evlenmesine müsaade etmiştir.” Bu ifadelerin dipnotunda, bilginin 24 Eylül 1672 tarihli Şeriyye Sicillerinden (Mahkeme Kayıtları) alındığı belirtilmiş.

Burada bizim asıl ilgilendiğimiz “Eğret Köyü’nden Mehmet oğlu Muslu Beşe” ifadesi. 1672 yılında Muslu adında biri varmış. Belki başkaları da vardı. Sonra Eğret Köyünde “Muslular” diye bir sülale var.

Döndük yine başa. Veyisler var, Veyis yok; Kademler var, Kadem yok ve Muslular var ama Muslu yok. Çocuklara isim vermede çağın şartları çok fazla belirleyici oluyor, bu kesin.


18 Şubat 2021

Anıtkaya Nüfus Problemi

     Adrese Dayalı Nüfus sistemi verilerine göre Anıtkaya’nın nüfusu bin yediyüzlerdeymiş. 2014’te kaybedilen belediye, eğer nüfus tekrar 2000’i bulursa iade edilecekmiş. Bu yüzden adrese dayalı sistemde kaydı Anıtkaya dışında olanlar köye kaydoluyorlar ki sayı artsın.

Şu durum acı verici. Bir dönem ilçeliği tartışılan Eğret’in tekrar bir belediyeye sahip olma gayretiyle uğraşmasından söz ediyorum. 2014 yılında belediye düşerken birisi şöyle demişti: “Bundan sonra tekrar belediye olmak zor, tek kurtuluş ilçe olmak gibi görünüyor.” Gerçekten şu şartlarda ilçe olmak, belde olmaktan daha kolay. En azından ilçe olmanın nüfus gibi bir zorunluluğu yok.

Belediye kaybedilirken bunun sorumlusu olarak zamanın Başkanı Remzi Kayır işaret edildi. Bugün de çoğu insan aynı kanıda. Bence bu düşünce doğru değil. Eğer kıstas nüfus alt sınırı idiyse Remzi Çavuş bu süreci durduramazdı. Zorla kimseyi Anıtkaya’da ikamete zorlayamazsın. Başka hususlardaki durumu tartışılsa da onun bu konudaki tek kusuru iktidar partisinden olmamaktı. Nasıl o partinin Ordu Belediyesi bir haftada Büyükşehir ünvanı kazanmışsa, Anıtkaya Belediyesi için söz konusu olan tehlike bir çırpıda bertaraf edilirdi. Eğer o partinin mensubu olsaydı. Aksi durumda Anıtkaya Belediyesini kurtarmanın imkanı yoktu, nitekim öyle oldu. Bu yüzden Remzi Kayır’ı en azından bu konuda suçlamanın doğru olmadığını düşündüm hep.

Biraz da Anıtkaya’nın kaderi gibi bu. Yarım asır arayla yaşanan Nahiyelik ve Belediyeliklerin kaybediliş süreci çok benzer. Remzi Kayır, olacakları görürcesine 2012 yılında verdiği bir mülakatta süreci şöyle anlatıyor: "1948 yılına kadar Eğret Nahiyesi olan Anıtkaya, o yıllarda Nahiye Müdürü ile ters düşer. Yaşanan bir tartışmadan sonra Nahiye Müdürü ”Sizi İhsaniye’ye bağlar, köy yaparım. O zaman görürsünüz ‘El mi yaman, Bey mi yaman’ kendinize gelin” der. Eğretliler de “Yap da görelim!” der. Adam gider ve bir süre sonra Eğret nahiye iken İhsaniye’ye bağlı köy olur. Eğretlilerin inadı pahalıya patlar ama olan olmuştur. Ne yaptılarsa geri dönüş olmaz.” Başkan, Eğret’e belediye kurulması ile Nahiye merkezinin İhsaniye’ye taşınması sürecini karıştırmış. Bunun dışında anlattıklarında bir yanlışlık yok. 1942’de Nahiye Merkezi İhsaniye’ye taşınıp Eğret sadece köy oluyor ama Afyon’a bağlı. 1958’de belediye kuruluyor yine Afyon’a bağlı. 1959’da İhsaniye ilçe olunca Anıtkaya Kasabası İhsaniye’ye bağlanıyor ve bu durum 1964’e kadar böyle. 1964’te tekrar Afyon’a bağlanmış. 1940’lı yıllarda Nahiye Müdürü demek, o bölgedeki hükumet demektir. Hükumet ile ters düşersen Türkiye gibi demokrasiyi özümsememiş ülkelerde sonuç böyle olur.

Eğer problemin temelinde nüfus hususu varsayılırsa durum yine iç açıcı değil. Eskiden beri Eğret/Anıtkaya nüfusu hep düşme eğiliminde olmuş. Elimizde bulunan verilere göre bu nüfus hareketlerini inceleyecek olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

1. 1530 ve 1572 yıllarına ait veriler Tahrir defterlerine aittir. Rakamları vergi mükellefi veya hane sayısı olarak düşünmek gerekir, nüfus sayısı değildir.

2. 1862 yılına ait veri bilimsel değil, bir yabancı seyyah gözlemine dayanmaktadır.

3. 1898 tarihli veri kişi sayısıdır.

4. 1907 tarihli veri resmi olup hane sayısını göstermektedir.

5. İlk muntazam nüfus sayımı 1927 yılında yapılmış olup sayım raporlarında en küçük birim olarak kazalar baz alındığından Eğret’e ait sonuç bulunamamıştır.

6. 1940’tan önceki sayımlarda kadın-erkek istatistiği tutulmamıştır.

7. 1958 tarihli veri, Belediye Kurulmasına dair İdare onayından alınmıştır.

8. 1965 ve sonrası veriler TUİK’ten alınmıştır.

    Sonuç olarak bu tablodan ne anlamak ve ne gibi dersler çıkarmak gerekir bilmiyorum. Böyle bir Anıtkaya Nüfusu problemimiz var malesef.



1862 Yılında Eğret Köyünde

İstanbul’da Prusya Elçiliğinde tercümanlık yapan E.Sperling 1862 yılının sonbaharında Konya’ya bir seyahata çıkar. Daha doğrusu bir gezi ekibine katılır. Amacı gezmek ve bilimsel, sanatsal merakla tarihi ve sanat değeri olan eserleri görüp kaydetmektir.

Bu doğrultuda gezideki notlarını 1864 yılında Berlin’de kitaplaştırır. Kocatepe Gazetesi bu kitabın Afyonkarahisar ile ilgili kısmını 28 Ocak 2021 tarihinde haberleştirdi. Ben de oradan Eğret ile ilgili kısmı buraya aktarıyorum. Çok değerli bilgiler var. Bu bilgilerin değerlendirmesini daha sonraya bırakalım.

“… Prusya Elçiliği Tercümanı Von E. Sperling’in içinde bulunduğu kafile saat 12.30’da Altıntaş’tan ayrılır. Bir köprüden geçerler. İki saat sonra etraflarındaki arazi çıplaklaşır. Engebeli bir araziye sahip Eğret’e ulaşırlar. Eğret’te dışarıdan gelen misafirlerin konaklayabilmeleri için güzel köy odaları vardır. O sırada odalarda kalmakta olan Karahisar Müftüsü ve yanındaki diğer din adamlarıyla tanışır.

Sperling’in anlattığına göre, Eğret uzaktan görülebilen bir tepenin üzerinde kurulan 60 kadar evden oluşan bir yerleşim yeridir. Ancak redif askeri sistemi uygulaması nedeniyle sürekli olarak insanların göreve çağrılmalarından dolayı birçok evin kapalı olduğunu, ailelerin buralardan göç ederek dağıldığı tespitini yapar.

8 Eylül Pazartesi günü sabah saat 6.30’da Eğret’ten ayrılırlar. Köyün sonunda hala deve kervanları tarafından kullanılmakta olan ve Selçuklular döneminden kalma geniş ve güzel bir kapısı olan ve sağlam taşlardan yapılmış bir han görür. Saat 9.30’da Karahisar Ovasına indiğinde üzerinde bulunduğu yol dünkü yolculuğunda olduğu gibi çorak ve engebeli araziler üzerinden geçmektedir. Hala iki saat uzaklıktaki şehrin, arka planda muhteşem görünümlü dağların bulunduğu harika bir manzaraya sahip olduğunu anlatır. Yolun sağ tarafında kubbeleriyle Ömer-Gecek kaplıcalarını görür. Öğlen saat 1.30’da Karahisar’a gelirler…”


17 Şubat 2021

Anadoluda Eğret Köyleri

 “Eğret” sözcüğünün bir Türkboyunun adı olmadığı, insanların böyle düşünmesine sebebin aynı bölge yerleşim yerlerinden “Döğer” ile Eğret’in karıştırılması olduğunu anlatmıştım. Birbirine yakın iki yerleşim yeri, benzer bir tarihi esere (kervansaraya) sahipler, yakın tarihte benzer olaylar yaşanmışken bir de bunun üzerine isminizdeki sesler benziyorsa, insanlar birbirine karıştırabilir iki köyü. Döğer’in 24 Oğuz Boyundan biri olduğu doğrudur, ama Eğret’in öyle bir anlam macerası yoktur.

Bu konuyu yazarken aklıma gelmişti, öyle olsaydı, eğer Eğret bir Oğuz Boyu olsaydı bu isim başka yerlerde de kullanılırdı; sadece Anadolu’da değil, Türklerin yaşadığı her bölgede bu isime mutlaka rastlamamız gerekirdi, diye düşünmüştüm. Derken, başka Eğret var mıymış diye açık kaynaklardan bir araştırma yaptım. Açık kaynak dediğim, internet oluyor tabi ki. Google’dan birkaç sorgulama sonunda ilginç veriler aldım. Eğret olarak yalnız değiliz.

1.Kuzeyden başlayalım. Marmara Bölgesinde İzmit’e bağlı Servetiye Camii Köyü var. Osmanlı zamanında genellikle göçmenlerin yerleştirildiği bir bölge. Önce bir cami yapılıyor ve köy bu cami etrafında şekilleniyor, sonunda caminin adı aynı zamanda köyün adı oluyor. Sonra genişliyor, başka mahalle ve köylerle birleşiyor filan. 1930 yılında “Alartı” adında bir köy ile birleşiyor ve bir mahallesine “Alartı” adı veriliyor. Bu kelimenin anlamı ve nereden geldiğine dair bir kayıt yok. Tahminler var; arazi meyilli olduğu için olsa olsa “Eğrelti”den gelir, bu kelime sonra halk arasında “Alartı”ya dönüşmüş olmalı filan... Tabi bir de gerçekler var, halk arasında bu mahalleye “Eğretiköy” deniliyor. “Eğrelti”den gelip “Alartı” oluyorsa ve bunu halk yapıyorsa, o halk niye “Alartı”dan dönüp bu sefer “Eğreti” diyor. Bence Alartı Mahallesinin “Eğrelti” ile hiç bir bağı yok. Halk zaten doğal olarak bağı kurmuş ve “Eğretiköy” demiş. O halde aranacak bağ “Eğreti” kelimesindedir.

2.Şimdiki durağımız Konya. Merkez İlçe Meram Belediyesine bağlı Sefaköy. Eski adı Eğret, 1989’da Sefaköy olarak değiştirilerek kasaba yapılıyor. 2014’te ise Meram Belediyesine bağlanıyor, Konya’ya 43 km mesafede. Bu köyün tanıdık bir hikayesi var: “Bu adın konuş gerekçesi olarak yöre halkının anlatageldiği hadise şöyledir: Eğret köyü başlangıçta Loras dağına yakın bir yerde kurulmuştur. İlk yerleşim yerini dağ seli basıp zarar verdiği için şu anki çay boyu yerine eğreti (geçici) olarak gelinmiş fakat burada sürekli kalınmıştır. Bu safhada geçici olarak yerleşilen yere halk arasında iğret veya çamurlu iğret denmeye başlanmış ve köyün ismi Eğret olarak kalmıştır.” 

Bu köyün Aladdin Keykubat’ın kayınpederi “Girvad”ın adını taşıdığına dair araştırmalar da var; konumuzun dışında olduğu için girmedim.

3.Anıtkaya dışında Eğret ismiyle bağlantılı bir başka köy Erzurum’da. Aziziye ilçesine bağlı Eğerti köyü. “Eğerti” kelimesinin ne anlama geldiği ve köye bu ismin neden verildiği bilinmiyormuş. 1930 öncesi ismi ise “Hinzirik.” Bu isim Ermenice ile bağlantılı olabilir. Köyde eski bir Ermeni kilisesinin kalıntıları varmış. Ayrıca 18 Mart 1918 Rus işgalinden kurtarılmadan önce, Rusların yaptığı nüfus sayımında Ermenilerle Türklerin birlikte yaşadığı belirtilmiş. Bu sayım bilgilerinde köyün ismi “Eğerti” değil, “Eğreti” olarak yazılmış. Zaten burada kendisinden behsettirmesinin sebebi de bu kayıt.  Yazım yanlışı ihtimali de uzak değil, zira Yer Adları Sözlüğü yazarı Nişanyan “Eğerti” diyor.

4.Erzurum’dan tekrar bir dönüşle Batıya yöneliyoruz, Bilecik’teyiz. Söğüt ilçesine bağlı Kayabalı köyü. Küçük bir köy, güncel nüfusu 24. Evet, sadece 24. İnternet haritalarında zor görülüyor. Daha çok satılık tarla ve arsa ilanlarıyla anılıyor Kayabalı. Anlayacağınız köy tükenmek üzere. Köyün eski adı Eğret. Bizim Eğret değiştirilip nasıl Anıtkaya yapıldıysa, bir başka Eğret de Kayabalı olmuş. Bu sefer yenilenen isimdeki “kaya” ortaklığı dikkatlerden kaçmamalı. Anıtkaya’nın “kaya”sına pek anlam veremezdim, Kayabalı’nınki anlamlı. Kaya Balı 16. yy tahrir defterlerinde sık rastlanan bir isim. Onlar için belki güzel bir şey olmuş bu isim değişikliği.

5.Son olarak Manisa'dayız... Gördes'e bağlı Korubaşı köyünün eski adı 'Eğrit' imiş. Bu bilgiyi bize veren Mehmet Oytun Bey, eğimli bir araziye kurulu olduğundan bu isim verilmiş olduğuna yoruyor. Değiştirilen yeni adının sebebi de, köyün ucundan devlet tarafından ağaçlandırma yapılarak büyük bir orman oluşturulmasıymış. Ayrıca Mehmet Bey'in bir yorumu bu konuya yeni bir ufuk kazandırıyor: "Atalarımızın göçebe olduğunu düşünürsek, aslında her yerleşim geçici (eğreti)dir."...

        Kısa bir araştırma neticesinde elde ettiğim bilgiler böyle. Eğret yalnız değilmiş, bak dört adaşı varmış meğer. Tabi bu Eğret'in bir Oğuz Boyu olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.