07 Nisan 2024

Gök Kapıları

    
    Önce A’raf-40 ayeti: “Ayetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte biz, suçlu kâfirleri böyle cezalandırırız!”

    Ayetteki "ebvabüssemavat/gök kapıları"nın açılmayacağı hususunu müfessirler münkirlere, kafirlere Allah'ın acımayacağı biçiminde anlamlandırıyor. Birinin yüzüne kapıların kapanması demek, onun muradına eremeyeceği ve muhatabından ilgi görmeyeceği anlamına geliyor. Bu deyimden de yola çıkarak Kuran'daki bu tabirin bol mecaz yüklü bir metafor olduğu söylenebilir. Münkirlerin durumunun değişmesi, devenin iğne deliğinden geçmesine bağlanması da bunun imkansızlığını gösteriyor. Kısaca buradaki gök kapılarının gerçek anlamda kapı olmadığı çok açık. Çünkü sema tabanı, tavanı, duvarları olan bir şey değil ki kapısı penceresi bulunsun. Gök kapılarının açılması, kurtuluşun ve cennetin bileti gibi anlaşılmalıdır.

    Ve İbn-i Ömer’den nakledilen bir hadis: "Şu beş durumda gök kapıları açılır ve dualar kabul edilir: 1- Kur'ân okunurken, 2- İslâm ordusu düşman ordusuyla karşılaştığı zaman, 3- Yağmur yağarken, 4- Zulme uğrayan duâ ettiğinde ve 5- Ezan okunduğunda..."

    Hadiste gök kapılarının açılması, duaların kabulü anlamında kullanılmış. Göğe yükselen dua dilekçelerinin ilgili makama ulaşabilmesi için belli geçitlerden/kapılardan geçmesi gerektiği, o kapılar kapalıysa duaların kabulünün zorlaşacağı, açıldığında ise duanın kabul edileceği mazmununu tasavvur etmeliyiz. Bu tasavvurda da "gök kapıları"nın mecazi olduğu anlaşılıyor. Yani hem ayette hem de hadiste yer verilen bu tabir gerçek anlamda değildir. Bununla beraber "gök kapıları" gerçek-somut anlamıyla bir çeşit açılır kapanır kapıya işaret ediyor da olabilir. Elbette doğrusunu Allah bilir...

    Geçen hafta Bigalının kızı Şaziye Kocausta Abla, çocukken yaşadığı bir olay anlattı. Beni danışılacak bir hoca zannederek olayın aslını astarını ve yorumunu istiyordu. Bilemediğimi, araştırıp kendisine döneceğimi söyledim; yukarıdakiler, O'na verdiğim söz içindir. Anlattığı olaya gelince...

    1958 Yılı olmalı, Şaziye Kocausta beş altı yaşlarında... Nereden geliyorlarsa, annesiyle birlikte evlerine gidiyorlar. Guyuderesi'indeki evlerini (şimdi Akbaşların Resul Karakaya'nın oturduğu evi) yeni yapmışlar. Yörüğoğluların Metin Tüplek'in ev filan henüz yok. İleride Cavalar ile Tatıresilin evler var, tek yanlı o sokak  yeni oluşmuş durumda. Yolun sol aşağısındaki tarlalar da daha bahçeleşmemiş, hala çayır...

    Analı kızlı böyle ilerliyorlar, havada sıradışı bir şey yok... Cavaların ev hizasına geldiklerinde o tuhaf olay duraklamalarına sebep oluyor... Birdenbire batı ufuklarında yeşil beyaz parıltılar görülüyor, gökyüzünde bir hareketlilik... Sanki bir perde, bir paravan, bir kapı açılıyor gibi... Sonra bir daha, bir daha... Üç dört kez göklerin açılıp kapandığını görüyorlar. O anda çayırlıkta Emirlah Çeşmesine kadar bütün söğütler yere kapaklanıp geri doğruluyorlar. Göğün açılıp kapanmasına paralel olarak adeta secdeye varıp kıyama kalkıyorlar. Üç dört kez tekrar eden bu olay sırasında ayaklarının altındaki zemin, yer yer çukurlaşmış...

    Olayın burasında aklıma birdenbire şahit oldukları şeyin bir deprem olabileceği geldi. 1995 Dinar depreminde Metin Azbay oraya görevli olarak gitmiş, döndüğünde yaşadıklarını dehşetle anlatmıştı. Hatırımda kaldığına göre günler sonraki artçılar bile o kadar şiddetliymiş ki, yer halı silkeler gibi kıvrılır; koca koca binalar eğilip yere değer, sonra tekrar doğrulurmuş. Şaziye Abladan dinlediklerim ile Metin'den dinlediklerim birbirine çok benziyordu. Araya girip bu ihtimali belirtmek istedim, ama bu da çok saçmaydı; çünkü o şiddette bir deprem yalnız Eğret'te hissedilemez, köyde de sadece ana kıza kendini göstermezdi. Üstelik o yıllardaki bir zelzele hakkında kimseden bir şey duymamıştım... Bir de depremin kendine has ürkütücü bir sesi vardır, Allah göstermesin yaşayan bilir. Şaziye Ablanın yaşadıklarında hiç de öyle korkacak bir şey yokmuş. Özellikle sordum, hiç korkmadığını söyledi...

    Annesi biraz ürpermiş galiba, çünkü gördükleri normalde dayanılacak şeyler değil... Tıraka (Abdurrahman Zenger)i görmüşler, bu ürpertiyle ona sormuş Kezban Hanım... 

    -"Korkma Kezban, gök kapıları açıldı. Fırsatı kaçırmayın, dua edin kabul olur." demiş Tıraka... Kezban Hanım bıdır bıdır bir şeyler okumuş...

    Bu olayı yorumlatmak için köydeki bir hocaya gitmişler analı kızlı... Şaziye Abla hangi hoca olduğunu hatırlayamadı. O da güzel yorumlamış, bu türlü hadiselerin herkese görünmeyeceğini, gök kapıları açıldığında edilecek duaların kabul olduğunu filan söylemiş...

    Yıllar sonra Şaziye Abla aynı olayı, yani gök kapılarının açıldığını rüyada da görmüş. Bir farkla ki kapılar bu sefer batıda değil doğu ufuklarında açılıyormuş. Bir de bu sırada söğütler bulunmuyormuş...

    Bütün bunları dinledikten sonra söz verdiğim gibi araştırdım. Gerçek hayatta benzerinin yaşandığı bir olay tespit edebildim. Karadeniz bölgesinde sahurdan sonra yayladan dönen kadınların üçü biraz geride kalmışlar. Gökte turuncu ışık arasında bir kıpırtı görünce genç olan ikisi korkmuş. Yaşça daha büyük olan ise gök kapılarının açıldığını, istedikleri her ne ise dua etmelerini öğütlemiş. Bu olaydan bir kaç ay gibi kısa bir süre sonra her üçünün duasının da gerçekleştiği anlaşılmış.

    Ben rüya tabirinden de anlamam, ama bütün kaynaklarda rüyada gök kapılarının açıldığını görmek; nasip, kısmet, bereket, muradına erme gibi müspet durumlarla yorumlanıyor.

    Yukarıdaki hadis ışığında düşünecek olursak; Cavaların evin dengine geldiklerinde batı tarafında gök kapılarının açıldığını gören ana kızın durumunu bilemiyoruz. Acaba bir haksızlığa mı uğramışlardı. Bilindiği gibi her türlü haksızlık 'zulüm' diye adlandırılır. Efendimiz (SAV)in dediğine göre 'zulme uğrayan duâ ettiğinde gök kapıları açılır ve dualar kabul edilir.' Bilmem bu sözün üstüne başka lakırdıya gerek var mı!..



05 Nisan 2024

Gocagulağıñguyu

    
    Dün gece teravih ile sahur arası suya gittik. Bagaj aldığı kadar içme suyunu belli aralıklarla Kışlacık köyünden getiriyoruz. Bir Ramazan gecesindeki bu su yolculuğu beni yarım asır evveline götürdü. Anlatayım...

    Çocukluk Ramazanlarının bir kısmı yaz günlerine denk gelmeyenler, anlatacaklarımda aynı heyecanı bulamayabilirler. O talihsizlere iftarda soğuk su gerekmiyordu çünkü. Daha doğrusu bir kupa soğuk suyla oruç açma zevkinden mahrum kaldıklarından talihsizdiler...

    Özellikle 1977 yılından itibaren oruç böyle bunaltıcı günlerde tutulmaya başlandı. Gündüzler geceye göre biraz daha uzun, ama gündüz gece sıcaklık farkı çok fazla olduğu dönemlerdi. Çoğu insan hala harmanyerinde, bazıları da günaşık kesmeyle meşguldü. Harmandan kalkamayanlar saman çeker, eşer, deperdi. Samanlıkta saman tozu yutanlar işlerin ne denli cavcavlı olduğunu anlayacaktır. Beride günaşık kesenlerin veya kök yolanların durumunu da çekenler bilir. O mevsimde artık güneş fazla yükselmediği için ışıkları Ağustos'tan daha yakıcıdır. Bu şartlarda oruç tutuyorsun, anladın mı iç yangınını?..

    İleşberliğin bittiği, tarımın ise tamamen tekniğe döndüğü bugün, olmaz da hadi o yıllardaki kadar işten bunaldın diyelim; iftarda buz gibi bir ayran, serin bir bardak su içme imkanın var. Zira her evde bir değil bir kaç tane soğutucu görmek sıradan bir durum. Oysa elli yıl önce öyle miydi, köydeki bir kaç buzdolabı bakkal ve kahvelerdeydi. Hatta onlar da karpuzu, gazozu kovaya koyup kuyulara sallarlardı...

    İşte o dönemde gün boyu içi yanan garibanların iftar sofrasında bir bardak soğuk suyu canı çekmesini çok görmemeli. Bir bardak soğuk suyu anlatacağım size...

    Söğütcük mevkisi, çaprazlama hatla üç kuyunun sıralandığı bir çizgi çevresinde oluşmuş. Aşağı kısımdaki ikisi sereñli, yukarıdaki ise dolaplı bu kuyuların iki ucundakiler Gocagulağıñguyu diye anılıyor. Ortadaki sereñli olan Hacıarif Dedemin hayratı imiş; konumuz o değil, diğerleri...

    Gocagulağıñ aşağıdaki sereñli kuyusunun suyu gür olur, eğilsen tası daldırıp doldurabilirsin. Bununla beraber içmek için pek tercih edilmezdi, çünkü içinde yânış denilen karides benzeri küçük böcekler yüzerdi... 

    Yukarıdaki dolaplı kuyu çok derindi... Derin ve suyu çok soğuk... Dere bölgesine göre daha yüksekte bulunan bu kuyu suyunun sebebine, aharın ucunda yeşeren bir kaç genç söğüt ağacı, orayı mevkinin ismiyle müsemma hale getirmişti... 

    Sair zamanlarda malları sulamak için uğranılan, hatta onun için bile diğerlerinin tercih edildiği Gocagulağıñ dolaplı kuyu, Ramazanlarda kıymete binmeye başladı. İkindiden sonra güğümlerini sırtına alan kızlar; sineği, güğümü eşeğe çatan çocuklar; mahallenin güğümlerini beygir arabasına dolduran adamlar buraya akın ederlerdi. Biz ikincisinde, eşekle suya giden çocuklar gurubundaydık. 

    Akşama doğru çevresinde telaşlı ve sinirli bir kalabalık bulunan kuyu, ilk zamanlarda çok sakindir. İftar saatine daha çok vakit bulunduğundan kimse suyu erken götürüp de ısınsın istemez. Yoksa Gocagulağıñguyuya gelmeye ne gerek var... Bu yüzden herkes iftara en yakın saatte kabını doldurmak ister. Elbette bu mümkün değil; nöbet kapmaların, sırayı bozmaların, sinirlenmelerin, tartışmaların sebebi budur... Yine de herkes sofrasına top patlarken de olsa suyunu yetiştirir...

    Evi Söğütcük'e yakın olanlar, Gocagulağıñguyunun soğuk suyunu beş altı yıl boyunca iftar sofralarına yetiştirdiler. Sonra Ramazan aylarını köyde geçirmemek üzere biz Anıtkaya'dan ayrıldık. Zannederdik ki geride bıraktıklarımız suya gitmeyi sürdürüyorlar. Meğer yitip giden o günler gibi, alışkanlıklar da değişmiş. Her eve olmasa bile her sokağa bir kaç buzdolabı girmiş; insanlar kuyudan getirdiği suyu değil, dolaptaki buzunu paylaşarak serinler olmuşlar...

    Bir Ramazan gecesi suya gitmek kime ne çağrıştırır bilemem... Benim aklıma yaklaşık yarım asır önce yaşadığım Gocagulağıñguyu maceralarını getirdi...

 


27 Mart 2024

Top Patladı

 

    Kendine özgü duruşlarıyla köyün bir ferdi olduğu halde, varlığını ancak muayyen zamanlarda hissettiğimiz bazı şeyler vardı. Onlardan biri olan top, bütün bir yıl susar susar, vakti geldiğinde ise duygu patlaması yaşıyor gibi ortalığı velveleye verir, böylece kendini herkese ispat ederdi.

    Her oruç ayında iftar saati onunla ilan edilir, minare ışıkları onun sesiyle yakılır, ezan ondan sonra başlardı. Ramazan ayına mahsustu, ama köylü ona sadece top derdi; çünkü başka top bulunmadığından özel isimle 'Irmızan Topu' deme gereği duyulmazdı. Vakit yaklaştıkça ihtiyarlar;

    - 'Topa ne va?' diyerek kaç dakika kaldığını sorar, çocuklar ise;

    - 'Top patladı!' çığlıklarıyla vaktin girdiğini duyururdu. Oysa böyle bir müjdeye gerek yoktur, zira  top kendi gür sesiyle Anıtkaya semasını gürültüye boğmuştur zaten. Olsun yine de çocuklar coşkusunu dile getirmeli...

    İftar coşkusunu Pazaryerinde yaşamak, ilginçliklerle dolu bu ayı biz çocuklar için daha çekici hale getirirdi. Oruçlu bile olsak o anda orada bulunmak bir ayrıcalıktı. Top patlayınca cebimizdeki bisküvi, gofret, şu bu, her neyse iftariyelikle orucumuza açar, sonra koşa koşa eve gelip sofraya yetişirdik. 

    Patlama anını hiç göremezdik. Bükürlerin Alessan (Ali İhsan Ölçer) görevli topçuydu. Onbeş yirmi dakika kala elinde malzemeleriyle Pazaryeri merdivenlerinden çıkardı. Topu ateşlemeye hazır hale getirmek için demek ki bu kadar vakit lazım. 

    Bizi yakınlarından uzaklaştırmak için durmadan uyarılar yapardı, ama her seferinde onu dinlemeyip sırnaştığımız için gönülsüzce hazırlık safhasını izlememize izin verirdi. Yine de son işareti verdiğinde O ateşlemeden önce oradan uzaklaşıp siper aldığımızdan o anı hiç göremezdik.

    Ateş hazırlığını bir tören icrası gibi yapardı. Barut namluya yerleştirildikten sonra terzilerden aldığı kumaş kırpıntılarını özenle 'deperdi.' Her akşam yanında getirdiği ucu kütümekli uzun demir çubuk bunun içindi. Bir parça paçavra atıp onu deper, bir parça daha, bir parça daha... Bu çapıt çangal dolgu malzemesidir, ama aynı zamanda mermidir, gülledir... Sonuçta hedef vurulmayacak, patlama sesli olsun gürültü çıksın yeter; hedef bu...

    Hazırlık safhası bittiğinde işareti alır, kaçışırdık. Bundan sonrasında buralarda bulunmamıza izin yoktu. Kaçabildiğimiz kadar kaçar; Üseyinhocanın (Hüseyin Ayas) ev yakınlarında bekleşirdik. Görmüyorduk, ama herhalde Topçu da fitili ateşledikten sonra kendini bir yere atıyormuştur... Şiddetli patlama sesiyle kafamızı göğe çevirir, havada tüy gibi uçuşan çapıtların süzülüşünü izlerdik... Sonra rüyadan uyanan diğer çocuklar gibi, Pazaryerine çıkan bütün aralıklardan her birimiz evlerimize doğru koşardık... Bu çocukça şehrayin her akşam böylece tekrarlanırdı...

    Sair zamanlarda eşeğe biner gibi üstüne çıktığımız bu emektar topun kaynağı TSK olmalıdır. Orada kullanım dışı kalınca bizimkiler başvurup almışlardır, diye tahmin ediliyor. Önceden Gocacami yanındaymış, belki caminin tamir zamanında oradan sökülüp Cumacamisi yanına taşınmış. Bizim bildiğimiz hep buradaki halidir..

    Basit bir top düşünün; tekerleri, mekanizması sökülmüş. Ayaklarını betonla yere sabitlemişler, böylece namlu da yaklaşık 60 derecelik bir açıyla kuzeye bakacak biçimde sabitlenmiş oluyor. Eski musalla aralığında kabir duvarı kenarında öylece sakin sakin durur, patlayacağı günü sabırla beklerdi.

    Alessandan önce Kelyusuf (Yusuf Yakışır) ve Çöpçü (Halil Efe) de top ateşleme ile görevlendirilmişler. Geri tepme sonucunda Çöpçünün elinden yaralandığı olmuş. Alessanın da bu sebepten bir süre eli sargılı dolaştığını hatırlar gibiyim...

    12 Eylül 1980'den sonra genel silah yasağı gibi bir durum oldu. Takip eden ilk oruçlar olan 1981 Ramazanında ise top atışı yasaklandı. Hasılı 11 Ağustos 1980 Pazartesi akşamı Anıtkaya'da son kez top patladığını kimse bilemezdi...

    Patlatılması yasaklanan top, kendi köşesinde uzun yıllar melul mahzun bekledi. Yerinden söküp götürüp Han'a attılar, cesedi uzun yıllar orada kaldı. 2000 Yılında bir hurdacı arabasına yükledikleri yalnız emektar top değil, bir dönem rüya gibi çocuk oruçlarının baş kahramanıydı...



19 Mart 2024

Bir Canta, Bir Kitap, Bir Diploma ve Bir Öğretmen

 
    Gocacami yanındaki eklentilere medrese diyorlarmış.  Belki Tekke/Zaviye ile bağı bağı vardı ve Gocacami'den önce benzer derslikler o civarda bulunuyordu. Bundan emin olmamakla birlikte Eğret'te en azından Kur'an öğretimi çalışmalarının çok eskiye dayandığını düşünmek gerekir. 

    Medresede ise sistemli Kur'an dersleri okutulduğu biliniyor. Harf değişikliğinden sonra aynı derslikler, yeni harflerin öğretildiği düzenli ilk mektep imiş. 1940'lı Yıllarda planlı okul binası (Düğün salonu yerindeki eski ortaokul) yapılana kadar İlkmektep burasıymış. Üç yıllık eğitimden geçirilen çocuklar İlkokul seviyesini bitirmiş sayılıyormuş, beş yıllık eğitime 1945-46 gibi geçilmiş. O zamana kadar yaklaşık yirmi yıl İlkmektep binası medrese dediğimiz yer oluyor. Taşınma gerçekleştikten sonra Kur'an konusundaki sıkıntılı hava da yumuşamaya başlayınca orası tekrar eski hüviyetine dönüp 'medrese' oluyor...

    1920 İle 1940 Yılları arasında doğan bir neslin yeni harflerle eğitimine sahne olan medrese binasındaki hatıralar ilgi çekici olmalıdır. Malesef onlara vakıf değiliz, ama o hatıraların bir parçası olan somut bir kaç şey var elimizde. Bazen eşya, hatıradan daha dayanıklı olabiliyor... Bu dönemin talebelerinden üçünün özel eşya/hatırası bugüne kadar gelebilmiş. Onların hikayesiyle sahiplerini de yad etmiş oluruz. Kelbekirin Halil Haykır, Körhocanın Arif Varlı ve Dananın Kazım Dalmışlı'dan bugüne bir çanta, bir kitap ve bir diploma kalmış o günlere dair... 

    Bir Çanta

    Gambırömerin Kadir Haykır Abi 'Dedemin şehitlik beratını getireyim mi?' diye sormuştu. Böyle bir teklife hayır denir mi... Elinde bir sandıkla çıkageldi. Eskiden kalan ne varsa bu sandıkta muhafaza ediyormuş. Açtık; içinde yakın geçmişe dair faturalar da var, yaşı bir asrı geçmiş senetler de... Ellerine ne geçtiyse bu sandığa atmışlar... 

    İçindekiler kadar bu sandık da dikkat çekiyordu. Halil emmisinin mektep çantasıymış. Kaba ve sağlam tahtaların birleşmesinden oluşmuş bu sandığı kim bilir kim çaktı?

    Çaktı diyorum, öyle çünkü. Muhtelif ebatta üç tahta parçası meşin düzlemlerle iki ucundan tutturularak bir bütün oluşturulmuş. Sonra kenarları aynı yükseklikte parçalarla kapatılıp derinlik verilmiş. İlk teknikle ikinci bir düzlem kapak yapılmış ve bu yine meşin menteşelerle monte edilmiş. Oldu mu sana valiz görünümlü bir sandık. Kapak tarafından üst tarafa uzanacak bir kanca bükülüp üstteki tokaya girecek biçimde ayarlanmış; bu da kilit oluyor. Üstüne bir de kullanışlı meşin kulp çakılınca al sana okul çantası... 

    Bu tahta çantaların biraz daha kibarları 1970'lerde hala kullanılırdı. Plastik yaygınlaştıktan sonra hepsi yalan oldu... Yalnız resmini gördüğünüz çanta, o yıllarda sahibine oldukça fors kazandırmış olabilir. Çünkü 1930'ların ilk yarısında böyle bir çanta zannetmiyorum ki her çocukta bulunsun... 

    Bolvadinli Çakallardan, Irafanın kardeşi olan Kelbekirin oğlu Halil Haykır, 1924 yılında doğmuş. Yenimısdık ile bababir, Gambırömer ile anabir, Alosmançavuş ile de öz kardeş oluyorlar. Babası o yıllarda Arapgızına içgüveyisi olduğu için onların evinde duruyorlardı. Sandık o günlerin eseri olsa gerektir. Üç yıl boyunca mektebe getirip götürmüş. Evlenip çoluk çocuk sahibi olduktan sonra kendisi ayrılsa da çantası orada kalmış. Bir dönemden sonra İzmir'e yerleşmiş ve 2003 yılında vefat etmiş.

    Bir Kitap

    1931 İstanbul baskılı bir kitap görseniz siz de şaşırırsınız. Hele de bu bir ders kitabıysa... İlkmekteplerde okutulacak Tarih dersi kitabı üç cilt olarak düzenlenmiş. İlk sayfanın arkasındaki not şu: 'Maarif Vekaleti Milli Talim ve Terbiye Dairesinin 28/11/1931 tarih ve 2847 numaralı emrile 25.000 nüsha tab'edilmiştir.'

    Bundan ne anlamak gerekir? Sekiz yıllık bir devletsin, global ekonomik krizden henüz çıkmışsın, üç yıl önce harf inkılabın var, buna göre yeni bir sistemle düzenlenmiş yeni okulların ve biraz da isteksiz öğrencilerin... İmkanlar sınırlı, muallimlerin yeni, yeterli materyalin bulunmuyor... Doğru veya yanlış yeni bir sistem kurmuşsun, ona göre dersi okutacak öğretmen ve esas alacağı ders kitabı lazım... İşte öyle bir ortamda öğretmen yetiştirme, kitap yazma ve basma gücü ve iradesinin bulunduğunu anlayabiliriz.

    Her sınıf düzeyine bir cilt olacak şekilde üç ciltlik Tarih Ders kitapları ciltlenip memleketin her yanına dağıtılmış. Sağlam ciltli olmasına sebep uzun süreli kullanılabilsin diyedir. Nitekim 25 bin nüsha basılan kitaplardan Eğret'in payına da düşmüş, elden ele geçen kitaplar bugüne kadar ulaşabilmiş. O kadar dayanıklı şeyler ki, yalnız kapak köşelerinde biraz yıpranma var, o kadar...

    İçeriğine gelince... Nasıl bir müfredatsa, bugünün lise seviyesiyle denk gibi... Elyazısı, ve hesap konusunda o yıllarda seçkin bir eğitim verildiğini biliyorduk, aynı kalitenin Tarih dersinde yakalandığını bu kitaplardan anlayabiliriz.

    Önbilgi olarak o yıllardaki ders kitaplarının Avrupa'da bastırıldığına yönelik bir şeyler işitmiştim. Sözünü ettiğim kitaplardaki baskı kalitesini; içinde renkli harita, gravür ve resimlere ve hatta filigranlı baskılara yer verildiğini düşününce acaba yurtdışında mı basıldı diye şüpheye düşmedim değil. Lakin işte '1931, İstanbul Devlet Matbaası' diyor, niye böyle yazsınlar ki...

    Üç ciltlik Tarih ders kitabının ilk cildi yok, sadece 2. ve 3. ciltler bugüne gelebilmiş. Kitapların sahibi Arif Emmim 1927 doğumlu... Eğret İlkmektebinde 1934-1940 arasında geçmesi gereken üç yıllık okul hayatında bunları okumuş... Kendisi 2000 yılında vefat etti...

    Bir Diploma

    Mustafa Kırbaç, babası Hasan Kırbaç'ın Eğret Mektebinden aldığı şehadetnameyi göndermiş, biz de onu özenle Eğret Sanal Müzesindeki yerine koymuştuk. İsmail Dalmışlı Hocam onu görünce babasının diplomayı hatırlamış, ilgilenirsen diye bana gönderdi. İlgilenmez olur muyuz...

    1948 Tarihli İlkokul diploması, yukarıda sözünü ettiğim yeni okul binasında düzenlenmiş. "5 Sınıflı Eğret Köyü İlk Okulunda ilk öğrenimini 1947-1948 ders yılında bitirerek yapılan imtihanda yandaki dereceleri kazanan İsmail oğlu Kazım Dalmış'a bu diploma 1948 yılı Mayıs ayının yirmiyedinci günü verilmiştir." 

    Bitirme sınavı nedir ve nasıl uygulanıyordu sorularının cevabından daha önce bahsetmiştik. Ben burada diploma üzerinde imzası bulunan Başöğretmenden söz etmek istiyorum.

    Bir Öğretmen

    1932 Yılında Diyanet bir genelge yayınlayarak camilerde Arapça ezanı yasaklar. O yıllarda öğretmenler bu tip kararların köylerde uygulanmasını takip etmekle görevlidirler. Bir bakıma doğal Hükümet Komiseri sayılırlar... Gocacami'de Gavas (İbrahim Sargın) her zamanki kametine başlayınca, cemaatten birisi onu susturur. Genelge yayınlandığını, bundan sonra ezan ve kametin Türkçe okunacağını bildirdikten sonra bunun nasıl yapılacağını göstermek için ayağa kalkar ve 'Tanrı Uludur, Tanrı Uludur' diyerek kamet getirir. Tam 18 yıl sürecek Türkçe Ezan zulmü Eğret'te böyle başladı...

    İlk Türkçe kamet eden kişi devrin Eğret öğretmenlerinden Hasan Hüseyin (Tekin)dir. Abdestinde namazında, neredeyse beş vaktini camide geçirdiği bildirilen Hasan Hüseyin Öğretmeni Eğretliller de sevmiş ve aralarında ona 'Sağırmuallim' derlermiş. Hatta bu lakabı o kadar yaygınmış ki, lakabını çok defa işittiğim halde adını öğrenmek için epeyce uğraşmam gerekti.

    Sağırmuallim Eğret'te uzun süre kaldığı anlaşılıyor. İlk kamet olayında Başöğretmen olmadığını Hasan Kırbaç'ın şehadetnamesinde imzası bulunmamasından anlayabiliriz. Halkın hafızasında bu kadar yer etmesinin sebebi dindarlığı kadar burada uzun yıllar çalışmışlığı olmalıdır. Bununla beraber bu özelliklerinden başka hakkında bilgi bulamadım. Nerelidir, çoluk çocuğu var mıdır, ne zaman nerede ölmüştür bilinmiyor...

    Adına bir de Kazım Dalmışlı'nın 1948 tarihli diplomasında rastlandı. Başöğretmen Hasan Hüseyin Tekin olarak imzalamış. İlginç bir şekilde Sağırmuallim adını iki yıl sonraki bir olayda yine işiteceğiz.

    Yıl 1950... İktidar değişince Arapça ezan yasağı da kalkmış. Yine Gocacami, kim 'Tanrı Uludur' diye kamete başladıydı bilemeyeceğim... Sağırmuallim susturmuş onu ve yeni karar gereği Arapça ezan yasağının kalktığını bildirip ayağa kalkmış ve 'Allahuekber Allahuekber' diye gerçek kameti getirmiş...

    Güler misin, ağlar mısın denilecek bir durum... Yalnız bu durumunu Sağırmuallim minnetle anar 'Çok şükür Allah'ıma, iki uygulamayı da bana nasip etti' dermiş...

    Dediğim gibi Sağırmuallimin akıbeti bilinmiyor. Amma onun diploma verdiği 1933 doğumlu Kazım Dalmışlı 2005 yılında vefat etti. Adı geçen dört kişi vesilesiyle Eğret İlköğretiminden bir kesit sunduk. Hepsinin kabri nur olsun...



15 Mart 2024

Zekata Bakış


     Kuran’da genellikle namaz ile birlikte anılan zekat ibadeti hakkında, insanlardan pek nasihat duymazsınız. Neden acaba? Malum zekat mali bir ibadettir, tamamiyle cüzdanla alakalıdır; namaz gibi masrafsız(!) değildir. ‘Mal canın yongasıdır’ düşüncesinin hakim olduğu bir toplumda zekatın geri plana itilmesinin sebebi bu olabilir.

    Kelime kökü olarak temizlenme ile alakalı zekat adı verilmesinden anlaşılıyor ki bu ibadetin mal temizliği ile yakın ilişkisi var. Bir miktarını vermek/elden çıkarmakla geride kalanını temizlemiş oluyorsunuz.

    Malınız/paranız kirli mi ki onu temizlemek lazım olsun? Galiba bu kir bizim düşündüğümüz anlamda bir pislik değil. Omuzlarımıza yüklenen bir sorumluluk yükü var, o ağırlıktan kurtulma rahatlığı temizlenme/arınma rahatlığına benzetiliyor.

    Bir arkadaşın ifadesiyle zekat ve sadaka gibi ameller toplumda olması gereken bir döngüyü sağlar. Yani Kudret’ten size inmiş olan zenginliği siz vazifeniz olduğu üzere ihtiyaç sahiplerine dağıtmazsanız bu döngüyü kilitlemiş olursunuz. Çünkü bu zenginlik size ilahi bir torpil olarak değil döngünün sağlanması hikmetine binaen vazife olarak verilmiştir. “Hocam ben çalıştım ben kazandım…” Geçin bunları, kimse çalışarak zengin olmaz. Ayrıca neredeyse atasözü haline gelmiş; Allah ilmi isteyene, zenginliği ise istediğine verir.

    Şimdi sen bu döngüyü devam ettirmekle vazifeni yapmış, yükten kurtulmuş oluyorsun. Bir bakıma malın/paran temizlenmiş, arınmış oluyor.  Geride kalan kısmı bereketleniyor. Bereket mevzuunu başka zamana bırakalım…

    Peki döngü tıkanırsa, yani zekat vermezsen ne olur? O zaman büyük sistemi, işleyişi bozmanın bedelini ödersin. Bu sana musibet gibi, hastalık gibi, trafik cezası gibi şeylerle çok çabuk geri döner. Eğer zekat ve sadaka vermemek bütün toplumda yaygınlaşmışsa, neticesi genel bir musibet olarak görülür; savaş gibi, deprem gibi, ekonomik kriz gibi…

    Hasılı kelam sen zekatı vermezsen, Allah onu bir şekilde mutlaka elinden alıyor. Oysa güzellikle verseydin bu sana bereket olarak geri dönecekti. Allah zorla alınca musibet üstüne musibet oluyor, fakirleştikçe fakirleşiyorsun.

    Bu sebeple zekat Kuran'da sürekli dikkat çekilen amellerden biri olmuş ve ''Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.” diye dinin direği ile yan yana anılmıştır.

    Allah’ın bu kadar öne çıkardığı zekatı eskiler genellikle Ramazan ayı içinde fitre ile birlikte aradan çıkarırlardı. Tarıma dayalı bir toplum olarak gelir, harmanda yıllık olarak elde edildiğinden zekat da bir kerede verilir ve bu Ramazan ayına denk getirilirdi. Belki Ramazan’ın feyzinden yararlanma amaçlı ortaya çıkan bu durum, sonradan adet haline gelip yerleşmiş.

    Bugün ise durum farklı. Yine ziraatla uğraşsa da herkesin az veya çok aylık geliri var. O halde harmanı veya Ramazanı beklemeye gerek yok, zekat aylık verilebilir. Maaşın ne kadar, on bin lira; kırkta biri ne, 250 lira. Her ay başında ver ikiyüzelliyi, işine bak. Bu kadar cüz’i miktarı neye vermiyorsun ki. Hiç olmazsa paranı ve vicdanını temizle, rahatın keyfini yaşa. ‘Hocam köyde fakir kimse yok, kime verelim…’ Mutlaka senden daha kötü durumda birileri vardır, iyi bak görürsün…

    Hem senin birinci amacın paranı temizlemek değil mi? Vermek için can atman lazım. Galiba Hz. Ali’nin sözüydü: “Alanın sadakaya ihtiyacından daha çok, Senin verince kazanacağın sevaba ihtiyacın var.’

    Bir de kırkta bir, yani % 2,5 meselesi var. Bu zekatta verilmesi gereken en düşük orandır. Maalesef bizde kural haline getirilip bu oranda verilir olmuş. Oysa zekatın üst sınırı yok. Tamam kimseden Hz. Ebubekir gibi malının tamamını, Hz. Ömer gibi yarısını verme aliceneplığı beklenemez. Yalnız maaşının yüzde onunu verenleri biliyorum, hiç de hallerinden şikayetçi değiller.

    Malesef zekat, yahut genel olarak infak/verme kavramından alabildiğine uzaklaşmış toplumumuzda böyle fedakarca davrananlar hoş karşılanmıyor. Müslüman Müslümana ‘Neden bu kadar çok veriyorsun?’ diye sorup, bunun altında başka şeyler arıyor. Bunu diyenler kırkta biri bile vermek istemeyen tıynıyette…

    İnsan mal ve dünya sevgisi nedeniyle bile olsa zekat ve sadakayı isteyerek vermelidir. Mesela bir ağacı budayınca nasıl onun daha gürleşmesini sağlıyorsak, zekat ve sadaka vermek de böyledir. Belki açıklanamayan bereket kavramı burada ortaya çıkıyordur.

    İspat edilemeyen bir duyum ile noktalayalım: “Zekat gibi maddi vazifelerin ihmali insanda bazı hastalıklara neden olabilir. Zekatsızlığın özellikle böbrek rahatsızlıklarına yol açtığına dair bulgular var.”


13 Mart 2024

Eskilerin Meteorolojik Tahminleri

     
    Günümüzde bir hafta on günlük hava tahmin raporları elimizin altında. İşlerimizi buna göre planlayabiliyoruz. Gerçi ufak tefek yanılmalar olabiliyor, raporlar sık sık güncelleniyor; ama büyük ölçüde tahminlerde isabet var. Meteoroloji Müdürlüğüne bağlı istasyonlarda bunun için gelişmiş cihazlar var, ayrıca uydusuydu balonuydu derken; 'Yarın hava nasıl olacak?' sorusu yüzde yüze yakın cevaplanıyor.

    Eskiler böyle bir imkandan mahrumdular. Hava tahmini yapmıyorlar; ancak asırların tecrübesiyle oluşan bir geleneksel takvim bilgisine göre hareket ediyorlardı. Ne zaman ne kadar yağış olacağını, ne vakit dineceğini; buna göre ekimin ve hasadın hangi dönemlerde yapılması gerektiğini, hayvanların bakımı yaylımı vs. işlemler hep bu takvime göre yapılıyordu. 

    Geleneksel takvimin deneme yanılma yoluyla keşfedilip sistemleştirildiği anlaşılıyor. Bakıyorlar, bir sene falanca vakitte aşırı kar yağışı var. Ertesi yıl aynı vakitte yine aynı kar yağışını görünce o günleri işaretliyorlar. Sonraki senelerde de aynı şiddetli hava gözlemlenince o dönem tamamen belirleniyor; havanın durumuna göre o belirli dönemde yapılması veya yapılmaması gereken işlemler kural haline getiriliyor. Dönemlerin adına cemre, zemheri, doksan, gündönümü, mihrican vb. isimler veriliyor ve böylece bir yıllık bir takvim meydana geliyor. Tabi bu bir kaç senede değil, en az bir kaç yüzyılda oluşabilecek bir süreç...

    Eğret özelinde de, yine bu geleneksel takvim içinde, kendine göre yerel bir takvim oluşturulmuş. Bu civarda gözlemlenen bazı hava durumları sebebiyle özel kavramlar geliştirilmiş. Mesela 1946 yılı Mart ayının sonunda Canalinin Mehmet Can vefat etmiş, sert hava şartlarından dolayı mezar kazılamadığından cenaze üç gün defnedilememiş. Bu olaydan dolayı Mart ayının son haftasına 'Canali gışı' adını vermişler ve her yıl o dönemde şiddetli soğuk beklemişler.

    Tam zamanını tespit edemedim, Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın başına gelen bir olay var. Kelsalek Salih Azbay Dayısı ile ortak keçi veya koyun etmişler bir dönem. Zamansız kırkmış hayvanları, ansızın tipiye yakalanmış. Ağıla gelene kadar üşüyen hayvan tamamen kırılmış. O döneme de hala 'Garaburun gışı' diyorlar.

    İdirizlerin Mustafa İdi'ye 'Hamsinci' lakabı takılması benzer bir olaya dayanıyormuş. Çok soğuk geçen doksan ve atmış günlük iki bölümden oluşan 150 günlük mevsime kış deniliyor. Bunun ilk bölümüne 'Doksan', ikinci bölümüne ise 150 anlamına gelen 'Hamsin' adı verilmiş. Bilenler hamsin çıkmadan kırkıma başlamazlarmış. Mustafa İdi bu kuralı dikkate almayıp koyunları hamsin döneminde kırkınca olan olmuş, hayvan kırılmış. Adamın adı bu yüzden 'Hamsinci'ye çıkmış...

    Bütün bunlar tecrübeyle oluşan takvimin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koyuyor. Takvimdeki uyarıyı dikkate alanlar kazanmış, uymayanlar malını kırdırmış.

    Asırlık tecrübelerle oluşan geleneksel takvim, bir yıllık döngüyle ilgili bilgiyi aktarıyor insanlara. Peki daha kısa süreli meteorolojik bilgiyi nasıl elde ediyorlardı? Mesela yarın hava nasıl olacak bilgisi? Bu hava tahmini de kendi tecrübeleri ve büyüklerinden tevarüs eden bilgiyle yapıyorlarmış. 

    Yeni duyduğum bir kavramı da burada zikretmeliyim. Esnanın Veli Seyrek, ekim dönemini kaçırmış veya ihmalkarlık etmiş, ekinini ekememiş. Bulduğu ilk fırsatta ekmiş, ama ekme vakti filan değil... Çıkmaz o ekin diye dalga geçmişler bununla... Ama nasıl olduysa o mevkideki bütün ekinler avara iken sadece onun tarlasında öyle bir mahsül olmuş... Bilmeyenler sormuşlar, sen bunu hangi tavda ektin diye... O da demiş ki 'Veli tavında ektim.' O günden sonra zamansız ekilen ekinin vaktini anlatmak için 'Velitavı' sözü yerleşmiş.

    Berber Ahmet Kabadayı Emmimin son ziyaretinde bıraktığı notlar arasında, hava tahminini nasıl yaptıklarının bilgisi vardı. Emmimin notlar şöyle:

    Baba oğul ekin ekmeye gitmiş, tohumu saçıp çifte başlamışlar. Bir evlekten daha az sürülecek yer kaldığında baba;
    - 'Bırak çifti oğlum, koyver pulluğu, paydos edelim' demiş. Buna bir anlam veremeyen oğlu;
    - 'Buba bu gadarcık yer galmış, şimdi bırakılır mı. Bir daha kim bilir ne zaman gelcez, o zamana gadar guşlar saçdığımız tohumu toplar.' diyerek itiraz edecek olur. Baba ise kararlıdır;
    - 'Toplasa toplasın, sen öküzleri çöz.'
    - 'Le Buba, bak heva ne güzel, bi daha gelmeye değmez.'
    - 'Oğlum, az daha eğlenirsek şu dereden sel gelcek, arabeyi geçiremeyiz.'
    - 'Le Buba, ne yağmırı ne seli. Hevaya bak günnük güneşlilk!'
    - 'Oğlum gafanı galdır da hevaya bak. Guşlar hep bi tarafa uçuyor, neden acaba bilir misin? Garşı dağa dolu yağıyor da ondan. Çünkü guş doludan gaçar, yağmırdan gaçmaz; bunu aklından çıkarma.' 

    Ben bu olayı, bizzat yaşayan Muratlarlı Harp malulu Çaylıoğlu İsmail Emmimden dinledim, sözlerini şöyle bitirmişti: 'Hayvanları goyvedim, dediği dereden bi sel geliyo... Az daha dursaz selden geçemicemişiz. Yağmır yok emme, garşı dağdeki dolunun seli basdı dereyi...'

    Dedem Müezzinin Ömer Kabadayı derdi; Çatalüyük Gobakguyusundan, Gavasguyu, Söğütcük, Omarcık Çeşmesi, Yörük Çeşmesi ve Çayırlara kadar bu dere boyuna gasım çetireninde buğday ekmeyin. Çetireng zamanı (29 Ekim-18 Kasım arası) ekerseniz sapı güzel olur; ama dene olmaz. Çünkü o dönem ekilen mahsül tam çiçek açacağı zaman ya gırağı ya duman olur, çiçeği döker; heç şaşmaz. Onun için dene olmaz, samanı bol olur... 

    Bir de zemherinin içinde çift çıkarsa, tohuma isterse buza saç; heç şaşmaz. Yalnız zemheride iyi olur diye evladına duyurma, çünkü zemheride pek nadir çift olur. Onun için ekilecek tohumunu seneye goma; dona, gırağıya, dumana vurdurma sakın. Vaktini ve havanı iyi ayarla.

    Keçi gırkılıp gıra çıktığı zaman gafasını hevaya galdırıp çok solumaya başlıyor, guyruğunu dikip ağıla doğru yürüdü mü zapt edemezsin. Çünkü şiddetli dolu gelmektedir, hayvanı en yakın ağıla yetiştirmek gerekir. Cıbıl keçi dolu veya cıvgına yakalanırsa dayanamaz, üşür ve ölür. Çoban bu durumu fark ederse üşüyen hayvanı fışgıya gömer. Fışgıda 15-20 dakika durur, fazla durursa bu sefer de sıcaktan yanıp ölür.

    Koyun kar yağacağı gece, ağıla gelirken içeri girmez. Ne kadar tok olursa olsun, yayılabildiği kadar  yayılmak ister. Hayvan ertesi gün kar yağacağından yayılamayacağını hissettiği için şimdi fırsatını bulmuşken yayılma derdindedir.

    Tekeli Delinori, Nurettin Taşkın Dededen bir kaç kere işittim: 'Hıdrellez günü sabah gün doğarken kalbur büyüklüğünde bulut görürseniz, o sene yaz yağmuru bol, mahsul güzel olur. Hatta sabahleyin kalkıp bakın, bir iki damla yağmur veya çiğ damlası gürülürse yazın bol yağmur, kışın da çok kar olur.' derdi.

    Berber Emmimin notlarının ilgili kısmı bu kadar. Başka bir zamanda kendisinden duyduğum bir şey aklıma geldi, onunla bitirelim... 

    Arapşükrü, Şükrü Zenger algısı gelişmiş birisi diye tarif ediliyor, özellikle kulakları çok keskin imiş. 1960 yılı gibi, yerde yarım metreye yakın kar var. Çocuklar o karın tadını çıkarıyorken demiş; 
     - 'İyi oynayın, iki gün sonra bu karı bulamazsınız.' Tabi çocuklar şaşkın, sebebini sorunca deyivermiş:
    - 'Ahalar Dağı inlemeye başladı, iki gün sonra gabayel gelir, kardan eser kalmaz..' Dediği gibi de olmuş... İki gün sonra bir gabayel/lodos, sabahına bakmışlar karın izi bile yok... 

    Ahalar Dağı dediği Sandıklı taraflarında bir dağ. Oradaki çam ağaçlarından kaynaklı sesi nasıl işittiği bir yana, sonrasında Anıtkaya'ya gabayel geleceği tahmininde bulunması da acayip. Demek ki ya bu bilgiyi eskilerden birinden aldı, ya da bir çok kereler tecrübe ettikten sonra kanaat getirdi.



10 Mart 2024

Hoca Emmi, Akbaşın Mehmet Hoca

     
    Derler ki Kur'an Mekke'de indi, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı. Meşhur okuyucuların çoğu Mısır'dan çıkması ve hat sanatının Türkiye'de zirveleşmesi bu sözü doğruluyor. Eskiler Kuran dinlemek için kısa dalgadan Kahire Radyosu'nu ararmış. En güzel mushaflar da İstanbul'da yazılır, sonradan basılır olmuş.

    Milliyetçilik yapmak gibi olmasın; ama Arap baskılarını okumakta hala zorlanırım. Göz ve zihin alışkanlığından olsa gerek, ille de bizim Kuran'ı ararım. Bu konuda biraz daha ileri gitmekten çekinmeyip söyleyeceğim, ben Arap tarzı tilavetten de haz alamıyorum. Her şeyin 'yerli ve milli' olanı revaçtayken bu konuda niye başkalarına öykünüyoruz, bu da ayrı bir konu.

    Literatüre girmemiş olsa da bir 'Türk tarzı' okuyuşun varlığını 2006 yılında fark ettim. Bir bahar akşamı Sultan Murat Camii'nde yatsı ezanını bekliyoruz. Bir rüyadaymış gibi etrafıma bakınıyorum. Çok eski belirsiz zamanların birindeyim, lakin tam olarak yeri ve zamanı kestiremiyorum; o kadar rüyamsı bir hal... Biraz daha düşünsem bulacağım, zihnimin ucunda; ama hayır, bu havayı nerede teneffüs ettiğimi bulamıyorum...

    Nihayet yatsı ezanı semâlanınca 'Aha' dedim 'Bu bizim ezan'...  Önce uğradığımız Üsküp camileri genelde Arnavutlara aitti, Arap ülkelerinde eğitim almış imamların okuyuşuna ise doğal olarak o ülkelerin esintisi hakimdi. Ama işte bu imam bizim ezanı, Türk ezanını okuyordu. Çocukluğumdan beri Anıtkaya'da işittiğimdi... Kulağımın aşina olduğu ezanla, kafamdaki bulanıklık dağılır gibi oldu; ama tam değil... Bu halde namaza durduk...

    Sünneti hangi duygular eşliğinde kıldığımı şimdi hatırlayamayacağım. Lakin müezzinin sesiyle ikinci defa irkildim. Bu, biraz önce bizim ezanı okuyan sesti ve aynı bizim tarz ve üslupla 'Gulfüye' başlamıştı. Bu sesle yine çok tanıdık ama neresi olduğu kestirilemeyen alemlere gittik. Üç İhlas'tan sonra kamet... Yine bizden... Safa yerleşirken içinde bulunduğum rüya alemi belirginleşmeye başladı; çizgiler netleşti, renkler ve görüntü canlandı...

    Allahüekber ile uyduk imama... Fatiha başlayınca ortalık aydınlanıverdi. İçeride bir rüyaya dalmış gibiydim ya, ezanla silkinip kametle ürpermiştim hani... İşte imamın sesi uyanışın finali oldu... O ne kendine has bir okuyuştur öyle... Yanlış anlaşılmasın, fazladan hiç bir özelliği yok, öylesine sade bir okuyuştu...

    Öncelikle sesi tiz ve yalabık değildi, aksine biraz pürüzlü hissi veriyordu. Yalnız bu pürüz kulağı rahatsız edecek keskinlikte değildi. Fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğin kabuğunda çıtır tırnaklar olur, görene kopar da ye beni der. Ağzına attığında fark edersin ama iş işten geçmiştir, tırnaklar avurdunu yırtar. Bilenler ekmeği iç dış yaparak çevirir, keskin tırnaklar içe doğru bohçalanınca avurda damağa değmez, kendi kendini öğütürler. O çıtır görüntülü ekmeği kendine zarar vermeden yemiş olursun. Hocanın pürüzlü sesi, dürülmüş çıtır ekmek gibi kulağı tahriş etmeden geçip gidiyor, beynin alıcı istasyonuna ulaşıyor gibiydi. Hem pürüzlü, hem kulağı yormayan bir ses...

    İkinci olarak, benim pürüzlü dediğim sesin çatallı olduğu sanılmasın. Hani öyle sesler vardır ki, iki ayrı kanaldan geliyormuş da ağızda birleşmeye çalışıyormuş hissi verir; ne kadar da olsa o ikilik gizlenemez, ahenksiz bir şey ortaya çıkar. Böyle seslere çatallı diyorlar, bizim imamın sesi böyle de değil. 

    Son olarak, bu özellikte bir sesin sahibi olan hoca çok doğal okuyordu. Öyle elif miktarı hesabı filan anlaşılmıyor, karadüzen gidiyordu. Ayın çatlatma, gaf patlatma yok; seninle sohbet eder gibi okuyor, zihinleri dere tepe dolaştırmadan merama odaklı kıraat ediyordu...

    Türk tarzı dediğim okuyuş budur işte. Karabudun Türk'ü anadili olmadığı için Kur'an kıraatinin tekniğini tam bilemez. Bilse de bir Arap gibi uygulayamayacağının farkındadır. Bu yüzden kabuğa değil öze odaklanıp sesine bütün samimiyetini yükler de öyle okur. Dinleyenler ne denildiğini anlamaz; lakin o samimiyetin hatırına ihlasa erer. Çoğu zaman bu ses ve okuyuş, muhatabının gönlüne işler...

    Sultan Murat Camiinin imamı Türk tarzı okuyor, okuduğu kalbe dokunuyordu. Bununla beraber bir yandan da bu ses ve okuyuşu nereden hatırladığımı düşündüm durdum. Çok da uzun sürmeyen ilk rekat boyunca çok değişik duygular yaşadım. Ben namaz mı kıldım, o beni mi kıldı bilemem; ama o ses ve kıraatin sahibini hatırladım. Sonraki üç rekatı ne sen sor, ne ben söyleyeyim...

    Benim hafızamda Türk tarzının en mümtaz ve mütevazi temsilcisi Akbaş Mehmet Hocadır. Bunun böyle olduğunu 2006 yılının bir yatsı namazında Sultan Murat Camii'nde fark ettim...

    Akbaşın Mehmet Hoca Türk tarzının belki de son temsilcisiydi. Bunu tamamlayan dikkat çekici ve üzerinde durulması gereken bir başka özelliği de samimiyettir. Ya da samimiyet Türk tarzının ayrılmaz parçası olduğundan bizim dikkatimiz çekiyordu Hocanın samimiyeti. 

    Bazen sadelik ve yalınlık biçimine bürünen bu içtenlik duygusu onun kıraatine o kadar hakimdi ki kendini hiç bir zaman hissettirmeyecek kadar törpülenmişti. Onun Kur'anını dinlerken şunu anlardınız; sesi ağzından çıktığında muhatap kulakları aramaz, yolunu kaybetmiş divaneler gibi oraya buraya çarpmaz, kırıp dökmez; ama nereye varması gerekiyorsa oraya varır, müminlerin kalbindeki baş köşeye otururdu. İşin garibi bunu kimseye çaktırmazdı, ne oluyorsa bir anda olmuş bulur, manasını bilmeseniz de ayetullahı içinizde hissederdiniz...

    Mehmet Hoca'nın tilavetindeki bu sırrı eskiler hemen fark etmiş. Berberahmet (Ahmet Kabadayı)dan rivayet ediyor. Hacapdıramanların Mehmet Keleş Hoca dermiş: "Zevkli bir Kur'an tilaveti istersen abdest alıp alıp Akbaş Mehmet Hoca'yı dinleyeceksin."

    Hocanın samimiyeti yalnız sesine sinmiş değildi. Oturuşu, kalkışı, yürüyüşü, konuşması... hasılı bütün insan ilişkilerinde bu hali gözleyebilirdiniz. Yalnız zaman zaman bu içtenlik, tevazuya dönüşürdü. Haline baksanız iddiasız biri olduğunu hemen anlardınız. Belki de onu önemli kılan özelliği budur; insanlar arasında ne kadar küçülürseniz, o kadar büyüyorsunuz... O kendini hiç büyük görmedi, sıradan biri saydı, öyle yaşadı. Hafız idi, lakin bunu kimsenin gözüne sokmadı. Anıtkaya'nın beş camisinde imamlık yapan tek hoca olmasına rağmen, oğlu Ömer Karakaya demese bunu bilemezdim...

    Hoca Emmi meselesine gelince... Başkalarının ona nasıl hitap ettiğini bilmiyorum, ben böyle derdim. Bunda Körhoca Dedemin talebesi olmasının payı mutlaka vardır. Bizim ailede ona, dedemin yadigarı gibi bakılırdı. Bu yüzden 1979 yılındaki hatim duama "Git Hocaemmini de ünne" dedikleri günden beri benim Hoca Emmim idi...

    Doksanlı yıllarda çocuklar çığırdıkça, nazar diye Çerçilerin Eşe Nineye okuturlardı. Rahmetli bir gün demiş "Çok şiddetli nazar var okumakla geçecek gibi değil, gidin Mehmet Hoca bir şeyler yazıversin..."  Esasında Hoca Emmi böyle şeylerden rahatsızlık duyardı. "Dedenden öğrendiğim bir tılsım var, şimdi ben onu yazayım, sen daha okunaklı ve düzenli yazıp çoğaltır, ihtiyacı olana verirsin. Bir daha bana böyle şeyler için gelmeyin" demişti. Yazdığı şeyi hala saklıyorum...

    İçimizden biriydi... Formel eğitim almamış, alaturka/Türk tarzı bir Hafız idi. Hıfzettiği, ona vakar kazandırmış ama kibirlendirmemişti. Hafızlığına işaret edecek bir kisvesi yoktu. Zorluyorum hafızamı, ama dışarıda takkeyle dolaşır görüntüsünü hatırlamıyorum. Gözümün önüne hep sıradan Anıtkayalılar gibi kasketli haliyle geliyor...

    1937 Yılında doğan Mehmet Karakaya, namıdiğer Akbaşın Mehmet Hoca yahut benim Hoca Emmim 2009'da vefat etti...



09 Mart 2024

Kurt Katırı Ne Bilsin

 
    Eşyanın ruhu var mıdır?

    Bu soru etrafında tarih boyunca çok tartışmalar dönmüş, hala da öyledir. Konuyu filozoflara bırakmak lazım, ama biz de işin içinde sayılırız. Çok sevdiğimiz bir giysiyi eskiyip rengi solsa bile atmaya kıyamayız. Falancanın hatırası diye maddi değeri olmayan bir şeyi gözümüzün önünden ayırmayız. Odundan yapılmış, avucuma göre olduğundan benimsediğim bir tespihim var; kaç kere kaybettim, buldum. Her kaybettiğimde üzülüp, bulduğumda çocuklar gibi sevinirim. Oysa değersiz bir şey. Böyle basit şeylerle bu kadar duygusal bağ nasıl oluşuyor acaba? Onların ruhu olup olmadığını bilemem, fakat yoksa da varmış gibi davrandığımız kesin.

    Eğret'in eski hamamının kapısına dair görüşlerimi abartılı bulanlar var. Bizler onun, şimdi sona eren ikinci hayatıyla ilgili yanları biliyor ve onları hatırlattığı için böyle heyecanlanıyoruz. İlk hayatını, yani eski hamama takılı halini bilenler yaşıyor olsaydı, neler düşünürlerdi acaba? Bence onlar bizden daha çok heyecanlanırdı. O kapı en az yüz yaşındadır; geride kalan bir asırda neler yaşandığını düşünmek insanı heyecanlandırmaya yetmeli...

    Benzer duyguları Berber Emmi de yaşamış. Aradı, konuştuk; kendisi de tanıyor o kapıyı. Hem onun üzerine, hem de ondan atlayıp Böbülerin gocagapı üzerine yoğunlaştık. Hikayesini anlattı, tarihine indi, kendileri için ne ifade ettiğinden bahsetti. Yakınlarda gördüğünde neler hissettiğini söyledi. Heyecanı ve duyguları sesinden belli oluyordu...

    Söylemezoğlu Salih, Kırtişoğlu Apil'in emmisi oluyor. O kim derseniz; Gıbış, Gociban ve Dıkmanın babası Apil/Abdullah Özen... Tabi Apil, Salih Emmisini bilmiyor; çünkü o doğmadan vefat etmiş. 

    Söylemezler sülalesine halk arasında Kırtişler diyorlar, Salih'e ise Süllü... Bazen lakaplamada resmiyet samimiyet karışıyor da Söylemezoğlu Süllü dedikleri de oluyor. Şimdi Balinin Osman Çetin'in ev civarı Söylemezlerin eviymiş. Bilindiği gibi Gıbışın ev hala orada, ayrıca Kırtişin Leylek diye bilinen meşhur yuvanın en eski yeri de orasıdır.

    Söylemezoğlu Salih'in iki kızı var, Neslihan ve Ayşe... Anaları Fatma Hanım 1889 Yılında vefat edince büyük Neslihan gelinlik çağda. Zaten hemen gelin ediyor, Böbüdedenin büyük oğlu Hasan Hüseyin'e veriyorlar... Küçük Ayşe ise bir kaç yıl sonra gelin olacak, İdirizlerin Osman'a varacak; namıdiğer Goca Osman'ın ilk eşi olacaktır. İki kızını da başgöz ettikten sonra, yirminci yüzyılı göremeden Sçylemezoğlu Süllü kendisi de vefat ediyor.

    Ölüm hak, miras helal... Başka verese olmayınca babaları vefat eden kızlar aralarında malları üleşiyor, bir gocagapı Neslihan'a düşüyor. Bu arada Böbüdede de iki oğlunu ayırmış, büyük oğlu Hasan Hüseyin kayınpederinden kalan gacagapıyı getirip yeni yaptığı evine dikiyor. Söylemezoğlu Salih'in kapılar yeni yerinde...

    Yeni yerinde bu kapı tam bir asra yakın kalacaktır. Neslihan Hanımla Veyisoğlu Hasan Hüseyin'in iki oğulları Salih ve Veli Çanakkale'de kalınca ocağı tütütmek kızlara düştü.  Büyük ve küçük kızlar Hamzaların Süleyman ile Daldalların Sarıhasana gelin edilmişti. Ortanca Fatma'yı Müezzin Hüseyin oğlu Ömer ile everip onun içgüveyisi olarak eve yerleşmesini istediler. Bizim bildiğimiz Böbülerin Eğret macerası böyle başlamış oldu. Fatma Hanım ileride doğacak oğullarının ikisine Çanakkale şehidi iki abisinin adını verdi. Salih Kabadayı ile Veli Kabadayı'nın isimlerinin menşei böyle... Ayrıca Salih Kabadayı'nın Söylemezoğlu Salih'i hatırlattığını da belirtmek lazım... Berber Emmim o Salih Kabadayı'nın oğlu oluyor...

    Kapıya dönecek olursak... Onun hikayesi de Böbülerinkine paralel gelişti. Yeni yeri çok mökemdi. Bir defa derin bir duvar keninin kuytusuna kondurulmuştu. Sert rüzgardan en az etkilenecek durumdaydı. Ayrıca üstündeki dambeşin saçağı bir kulaçtan fazla çıkıntılıydı, bir şapkanın siperini andırıyor, onu güneş ve yağmurdan koruyordu. Nereden baksan bir kapıya sığınak gibiydi orası...

    Hepsi birer birer İzmir'e taşındıktan sonra Böbüler evi de sattılar. Yeni sahibi Kelhasanın Ali'nin Mevlüt, oraya bir ev yaptı. Bu arada kapıyı da alıp yan tarafa gündoğusuna yerleştirdi. Fakat bu yerleşim eskisi gibi sağlam değildi. Üstü açıktı, yanlarda dayanağı yoktu; gocagağının garip bir görüntüsü vardı. Kapının başına gelenlere birebir şahit olmadık, hatta bunu sonradan fark ettik.

    Aslında eski yerindeyken de onun çok farkında sayılmazdık. Kapının önündeki kuytuda çok oynadık, belki kapıyı sobidaşı olarak bile kullanmışızdır; lakin çocuk aklı işte, onun ayrıntısına hiç dikkat etmedim. Bu yüzden bir kaç kapının arasında hangisi bil bakalım denilse bilemem...

    Günde bir kaç kez kullanan için öyle değildir tabi. Berber Ahmet o evin bir çocuğu, delikanlısı ve en nihayet büyüğü olarak her ayrıntısıyla ayrı ayrı ünsiyet kurmuştur. Her köşesiyle ilgili kim bilir ne hatıraları vardır. Gocagapıyı herkesten daha iyi bilir, tanır... Gördüğünde hatıraları canlanır; kah dudağının ucunda hınzır bir gülümseme belirir, kah burnunun direği sızlar. Onun kapıya bakışı, bizimkine benzemez...

    İki yıl evvel köydeki bir kaç gocagapının fotoğrafını almıştık. Onunkini çekmemişiz, demek ki kayda değer görmemişiz. Hatta onun Böbülerin gocagapı olduğunu bile bilmiyordum. Ta ki bugün emmim söyleyene kadar... Çekip gönderdiler, fotoğrafı bir saat kadar inceledim. Beygir arabasının dingilini takmış bir keresinde, zedelenen yerleri tahtayla yamamışmış; oraları bulmaya çalıştım. Her biri örste tek tek yapılmış koca kafalı çivileri saydım, bazılarının kafası kopmuş. Bu yeni korumasız yerinde solmuş, pörsümüş; eski canlılığından eser kalmamış. Beber Emmim 'Gurt gatırıñ gıymatını ne bilsiñ' dedi... Bununla beraber büsbütün karamsar olmaya gerek yok, küçük basit bir çatıyla hala kurtarılabilir...

    Kabaca yaşını hesap ettik telefonda, en az iki asır önce yapıldığında hemfikir kaldık. Söylemezoğlu Süllü'nün kapıların -ki babası Söylemezoğlu Mehmet zamanında yapılmış olma ihtimali büyük- ustası kimdi acaba? Ağaç malzemeler nereden geldi? Çivileri kim yaptı? O zamanki Eğret demircileri kimlerdi?

    Eşyanın ruhu var mı yok mu, bilemem; ama her şeyin mutlaka bir hikayesi var. Hikayesini bilmediğin şey senin değildir.



08 Mart 2024

O Kapı

     
    Tatlı bir kavis hattında sıralanan cami, kervansaray, çeşme ve hamam dizisini külliye olarak düşününce Eğret'in kuruluş süreci akıl yordamıyla az çok görülebiliyor. Bu tesis diziliminin bir ucuna da kabristanı koyunca, Eski Eğret'in zannedildiği gibi uzaklarda değil aksine çok yakın bir yerlerde olduğu düşünülmelidir. Taşlıtarla mevkiindeki köy sele maruz kalınca yukarıya taşındığını ileri süren tez dikkat çekici mesela. Oralarda fazla taş yokken niye adı Taşlıtarla olur ki? Kastedilen temel taşları olmasın...

    Yalnız bütün bu varsayımlara sebep olan cami, han, çeşme, hamam dizisindeki hamamı eski yerinde düşünmeliyiz. Eski hamam, şimdi Kelibanın evin bulunduğu yermiş. 1955 Gibi veya öncesinde yıkılıp Tırakanın muhtarlığı zamanında 1956'da bildiğimiz yere yenisi yapılmış. Onun yandığı zaman ve sonrası hala hatırımızda, fakat eskisi hakkında bilgimiz yok.

    Eski Hamamın nasıl bir yapı olduğunu, ne yana baktığını, su kaynağını, ocağını külhanını ve daha başka özelliklerini bilemiyoruz. Yaşı yeten bir kaç eski topraktan soruşturdum, onlardan da dişe dokunur bir şey alamadım. Aksi gibi elde uzaktan da olsa çekilmiş bir fotoğraf bile yok. İşgalciler köyün olur olmaz her yerinden fotoğraf çekmişler, ama ERT arşivinde bu hamam olabilir diyebileceğimiz  bir fotoya rastlayamadım. Belki de hamam neye benzediğini bilmediğimiz için olan fotoğrafı da tanıyamıyoruz.

    Hafızasına güvendiğim Berber Emmimin yaşı müsait değil, fiziki yapı hakkında net olarak bir şey söyleyemiyor. Kubbeli bir hamammış. Şiddetli yağış sonrası bir gün sel altında kalmış, içinde mahzur kalan kadınları ancak o kubbeyi delerek çıkarabilmişler. Büzükhalilin hanımı Fatınine o kadınlardan birisiymiş... Çok küçük olduğu için bir kere de yıkamaya götürmüşler bunu. Kocaman bir bakır kazanın içinde yıkamışlar. Dediğine göre, koca kazan havuz olarak kullanılıyormuş. Malum olduğu üzere Eğret kaplıca bölgesi değil, sıcak su kıt olduğu için büyük havuz mümkün değil. Ne yapsınlar, havuz ihtiyacını böyle gidermişler. 

    Berber Emmimin hatırladığı da bundan ibaret... Yalnız o bakır kazanın akıbeti hakkında bir şey bulamadım. Yıkılan hamamdan geriye kalan her şey değerlendirilmiş. Camlar, kapılar, döşmeler, kirişler, direkler; hatta işe yaramaz ağaçlar bile odun olarak açık artırmaya çıkarılmış. Lakin bakır havuz/kazandan haber yok. Çok ilginç...

    Buna dair kararları okurken birisine takılıp kaldım: "Köyümüz şahsiyetine ait eski yıkılan hamamdan çıkan 1 adet dış kapı 21.9.956 günü açık artırma ile satılarak artıranlar içerisinde Köyümüz halkından Arif Varlı’da kalıp bedeli olan (35) lira tamamen alınıp Köy gelir kısmına irat edilmesine oy birliği ile karar verildi. 21.9.956..." Otuz beş liraya satılan dış kapı ifadesi insanın aklına gocagapıyı getiriyor. Ben de öyle düşündüm; o kapıyı iyi bilirim, hala yerinde duruyor. 

    - 'Eski hamam ihalesinden alındığını biliyor musunuz?' diye sorduğumda gerçeği öğrendim. Dış kapıymış, ama gocagapı değilmiş. Avludan eve geçiş kapısıymış. Satın aldıktan sonra yeni yaptığı evinin dış kapısı olarak yerine oturtmuş. Kanatlardan birini duvara sabitlemiş, diğerinden girip çıkılmış yıllarca. Gerçi o kapıyı da hatırlıyorum, yıllarca sürtüne sürtüne çok geçmişliğimiz vardır. O vakitler iki kanatlı bu kapının önemli bir şahsiyet olduğunu bilemezdik...

    Emmim kapıyı aldığında iki tarafında şık duran iki pirinç kol varmış.  Yeni yerine uyarlamak için basit zembilli kol takmak istemiş ve bunun için bir taraftaki pirinç kolu sökmüş. Dışarıdan kilitleme işini asma kilitle sağlamışlar, iç taraftan kilitleme konusunda sıkıntı yokmuş. Kapıyla birlikte basit sürgü ve tırkaz sistemi de üzerindeymiş. Seksenli yılların sonuna kadar o kapı öyle kullanıldı, sonra biz köyden uzaklaşınca o da radarımızdan çıkmıştı, unutuldu gitti.

    Nereden icap ettiyse kapıyı yenilemek istemişler, Gavasın Topal'a bir demir kapı yaptırıp taktırmışlar. Çift kanatlı eski hamam kapısını atmışlar bir kenara... Akıbetini sorduğumda önce hatırlayamadılar sonra bir kanadını falanca yere dayadıkları akıllarına geldi. Baktık, dayadıkları yerde boylu boyunca uzanmış öylece duruyor. Güç bele çıkardık dışarı... Gün ışığına çıkan kanadın yüzüne nur, gözüne fer geldi. Duvara dayanıp doğruldu, kendi mazimizden çıkıp gelmiş bir ruhani gibiydi. Sağını solunu bize gösterir gibi bir hali vardı, baktık... Duvara sabitlenen kanatmış, fazla yıpranmamış. Pirinç kol hala üzerinde. Yukarıda bir yere kaba bir çerçeve içine yine kaba rakamlarla kapı numarası yazılmış. Kim bilir ne zaman yazıldı. Yağlı boya olamaz, ihtimal katran kullanmışlar...

    Garip bir şekilde duvara yaslanmış duran bu tek kanadı incelerken diğer kanadın samanlıkta olabileceğini söylediler. Dambeşi yarı göçük samanlığa korkak adımlarla girdik. Oradaydı... Direkle duvar arasına sıkıştırılmış talihsiz kapıyarısı, yarı beline kadar gübür içindeydi. Az daha geç kalsak boğulacakmış hissi veriyordu. 

    Kardeşinin yanına götürdüğümüz kanadı yerine dayadık. Onlar baş başa verip hasret gideriyor, eski mutlu mesut günleri yad ediyorken biz de ikisini birden tekrar muayene ettik. Çorak altında kaldığından mı nedir, samanlıktan gelenin alt tarafındaki parça az kurtlanmış. Diğer yerleri sapasağlam, zembili bile şakır şakır çalışıyor. Hafif bir tamirle bu eski hamam kapısı hala kullanılabilir durumda. 

    Ânın sihrini ölümsüzleştirmek için, el ele tutuşmuş iki kardeşi fotoğrafladım; müzeye koyacağım.

    Keşke çocuklarımıza gösterebileceğimiz değerlerin sergilendiği bir müzemiz olsaydı. Onlar gezerken biri anlatsaydı: "Bak bu delece, bu annat, bu da harman süpürgesi; eğilir harmanı süpürürdük... O mu, o kendisini hiç görmediğimiz hamamın kapısı..." 

    Şimdilik sanal müzeyle idare edeceğiz...



06 Mart 2024

Kaynak Kişiler

 

Abdil Özen, Mahmut oğlu, İzmir

Abdullah Erdem, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Abdullah Sağlam, Ahmet oğlu, Afyon

Adem Alorta, Mevlüt oğlu, İzmir

Adem Boy, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Adem Efe, İbrahim oğlu, Anıtkaya

Adem Kök, Ömer oğlu, Anıtkaya

Adem Mola, Adem oğlu, Anıtkaya

Adem Soya, 1961 Mustafa oğlu, Anıtkaya

Ahmet Argunşah, Nuri oğlu, Anıtkaya

Ahmet Azbay, Arzıman oğlu, Balıkesir

Ahmet Can, Ali oğlu, Afyon

Ahmet Çatak, Mevlüt oğlu, Kütahya

Ahmet Dadak, Mustafa oğlu, Anıtkaya

Ahmet Demir, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Ahmet Dirlik, Mustafa oğlu, İzmir

Ahmet Ege, Hasan oğlu, Afyon

Ahmet Eşit, 1941-2023 Osman oğlu, Kütahya

Ahmet Eşit, Mehmet oğlu, İzmir

Ahmet Geçer, Hasan oğlu, Ankara

Ahmet Gülen, Mevlüt oğlu, Anıtkaya

Ahmet Kabadayı, Salih oğlu, İzmir

Ahmet Karakaya, Mustafa oğlu, Anıtkaya

Ahmet Kök, Ömer oğlu, Anıtkaya

Ahmet Kurt, Salim oğlu, Anıtkaya

Ahmet Öztürk, Mevlüt oğlu, Afyon

Ahmet Sevinç, Osman oğlu, Afyon

Ahmet Seviş, Halil oğlu, Anıtkaya

Ahmet Şen, 1952 Ömer oğlu, Afyon

Ahmet Şık, Muzaffer oğlu, Afyon

Ahmet Tüplek, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Ali İleri, Halil oğlu, Afyon

Ali Kaya, Adem oğlu, Anıtkaya

Ali Kopan, Yusuf oğlu, Anıtkaya

Ali Mola, Ahmet oğlu, Afyon

Ali Osman Sancak, Hilmi oğlu, Anıtkaya

Ali Osman Tok, Ali oğlu, Anıtkaya

Ali Osman Varlı, Mehmet oğlu, Afyon

Ali Önkal, Ali oğlu, Afyon

Ali Öztürk, 1933 Ahmet oğlu, Anıtkaya

Ali Saki, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Ali Tüblek, Osman oğlu, Anıtkaya

Ali Tüplek, Halil oğlu, Anıtkaya

Arif Zenger, Selim oğlu, Afyon

Asım Çetin, Mehmet oğlu, İstanbul

Ayhan Öztürk, Kenan oğlu, Anıtkaya

Aynur Öztürk, Hasan kızı, Anıtkaya

Aysun Sancak, Ali kızı, Anıtkaya

Ayşe Öncül, İzzet kızı, Anıtkaya

Ayşe Öztürk, Mustafa kızı, Anıtkaya

Azam Varlı, 1941 İbrahim oğlu, Anıtkaya

Azime İleri, İbrahim kızı, Anıtkaya

Aziz Değer, Seydi oğlu, Anıtkaya

Aziz Eser, İbrahim oğlu, Anıtkaya

Aziz Eser, Resul oğlu, Anıtkaya

Aziz Omak, Mustafa oğlu, Afyon

Aziz Sargın, Ramazan oğlu, Anıtkaya

Aziz Tırık, Hasan oğlu, Anıtkaya

Bahattin Azbay, Abdullah oğlu, Afyon

Bahtiyar Öncül, 1952 Ali oğlu, Afyon

Beyhan Dalmışlı, Hasan kızı, İzmir

Bilal Kaya, Hasan oğlu, Anıtkaya

Celal Akyol, Halit oğlu, Afyon

Davut Geçer, Ahmet oğlu, Ankara

Davut Tür, Eyüp oğlu, Afyon

Emin Işılak, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Emine Öncül, Mahmut kızı, Anıtkaya

Emine Varlı, Ahmet kızı, Afyon

Ergün Erol, Veli Rıza oğlu, Anıtkaya

Erol Aracı, İbrahim oğlu, Anıtkaya

Erol Kızılyel, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Erol Öztürk, Mehmet Ali oğlu, Afyon

Fadime Azbay, Halil İbrahim kızı, İzmir

Fadime Dadak, Ahmet kızı, Anıtkaya

Fahrettin Argunşah, Mehmet oğlu, Afyon

Fahrettin Varlı, Ahmet oğlu, İzmir

Gülsüm Azbay, Osman kızı, Anıtkaya

Gülsüm Çelik, Bekir kızı, Kütahya

Habibe Özen, Mehmet kızı, İzmir

Hacer/Döne Varlı, Ali kızı, İstanbul

Hafize Telek, Ali Osman kızı, Afyon

Halil Aydın, 1950 Ahmet oğlu, Afyon

Halil Bar, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Halil Dadak, Mehmet oğlu, Afyon

Halil İbrahim Acar, Ömer oğlu, İzmir

Halil İbrahim Akkaş, Halil oğlu, Eskişehir

Halil İbrahim Kirkit, 1946-2023 Halil oğlu, İzmir

Halil Omak, Hasan oğlu, Anıtkaya

Halil Öztürk, Aziz oğlu, Afyon

Halil Temel, İhsan oğlu, Anıtkaya

Halil Yet, İbrahim oğlu, Anıtkaya

Hasan Acar, Ömer oğlu, Anıtkaya

Hasan Çalışır, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Hasan Çelik, 1941 Ahmet oğlu, Kütahya

Hasan Gözalıcı, Hüseyin oğlu, Afyon

Hasan Kirkit, Sabri oğlu, Anıtkaya

Hasan Öztürk, Mevlüt oğlu, Afyon

Hasan Yakışır, Yusuf oğlu, Afyon

Hatice Boy, Şükrü kızı, Anıtkaya

Hatice Temel, Halil İbrahim kızı, Anıtkaya

Hatice Tüblek, Ömer kızı, Anıtkaya

Hatice Varlı, Ömer kızı, Afyon

Havva Fidan, İbrahim kızı, Anıtkaya

Hayriye Soylu, Ali kızı, Anıtkaya

Hayriye Zenger, Cemal kızı, Anıtkaya

Hesna Seçen, İbrahim kızı, Anıtkaya

Hidayet Kalkan, 1951 Hüseyin oğlu, İzmir

Hüseyin Dadak, İbrahim oğlu, Anıtkaya

Hüseyin İnanır, 1940 İbrahim oğlu, Kütahya

Hüseyin Kaçmaz, Şaban oğlu, Afyon

Hüseyin Köz, İbrahim oğlu, İzmir

Hüseyin Saki, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Hüseyin Tok, 1948-2022 Hüseyin oğlu, Anıtkaya

Hüseyin Tok, Hüseyin oğlu, Afyon

Hüseyin Varlı, Mehmet oğlu, Afyon

Hüseyin Yaman, Ömer oğlu, Anıtkaya

İbrahim Atay, İsmail oğlu, Anıtkaya

İbrahim Dadak, Hasan oğlu, Anıtkaya

İbrahim Dadak, Mehmet Ali oğlu, Anıtkaya

İbrahim Değer, Hüseyin oğlu, Anıtkaya

İbrahim Eşit, Mehmet oğlu, İzmir

İbrahim Keleş, Abdurrahman oğlu, Afyon

İbrahim Kırbaç, Ahmet oğlu, Afyon

İbrahim Patlar, Halil oğlu, Anıtkaya

İbrahim Sağlam, Ali oğlu, Anıtkaya

İbrahim Seçan, Mehmet oğlu, Anıtkaya

İbrahim Taşkın, Kadir oğlu, Afyon

İdris Azbay, 1955 Süleyman oğlu, İzmir

İdris Temel, Hüseyin oğlu, İzmir

İsa Eminç, 1954 Yusuf oğlu, İzmir

İsmail Dalmışlı, Kazım oğlu, Afyon

İsmail Seçen, Kazım oğlu, İzmir

İsmail Yırgal, 1961-2023 Ahmet oğlu, Afyon

İsmail Yonat, 1950-2024 Halil oğlu, Anıtkaya

Kadir Er, Mehmet oğlu, Afyon

Kadir Haykır, Ömer oğlu, Anıtkaya

Kazım Öztürk, Mahmut oğlu, Afyon

Kezban Efe, İzmir

Kezban Kayır, Mehmet kızı, Anıtkaya

Mahmut Arslan, Ziya oğlu, Anıtkaya

Mahmut Koç, Osman oğlu, Anıtkaya

Mahmut Omak, Hasan oğlu, İzmir

Mahmut Öncül, Ömer oğlu, Anıtkaya

Mahmut Öztürk, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Mahmut Öztürk, İbrahim oğlu, Afyon

Mahmut Sağlam, Cafer oğlu, Kütahya

Mehmet Ali Azbay, Bahattin oğlu, Anıtkaya

Mehmet Ali Ölçer, Ali oğlu, Afyon

Mehmet Ali Seçen, İbrahim oğlu, Bursa

Mehmet Ali Tetik, Halil oğlu, Anıtkaya

Mehmet Azbay, Abdullah oğlu, Kütahya

Mehmet Can, Ali oğlu, Afyon

Mehmet Çetin, Eyüp oğlu, İzmir

Mehmet Dadak, Süleyman oğlu, Afyon

Mehmet Duran, 1953 Ali Osman oğlu, İzmir

Mehmet Ildız, Hüseyin oğlu, Afyon

Mehmet Kanat, Mevlüt oğlu, İzmir

Mehmet Keleş, Halil oğlu, Afyon

Mehmet Kirkit, Mehmet oğlu, İhsaniye

Mehmet Koç, Hüseyin oğlu, İzmir

Mehmet Külte, Hüseyin oğlu, Anıtkaya

Mehmet Omak, Resul oğlu, Anıtkaya

Mehmet Sağlam, Abdullah oğlu, Afyon

Mehmet Salman, Mahmut oğlu, İzmir

Mehmet Soylu, Mustafa oğlu, Anıtkaya

Mehmet Şık, Lütfi oğlu, Afyon

Mehmet Tüblek, Ömer oğlu 1945-2023, Anıtkaya

Mehmet Ün, Ramazan oğlu, İzmir

Metin Tüplek, Musa oğlu, Anıtkaya

Mevlüt İnanır, Ali oğlu, Afyon

Mevlüt Kopan, 1944 Halil İbrahim oğlu, Anıtkaya

Mevlüt Özen, 1937-2023 Apil oğlu, Anıtkaya

Mevlüt Soylu, İbrahim oğlu, Anıtkaya

Mevlüt Tok, 1952 Ali oğlu, İzmir

Muhittin İdis, 1961 Mevlüt oğlu, Anıtkaya

Muhittin Öztürk, Kazım oğlu, Afyon

Muhittin Zenger, Şükrü oğlu, Anıtkaya

Muhsin İdis, Halil oğlu, İzmir

Mukaddere İleri, İdris kızı, Afyon

Mukaddere Taşkın, Afyon

Muradiye Sancak, Emin kızı, Afyon

Musa Aydın, Ahmet oğlu, Afyon

Mustafa Ayas, Resul oğlu, Afyon

Mustafa Dadak, Abdülkadir oğlu, Anıtkaya

Mustafa Demir, 1949 Mevlüt oğlu, Afyon

Mustafa Efe, Ali oğlu, İzmir

Mustafa Erdem, Osman oğlu, Anıtkaya

Mustafa İdis, 1952 Hasan oğlu, Afyon

Mustafa Kaynar, 1937-2023 Mehmet oğlu, İzmir

Mustafa Kırbaç, Hasan oğlu, Afyon

Mustafa Öncül, Mehmet Emin oğlu, Anıtkaya

Mustafa Sancak, Ali Osman oğlu, Afyon

Mustafa Seviş, Hali oğlu, Anıtkaya

Mustafa Soylu, İbrahim oğlu, Afyon

Mustafa Ün, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Muzaffer Çalışır, Ali oğlu, İstanbul

Muzaffere Afşar, Ahmet kızı, Afyon

Mükerreme Kök, Ömer kızı, İzmir

Nail Sağlam, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Nazike İdis, Ali Osman kızı, Afyon

Nazmiye Sancak, 1946 İbrahim kızı, Anıtkaya

Necati Kızılyer, Tahir oğlu, Afyon

Necati Yıldız, Cemal oğlu, Anıtkaya

Neriman Ayas, Ramazan kızı, Afyon

Nermin Seçen, İbrahim kızı, İzmir

Neslihan Duran, İbrahim kızı, İzmir

Nevzat Aykaç, Emin oğlu, Anıtkaya

Nurettin Sağlam, İzzet oğlu, Anıtkaya

Nuri Toka, Abdullah oğlu, Anıtkaya

Orhan Dadak, M.Cemalettin oğlu, İzmir

Orhan Karagöz, Hasan oğlu, Afyon

Osman Çetin, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Osman Demir, Süleyman oğlu, Afyon

Osman Haykır, Mevlüt oğlu, Anıtkaya

Osman Kızılyel, Mevlüt oğlu, Anıtkaya

Osman Yakışır, Osman oğlu, İstanbul

Ömer Aydın, Bayram oğlu, Anıtkaya

Ömer Aydın, Cemal oğlu, İzmir

Ömer Aydın, Yusuf oğlu, Anıtkaya

Ömer Kayır, Halil İbrahim oğlu, Ankara

Ramazan Kirkit, 1950 Ali Osman oğlu, İzmir

Ramazan Sancak, Hamza oğlu, Anıtkaya

Ramazan Sımsıkı, Kazım oğlu, İzmir

Ramazan Tektaş, 1953 Kazım oğlu, İzmir

Ramazan Varlı, 1955 Arif oğlu, Afyon

Reşat Sımsıkı, 1954-2022 Ramazan oğlu, Afyon

Rüştiye Yırgal, Azam kızı, Anıtkaya

Sabri Kirkit, 1961-2022 Cemal oğlu, Anıtkaya

Sait Öter, 1960 İbrahim oğlu, Anıtkaya

Salih Azbay, Cemalettin oğlu, Anıtkaya

Salih Külte, Hüseyin oğlu, Anıtkaya

Sare Varlı, Ahmet kızı, Anıtkaya

Satı Öncül, Ahmet kızı, Afyon

Satı Öztürk, Hüseyin kızı, Afyon

Saynur Dirlik, Halil İbrahim kızı, İzmir

Saynur Karatepe, Mustafa kızı, Antalya

Sefa Okutan, İsa oğlu, Anıtkaya

Selahattin Atay, Bekir oğlu, Anıtkaya

Selami Kurt, Halil oğlu, Ankara

Selami Şen, Ömer oğlu, Anıtkaya

Selim Haykır, Ali Osman oğlu, İzmir

Selime Varlı, Feyzullah kızı, İzmir

Seydi Yavuz, 1907-2023 Kazım oğlu, Anıtkaya

Seyfettin Kasal, Osman oğlu, Anıtkaya

Sultan Aydın, 1956-2024 Mustafa kızı, Anıtkaya

Sultan Kök, Şükrü kızı, Anıtkaya

Süleyman Dadak, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Süleyman Kaya, Ali oğlu, Afyon

Süleyman Patlar, Mehmet oğlu, İzmir

Süleyman Saçan, Mehmet oğlu, Afyon

Süleyman Sancak, Sami oğlu, İzmir

Şaban As, Emin oğlu, Anıtkaya

Şaziye Kocausta, 1953 Sabri kızı, Çanakkale

Şeref Sancak, 1952-2021 Süleyman oğlu, İzmir

Şerife Okutan, İbrahim kızı, Anıtkaya

Şerife Öztürk, Şaban kızı, Afyon

Şevket Mola, Seydi Ahmet oğlu, Anıtkaya

Tahsin Dirlik, İsmail oğlu, Anıtkaya

Ümmühan Öncül, Ömer kızı, Afyon

Üzeyir Dalgıç, İbrahim oğlu, Afyon

Vahit Yola, Mehmet oğlu, Anıtkaya

Vehbi Diril, Hüseyin oğlu, Afyon

Veli Öztürk, Mehmet oğlu, Afyon

Veli Yırgal, Ahmet oğlu, Afyon

Veysel Tok, Ali oğlu, Anıtkaya

Veysel Uysal, Ahmet oğlu, Anıtkaya

Vildan Argunşah, M.Cemalettin kızı, Anıtkaya

Yahya Özdemir, Kadir oğlu, Anıtkaya

Yahya Tür, Ömer oğlu, Afyon

Yakup Tür, İbiş oğlu, Afyon

Zeliha Eşit, İbrahim kızı, İzmir

Zeliha Öztürk, Ali kızı, Anıtkaya

Ziya Azbay, İdris oğlu, Anıtkaya

Zübeyde Ölçer, Kadir kızı, Afyon