Eğret de eski zamanlardan beri tahıl (arpa-buğday) ambarı olarak görülen bir ileşberlik merkeziydi. Bölgedeki kültürü olduğu gibi almak yerine, alıp kendi benliğine uyarlama biçimi en doğalıydı. Öyle yapılıp hazır tarım uygulama ve teknikleri aynen aktarılırken bunların isimleri Türkçeleştirildi. Mesela aslı Rumca 'Anadot'u, annat; 'draponi'yi, tırpan yaptılar. Bugün hala kullanılmakta olan çoğu ileşberlik alet ve tekniklerinin kökü buralara dayandığı unutulmamalı.
Tarlayı hazırlama, ekme ve bakım, hasat etme ve harman, yiygi ve deneyi değerlendirme süreçlerinde yapılan her uygulama derin manalar barındırır. Niye olduğunu düşünmeyiz, büyüklerimizden öyle gördüğümüz için ferkleri deste ederken sapın kellesini hep annatın sol tarafında toplarız. Sonra o annatı götürüp desteye bırakırken yine bütün kelleler sol tarafa yığılmasına dikkat ederiz. Daha büyük annatlarla deleceye sap yüklerken o kelleler daima solda kalır. Delecenin iki yanına doleşim dolanırken hep soldan başlar, ilk annatı sol başa koyarız. Bütün bunları yaparken nedenini niçinini düşünmeyiz, öyle görmüşüz, öyle öğrenmişiz, öyle ederiz... Amma işin sonunda bir de baksan, araba gaşşık gibi olmuş; bütün kelleler içeride, sap kökleri dışarıda. Fiziki ağırlık merkezi içeri doğru olduğu için sapların kayma, düşme, devrilme tehlikesi yok... İşte bu basit kuralar bize dedelerimizden tevarüs etmiş, onlara da buralardaki eski kavimlerden...
Eskiler, harmandan kaldırdıkları deneyi ertesi yıla kadar saklamanın bir yolu olarak meydan ambarları yapmışlardı. Şimdi Anıtkaya'da sadece bir tanesi ayakta kalmayı başarmış olan bu meydan ambarlarından, otuz yıl önce en az on tane daha vardı. Ahşap meydan ambarı tekniğinin de eski Anadolu uygarlıklarınca kullanıldığı biliniyor. Besbelli bizimkiler de onlardan almış...
Deneyi saklamaktaki amaç, onu muhafaza etmektir. Neye karşı koruyacaksın? Hava şartlarına karşı; sudan, nemden, doñdan... Başka? Haşerelere karşı; sıçandan, börtü böcekten, buğday bitinden korumak lazım... Bunlar musallat olmasın ki sonraki harmana kadar dene sağlam kalabilsin.
Bu temel saklama amacına göre meydan ambarlarından başka yöntemler de bulunmuş. Misal, kapalı alanlara toprak duvarlı ambarlar yapılmış. Genelde ambarevi yahut unevi denilen buralara bazen de yine birbirine geçmeli el yontması çam tahtalardan seyyar ambarlar da kurmuşlardır. Güneş görmeyen bu kapalı ortam ambarları da yaygın kullanıma sahipti.
Bir başka teknik de taliste saklamaktı. Kendir dokuma büyük habaları dikip talis haline getiriyor yahut harar dedikleri kalın habaları doldurup dikiyorlardı. Bu talislere neredeyse bir göz ambarın alabildiği kadar deneyi doldururdun, o kadar büyüktüler. Tabi bu kapalı yer ambarları ve talisler çok yeni... Yani bilemedin yüz yıllık mesele. Ondan önce böyle bir uygulama yoktu, çünkü evler çok küçüktü. İnsanlar zaten malı maşadıyla birlikte yaşıyordu, bir de dene için öyle bir yer nasıl ayırsındı...
Her şeye rağmen, gözlü ambarlar ve talisler iyiydiler hoştular; ama haşerelere karşı da yeterince koruma sağlayamıyorlardı. Yine sıçanlar dadanıyor, dene yine bitlenebiliyordu.
Ve daha mühim mesele vardı; eşkıya... Otorite boşluğu olduğu dönemlerde ortaya çıkıyorlar, gelip köylünün elinde avucunda ne varsa alıp gidiyorlardı. Meydan ambarındaki deneye 'yok' diyemezsin ki, zaten meydanda... Eve girse kocaman talisleri gözünden kaçırmanın mümkünü yok. Ambarevindeki deneyi sen göstermeden alıyor zaten adam... Yani sizin anlayacağınız, mevcut tekniklerin hiç biri bu zararlıya derman getiremiyordu.
Eşkıya ile birlikte anmak istemediğim bir şey daha vardı, ona karşı deneyi korumamız gereken... Malesef devletin dene olarak aldığı vergi, köylünün belini büküyordu. Bu vergilerin adı değişse de ağırlığı hep aynı kaldı. En son aşar/öşür oldu, sonra o kaldırıldı ama bu sefer de 'Tahsildar' öcüsü çıktı. Köylü denesini bütün bunlara karşı koruma, saklama derdindeydi...
İşte bütün bu dertlerin çaresi olarak kuyular kazıldı, dene kuyuları... Kuyu deyince hemen akla su kuyusu gelir... Gelmesin... Yeraltı dene depoları da su kuyusu gibi kazılıyordu, sistem aynıydı yani. 1-1,5 Metre çapında ve 5-6 metre derinliğinde bir kuyu kazıyorsun. Deneyi doldurup üzerini kapatıyorsun... Günümüzün siloları gibi yani...
Akla bazı soru işaretleri gelmesi normal, benim gelmişti çünkü... Toprağı kazınca su birikir, su kuyusunun mantığı da bu olduğuna göre, senin kazdığın dene kuyusunda neden su birikmesin? Karda kışta kuyunun üstünden su girmez mi? Bunun gibi şeyler...
Bilindiği gibi Eğret, Güneyde Çayırözlerinden başlayıp Kuzeyde Çayırlara kadar uzanan Kepez kayalığının bir bölümüne konumlanmış. Dolayısıyla köyiçinde sert kaya, ham toprak ve kirs olmak üzere üç çeşit yüzey örtüsü var. Dene kuyusu ne kayaya, ne toprağa; ikisinin arasında bir katman olan kirsli yerlere kazılıyor. Böylece zorlu kayayı delmek gibi bir işe girişilmiyor. Ayrıca yumuşak dokulu ham toprak katmanın çökmesi engelleniyor. Daha da önemlisi, kuyu duvarlarından su sızmasının önüne geçiliyor. Kapak olarak da kuyu ağzının tamamını kaplayacak büyük bir gayrak bloğu kullanılıyor. Genellikle solluklarla açılıp kapatılan bu ağır kapakların çevresi güzelce izole edilirse hiç bir sızıntı olmuyor.
Her şeye rağmen dene kuyularının dibinde kalanlar, yahut az da olsa duvardan nem kapan kısımlar olursa onlar ayrılıp hayvanlara yem olarak kullanılıyor. Bu kadar fire göze alınıyor; haşere girmesinden, sıçan dadanmasından, bitlenmesinden iyidir. İhbar edilmediği sürece ne eşkıya tarafından fark edilir, ne tahsildarca görülür.
Tabi zamanla çağın gereği olarak dene kuyularına gerek kalmadı. Harmanda kaldırılan deneyi anında pazarlayan zahireciler; elektriğe bağlanan ve sayıca çoğalan değirmenler, hatta fabrikalar vb. sebeplerle arpa buğdayı depolamaya gerek kalmadı. Öyle olunca kuyular da kullanımdan düştü. Meydanlarda tehlike arzetmeye başlayınca ebir gübürle dolduruldu yahut üzerine kapak kapatılıp öylece terkedildi.
Onları dünya gözüyle görebilen nesiller hala hayatta. En meşhurları Söğütcük Meydanındaydı. Hacımahmutların kuyular diyorlardı, Manavların Kör Mustafa'ya aitmiş çoğu. O kadar çok dene kaldırırmış adam, yaza doğru etraf köylerden öndüc almaya gelirlermiş. Ağır taş kapakları merasim yapar gibi kaldırıp çuvalları doldururlarmış. O bahar boşalan kuyular, harman kalktıktan sonra yine dolarmış... O kuyuların gübürlük olarak kullanıldığı döneme yetişebildim ben...
Benzer dene kuyuları, kahvelerin yanında, eski meydan ambarı arkasında da vardı. Bir zamanlar o civarda Tureşlerin evler varmış; kuyular belki de onlara aitti.
Geçtiğimiz günlerde altyapı çalışmaları için yapılan kazı sırasında böyle bir kuyuya Bidakgelerle Çakırların evi arasında bir yerlerde rastlanmış. Onların dene kuyusu olarak kullanıldığını bilen yok. Daha önce de buna benzer antik kuyular ortaya çıkarılmıştı. Dene kuyusu olarak kullanıldığı düşünülen buluntuların eski medeniyetlerden kaldığına şüphe yok.
Zaman, bir değirmen gibi... Son çağda çok hızlı dönmeye başladı... Ve neleri öğütmedi ki... Meydan Ambarları gibi dene kuyuları da yok oldu gitti...