18 Haziran 2021

Gırañlar

     Bu konudan Anıtkaya'nın Bitki Örtüsü yazısında kısaca söz etmiştim. Gırañ esasında birleşik kelime. Kır +  sözcüklerinden oluşuyor. Bu iki küçük sözcüğün anlamlarından da birşeyler taşıyor yeni anlam; ekilip biçilmeye uygun olmayan verimsiz arazi demek. Orta Anadolu'da buna bozkır deniliyor. Yeşillikten eser bulunmayan kır anlamında düşünürseniz bu sözcüğün de hemen hemen gırañla aynı olduğunu anlarsınız. Şu fark var ki bozkır düz alanlardır, gırañ ise genellikle engebeli arazinin tepelerine Anıtkaya'da verilen isimdir. 

    Eğret'in geniş ve engebeli arazisinin hemen her mevkisinde gırañlara rastlanır. Her tepenin ucu gırañdır, dense yeridir. Gocagır, Çatalüyük, Fasılüyüğü, Dandırgırı, Kepez, Bağlar, Çayırözü, İnneñüsdü, Ağıllañaltı, Gaklık, Tekgeyeri, Olcakgırı, Azatardı, Çerkezgırı, Macurgırı, Üyükyolu, Kötayolu, Atmezeri... İçinde gırañ bulunduran bazı mevkiler bunlar. Daha aklıma gelmeyenler de vardır mutlaka. Dikkat edilirse çoğunun içinde "kır" kelimesi zaten var. Kır dedim de aklıma geldi, bir de Alagır var ki tamamen gırañdır. Anıtkaya'da bozkıra benzeyen yegane gırañ da Alagır'dır aslında. Çünkü düz gırañ yalnız burasıdır. Günümüzde bir kısmı parsellenip arsa haline getirilerek yerleşime açılmış olsa da hatırı sayılır bir gırañ alan hala varlığını koruyabilmiştir.

    Morfolojik olarak düşündüğümüzde Anıtkaya gırañlarının hem kır hem de anlamı vardır. Köyün arazisinin tamamı verimsiz kıraç olduğu için kır sözcüğünün açıklanmaya ihtiyacı yok. Añ ise kısaca tarla sınırı sınırı demek. Buralar ekilip biçilmediği, mülkiyeti de birine ait olmadığı için gırañ kelimesi bu özellikleri de üzerinde toplamıştır. Zira gırañlar da ekilip biçilmez, ziraat amaçlı kullanılmaz; köylünün ortak malıdır. En fazla mera olarak kullanılabilir, hayvan otlatılır.

    Bozkır sözcüğünde ise baskın olarak bir renk ifadesi var. Bu da bozkırdaki bitki örtüsü özellikleriyle ilgilidir. Böyle topraklarda yetişen bitkilerin rengi, iklim gereği soluk renklidir. Bu renk en iyi "boz" kelimesi ile anlatılmış ve Türkçeye bozkır kelimesi yerleşmiş. Anıtkaya'daki gırañların tamamında bu bitki örtüsü ve bu boz renk çok açık bir şekilde gözlemlenebilir. Bir defa şunu söylemeliyiz ki gırañ otları, çiçekleri, dikenleri hep çok yıllıktır. Çoğunun kökleri odunsudur ve derinlerdedir. Bu kurak, kıraç, kayalık yerlerin bitkileri hep soluk renklidir, yapraklarının üzerine kül serpilmiş gibi, hep tozluymuş gibi görürsün. Çiçekler solgun, sarının en açık tonlarındadır. Anıtkaya'daki gırañlara başka yerlerde bozkır denmesi normal yani.

    Traktörle birlikte ileşberlik bitip çiftçilik başlayınca, motur gücünden yararlanan insanlar yeni araziler peşine düşmüş, her çift sürüşte birkaç cizi tırtıklayarak gırañları bitirmeye çalışmış -ne kadar güzel ki- bunu başaramamıştır. Sırf bu durumu anlatmak için "gırañ sürmek" diye olumsuz anlamlı bir deyim halk arasında yerleşmiştir. Halbuki bu topraklar verimsizdir, birkaç metrelik genişletmelerle ne kazanabilirsin ki! Bir de "gözünü toprak doyursun" derler, böylelerinin gözünü toprak bile doyurmuyor.

    

16 Haziran 2021

Eşkıya Eğret'e İnmiş

    Bilinen bir şiirdir "Hikaye", Cahit Külebi'nin meşhur şiirinin bir kıtası şöyle:
    Benim doğduğum köylerde
    Akşamları eşkıyalar basardı.
    Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
    Konuş biraz!
Şairin doğduğu köyü bilmiyoruz; ama eskiden köylerin böyle bir problemi varmış. Sık sık eşkıyalar basar, halkın elinde ne var ne yok alır giderlermiş. Eşkıya demek hırsızlık ve gasp örgütü demek. Daha çok otoritenin uzağında, kırsalda etkili olurlarmış.

    O günün Eğret'i konum itibariyle ciddi bir ticaret yolunun üzerinde bulunuyor. Konya-İstanbul bağlantısının önemli noktalarından biri. Bu yol aynı zamanda Bursa bağlantısını da sağlıyor. Eğret Hanı'nın bu önemi sağlamadaki yeri de ayrı tabi. Eşkıyaların ticaret ve yolcu kervanlarına saldırması için bu köy civarı önemli olmalı. Tabi saldırılar yollar ve kervanlarla sınırlı değildir, mutlaka köye de yönelmişlerdir. Zaman zaman halka yaptıkları zulümler, yaptıkları soygunların çapı, çetenin genişliği gibi nedenlerle nam salmış eşkıyalar da olmuştur. 

    XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Afyonkarahisar Şehri adlı Mehmet Karazeybek'in çalışmasını okurken, böyle bir olayın 1600'lü yıllarda Eğret köyünde yaşandığını öğrendim. Yaşanan özetle şu: Katırcıoğlu diye bir Eşkıya türüyor. En şiddetli vaktinde Eğret Köyünden Muharrem oğlu Satılmış, kendince birkaç parça değerli eşyasını toplayıp Afyon'a götürüyor. Hıristiyan Mahallesi halkından Fernik oğlu Serkiz'e emanet ediyor; ancak bunlar Serkiz'in evinden çalınıyor. Satılmış Serkiz'e olan güveninden dolayı ondan şikayetçi olmuyor. Bir süre sonra Serkiz mahkemeye başvurarak emanet eşyaların bir kısmının komşusu Papas'ın evinden kendi evinin bahçesine bırakıldığını beyan ediyor. Dava görülüyor, duruşmada Çavdar, Hanas, Manuk, Bogaz ve Manas isimli kişilerin şahitliğiyle işin aslı anlaşılıyor. Meğer eşyalar Papas'ın eşi Nonahar, Kahya'nın eşi Şaharda, Manas'ın eşi Margirit tarafından Serkiz'in bahçesine bırakılmıştır. Dava sonunda bulunanlar sahibine, Eğretli Satılmış'a teslim edilmiş, diğer eşyalar için de Kirkor, Kahya ve Manas 1800 akçe ödemeyi taahhüt edince Satılmış davadan vazgeçmiştir.

    Üç asırdan fazla bir süre önce Eğretli Satılmış, Katırcıoğlu adlı namlı eşkıyadan kaçırdığı malını neredeyse Afyon'da kaybedeyazmış. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi. Yalnız o yıllarda Afyon'daki Hıristiyan mahallesi, insanların onlara güveni, genel olarak Müslümanlarla ilişkileri bakımından ilginç bir örnek olay gibi görünüyor.

    Buradaki olayda adı geçen Satılmış üzerinde durmak gerekirse; Hacı İbrahim Zaviyesi zaviyedarlarıyla kesişen bir isim olarak karşımıza çıkıyor. 1696'daki görev değişiminde Zaviyedar Abdi'nin ölümü üzerine, Satılmış zaviyedar oluyor. Tam olarak yıl belirtilmese de yukarıdaki olay aynı yüzyılın ikinci yarısına ait olduğu belirtilmiş. Eğer zaviyedar Satılmış ile, malını Afyonlu Hıristiyanlara emanet eden Satılmış aynı kişi ise daha çok söz söylemek gerekecek.

    

13 Haziran 2021

Camiden Kilim Çalanlar

    Neredeyse atasözü haline gelmiş, ben uzun zaman önce köyde birisinden duymuştum "Netdim camiden kilim mi çaldım!" diye kendini savunuyordu. Artık konu ne ise, suçunun olmadığını anlatmaya çalışırken, camiden kilim çalma gibi ciddi bir kabahatin varlığına da işaret ediyordu böylece. Sonra bir gün Goca Cami'den bazı değerli eski kilimlerin çalındığına dair bir söylenti de çıkmıştı. Gerçekten böyle bir olgunun varlığına o yıllarda tanık olmuştum.

    XIX. Yüzyılın Ortalarında Afyonkarahisar Kazasının Sosyo-Ekonomik Yapısı (1840-1850) adlı araştırmada gözüme çarpan bir ayrıntı bu hırsızlık gerçeğinin Eğret'te geçmişte de yaşanıp kayıt altına alındığını gösterdi. 

    29 Ocak 1847 tarihli belgeye göre; Burdurlu birisi Eğret camisinden 9 tane kilim çalıyor. Başka köylerden de aynı şekilde camilerden kilim çaldığı belirleniyor. Aynı suçtan sabıkasının bulunduğu, ceza aldığı belirtilerek çaldığı kilimleri iade etmesini veya parasını ödemesini ayrıca kendisinin cezalandırılması talebiyle İstanbul'a gönderilmesi gerektiği belgeye kaydediliyor.

    Basit cami soygunu vesilesiyle belgede dikkatimi çeken diğer ayrıntılar üzerinde de durmak isterim.

    1. Tanzimat'tan sonra köylere muhtarlık düzenlemesi ihdas edildi ve 1840 yılında ilk köy muhtarları atandı. O vakte kadar Eğret'te Voyvoda, Ağa, Ayan köyün idari yetkilisi olarak bulunuyordu. Bu belgeden anlaşıldığına göre Eğret Köyünün 1847'deki muhtarı İdris Ağa'dır. Köyün ilk muhtarı olduğunu tahmin ettiğim İdris Ağa, çok büyük bir ihtimalle İdirizler'den ve şu anki Eğret Muhtarı Metin İdis'in büyük dedelerinden.

    2. Burdurlu hırsız Eğret ile birlikte Olucak ve Serban köylerinden de kilim çalmış. Eğret'ten 9, Olucak'tan 6 ve Serban'dan 11 olmak üzere toplam 26 kilime muhtarlar ortalama 2.600 kuruş değer biçmişler. Her kilim için 100 kuruş yani. İlginç olan ise diğer köy camilerinden aldıkları yeni iken, Eğret'ten çalınanlar eski ve yeni denmiş. Neyse, hırsız yakalandığında Olucak'tan çaldıkları yanındaymış ama Eğret ve Serban'ınkileri okutmuş. Hem de yok pahasına, 2.000 kuruşluk kilimleri 950 kuruşa vermiş. O para da üzerindeymiş, iyi bari o kadarını kurtarmışlar.

    3. Olucak köyünün adı, bugün Anıtkaya'da söylendiği şekliyle, "Olcak" olarak kaydedilmş. Bana ilginç geldi, acaba muhtarların beyanına göre mi böyle kaydedildi?

    4. Yapılan araştırmada Burdurlu Çolak Ali adlı bu hırsızın derviş kılığında köylere girdiği ve eskiden beri bu hırsızlığı yaptığı, yani sicilinin gayette bozuk olduğu özellikle belirtilmiş. Hatta daha önce aynı suçtan yargılanıp ceza aldığı, tövbekar olunca serbest bırakıldığı da yazıyor; ancak "edepsiz gürühundan" olduğu da özellikle belirtilmiş.

    5. Belgede hırsızlık olayının hangi camiden yapıldığı belirtilmemiş. Olucak ve Serban köyleri için bu durum normaldir, zaten o köylerde tek cami vardır. O dönemde Eğret'te Cuma Camisi ve Goca Cami olmak üzere iki cami vardı, kilimlerin hangisinden çalındığı belirtilmemiş. 

    Halkça kutsal sayılan yerlerden birşeyler aşırmak hep büyük bir suç olarak görülür; ama büyük günah kabul edilen hırsızlıkların önüne de bir türlü geçilmez. Bu her toplumda böyle. Sefiller romanı, kiliseden şamdan çalma olayıyla başlar. Ömer Seyfettin'in Keramet hikayesinde türbenin sandukası yürütülür. Gerçek hayatta Eğret Camisinden kilim çalınmış, çok mu?



12 Haziran 2021

Dah De!

     Baba oğul bir fili terbiye ediyorlardı. Hortumunu kaldırması, çökmesi, durması-yürümesi, geri gitmesi gibi hareketler için belirledikleri komutları veriyorlar, kocaman hayvanı bir koyun kolaylığında idare ediyorlardı. 

    Hindistan veya Pakistan'dan aktarılan belgeselde izlemiştim. Belgesel orijinal dilinde baba oğulun Urduca konuştuğu anlaşılıyordu. Fili yürütmek için söyledikleri "daha!" ünlemi çok tanıdık geldi. İlk heceyi biraz fazlaca açmasalar "deha!" demiş olacaklardı. Bu ses eskiden eşeği, öküzü, atı yürütmek için söylediğimizin ta kendisiydi. Dedem hayvana kızdığında "deha heyy!" diye seslenir, amcam öküzlere bugün bile yazmakta zorlandığım bir vurgu ve tonlamayla "dehala deh!" derdi. Hayvanları yürütme ve sürme ünlemi olarak söylenen bu söz "deha!"dır. Kişiye ve o anki ruh haline göre "dehaha!", "hahaha!", "deeh!" "dehha!" gibi farklı şekillere bürünse de özü  değişmezdi.

    Özellikle koşum hayvanını yürütmek anlamında Eğret'te kullanılan bir fiil "datdemek"tir. Bazen bir işi başlatma anlamına da gelen bu fiilin aslı tahmin edilebileceği gibi "dah demek" oluyor. Arabaya koşulan hayvanları yürütmek için datdeyen kişi arabaya binmez, hayvanların ardında veya yanında yürür. Elinde de kımçı veya örendire bulunur. İşi, elindeki alet yardımıyla hayvanları datdemek ve onların durmamasını sağlamaktır. Örendirenin ucundaki imbal öküzün kalçasına veya omzuna dürtüldüğünde veya kımçı atın yağırnında şakladığında canı yanan hayvan ileriye doğru sıçramak zorunda kalırdı. Bir de buna "deh!" haykırışı eklendiğinde istenen hıza ulaşılırdı.

    Arabaya, pulluğa, düğene koşulu hayvanlarla ilk hareketi sağlama ve aracı yürütme anlamında da bu fiil kullanıldığı olurdu. Araçlar hazır olduğunda hayvan datdenir böylece işe başlanılırdı. Mesela arabaya bindikten sonra datdenerek yürütülürdü. Zamanla taraktör ileşber hayatına yerleştiğinde bile bu sözü söylemekten vazgeçmedi insanlar, onu yürütmek için "datde" diye şoföre seslendiler. Anıtkaya'da bu şekilde hala kullanılıyor. Dahası var. Şehirde, yanımda arabanın ön koltuğunda oturan Dedemle kırmızı ışıkta bekliyorduk. Yeşilin yandığını gören Dedem gayri ihtiyari "datde!" diyerek beni uyarmıştı. Çok hoşuma giden bu uyarıyı, aynı şekilde ve aynı durumda çocuklarıma karşı söylüyorum. Tuhaf ve eğlenceli bir ifadeyle karşılıyorlar.

    Yine Anıtkaya'da hala kullanılmakta olan "datdevemek" (dah deyivermek) fili var. Bu, bir şeyi hesapsız ölçüsüz bir şekilde sürmek, boca etmek gibi anlamlara geliyor. Sözün köken olarak "deha" ile akraba olduğu belli.

    Bir belgeselde duyduğum kelime beni nerelere götürdü. Eski Türkçe bazı kelimelerin kök olarak Sanskritçe (Urduca)ya dayandığı biliniyor. "deha" kelimesinin de hala aynı anlamda kullanılmakta olan Urduca "daha!" ile akraba olduğunu düşünüyorum. Birkaç etimolojik sözlüğe baktım, özellikle Nişanyan'dan çok ümitliydim ama; bu akrabalığa dair bir işaret bulamadım. Ben  yine de öyle olduğunu düşünüyorum.


04 Haziran 2021

Orakcı

    Ot orakları bitmiş, yolmalar başlamış, olanlar fişneliğe gidip onunla uğraşmış, bu arada harman hazırlıklarında eksiği olan onları gidermiş; ama herkes sabırsızlıkla harmanın gelmesini bekler olmuştur. Bu gelişin habercisi ise oraklar, arpa oraklarıdır.

    Eğret'in rakımı ovalılara göre daha yüksek olduğundan ekinlerin olgunlaşması, orakların başlaması ovaya göre 10-15 gün daha geçtir. Bir başka deyişle ovada ekinler Eğret'inkilerden daha erken kurur. Eğret arazisinin genişliği ve bir bakıma İstanbul'un tahıl ambarı olması nedeniyle burada ileşberlik daha ustaca yapılır. Ova köylerinde ise toprak daha çok sebze yetiştirmeye uygun olduğundan köylü buna yönelmiştir. Yine de az da olsa ekilen arpanın biçilmesi onlara zor gelir. Eğretliler orak biçmede ustadırlar. Eskiden Eğret'te "goca ev" denilen ataerkil aile yapısı nedeniyle henüz arpa orakları başlamamışken rutin diğer işleri yürütecek kardeş ve çoluk çocuk da varsa evin genç bir ferdi erken başlayan ova köylerindeki ekinleri biçmek üzere 10-15 günlüğüne oraya gider. Bu orakçıdır. Amaç, kendi orakları başlayana kadar el harçlığı kazanmak.

    Eğret orakçılarının tercihi genellikle güneydeki Afyon ovası köyleri olmuştur. Bunlar Böyük Çorca (Fethibey), Güçcük Çorca (Sadıkbey), İnaz (Demirçevre), Ismeyilköyü, Elpirek (Saraydüzü) köyleridir. 

    Esasında orakcı turpanla orak biçen kimse demektir. Biraz daha kavramlaşması, yevmiyeyle birine orak biçen kimsenin adı olarak daralmasıyladır. Burada kendisinden bahsettiğimiz orakcı ise Eğret köyünden yukarıda adını saydığımız köylere belli süreliğine giden kişidir. Bu orakcı malzemelerini sırtlayıp ovaya varır. Malzeme dediğimiz de turpanı ve içinde örs-kekiş ile gayrak bulunan torbasıdır. Kimin ekini biçilecekse onun odasında yatıp kalkar. Onun işi oraktır. Gün doğarken başlar biçmeye, gün inerken bırakır. Odaya vardığında kösülmüş haldedir.

    Orak biçmek çok yorucudur, çünkü orakcının her tırpan sallayışında neredeyse bütün kasları çalışır. Bu işi bütün gün boyunca yaptığını düşünün. Ferk sonunda yapılması gereken gayraklama bazen ferk ortasına kayar. Bunun sebebi tırpanın körelmesi değil, orakcının yorulmasıdır. Gayraklama bahanesiyle biraz nefeslenecektir. Bu yüzden gayrak orakcının belinde veya götcebindedir. Boyunda ise sürekli bulundurulan bir çevre vardır ki sık sık ter silinebilsin. Uzun dinlenme arasında, genelde öğle yemeğinden sonra torbadan örs çıkarılarak toprağa saplanır ve bir ritim tutturmuş tık tıklarla kekişleme yapılır. Böylece keskinliği artan tırpanla çalışmak daha az enerjiye mal olur.

    Traktöre takılan biçme makinelerinden sonra tırpan ancak makinenin yanaşmadığı köşe ve azat altlarını biçmede kullanıldı. Zamanla döyerbiçer yaygınlaşınca artık ona da gerek kalmadı tırpan tamamen kullanımdan düştü. Böylece orak ve orakcı kavramı da tarih oldu.


29 Mayıs 2021

Yolmalar


    Sıra geldi yolmalara. Aslında bu vişne toplamayla aynı döneme denk gelen bir iştir ve ondan daha kısa bir süreçtir. Eski dönemde burçak, siylek gibi hububat da yolunarak hasat edilirdi ama 70-80'lerde yalnız mercimek yolması vardı. Benim anlatacağım da aslında mercimek yolmasıdır.

    Mercimek, tarlada çiçeği döküp deneyi almaya başladığı anda, daha macın gök iken bir de bakmışsın ağarıvermiş. O anda hemen harekete geçmek gerekir. Zira güneşin en yakıcı zamanlarında ağarma, sararmaya; o da kurumaya dönüverir. Elini çabuk tutmazsan mercimeğin tuğunu görürsün. Çiçek dökümünden itibaren bir hafta - on gün içinde mercimeğin yolunması gerekir. Tamamen kuruduktan sonra hem zor yolunur, el acıtır hem de çakıldaklar kırılıp döküldüğünden verim düşer.

    Eğret arazisi engebeli olduğundan mercimek tarlasında gelişim her yerde aynı oranda olmaz. Bazı bölümler çitlenecek kadar yeşil iken bazı bölümler tamamen kurumuş bulunabilir. Öyleyse kuruma gerçekleşmeden yüksek, tepecik oluşturan yerlere öncelik verilip bölüm bölüm yolma isabetli olabilir. Nispeten kuru bölgelerde mercimek sapları eli yaraladığından ve de arada derede gizlenmiş garın dikenleri can yakacağından elleri koruma altına almak gerekir. Anlattığım dönem itibariyle iş eldiveni lüks olduğundan insanlar topuğu dilinmiş eski tire çorabıellik gibi kullanırlardı. Elleri zaten nasırlaşmış olanlar ise buna da gerek duymazdı.

    Yolmalarda çıkım çıkmak için dizilen yolmeciler, aynen çapa tarlasında olduğu gibi türkü söyler, mani atar, dedikodu eder. Yalnız burası çapa tarlasına göre daha sıcak ve sıkıcıdır. Bunun sebebi işin ürememesidir. Sıkıcılığı aralamak içindir bu maniler, türküler. Bazen de çalışma yönteminde değişikliğe gidilerek bunun önüne geçilir. Mesela oyuma girilir. Çıkım çıkanların önünde, ilerde bir yerlerde yolmaya başlayan kişi çevresini genişleterek oyar. Çıkımcılar oraya geldiklerinde birden önlerine yolunmuş bölge çıkınca psikolojik olarak rahatlarlar. Oyumun esası budur.

    Yolmecilerin eli dolduğunda tutamları bir yere yığarlar ki bu yığınlara elçim denir. Arabaya yüklenirken birkaç elçimden bir annat doldurulabilir. Saman tahtaları veya delece vurulmuş arabaya yükleme işi için sabahın henüz çiğ kalkmamış vakti denk getirilir. Sıcakta gevreyecek olan mercimek çakıldakları kırılgan olur, verim düşer.

    Harman yerine ilk getirilen, düğenle ilk sürülen, yabayla ilk savrulan, denesi ilk yıkanan mahsül hep mercimek olmuştur. Bu yüzden mercimek yolmaları  bir bakıma harmanların gelişinin işareti de sayılır. 

    Bu dönem aynı zamanda burçak ve siyleklerin de yolunduğu zamandır ama; bunlar çok ve yaygın ekilmediğinden mercimek yolmasına yoğunlaştım. Bir de nohut yolmaları var, anlatılması gerekiyor. Şimdilerde mercimekle aynı dönemde hasat ediliyor; fakat eskiden nohutların kuruma vakti buğday oraklarından daha sonraya denk gelirdi. Bu yüzden ona daha vakit var.

    

22 Mayıs 2021

Çekirge ve Çavdar Çekimi

     Ot orakları bitiminde ekinler hızla olgunlaşmaya başlar. Arpaların rengi ağarır ve kısa süre sonra biçim vaktine erişilir. Buğdayın vakti daha sonra gelecektir. Fakat deneyi almaya başlayınca buğdaya musallat olan zararlılar da ortaya çıkar. Bambıl denilen böcek başaktan başağa uçarak olgunlaşmaya başlayan buğday tanelerini yer. Bu durum buğday tam kuruyana kadar devam eder. Ancak Eğret'te ileşberler bu böcekle mücadele etmezler. Kimyasal ilaç kullanmazlar, onun vereceği zararın kendilerine bir eksi getirmeyeceğini düşünürler.

    Büyüklerimden duyduğum asıl afet çekirge istilası. Bu böceklerin nasıl serçe büyüklüğünde oldukları, kalabalıklığı nedeniyle sürü halinde bulut olarak dolaştıkları, haklarından gelebilmek için koca koca hendekler kazdıkları hep anlatılagelirdi. 1940-50'li yıllarda da yaşanmış bu afet. Dinlediklerimiz bu yıllara ait; fakat asıl çekirge mücadeleleri bundan daha önceki yıllarda yapılmış. Özellikle 1850-1920 arasında Osmanlı Devlet politikası olarak çekirge mücadelesi kayıt altına da alınmış. 

    Eğret'in Osmanlı döneminde ödediği vergiyi anlatırken gördük ki bu bölge İstanbul'un tahıl ambarı. Arpa, buğday için kategorilere ayrılan toprak verimliliğinde Eğret toprakları en verimli toprak sınıfından sayılıyor. Çekirge gibi bir afetle mücadelede uygulama alanı olarak Eğret'in üzerine eğilmiş olunması normaldir.

    24 Mayıs 1852 tarihli Karahisar-ı Sâhib Sancak Meclisi Mazbatası'na göre Eğret'in de aralarında bulunduğu Merkez kazaya bağlı 26 köyde şiddetli çekirge felaketi yaşanmıştır. Belgelerden anlaşıldığına göre, 1840'lı yıllarda başlayan afet 1864 yılına kadar yoğun bir şekilde devam etmiştir. Felaket 1880'1i yıllarda tekrarlasa da alınan önlemlerle kısa sürede bastırılmıştır. 1910'1u yıllardan itibaren tekrar başlayan çekirge felaketi etkisini I. Dünya savaşı yıllarında da devam ettirmiştir.

    Tanzimat'ın hemen sonrasında başlayan bu afetle mücadelede en etkin makam ise yine aynı tarihlerde oluşturulup atanan muhtarlıklar olmuştur. Eğret'in ilk muhtarının kim olduğunu bilmiyoruz ama; afet görüldüğünde yetkilileri haberdar etme ve mücadeleyi organize etmede tam yetkili kılınmıştır.

    Alınan tedbirlere gelince... İtlaf edilen çekirgelerin larvalarının okka başına ücret ödenmesi, hendeklere doldurularak üzerlerine toprak örtülmesi, serçe ve sığırcık kuşlarından yararlanılması, çekirgeli alanların sürülmesi vb. gibi yöntemler. Bunların içinde en fazla başvurulan yöntem, hendek kazılarak oraya henüz olgunlaşmamış çekirgeleri gömmek olmuş. Bu yöntemin 20. yüzyılda da kullanıldığını büyüklerimizden dinlemiştik.

    Kuşlara yedirme de oldukça ilginç bir yöntem olmalı. Yalnız, bütün bu çekirgeyle mücadele yöntemlerinin yanında masrafsız ve zahmetsiz bir yola daha başvurulmuş. Dua okuyarak onları Allah'a havale etmek...

    Dua ve sığırcık usullerinin birleştirilmesinden oluşan bir karma uygulamayı dinlemiştim. Apdıramanlardan Halil Hoca adında birisi (Kör Halil Kirkit adını bundan almış) Sandıklı taraflarından bir yerden sığırcık getirmeye gitmiş. Oradaki sığırcıklar çok namlıymış bu hususta ve belki de Eğretliller Halil Hocayı görevlendirdi; o ayrıntı bilinmiyor. Düşmüş yola bizim Hoca, kuş sürüsü de tepesinde buna eşlik ediyor. Okuya üfleye sığırcıkları Eğret'e getirmiş de o yıl çekirgeden böylelikle kurtulmuşlar.

    Son yıllarda bu tarz çekirge afetlerine rastlanmıyor. En az 70 yıl öncesinde kalmış bir durum. Eğreti takvimde işaretlenmesi gereken bir iş olarak kaydetmiş olalım. 

    Bu bölümde tarihi verileri aldığım kaynak: Batı Anadolu'da Çekirge Felaketi (1850-1915), Ertan GÖKMEN

    ÇAVDAR ÇEKME

    Eskiden yaşanan çekirge afetleriyle hemen hemen aynı döneme rastlayan bir işlem daha yapılır ileşberler tarafından. Bu dönem, sapıyla başağıyla buğdayın olgunlaşıp sertleştiği, renginin hafifçe ağarmaya başladığı fakat henüz kurumadığı dönemdir. Haziran ayının sonları, Temmuz başları gibi, daha orakların başlamadığı günler.

    Bu vaktin de iyi ayarlanması gerekir. Başaklar belirdikten sonra, ekine karışmış çavdarlar daha uzun boyda ve daha açık renkte kendini fark ettirirler. Buğday boyundan 20-30 santim kadar daha uzun olurlar. Böylece ele gelmesi kolaylaşır. Zamanlamanın önemi, ekine zarar vermeden onu çavdardan ayıklayabilmektir. 

Çavdar çekmenin temel amacı ise arı buğday elde etmektir. Arı buğday tohum ve yiygi olarak kullanılır. Çalkama veya savurma gibi yollarla çavdarları ayırmak zor olduğundan bilhassa tohom için en etkili ve pratik yol budur: Daha tarladayken temizlemek.

    Üç beş kişi yan yana dizilerek önlerine gelen çavdarları başaklarının alt tarafından kavrayarak yukarı çekip kökünden çıkarırlar. Bir tutam olup avuçlar çavdar sapıyla dolunca aña veya yola atılır saplar. Bu şekilde çıkım çıkılarak ekin çavdardan temizlenmiş olur. 

    Çavdarın günümüzdeki besin değeriyle ilgili bilgiden o günün insanı habersizdi. Gerçi çavdar da ekilirdi; ama o hayvanlara yem olarak kullanılırdı. Çavdar bitkisi, buğdayın bozulmuş bir türü olarak kabul edilir, dolayısıyla buğday içinde bir kusur olarak algılanırdı. Bütün bu çavdar çekme işleminin mantığı buna dayanırdı. Günümüz kafasıyla anlamak bu yüzden zordur.

    Bugün ileşberlik yok; tarım var ve o da endüstrileşmiş. Un artık değirmende değil, fabrikada üretiliyor. Buğdayın öğütülmeye hazırlık safhaları da hep fabrikasyon. Tohum ise çiftçinin kendisinin hazırladığı bir şey değil, daha teknik olarak üretiliyor. Yani anlayacağınız, çavdar çekme de tarihe karışmış işlerden biridir.


16 Mayıs 2021

Ot Orakları

    21 Haziran gündönümüyle dönen yalnız gün değildir. Bahar yağmurlarıyla şenlenen kırların yeşil rengi de sarıya dönmeye başlar. Tamamen sararıp kurumadan önce ivedilikle yapılması gereken iş, otları biçip kış için depolamaktır. Biçilmeye değer otlar añda, gırañda, çeşme-kuyu başlarında, göbülededir. Bunlar fırsat buldukça veya gormadan izin alınıp biçilir. Zira özellikle kuyu başları mera sayıldığından, ot iyi ise belli bir ücret ödemesi yapılmalıdır. Gündönümüne kadar buralardaki otların biçimi zaten yapılmış olur.

    Bahsini edeceğim oraklar, yukarıdakilerin dışında ve onlardan daha fazla ota sahip Çayırlar'daki otların hasadıdır. Belli bir takvime bağlı olan bu işin vakti hiç şaşmaz ve bu döneme de "ot orakları" adı verilir. Gündönümünden sonraki ilk Cuma başlar. Bu Cuma, 21-26 Haziran arasındaki bir güne isabet edebilir. O günün seçilmesinin sebebi mübarek gün olduğudur; ama gelenek geçmişinin ne kadar eski olduğuna dair bir bilgimiz yok.

    O cuma sabahı daha gün doğmadan arabalarını koşanlar kuzeydeki bu çayırlara yönelir. Çayırı olmayanlar otunu satın aldıkları çayırın başına varır. Anıtkaya'ya oldukça uzak bu mevki, aslında köyün kuzeydeki sınırıdır. Cumalı ve Sususzosmaniye arasında sıkışıp kalmış izlenimi verir, ama buna şaşırmamalı; çünkü 19 yüzyıl sonunda kurulan bu iki köy Eğret arazisine oturtulmuş...

    Yaklaşık köye 5 km mesafe katedilmesinin ardından ıscak gızmadan mümkün olduğunca çok ot biçilmelidir. Hayvanlar çakılır, kösteklenir. Ferke girilir, ter silinir, tırpan gayraklanır, yorulunur, soluklanılır... Selâ vaktine kadar bu iş böyle devam eder. Macur'dan selalar işitildiğinde iş bırakılır. Hayvanlar ve arabanın başında çocuklar bırakılıp iki Macur'dan birisine gidilir. Bu köyler yılda bir kez, ot oraklarının başladığı gün, görüp görebileceği en kalabalık cuma cemaatine ev sahipliği yapar. 

    İşe namaz sonrası kaldığı yerden devam edilir. Yakıcı güneş altında gerçi iş hafifletilir, mesela yemek yenir, tırpan kekişlenir, çocuklar hayvanları sulamak üzere Yörük Çeşmesine gönderilir. Sonrasında yine işler kızışır. O gün ikindi sonrasına kadar çalışılır. Ot oraklarının çok büyük bir kısmı o gün halledilir. Ertesi güne de yetecek kadar iş vardır. Çayırı çok olanlar ve ilk gün biçime başlayamayanlar için telafi zamanıdır. Pazar harcı görüldükten sonra işbaşı yapılır. İlk gün ve sabah biçilen otlar aktarılmalıdır ki tam kuruyabilsin. Hava o kadar sıcaktır ki biçilen ot ertesi gün tamamen kurumuş olur ve taşınması gerekir. Rengi değişip sararmadan köye götürüp otluğa basılmalıdır. Bunda acelenin sebebi, yağmur ihtimalidir. Islanan otu kurutmak için daha fazla aktarma gerekebilir.

    İkinci günden itibaren Çayır Bekçisi hakını toplamaya başlar. Çayırın genişliğine göre, bir veya iki annat otu arabasına atarak tahsilatını yapmış olur. 1970'li yılların meşhur çayır bekçisi Patlağın Davılcıibram (İbrahim Patlar) idi. Onun vefatından sonra bir süre de yeğeni Habiri Mehmet Boy bekçilik yaptı....

    Çayırlardaki otu biçme, aktarma, kurutma ve taşıma işi üç beş günde biter. Haftasına varmadan biçilmiş geniş çayırlıkta mal güdülmeye başlanır. Hatta köyün sığırı-bızağısı bile buraları doldurur. Bu yüzden acele edilir. Bir kaç günlük ot oraklarında panayırı andıran Çayırlar, sonrasında hayvan sürülerinin gürültülü kalabalığıyla doldurulur...

    Daha bir hafta öncesine kadar Susuz ve Yörük Çeşmelerinin suyu ile uzunlamasına ikiye bölünen, bu minik suyun çevresine her türlü canlılığı bahşettiği Çayırlar nasıl bir anda kuruyuverdi? Bu hızlı kuraklık hayret vericidir. Ot oraklarının başladığı gün yer yer uzun turuncu gagalı leyleklerin volta attığı görülür. Havalandığında bazen o gagadan yılan sallandığı da eksik olmaz. Dereciğin çevresinde her yaşta kurbağa yavrularının zıp zıpları fark edilir. Yaklaştığında o dereye yemenilerin içine su girer, voşduk voşduk yürümek zorunda kalırsın. Çayırların ne kadar sulak olduğunu hesap et... Oysa bir hafta sonra bu canlılıktan eser kalmaz. Otların biçilmesiyle güneşe doğrudan maruz kalan dere bir anda kurur. Ondan beslenen yılanlar, kurbağalar, sülükler ve leylekler de oradan ayağını çekerler. Gerçi bir kaç leylek düşünceli düşünceli yuvaya götürmeye nafaka arar, ama bulabildiği çekirgeden başkası değildir... Artık geniş Çayırlar düzlüğü yaylım hayvanlarına kalmıştır...

    Elli yıl sonra bugün ne mi oldu? Çayırların sürülüp tarla yapılmasından sonra ot orakları tarihe karıştı. Ne Çayırlarda bu hengame yaşanıyor ne de Macur camileri yılda bir de olsa şenleniyor. Her şey tarih oldu....



10 Mayıs 2021

Teravih Uğurlama

Çocukluğumdaki son terevi (teravih) hep heyecanlı ve hüzünlüdür. Hayatımın yaklaşık on yıllık bu dönemindeki her son terevide birbirine yakın bu iki duyguyu istisnasız yaşadım.

Heyecanın sebebi, bu geceden sonra bir daha bu uzun ve sıkıcı(!) namazın kılınmayacak olmasıdır. Artık tereviden kaytaran arkadaşlarınla rahat rahat oynayabileceksin veya vaktini daha özgürce geçireceksin. Oysa kimsenin seni tereviye zorladığı yoktu, istesen sen de diğerleri gibi kaytarabilirdin. Ama o zaman da rüyalarına giren oruç bozma azabının benzerini duyacaksın içinde. Buna vicdan azabı dendiğini onyıllar sonra anlayacaktım. Sırf bu yüzden tereviyi aksatmak istemezdim. Uzun da sürse, sıkıcı ve meşakkatli de olsa bu böyleydi. Son terevideki heyecan ve sevinç duygularının kaynağı, onun son olmasıydı.

Son terevi hüznüne gelince… Bunun birden fazla sebebi olabilir; fakat en başta geleni müezzinlerdir. O vakitler Anıtkaya’da dört cami vardı. Adet olduğu üzere camileri gezerdik. Başka vakitlerde gitmediğimiz camilerde bizi ilk defa gören bütün cemaatin bize baktığını zanneder sıkılırdık; ama yine de cami gezmekten vazgeçmezdik. Dört camideki müezzinleri az çok buradan biliyorum. Goca Cami’de Gobaklañ Arif (Kopan) ile Bükürüñ Adem (Ölçer); Yeşil Cami’de Kör Süleyman (Selman) ile Keskin; Yeñi Cami’de Kel İdiriziñ Ziya (Azbay) ile Kel Arzımanıñ Bahattin (Azbay) müezzinlik yaparlardı. Cuma Camisinin meşhur müezzinlerini hatırlayamadım. Ramazan ayına, özellikle de tereviye özgü bu müezzinlerin mahareti, benim için son terevi hüznünü sağlayan asıl unsur olmuştur.

Namaza başlarken “Salli alâââ Muhammet!” diye hem salavat getirir hem de cemaata salavatı hatırlatırken â’ları uzatıp ham’ı öyle bir vurgularlar, met’i öyle şiddetli keserler ki insanlar bunu ister istemez bir emir olarak algılar ve onlar da salavata durur. Ancak sen daha salavatı tamamlayamadan ikinci komutu duyarsın: “Salat-ı tereviye niyet!”  Bu kafiyeli duyuruyla namaza durulur. Her dört rekatlık bölümden sonra müezzinler ilahiler, kasidelerden sonra, başlangıçtaki salavat komutunu aynı tonlama ve makamla tekrar ederler. Terevi bitiminde ise “Salli alâââ Muhammet! Salat-ı vitire niyet!” komutu gelir. 29 gece devam eden bu rutin müezzinlik görevini, otuzuncu gecede bir başka edayla söylediklerini fark etmemek imkansızdır. Ramazan müezzinlerindeki bu farklılığı, müezzin mahfilinden cemaati süzüşlerinden, diz çöktüklerinde heyecandan sık sık öne doğru yekindiklerinden, arada gırtlaklarını temizleme öksürüklerinden bile anlayabilirsin. Amma ses tonlarına ustaca yedirdikleri duygu yoğunluğu, en taş kalpliyi bile yumuşatacak kıvamdadır.

Son tereviye has ses tonuna bürünen müezzinlerin bu haline esasında cemaat hazırlıklıdır. O akşam “terevi uğurlaması” yapılacaktır. Bunu bile bile varır camiye. Ses tonlarına yansıyan bu tören, terevi bölüm aralarındaki değişiklikle devam eder. Müezzinler kuru kuruya salavat hatırlatması yapmazlar, salavata bir güzel başlarlar. Komut almaya alışkın cemaat durur mu, takılırlar müezzinlerin peşine götürdükleri yere kadar giderler. Götürdükleri yeri ben diyemem gayrı. Itri’nin meşhur Salat-ı Ümmiyesi camide bir güzel icra edilir. Burada, müezzinlerin uyumunun önemi ortaya çıkar. Cemaat da onlara katılınca, cami gürül gürül ilahi sarhoşlukla dolar. Her dört rekat arasında yaşanan bu duygu sarhoşluğu teravi sonunda zirveye çıkar.  Zira son teravidir bu, ve o son teravinin de sonuna gelinmiştir. Ardı yoktur. Yitip giden dostun ardından feryat figan ağıt faslı başlar. Eğer mümkün olsa da nağmeyi dinletebilseydim, “Bu nağmeye ağıt demekle az bile yapmışsın” derdiniz.

Müezzinin biri o yanık sesiyle şu kıtayı söyler:

              Gelin gönderelim mahi sıyamı
             Acep hazret bizden razi ola mı?
            Nasip ola birde bu mahı göre mi?
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

Cemaatin tamamının hüznü toplanmış müezzinin sesinde demetlenmiş gibidir. O yanıklıkla son hecelerdeki mııııı sesi öyle bir dalgalanır, öyle bükülür, öyle kıvrım kıvrım olur ki bir hece bağlı bulunduğu dizeden daha uzun sanırsın. Uzun ve yanık figan. Son mısra ise bir davet ve komuttur.  Bu komutla diğer müezzin bu kez tekbire başlar. Yine Itri’nin Saltanatlı Tekbir’idir söylediği. Yine cemaat bu sese takılır. Nefeslenen önceki müezzinin de katılımıyla, koca katarı çeken iki küheylan gibi cemaatin önüne düşerler tekbiri kanatlandırıp caminin her bir köşesini dolaştırır sonunda yumuşak inişle getirir müminlerin kulağına bırakırlar. Uğurlama kasidesinin tamamı aynı içli sesle söylenip, sonunda aynı gürlemeyle tekbir getirilir.

            Gelin tekbir edelim aşıkane
            Dökelim göz yaşını hem sadıkane
            Suçumuz sakıtında yarlığane
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

                            Teravih kılanın tahtı yücedir
                            Bugün yoksul ise yarın hocadır
                            Mubarek geceler iş bu gecedir
                            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

            Teravih kılmayan yüzü karalar
            Hakkın divanına nice varalar
            Bölük bölük cehenneme süreler
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

                            Hazeran şükr ü minnet ol Hudaya
                            Eriştirdi bizi bu kutlu aya
                            Salavat ruhi paki Mustafaya
                            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

            Elhamdülillah eriştirdi bizi bu aya
            Beşarettir kamu yoksul tebaya
            Niceler gitti kalmadı bu aya
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

                            Sekiz cennet kapısını açarlar
                            Yollarına hem cevahir saçarlar
                            Müminlere hüllelerin biçerler
                            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

            Bezenmiş huriler müminler ister
            İlahi sen onu bizlere göster
            Münafıklar bu ayın çıkmasını ister
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

                            Onbir ay ağladı rahmet ayına
                            Nail oldu cümlesi muradına
                            Geldi Kuran bu ayda Mustafa'ya
                            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

            Teravih kılmayan yüzü karalar
            Yarın Hak divanına nasıl varalar
            Münafıklar mezarına koyalar
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

                            Teravih kılanın köşkü yücedir
                            Onda yoksul ise burda hocadır
                            Mübarek geceler iş bu gecedir
                            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

            Gökyüzünde saf saf olmuş melekler
            Sefasından çarka döner felekler
            Bu ayda kabul olur dilekler
            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

                            Sekiz cennet kapısını açarlar
                            Göklerden yerlere rahmet saçarlar
                            Teravih kılana hulle biçerler
                            Hakkıñ birliğine tekbir alalım

Bu esnada cemaat arasında yer yer burnunu çekene, gözyaşlarını saklamaya çalaşına rastlarsın. Ben ise o kadar duygulanacak yaşta değilimdir henüz; fakat kafam “Münafıklar bu ayın çıkmasını ister” dizesine takılıp kalmıştır. Çünkü ben de bu ayın çıkmasını, bayramın gelmesini, sabah kahvaltı yapmayı, istediğimde gazoz içmeyi istiyorum. Acaba ben de münafık mıyım? Baştaki heyecanım hafif hüzne dönüşmüştü. Şimdi ise biraz ürperti biraz korku biraz da karışık duygularla “Salat-ı vitire niyet!” davetine uyuyoruz.

 Bugün 29. teravih kılınacak. Yarın son terevi... Camilerde terevi yok; salavat, tekbir yok, uğurlama yok, hüzün yok. Hüzün, bütün memleket semalarında.


05 Mayıs 2021

Azat

     Anıtkaya/Eğret Yöresel Sözlüğünün A Maddesine bakılırsa bu sözcükle ilgili yüzeysel bilgi elde edilebilir. Ben biraz daha ayrıntıya ineceğim.

    Türk Dil Kurumunca hazırlanan Derleme sözlüğüne göre "azat" kelimesi yalnız Eğret'te tespit edilmiş. Kırda seyrek olarak kendiliğinden yetişmiş yabani meyve ağacı demek oluyor. Bunlar ahlat ve alıç ağaçları. Kendiliğinden yetiştiği, insanların yetişmesinde emek harcamamış olması sebebiyle mülkiyeti devlete ait kalmış. Arazinin tapusu tarla sahibinde olsa da azatlar hazineye ait oluyor. İyi ki de öyle olmuş, bu sayede günümüzde de varlığını sürdürebiliyorlar.

Güneyden kuzeye Eğretarazisini ikiye bölen karayolunun batı yanında kalan bölümünde azatlar serpiştirilmiş gibidir. Sanki, insanlar öğle sıcağında bunalınca gölgesine sığınsınlar diye her tarlaya bir azat verilmiş ve bu azat tarlanın rastgele bir yerine yerleştirilmiştir. Zamanla tarlalar bölündükçe bazıları da kalmış, bazı tarlalara birden fazla düşerken diğer bazıları da azatsız kalmış gibidir. Ama bütün bunların arazinin sözünü ettiğim kısmında bulunması ilginçtir. Azatardı mevki de bu tarafta.

Doğu tarafındaki azatlar pek seyrektir. Bazan buralarda ufuk boyunca hiçbir azata çarpmaz gözünüz. O kadar seyrektir yani. İnsanlar o taraftaki tarlalara giderken yanlarında üç ayaklı seyyar cergelerini de arabaya atarlardı. Sıcakta, altında yemek yiyebilecekleri bir azat olmadığı için. Söğütcüğü, Gocagulağın (Ahmet Kalkan) kuyuyu solunuza alıp aşınca, ilk bayırdan sonra sağınızda kalan bir azat var. Etemiñ Azat. Sırf bu azattan dolayı o mevkinin adı artık Etemiñ Azat olmuş. O bölgede azatın ne kadar nadir bulunduğunu anlayın artık. Yalnız Çayırözü mevkinde aynen batı yakasında olduğu gibi sık azatlık bölge vardır ki burası Ağıllañaltı’nın doğal uzantısı gibidir.

Gadıngızların Ahmetçavuşun babası Kedimehmet, kış günü eve dönerken yolunu şaşırıyor. Bir şekilde kayboluyor. Alıç azadına yaslanmış vaziyette ölü buluyorlar. 20. Yüzyıl başlarında yaşanan bu olaydan sonra ağaca 'Kedimemedin Azat' diyorlar. İmranguyusu veya Hassönleringuyu ilerisinde, ormanın ucunda olduğu söyleniyor bu Alıç ağacının. Eğer hayattaysa 'anıtazat' olabilir...

Ahlat olsun alıç olsun azatlar çok geç büyüyen ağaçlar. O kadar ki gelişim ve büyüme süreci bir insan ömründe gözlemlenemeyecek kadar uzundur. Misal, bir azadın şu anki haliyle kırk yıl önceki görüntüsünün aynı olduğuna yemin edebilirsiniz. Dedem, bodur bir alıcın kendisi gençken de böyle çöyür olduğunu söylediğinde çok şaşırmıştım. Dalında alat silktiğimiz azatların yaşı birkaç asırı geçkin olmalı. Kısaca yavaş büyüyen, uzun ömürlü ağaçlardır azatlar.

Yetişmesi ve büyümesinde emeğimizin olmadığı, insan ömrünün kısalığı nedeniyle sahiplenmenin zorlaştığı azatların mülkiyeti eskiden beri devlet hazinesininmiş. Yine tarla sahibine tasarruf yetkisi verilirmiş ki azadın budaması falan yapılabilirmiş. Kalın alıç dal veya gövdesinden küle yapılırdı, bunu hatırlıyorum. Şimdilerde de budama yapılmasına izin veriliyor ama haber vermek kaydıyla. Bütün bunlara rağmen kaçak budama hatta kökleme yapanları duyuyoruz. Traktör, biçerdöğer gibi büyük ve güçlü makinelere sahip olan insanoğlu tarlasında azadı istemiyor. Alat azadının geniş gövdesiyle ekini gölgelediğini düşünüyor. Biçerdöğer dallarına, pulluk köklerine takılıyormuş. Azat yolundan çekilsin istiyor. Allah’tan korkmuyor, devletten korkuyor da şimdilik azatların canını bağışlıyor. Bakalım bu ne kadar devam edecek.

Mart-Nisan gibi ekinlere yabani ot ilacı atılıyor. Bu ilaçlamanın da yaklaşık 50 yıl gibi bir geçmişi var. Ahlat ve alıç azatlarının çiçek vaktine denk geldiğinden olabilir, o bölgede azatların meyvesi olmuyor. Bu yüzden insanlar ekin bölgesinde alat-alıç olmayacağını biliyor, nadas bölgesindeki alat ve alıca yöneliyorlar. Nadas yöntemi Anıtkaya’da bitmiş gibi ama en azından buğday ekilmeyen taraftaki alatlara gidiyorlar diyelim.

Eğret azatlarının ehlileştirilmesi yoluna hiç gidilmemiş. Alat ve alıcın yabani lezzeti böylece korunmuş. Yalnız İnneñüsdü denilen mevkide alat azatlarına yazlık armut aşılanmış. Tarım Müdürlüğünün öncülüğünde 50 yıl önce yapılan bu aşılama sayesinde o azatlardan Temmuz ayında armutlar toplanabiliyor. Bunun dışında aşılama yok. Bir ara alıç azadına döngel aşılanması konuşuldu ama yapılmadı. İyi ki de yapılmadı, zira aşılanan dallar uzun ömürlü olmuyor, önce cılızlaşma sonra kurumalar oluyor.

Bir de armıtalat dediğimiz bir azat cinsi var. Bu, ahlattan daha haşmetli bir görünüm ve cüsseye sahip bir ağaç türüdür. Meyvesi de kendine has bir ahlattır. Belki armuta yakın ahlat denilebilir. Bu yüzden bu ismi almış olmalı. Meyveleri de normal ahlattan daha iri ama ahlat biçimindedir. Bu azattan Eğret'te toplasan beş tane ancak vardır.

Hem azatlar hem de alat-alıç mayyoş lezzeti korunmalı. Çünkü meyvesi ve gölgesinden başka bilmediğimiz daha nice faydaları var kim bilir. Ekosistem denilen tabii dengedeki yeri yeni keşfediliyor. Onlardan biri de Eğret ileşberliğiyle yakından ilgilidir.

Bilindiği üzere Eğret eskiden beri tahıl ambarı olarak görülmüş. Topraklarının arpa buğday için çok uygun olduğu söyleniyor. Arpa neyse de, buğday için çok daha önemli tarlalara sahip. Anadolu'nun hemen her yerinde buğdaylara musallat olan süne böceği Eğret'te hiç görülmemiş. Elalem bu büyük sıkıntıdan dolayı buğday yerine arpaya yönelirken, bizimkilerin hiç bir zaman böyle bir derdi olmamış. Bambıl denen bir böcek arada sırada buğdayı yiyorsa da bu kısa süreli oluyor, kalıcılığı yok. Bilenler, arazide süne barınmamasına sebep olarak azatları gösteriyorlar. Sünenin ilacı kabul edilen bir başka böcek ancak bu ahlat alıç azatlarına yumurtlar ve onlar sayesinde varlığını sürdürürmüş. Bu yüzden azat olmayan yerlerde süne ortaya çıkarken, Eğret bu konuda hep rahatmış...

Şimdilerde çeşitli sebeplerle azatlardan rahatsız olanlar bunları düşünmeli...



 

28 Nisan 2021

Çayırlar

     Önceki devirlerde Eğret sınırları içinde otlaklar, meralar, çayırlar çok fazlaymış. Bir defa, şimdi bile geniş olan Eğret'in sınırları eskiden daha genişmiş. Kafkas ve Balkan muhacirleriyle yeni oluşturulan köyler nedeniyle yüzölçüm daralmış ve Anıtkaya bugünkü sınırlarına çekilmiş. O günün şartlarında toprağı işlemek daha zor olduğundan çayır olarak kullanılan alan haliyle daha fazla olmuş. Zaten geniş, bir de ekip biçemiyorsun, o zaman çayır olarak kalıyor.

    557 Numaralı Karahisar-ı Sahib Şeriyye Sicilinden öğrendiğimize göre, 1797'de Eğret'in meraları Kütahya Mütesellimi Osman Paşa tarafından kiralanmış. O yıllarda Kütahya Anadolu Vilayeti merkezi. Yani Eğret, Karahisar-ı Sahib kazsına; o da Kütahya'ya bağlı. Osman Paşa sıradan bir insan değil. Herkes kiralayamıyor bu çayırları. Vilayet Mütesellimi ilgilendiğine göre dikkate alınması gereken çayırlar bunlar. 

    İki asırdan fazla bir süre önce durum bu. Bahsi geçen çayırların tam olarak yerini ve bugünkü durumunu bilemiyoruz, herhangi bir bilgi yok. Ama bu durum tahmin yürütmemize engel değil. Mevki simlerinden yola çıkarak bazı fikirler geliştirebiliriz mesela. Çayırözü... Çolağın Çeşme'den ta dibe kadar yol boyunca çayırların izleri hala görülebilir. Taban suları çekilmeden, 40- 50 yıl önce sözünü ettiğim yerler daha bir çayıra benziyordu...Gatçayır. Kelimenin aslı "Kaz Çayırı". Sanırım açıklamaya bile gerek yok.

    Çay kenarında şimdi bahçe olarak sürülen yerlerin bir süre öncesine kadar çayır olarak biçildiğini belirteyim. Ayrıyeten arazideki kuyu ve çeşme çevrelerinde hatırı sayılır açık alanların zamanında çayır olduğu, kısa zaman öncesine kadar otunun biçilebildiğini de ekleyeyim. 

    Bütün bunların dışında günümüzde hala Çayırlar diye anılan mevki asıl konumuzu oluşturuyor. Bunar'dan doğan çay kuzeye doğru aheste aheste zayıflayarak ilerler. Büzüğalinin Guyu'nun ötesinde hafif yay çizerek doğuya yönelir. İşte kavisin başladığı yerden başlayarak iki yanında 400'er metrelik alan oluşturarak yayılır ve bu yaklaşık 1,5 kilometre kadar devam eder. İşte bu geniş alan Çayırlardır. Kuşbakışı yapıldığında iki Macur arasındaki geniş bir alanı kapsar Çayırlar. Yörükçeşmesi'nin suyu ile Macurların suyu da birleşince çayırları besleyen su kaynakları artmış olur. 40-50 yıl önce, çayırlar biçildiği zaman orakçının ayakları zaman zaman su içinde kalırdı.

    Gel zaman git zaman suların çekilmesi hızlandı, tarım alanlarına duyulan ihtiyaç arttı, traktörün öküz gücünü katlayan muazzam kuvveti de yaygınlaşınca çayırlar birer birer bozulmaya başlandı. Bir de baktık ki Çayırlar mevkiinde çayır kalmamış. İki asır önce Vilayet Merkezinin ilgi odağı olan Eğret çayırlarının son izleri de silinmiş. Ondan geriye yadigar olarak adı kalmış: Çayırlar.


26 Nisan 2021

Gorma Odası

     Başlık kimseyi yanıltmasın, onun asıl adı "Koruma Odası"dır. Resmi ve uzun adı ise Anıtkaya Çiftçi Mallarını Koruma Derneği merkezi diye düşünülebilir. Bu uzun derneği köylü kısaltarak "Gorma" diye anmaktadır.

    Koruma dernekleri Köy Kanununa göre oluşturulmuş ama Dernekler Kanununa göre resmiyet kazanmış kuruluşlar. Anıtkaya'nın belde olduğu yıllarda da bu dernek forsunu sürdürmüştür.

    Derneğin varoluş gayesi adından da anlaşılacağı üzere çiftçilerin her türlü malını muhafaza etmektir. Anıtkaya'daki Gormanın temel işlevi ise ekili tarım alanlarını korumak şeklinde anlaşılmış ve hep bu çerçevede kalmıştır. Ekinler hayvanların zararına karşı veya hırsızlığa karşı korunmuş ama, mesela hayvanların korunması diye bir durum hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. En azından ben öyle bir şey hatırlamıyorum.

    Gorma'nın oluşumuna gelince... Bu tamamen yönetime gelen ekip ile ilgilidir. Kim muhtar olmuşsa veya Belediye Başkanlığını kim kazanmışsa, ihtiyar heyeti/encümenden biri veya onlara yakın olan birisi Gorma Başkanı olarak tayin edilir. Bu halk arasında Gorma Reyizi diye anılır. Forsu ve yetkisi Muhtar/B.Başkanına yakındır. Hatta bazen ondan daha yetkili olduğu durumlar bile olabilir.

    Gorma Reyizi ekibini oluşturur. Evvela kendisine yardımcılık yapacak ve gerektiğinde olaylara müdahale edebilecek yetkinlikte birini Katip üye olarak alır. Bu kişinin sert yapılı, otoriter tabiatlı olması hep tercih edilmiştir. Sonra genel anlamda koruyuculuk yapacak eli değnekli ve silahlı iki "gorcu" ayarlanır. Bunlar ücretli elemanlardır. Ekinler yeşerdikten sonra başlayıp harmana kadarki dönemde ekinleri korumakla görevlidirler. Tipik köy korucusu değillerdir yani. Sürekli arazidedirler ve sürekli dolaşırlar. Bu yüzden atlı olmaları tercih edilir. 

    Bu genel gorcuların dışında bazen özel ve sınırlı bekçiler tutulur. Mesela ayçiçeklerini korumakla görevli "günaşık bekcileri", meraları beklemekle görevli "çayır bekcisi", işi Dağ'ı beklemekten ibaret olan Dağ bekçisi gibi. Bunların yetkisiyle birlikte görev süresi de sınırlıdır. Mesela çayır bekçisinin görevi ot oraklarıyla sona ererken, günaşık bekçileri günaşıklar kesilene kadar çalışır. Ücretlerini de hak usulü iş bitiminde köylüden alırlar. Günaşık bekcileri günaşık harmanında, çayır bekçileri ot kuruyunca çayırda ayni olarak ücretlerini tahsil ederler. Dağ bekçisi ücretini tıpkı gorcular gibi Gorma botcasından alır. 

    Reyiz, Katip, Gorcu, Bekci... Bunların hepsine birden Gormeci denir. Bu onların topluluk ismi gibi olmuştur. Eskiden onlara desdivancı derlermiş. Bu çok eski zamanlarda tabi, ben bunu yaşlı birinden duyduktan sonra sözlüklerde arayıp bulamamıştım. Efsane Gormecilere gelince... Akıllarda kalan Gorma Reyisleri Tongulların İban (İbrahim Özen), Arzıların Alessan (Ali İhsan Tüblek) ve son dönemde ise Sünnü (Halil Ün) var. Uzun yıllar gorculuk yapmış Paşaların Ömer (Yaman), Çayır Bekçisi Davılcı İbram (İbrahim Patlar) ve Dağ bekçisi olarak adı aklıma gelen, atıyla meşhur Dolak vardı.

    Antrparantez belirtilecek bir husus... 1960 İhtilalinde, diğer idari organlarda olduğu gibi Gorumada da olağanüstü bir durum yaşanıyor. O sırada seçimle gelen ilk Belediye Başkanı Osman Erdem ve ona bağlı olarak da Gorma Reisi Tatıresil (Resul Omak)tır. İkisi de alaşağı edilip Belediye Başkanlığına Başöğretmen Ahmet Bölükbaşı, Gorma Başkanlığına da Karakoldaki Onbaşısı Süleyman getirilir. Böylece ihtilal sonrası demokratik seçimlere kadar Koruma Başkanlığını bir asker yürütür. Gorma Odası olarak ise Sarasan (Hasan Dadak)ın dükkanın üstü kullanılıyor.

    Botca hazırlama dönemi genellikle kış aylarıdır. Bu herkese tarla miktarına göre kesilen verginin adıdır. Gormeciler bütçeyi hazırladıktan sonra bir şekilde halka duyururlar. İtirazlar varsa değerlendirilip kesinleşen bütçeye göre tahsilat yapılır. Nakdi veya ayni olarak yapılan bütçe tahsilatıyla Gormanın bir yıllık giderleri karşılanacaktır. Elemanların ücretlerinden başka ne gideri olur ki Gormanın?

    Burada Gorma Odasına giriş yapalım artık. Bu oda, Gorma Reyizinin sülalesine ait bir odadır. Gorma yönetimi alınınca yönetim merkezi veya dernek bürosu olarak kullanılacaktır. Muhtar odasına göre biraz daha koruma ve muhafazaya yöneliktir. Mesela ziyanda yakalanan hayvanları tutmak için bir damı, daha fazla hayvanı muhafaza etmek için bir açık alanı filan olmalıdır. Ayrıca gorcuların bineklerini bağlamaya da uygun olmalıdır. Zaman zaman gorculara ve bekçilere eşlik eden Reyiz ve Katip için de hazırda tutulan binekler olmalıdır. Onların masrafları da unutulmamalı. Son dönemlerde binek olarak motur kullanılıyorsa onun mazotu unutulmamalı örneğin.

    Bütün bunların ötesinde Gorma Odası "yime"nin merkezi kabul edilmiştir hep. Odada yenip içilmesinin haddi hesabı yoktur. Botca parası bitmediyse endişe de duyulmaz yimeye devam edilir. Ekinler iyi korunduysa, vatandaş zarar görmediyse veya gördüğü zarar bir şekilde karşılandıysa, gorma odasındaki bu yiyip içmeye pek ses çıkaran olmaz.

    Eğret'te Gorma Odaları bir bakıma yönetim merkezi olmuşlar hep.


25 Nisan 2021

Toklubaşı

    Yakından bakıldığında yapraklarındaki tüyler daha belirgindir. Bu yoğun tüyler net bitki yeşili görüntüsü vermesini engeller. Böylece onun rengi zeytin, iğde, söğüt yaprağının alt rengine benzer. Soluk bir yeşillik diyebiliriz. Rengin sebebi tüyler. Fakat tüyler sadece renginde etkili olmamış adını alırken de söz sahibi olmuştur. Her bir yaprağı bir tutam kıl gibi olunca dürülmüş bir toklubaşı tam da bir toklunun başını andırır.

    Afyon yöresinde meşhur bir ottur; ama Anıtkaya onun en çok görüldüğü topraklara sahiptir. Buna rağmen öyle her aradığında bulunabilecek anlamına gelmez.  Bir defa o konforuna düşkün bir ottur. Yatağı kıraç topraklar olmalı, tabanı kayalık tarla olursa canına minnettir. Öyle alayım tohumunu ekeyim, güzelce gübreleyip sulayayım dersen olmaz. O canının istediği yerde çıkacak ehlikeyf bir ottur. Ot kazıcıların en çok rağbet ettiği ot olmasının birinci sebebi de budur: Her yerde bulunmamak.

    Anıtkaya'daki anavatanı Gocagır. Söğütcük'ün üstünden tut ta Çatalüyük'e kadar bütün Gocagır mevkii toklubaşı yatağı denilebilir. Bununla beraber Azatardı'nın da ardında, Çatalınguyu taraflarında da bulunabiliyor. Son zamanlarda yeni mezarlığa da kök atmış, ziyaretlerde gözüme çarpıyor. Fakat onun sevdiği yerler tabanı kaya olan, kolay sürülemeyen, sürüldüğünde pulluk derine inmeyen tarlalar. Böyle yerlerde kökü zarar görmediği için olabilir. Ünlü Eğret büyüğü Bekçi Rofi (Rafi Taşkın) "Bu ot oñmadığın tarlasında biter."  derken bunu kastetdiydi herhal.

    Rağbet görmesinin bir diğer sebebi iklimdir. Yeteri kadar yağmur, yeteri kadar kar ve belli oranda güneş görmezse yine toklubaşı görünmez. Ot az olunca da mecburen kıymete biner. Aslında toklubaşı çok yıllık bir bitkidir. Aynı kökten sonraki yıl tekrar yeşerir, bu yüzden kazarken kökünün tamamen çıkarılması tercih edilmez. Tohumlanıp rüzgar onları çevreye uçurunca o tohumlardan da sonraki yıl çoğalabilir. Ama yeni tohumdan yeşerenlerin büyüyüp dürülmesi zaman alır. Oysa kökten çıkanlar neredeyse dürülmüş olarak yeşerir. Eski köklerin tam ortasında bir kurtçuk belirir. Zararsız bir hayvandır, tiksintiye sebep olmaz çünkü otun doğal ve şifa kaynağı olduğuna işarettir. Toklubaşı ayıklanırken kurt atılarak işleme devam edilir.

    Toklubaşını ayıtlamak, kazmaktan daha meşakkatlidir. Dürülerek büyürken kuru ot, anız parçaları yaprakların arasında kaldığından onları dikkatlice ayırmak gerekir. Ayrıca toklubaşının kendi eski ve kuruyan yaprakları da gübür olarak ayrılmalıdır. Diğer yandan da arada sırada çıkan kurtlar bir başka derttir. Tabak gibi dürülmüş bir toklubaşının kökünden kesilince küçük dallara ayrıldığını ve her dal arasının kontrol edilmesinin gerektiğini de eklersek ayıtlamanın zorluğu anlaşılır sanırım. Bu iş kapalı bir ortamda yapılıyorsa ortalığı keskin ve kendine has bir koku kaplar. Kökü kesilince ortaya çıkan toklubaşı otundan çıkan bir kokudur bu. Sadece çiğ ot ayıklanırken çıkar, başka bir zamanda başka bir ottan da çıkmaz.

    Bazı otlar (misal ıspanak) bötdürülünce geriye pek bir şey kalmaz. Yapraklarının ince olmasından kaynaklıdır bu. Toklubaşı öyle değildir. Onun yaprakları çiğ iken de serttir, bötdürülünce de ona göre hacminden çok şey kaybetmez. Bir de yaprakları köküne yakın yerden alınır. Öyle olunca mesela bir kilo toklubaşı bötdürülünce bir sıkım elde edilebilir. Kavrularak yenildiği, bazen içine yumurta kırıldığı olur ama Anıtkaya'da daha çok hamurda kullanılır. Mayalı-mayasız bükmenin içinde, börekte çok lezzetli olur. Bötdürüldükten sonra süzülen suyunun mide rahatsızlıklarına, hatta kansere iyi geldiğine dair bir inanç var son zamanlarda. Onun için köye gelip toklubaşı kazanları duydum. Suyundan tattım, bana çok acı geldi. Genelde şifalı şeyler acı oluyor nedense.

    Kocatepe Üniversitesi Kimya bölümünde toklubaşı çalışılarak literatüre sokulmuş. Buna göre rivayette kalan mide kanserine şifa olduğu söylentisi büsbütün de boş değilmiş. Araştırma raporuna göre orta dozda sağlıklı hücrelere zarar vermeden kanserli hücreleri öldürdüğü tespit edilmiş. Yüksek doz uygulandığında ise her türlü hücreyi öldürdüğünü belirlemişler. Dediklerine göre bötdürünce açığa çıkan sıkma suyu orta doz kabul edilirmiş. Kısaca toklubaşının acı suyu gerçekten mide kanserine iyi geliyormuş.

    Belki biz kıymetini bilmiyoruz, çevre köylerden özellikle Gocagır'a toklubaşı kazmaya gelenler bile oluyor.