26 Şubat 2021

Pazaryeri

Asırlık Eğret Pazarının kurulduğu yere, halk arasındaki adıyla Bazaryerine bugünün fotoğrafıyla bakıp 40-50 yıl önce yaşananları yad etmeye çalışacağım.

Pazaryerine tamamen beton dökülmesi sanırım yetmişli yılların başındaydı. Kuran Kursundan başlayıp Tekke Önüne ve Pazar yerine kadar uzanan iki sokakla beraber pazaryeri  elli yıldır tozdan çamurdan uzak, betonla kaplı. Öyle olunca Cumartesi haricinde haftanın diğer günlerinde de halkın hizmetinde oluyordu. Toz bulunmadığından her türlü sergi burada serilir. Bulgur, göce, tarhana, ayçiçeği gibi güneş ışığında kurutulması gereken her şeyin serilmesi durumunun adıdır sergi. Cumartesi günleri dışında önce gelen burada sergisini serer. Ayrıca çocukların sert zeminde oynanması gereken oyunları için de burası biçilmiş kaftandır. Bunu deyince aklıma fıtçı döndürmek geldi. Bir zamanlar fıtçısını değneğini alan çocuk buraya gelirdi.

Pazaryeri uydu fotoğrafı

Pazaryerinin yeri Kuzeyden Güneye uzayan köy yerleşimi için stratejik bir noktada diyebiliriz. Cumhuriyet ve Zafer Mahallelerini birbirinden ayıran Galip Bey Cadddesi’nin (18) hemen kenarındadır. Buñar tarafından gelen ve Alagır’dan gelecek olan için hemen hemen köyün ortasında sayılır. Güneyde tarihi mezarlığa yaslanmıştır.

Pazarcı esnafının ve çevre köylerden gelen vatandaşların ihtiyacını karşılamak üzere Batı ucundaki Cuma Camii’nin yanında (1) bir meydan tuvaleti ve duvarında bir çeşme vardır. Köydeki iki meydan tuvaletinden diğeri ise Goca Cami’nin altında, Tekke’nin karşısındaki köşededir. Henüz köyde kanalizasyon sistemi kurulmamışken bu tuvaletler ve pazaryerindeki yağmur sularıyla diğer atık suları için kısmi kanalizasyon kurulmuştur. Böylelikle pazaryerinde iki tane  (19)(20)mazgal konulmuştur. Sürekli sulanan balıkların suyu kolayca aksın diye balıkçılar hep ilk mazgalın (19) kenarına tablalarını koyardı.

KAPALI PAZAR VE YEMENİCİLER

Pazaryeri bir seki gibi biraz daha yüksekçe olduğundan kuzey yönünden giriş için iki merdiven yapılmıştı. İlk merdiven çıkışı (17) birbuçuk metre, ikinci çıkış ise (16) iki metre kadar yükseklikteydi.  Halbuki Doğu yönünden, yani Kuran Kursu tarafından gelişte ciddi bir iniş söz konusuydu. Bu aslında köy yerleşiminin ne kadar yüksek olduğunu da gösterir. Konuya dönecek olursak, iki merdiven çıkışı arasında kalan yaklaşık 50 metrelik alan sundurma şeklinde üzeri kapatılarak bölümlere ayrılmıştı. Üzeri çanakla örtülen bu kısımda ayakkabıcılar ve elbiseciler bulunur, yağmur ve güneşten olumsuz etkilenecek ürünler satan diğer esnaf da burada bulunabilirdi. İlk bölümde her zaman tuhaf şapkasıyla Ayakkabıcı Şeref(Şeref Kundura)yı hatırlıyorum. Yine bir başka kapalı alan buranın tam karşısına, mezarlığa bitişik olarak yapılmıştı. Yaklaşık 70 metre kadar olan bu kapalı bölümün bir ucu musalla meydanına (2) diğer ucu ise Hüseyin (Ayas) Hoca’nın evi dengine (3) kadar uzanıyordu.

KÖFTECİLER 

İkinci sundurma diğerine göre daha canlı idi. Bunu sağlayan şüphesiz köftecilerdi.  Birbirinden Ona on direklerle ayrılmış üçer metrelik 24 bölümden oluşan bu büyük kapalı alanın ilk 10 bölümünü köfteciler kaplardı. En kısır zamanlarda bilemedin beş köfteci mutlaka bulunurdu. Her biri bir direğin dibine tezgahını, ocağını kurar şamata şakırtıya başlarlardı. Köftesini alan bir köşeye çöküp yerken bir başkası ağzını silerek ayrılır işine bakar, diğer birileri de başka bir saçları kontrol eder, canı neyi çekiyorsa onun bulunduğu köfteciye doğru yollanırdı. Yılların köfteci kokusu mutlaka etrafa sinmiştir. İkibinli yıllarda, pazaryeri genişletme çalışması başlamadan, daha sundurmalar kaldırılmamışken direkleri görme fırsatım olmuştu. Köftecilerin kokusu değilse bile, direklerde kalan yağ tabakası hala yerli yerinde duruyordu.

 YIRTIMCILAR

Bu kısımdaki canlılığın diğer bir sebebi ise yırtımcılardı. Kadınlar için elbiselik basma satan esnafa “yırtımcı” denirdi.  Köftecilerden arta kalan bölmeleri yırtımcılar dolduruyordu. Bunlar direkten direğe gerdikleri urganların üzerine rulo haldeki rengarenk basmaları gererler böylece seyyar dükkanlarının arasına kumaştan duvarlar çekerlerdi. Kadifeler, basmalar, carseler, perdeler, yorganyüzü, döşeklik, ne ararsan bunlardaydı. Ellerinde ince tahtadan bir metre, siparişe göre ölçüp diğer elindeki makasla basmanın ucunu bereler sonra o bereden caaart diye kumaşı yırtardı. Bu yüzden yırtımcı denirdi kendilerine. Yırtımcıların arasında belirgin bir hiyerarşi vardı. İlk bölüm her zaman Tuna (Hüseyin Kayır)ın yeriydi.  Aralarında Anıtkayalı olan tek yırtımcıydı kendisi. Evi ve dükkanı (14) sergisine yakındı. Cumartesi günleri malzemelerini buraya çıkarır, sair günlerde dükkanında dururdu. İlk sergi hep onun olur, buna kimse itiraz etmezdi. Diğer yırtımcı esnafı Afyon’dan gelir ve kıdemine göre burada yerini alırdı. Doğal olarak yırtımcıların müşterisi hep kadınlardı. Zamanla kapalı alan yırtımcılar için yetmez olmuş, parça kumaş satıcıları da pazara doğru taşmış ve bu bölüm “Garlâ bazarı” (Kadınlar Pazarı) olmuştu. Geçmiş zaman kalıbı ile anlatmama bakılmasın, bu bölüme hala Kadınlar pazarı deniyor, artık yırtımcılar yok, elbiseciler var. İncik boncuk, mutfak eşyası filan satılıyor ama yine kadınlara hitap ediyor. Hatta biraz daha genişlemiş, doğuda mezarlık ucuna kadar çıkıyor bu pazar.

Ne acı ki kapalı alan yok günümüzde. Önce kuzeydeki ayakkabıcılar sundurması yıkılıp yerine dükkanlar yapıldı, şimdi o dükkanlar da kaldırıldı. Sonra pazarı genişletmek için güney sundurması yıkıldı ve mezarlık duvarı içeri çekildi. Pazaryeri genişledi ama bir de baktık ki hiç kapalı alan yok. Şimdi modernlik adına şehirlerde kapalı pazarlar yapılırken, o iş Anıtkaya’da 50 yıl önce gerçekleştirilmişti.

 GALLE MEMED

Anıtkayalı bir başka yırtımcı Galle Memed (Mehmet Dadak) idi. Faka o sergisini Yırtımcılar bölümüne açmaz, daha doğrusu sergi açmaz, ticaretini dükkanında yapardı. Hüseyin Hoca’nın evi pazaryerinin göbeğine saplanmış bir hançer gibi idi ve hançerin kuzey tarafındaki bölümünde 3 dükkan bulunurdu. İşte bu dükkanların ilki olan köşe deki (4) Galle Memed’in dükkanıydı. Basma, tüpgaz, gazoz bayiliğinin yanında sezonunda gurtlugucak (salyangoz) alımı bile yapardı. Diğer iki dükkan ipçi, terzi, berber, bakkal gibi çeşitli işlevlerde ve kiracılarda kullanılmasına rağmen köşedeki hep Galle Memed’in dükkanı olarak kalmıştır. Hüseyin Hoca'nın evi ve dükkanlarının yerine şimdi üç yeni bina yapıldı. 

ESSANIN KAHVE

Hüseyin Hoca’nın gocagapının (5) hemen yanında meşhur Essan (İhsan Patlar)ın kahve bulunur(6). Çay kahve, muhabbet merkezi ve aynı zamanda çevre köylerden gelen misafirlerle buluşma yeridir. Bu kahvenin bulunduğu bina, 1970’lerin başında yeni sahibi Abdurrahman Yavuz tarafından yıkılıp yeniden yapılınca Essan kahveciliği bırakmış, yeni kahve Apdıramanıñ Gâve olarak anılmış, Moruk (Üzeyir Dalgıç) tarafından işletilmişse de eski canlılık yakalanamamıştır. Daha sonraları tam karşısına Ömer Onbaşı (Ömer Şen) bir kahve açmış fakat o da eski tadı vermemiştir.

 BİT İLAÇLARI!.. YAVSI İLAÇLARI!..

Pazar, yaz günlerinde Yeñi Mısdık (Mustafa Şen)in bakkal dükkanına doğru uzar giderdi. Kışın ise ilk mazgalın (19) yanında balıkçılarla son bulurdu. Çünkü yaz günlerinde ova köylerinin ürünleri de pazara çıktığından pazaryeri genişlemek zorundaydı. Mazgalın  kuzey tarafında Macur Ali (Ali Öncül) sergisini açar, kışın soğan patetes, yazın ise domates biber satardı. Hemen karşısındaki köşede Bakkal Sarı (Halit Akyol), dükkanındaki dayanıklı mallarını buraya getirerek yayınırdı. Anıtkayalı iki pazarcının pozisyonları böyleydi. Öğleden sonra Pazar dağılınca mallarını tekrar evlerine taşırlardı. Bu işi Macur Ali, eşeğe yükleyerek, Sarı ise ağaçtan yapılmış hantal görünüşlü el arabasıyla yapardı. Mazgal çevresinin gediklisi diyebileceğimiz bir ilaçcı yaz kış oalarda bağırır dururdu: “Bit ilaçları, pire ilaçları, gene ilaçları, yavsı ilaçları...!” İlaçcı ile Macur Ali arasında da Ford minibüsüyle sabuncu yıllarca kalıp sabun satmıştır. Her hafta aynı yerde aynı sırayla sarı ve yeşil sabunlar dizildi.

KASAP HALİL'İN DARAĞACI

Macur Ali sergisinin sağ yanındaki köşede (7) Müdüroğlu (Mehmet Ali Eşiyok)a ait iki dükkan vardı. Dipteki dükkan çok çalışmaz, bu yüzden tezgahlarını şehre getirip götürmek istemeyen pazarcı esnafı oraya bırakıp kilitlerdi. Uçtaki dükkan ise belki Cumartesi günlerinin en işlek dükkanıydı. 1970 öncesinde işlek bir berber dükkanı olarak kullanıldı. Sonra bir süre Topaloğlu (Ahmet Öncül) tezgah kurup haba dokudu. Yetmişlerin ortasından itibaren Yeñi Hasan (Hasan Temel)in kasap dükkanı oldu. Yeñi Hasan kendisi pek dışarıda görülmez, içeride müşteriyle ilgilenirdi. Dışardan bakanlar kasaplık faaliyeti olarak torunu Gasap Halil (Halil Temel)i görürlerdi. Halil bıçak ve masatı maharetle kullanır, hem sağa sola laf yetiştirir hem de koyunların hakkından gelirdi. Önce üç ayağını bağladığı hayvanı mazgalın üstüne getirir ve keskin bıçağını gergin boynuna sürüverirdi, bu kadar. Sonra damarından kan boşalırken çırpınıp etrafı kirletmesin diye başına basardı. Öldüğüne kanaat getirince ön ayağının uygun yerinden açtığı deliğe dudaklarını dayayıp hayvanın vücudunu bir balon gibi şişirirdi. Neden böyle yaptığını merak eden çocukların dikkatli bakışları arasında açtığı deliği sicimle bağlar ve ölüyü arka bacaklarından darağacına asardı. Evet, üç ayaklı bir koyun işleme sehpası kurmuş ve buna darağacı adını vermişti. Hayvanı yüzmeye başladığında, işe bıçakla başlayıp yumruklarıyla devam edince cesedi neden şişirdiği anlaşılırdı. Bir çırpıda deriyi yüzer, sakatatı çıkarır ve içeriye, dükkana götürürdü. Talebe göre yeni hayvan kesimine devam ederdi. Sanırım her Cumartesi en az beş koyun keserdi. Cumartesi et satışları çevre köylerden gelen müşterilereydi. Müdüroğlu ve karısı Gızılgız (Kezban Eşiyok) öleli çok oldu. Dükkanlarının da bulunduğu evinin yerine (7) bombeli köşeli ev yapılmış.

HIRDAVAT ARALIĞI

Pazarın ince bir uzantısı kuzeye doğru ince bir aralıkla sağlanır. Bakkal Sarı’nın sergisi bittiği yerde, köşede (11) Hafız’ın dükkan bulunur. Bu iki katlı ve bodrumlu bir binadır. İnce ahşap bir merdivenle çıkılan üst kat terzi (Azam Varlı) dükkanıdır. Cumartesi  günleri çevre köy halkına hizmet verir. Hafızın dükkan ise alt kattır. Cumartesi günleri müşteri trafiği fazla olan yerlerden biridir burası. Çünkü Pazaryerinde bulunan tek bakkaldır. Diğer bakkallar da pazara yakındır ama pazarın merkezine açılılır iki kapısı bulunan tek bakkaldır. Sair günlerde müşteri seyrek olduğundan vaktini  ofis olarak da kullandığı camekanlı bölmede geçirir veya bir misafiriyle indirildiğinde masa olan bir tahta kapağın üzerinde domine oynarlar. Bu aralığın bittiği noktada, karşı tarafın köşesinde (8) Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkanı bulunur. Burası bir bakkal olsa da hem fiziki olarak hem de çeşit olarak bakıldığında bakkal denilemez. Buna rağmen sahibi sonuna kadar bu işi bırakmamıştır. Daha çok tüpgaz ve meşrubat bayiliği nedeniyle işlerlik sağlayan bir dükkan olarak aklımda kalmış. Bir de Keliban’ın hiç bitmeyen bir Esnaf teşkilat başkanlığı var, bu da hakkında söylenmesi gereken bir husus.

Pazarın Galip Bey caddesine açılan bu aralığın Keliban tarafına da bazı satıcıların sergisi açılırdı. Bir defa boydan boya serilmiş urganlarıyla urgancı bu sokağın olmazsa olmazıydı. Sıra gözetmeksizin söylemek gerekirse;  koyun çanı satanlar, tırpan kayrak satanlar, koşum takımları satanlar, çeşitli hırdavat malzemeleri satanlar genelde bu aralıkta serilirlerdi. Dudağında kocaman bir kitleyle fark edilmemesi imkansız bir ilaç satıcısı vardı. Kesekağıdına sakladığı bira şişesini arada sırada yudumlayan bu adam sarhoş bir serseri gibi görünse de müşterisi eksik olmazdı. Derdini anlatan veya ihtiyacını söyleyen birine uzman bir eczacı ciddiyetiyle ilaç hazırlar, kullanma talimatıyla birlikte takdim ederdi. İşini bilen biri olduğu belliydi. Dudağındaki büyük kitleden kaynaklanan sancıları dindirmek için bira içtiğini düşünmüştüm o zamanlar. Muhtelif şeyler satıldığı için buraya hırdavat aralığı dense yeridir.

Galip Bey caddesinin (18) pazaryerine bakan tarafı eskiden daha genişti. Daha doğrusu cadde genişliği değişmedi ama; yoldan binalar arasındaki mesafe daha fazlaydı. Yol ile binalar arasında ortalama 15 metrelik bir mesafe bulunurdu. Öyle olunca doğal olarak yeni bir pazar meydanı gibi bir alan oluşurdu. Köşedeki (8) Keliban’ın dükkandan başlayarak ileride Çakır Osman(Osman Erdem)in zahire dükkanı (10) arasında beş dükkan bulunurdu. Bu dükkanların bazısı boş bulunurken bazısında da Sarasan (Hasan Dadak), Gödenlerin Süleymen (Dadak) ve Uykucu (Ömer Şen) bakkalcılık yapmıştır. Bakkal Süleyman caddenin karşısındaki nihai ev ve dükkanına taşınana kadar buralarda oyalanmıştır. 

 ÇAKIR OSMAN

Bu bölümün son dükkanı olan Çakırlarınki çok hareketli bir mekandı. Bu cumartesi hereketinin sebebi zahireci olmalarıydı şüphesiz. O yıllarda millette nakit bulunmaz, para lazım olduğunda ambarındaki buğdaydan bir miktar satarak paraya çevirir ve ihtiyacını bu şekilde karşılardı. Mesela Pazar harcını görmek için birkaç teneke buğday getirirp satan da olur, bir araba buğday getiren de bulunabilirdi. Daha fazlasını satmak isteyenin gidip evinden sararlardı buğdayı. Bir de çevre köylerden buğday getireni düşünün. Buğday ölçülüp taşınacak, içeriye ambara yıkılacak, ameleler tenekeyle gidip gelecek, onların teneke sayısını unutmamak için sürekli mırıldandıkları “ atmışbir…atmışbir…atmışbir” gibi uğultu da buna karışacak. Bir de yağ satımı var. Ayçiçek yağı da satıldığından litre litre ölçülüp tenekeye boşaltılacak.  Ortamı hayal edin.  Gerçi bu işle uğraşan başkaları da vardı. Mesela  20 metre yukarıda Şaştımoğlu (Mevlüt Şen) ve caddenin tam karşısında Bigalı da zahire alırdı ama, yine de Çakırların dükkan daha fazla çalışırdı. Bu kadar hareketlilik yaşanmasına rağmen hiç bir zaman durum kargaşaya dönüşmezdi. Aile bireyleri arasında işbölümü yapıldığı disiplinli duruşlarından anlaşılırdı. Mesela Kapitalist (Mehmet Erdem) sürekli masabaşında oturur, malın kıymetini belirler, alaverenin kaydını tutar, hesabı ve ödemeyi yapardı. Cumartesi öğleden sonrasına kadar kendisini hiç ayakta görmedim. Küçük kardeş Mustafa Erdem ise alınan malı teslim alır, ambara ulaşmasını sağlar, taşınmasına nezaret eder gerekirse bizzat taşımaya yardım ederdi. Onu da hiç otururken görmedim mesela. Babaları ise hem hesap işlerine hem mal alımına hem de yağ satımına nezaret eder, bazen oturur, bazen dolaşır, çoğu zaman da çevre köylerden gelen misafir müşterilerle ilgilenirdi. Dükkanın kadrolu hamalı ise Patır Dayı (Ahmet Yirgal) adında ilginç bir kişilikti.

KAVANOZDAKİ YILAN

İşte bu dükkanların (8)(9)(10) önündeki alan da pazaryerinin esaslı bir bölümünü teşkil eder. Galip Bey caddesinin uygun yerlerine zaten misafir araçları parkedilmiştir. Onlar vızır vızır geçer. Bir de burası kümes hayvanlarının alınıp satıldığı hayvan pazarı gibidir. Horoz, tavuk, ördek, hindi, kaz.. Ayakları bağlanmış yatmaktadır ama ağzını da bağlayamazsın, gürültüyü düşünün. Köy yumurtası alıcıları da buralardadır. Aldığı yumurtaları samanla karıştırarak itinayla sepetlere yerleştirmektedir. Deri alıcıları, yapağı alıcıları da bu meydanda dolaşır. Bazan milleti etrafına toplayan bir satıcının bağırtısı duyulur. Meraklı adımlar o kalabalığa katılır. Elinde küçük bir şişe bulunan kişi ezberlediği sözlerle her derde deva ilacı anlatmaktadır. Fakat kimsenin onu dinlediği yoktur. Kalabalığın dikkati ilaçlanıp bir şişeye doldurulan koca bir yılanın ürpertici görüntüsündedir. Adam amacına ulaşmıştır. Dikkat çekme amacıyla oraya koyduğu kavanozdaki yılan müşteriyi toplamıştır. Bu bölgede her hastalığı iyileştiren ilaç satıcıları sık sık boy gösterir.

 Pazaryerinin tam ortası hizasına denk gelen, yani Hafızın dükkanın olduğu blok arkası da yine 15 metre kadar bir açık alana sahiptir. Lakin diğer blok alanındaki gibi bir Pazar hareketliliği yoktur. Misafir araçları park eder. Oranın sırtında bulunan birkaç dükkan çalışır durumda değildir. Onlardan birisinde Sarasan (Hasan Dadak) ilk bakkal dükkanını açmış. Bir de o sönük dükkanların birinde döğen dişendiğini görmüştüm. Bu, döğenin altındaki keskin çakmaktaşlarından eksiklerini gözemek demektir. Yalnız köşede(13) büyük bir kahvenin varlığını hatırlıyorum, çok fazla açık kalmadı galiba.

TENEKECİ HÜSEYİN

Önceden bahsettiğim ilk merdiven(17)in tam karşısına denk gelen bu sokak boştu, Belediye fırınının yapılması daha sonradır.  Bu aralıktaki önemli pazarlardan birisi Tenekeci Sağır Hüseyin (Öztürk)ün yeridir. Bu dükkan (12) ilginç bir yerde ve yapıdadır. Merdivenin hemen bitişiğinde sekinin alt kısmındadır, asıl pazaryerine bakan bir cephesi yoktur. Çorak damı pazaryerinden 80 santim kadar yüksekliktedir. Buradan çok rahat dambeşe çıkılabilir ama kimse de çıkmaz. Adından da anlaşılır, bu dükkanın işi teneke üzerinedir. Galviniz soba, soba borusu dirsek büker, imalatını yapar. Çalar saat muhafazası, idare kandili imalatı da yapar. Zamanında büyük ihtiyaç olan ibrik imalatı da yapar. İbriği sıfırdan imal ettiği gibi, büyük yağ veya konserve kutularını dönüştürerek de yapabilir. Lehimleme, perçinleme gibi tekniklerle bütün bunları yapabilir. Bugünlerde pek bir şey ifade etmese de 50 yıl öncesi insanları için bütün bunlar önemli ihtiyaçtır. Cumartesi günü hareketliliğinin bir sebebi de çevre köyleri için de bu ihtiyacın geçerli olmasıdır.

BERBERLER

Tenekecinin tam karşısında, (16)(17) kapalı pazarının hemen arkasındaki kısım sıra dükkanlar olarak düzenlenmiştir. İlk dükkan diğerlerine göre biraz daha büyükçe olduğundan bir ara kısa süreli kahve olarak kullanıldı, sanırım Hakkı Yırgal işletmişti. Sonrakinde bir dönem Çakır İban (İbrahim Ata) kasaplık yaptı. Diğer dükkanların tamamı bir dönemde berberler tarafından kullanıldı. Berber Hüseyin (Sağlam), Berber Ahmet (Kabadayı), Berber Yahya (Sağlam), Berber Mehmet (Külte) hatırıma gelen ve bu sıra dükkanlarda çalışan berberler. Cumartesi günleri dışarıdan gelen misafirlere hizmet vermişlerdir. Bu berber yoğunluğundan dolayı bu aralığa da Berberler aralığı denilebilir. Fakat hiçbir zaman iki berberden fazlası aynı dönemde açık değildir. Zaten bunlar birbiriyle usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş berberler. Sıra dükkanların tam karşısında (15), ikinci merdiven çıkışı denginde yılların ustası Terzi Topal (Lutfi Omak)ın dükkanı bulunur. Eğret Pazarının mühim unsurlarından biri de bu merkezdir.

Çevresinde şöyle bir gezinti yaptığım pazaryeri bu. Sebze sergileri mutlaka bu pazarın özünü oluşturmaktadır. İşte bu sebze meyve pazarı doğu-batı ekseninde oluşan koridorun iki yanına açılan sergilerden oluşur. Yaz pazarlarında sebze sergileri çevre köy üreticilerinin katılımıyla genişler ve ikinci hatta üçüncü koridorlar oluşturulur. Bazen Han aralığına bezen de doğuda Yeni Mısdığın dükkana kadar uzanabilirdi. Öğle ezanı sonrasında pazar dağılmaya başlar, son esnaf da toplandıktan sonra görevliler ikindiye kadar pazaryerini temizlerdi.

Elli yıl öncesinin Pazaryerini hayalimde canlandırmaya çalıştım. Günümüzde Anıtkaya Pazarı ve Pazaryeri bazı olumlu-olumsuz farklılıklarla yaşamını devam ettiriyor.

 

24 Şubat 2021

Anıtkaya'nın Rakımı Kaç?

     Yeryüzünün bir noktasının deniz seviyesinden yüksekliğine rakım dendiğini biliyoruz.  Buna göre deniz seviyesi sıfır kabul ediliyor. O baz alınarak da dağ, dere, ova benzerlerinin yüksekliği ölçülmüş oluyor. Mantık bu, bu kadarını anlayabiliyorum ama; fiziksel olarak bu ölçümü yapabilmenin nasıl mümkün olacağını anlayamıyorum. Şimdi uzaydan, veya dijital aletlerle bunu yapıyorlarmış. Daha önceden ise, ısı-basınç-ışık gibi değişkenlerin ilişkisine dayanarak ölçümler yaparlarmış. Bilimin hızına ve mantığına çok aşina olmadığımdan, biraz da kafa konforumu bozmak istemediğimden bunu anlama gayretine girmedim. Öyle olunca bize sunulan bilgileri itirazsız kabul etmek durumundayız.

Bu uzun girişten sonra asıl konuya geleyim. Bugüne kadar karayollarında şehirlere giriş tabelalarında nüfus ve rakım bilgisi yer alırdı. Şimdi de var mı bilmiyorum. Afyon tabelasında rakım 1021 ifadesini hatırlıyorum. Bunun nasıl ölçülebildiğini daha o zamanlardan dert edinmiştim kendime. Hala çözümünü bulamadım ama kimseye de sormadım. Neyse, Afyon için kabul ettiğimiz bu rakamdan yola çıkarak Anıtkaya’nın rakımı hakkında da tahminlerimiz oluyordu. Buna göre tahminim 1150-1200 arasındaydı. Bayramgazi rampasındaki yükselti, sonra Uzundere inişi ve sonra köyün kurulduğu tepe hesap edildiğinde aşağı yukarı bu rakamlara ulaşırdım.

Şimdi dijital teknoloji sayesinde ölçüm elimizin altında. Ne kadar güvenilir olduğunu bir kenarda tutarak o bilgileri paylaşayım. Afyon’un değişik noktalarının rakımı 1020-1040 arasında değişiyor. Aynı yöntemle Anıtkaya’nın değişik yerlerine imleç gezdirildiğinde rakımın 1100-1150 arasında değiştiğini belirledim. Yalnız bu rakamlar Anıtkaya köyiçi için geçerli. Arazide durum değişiyor. Mesela Resulbaba’nın rakımı 1500 metre olarak görülüyor. Bunlar bişey değil, herkesin oyuncağı haline gelen telefonlarda bir tuşa bakan bilgiler. Niye yazıyorum peki?

Yavaş yavaş konuya girelim. 19. yy’da yabancı bilim adamlarının Eğret’te yaptıkları bilimsel gözlem ve ölçümlerle ilgili yazılar yazmıştım. İlki Rus Gezgin ve bilim adamı Çihaçov’unverdiği bilgilere dairdi. 8 Kasım 1847’de yapılan bu Eğret ölçümlerine göre rakım 938 metre, gece sıcaklığı ise -12 derece olarak kaydedilmiş. Aynı teknikle yapılan ölçüme göre ise Afyonkarahisar’ın rakımı 898 metre.

Günümüzün rakamlarıyla 1847 rakamları arasında yaklaşık 150 metrelik bir fark var. Bu farkın nedeni ölçüm güvenilirliği mi? Yani o günün kıt imkanları ve ilkel yöntemleriyle yapılan ölçümler hatalı mıydı? Yoksa Bir buçuk asır arayla yapılan ölçümlerin her ikisi de doğru mu? Eğer öyleyse, sıfır noktası kabul edilen denizler alçalıyor demektir. Bu kadar alçalış da fazla gibi geldi bana. Neredeyse yılda 1 metrelik bir deniz seviyesi düşüklüğü… 

Merak edenler için yazalım, Anıtkaya’da rakımı en yüksek nokta, Su Deposunun az ilerisindeki Dedebaşı: 1150 metre.

Çihaçov'dan 15 yıl sonra bu sefer Prusyalı gezgin Bilim adamı Sperling'in yolu Eğret'e düşüyor. Yine Kütahya istikametinden gelirken Eğret hakkında ilk notunu kaydediyor: "Her yerden görülebilen yüksekçe bir tepenin üzerine kurulmuştur."  Hepimizin bildiği bir bilgiyi 150 yıl önce kaydetmiş adam, ne var bunda diyebiliriz. Ben Anıtkaya adındaki "anıt"ı bilirdim de "kaya"yı bir yere oturtamazdım. Sperling'in bu cümlesinden sonra kafam dank etti. Hangi yönden bakarsanız bakın, Anıtkaya'yı yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş olarak görürsünüz. Tıpkı koca bir "kaya"nın üzerine oturmuş gibi.

Yıllar öncesinden kaydedilmiş önemsiz gibi görünen bilgi kırıntıları bile aydınlanmamızı sağlıyor.


Eğret Yollarında Rus Gezgin

       YIL 1847... 19. YÜZYIL

Prusya Elçilik görevlisinin 19. yy. Eğret’i hakkındaki izlenimlerine dair yazıdan sonra, başka bir elçilik görevlisinin notlarından bahsedeceğim. Bu sefer Rusya’nın İstanbul Elçiliğinde görevli bir ataşe. Yine seyyah, yine bilim adamı. Yine bilimsel amaçlı bir gezi ve yine Eğret’ten geçen güzergah.

Adamın adı Pierre de Tchihatchef. Kısaca Çihaçov diyelim. 1845 yılında Elçilikte çalışmaya başlıyor ve 1847’de istifa ediyor. Anadolu’yu dolaşıp bilimsel çalışmalar yapmak için. Aynı yıl Ekim ayında seyahata başlıyor. İlgi alanı; Anadolu’nun fiziki coğrafyası, iklimi, bitki örtüsü ve arkeolojik değerleri.

Çihaçov bu ilk seyahatinde Kütahya’dan Afyon’a doğru yolculuğunda doğal olarak Eğret’ten geçer. Yolculuğun o kısmıyla ilgileniyoruz. Kafilesine hizmet eden 12 at vardır. İki yerleşim yeri arasındaki mesafe, kayda değer yer şekilleri, bitki örtüsü, sıcaklık değerleri, değiştiyse rakım Çihaçov’un kaydettiği bilgileri oluşturuyor.

1847 yılı, 7 Kasım; Güney-Güneydoğu  istikameti.

Altıntaş’tan 45 dk mesafede Çakırsaz Köyü, irtifa 928 metre.

1 saat mesafede Tatar Mahmut Köyü.

1 saat mesafede Osman Köyü, irtifa 938 metre. (Osman Köyü yakınlarında ihtiyar bir molla tarafından açılan ateşle atı bacağından yaralanır. Olay ekibi korkutur, çoğu geri dönmek ister. Onları saldırıdan kurtaran, İstanbul istikametine gitmekte olan Ermeni tüccar kafilesi olmuştur.)

8 Kasım 1847; 1,5 saatlik mesafede Eğret Köyü, çevrede çıplak alanlar (Belirtilmemiş ama büyük ihtimal 7-8 Kasım gecesi Eğret’te konakladılar. Sıcaklık -12 derece.)

Yarım saatlik mesafede Yukarı Dandırı Köyü.

1,5 saatlik mesafede Afyonkarahisar’a doğru dar bir vadide ve derenin sol yanından 2 saatlik bir iniş ve ardından ovada bir yolculuk. İrtifa 920 metre.

9 Kasım 1847; Afyonkarahisar’a varış ve ardından konaklama. İrtifa 898 metre.

Çihaçov yolculuğuna devam ediyor ve Aralık 1847’de İstanbul’a dönüyor. Bu ilk gezisinden sonra ileriki yıllarda Küçük Asya’yı karış karış dolaşmaya devam ediyor. İklim, coğrafya, topoğrafya, sıcaklık vs. bilimsel verileri toplayarak adeta Anadolu’nun iklimsel haritasını çıkarıyor. Sonra çalışmalarını başka ülkelerde de sürdürüyor. Ben bu bilgileri Taşpınar Dergisinin 22. sayısında yayınlanan Hasan Tahsin Günek’in makalesinden öğrendim. Daha ayrıntılı bilgileri oradan okuyabilirsiniz.


22 Şubat 2021

Hangi Oda?

     SÜLALE ODALARI

    Oda bir evin bölümü anlamıyla kullanılan bir kelime değildir. Evin her bir bölümü “ev” diye adlandırılır. Oda ise köy odası anlamında kullanılır. Köy odası tabiri yoktur Eğret’te. Oda demekle o anlam kastedilir zaten. Bu anlamda oda sayısı çok fazlaydı bir zamanlar. Fonksiyonunu kaybetmesine rağmen bugün bile çok sayılır. Tam sayısını belirlemek güç, ama şu bir fikir verebilir, her sülalenin bir odası vardı.

Bundan elli yıl önceydi, her sülaleyle ait bir oda olduğu. Sağırların, Eşofun, Veyislerin, Aliyelerin, Arzıların, Çatalların, Omarcıkların, Amcaların, Mardakların, Çakırların, Daldalların, Yeşilömerlerin… Bir çırpıda aklıma geliveren odalar. Bunların bir vazifesi de misafirhane olarak kullanılmaktı. Başka köylerden gelenler, yolculukta mola verenlere hizmet verirdi. Gerçi köydeki kervansaray da bu iş için vardı ama, o daha kapsamlı yolculara, belki ticaret kervanlarına hastı. Odalar ise tanıdık yabancılar içindi. Sık sık gelen, onların köyüne gidildiğinde de aynı şekilde karşılık görülen misafirler içindi. Ayrıca sülale erkeklerinin bir araya gelebildiği mekanlardı da. Bu yüzden her sülaleye bir oda diyoruz. Belki daha fazlası.

İSTANBUL KAFİLESİ

50 yıl önceki vaziyet böyleyken, 150 yıl önceki odaların durumu hakkında bir şey söyleyemiyoruz. Tahminlere dayalı olarak söyleyebiliriz ki, 50 yıl önceki durumda olabilmek için çok eski ve köklü bir geçmişe sahip olmalılar. 1862 Yılında Eğret Köyünde başlıklı yazıda, Prusya’nın İstanbul elçiliğinde bir görevlinin izlenimlerinden bahsetmiştim. 8 Eylül öğlen Altıntaş’tan ayrılıp tahminen ikindiye doğru Eğret’e geliyorlar. Ertesi sabah da ayrılıyorlar. O geceyi Eğret’te geçiriyorlar. Tabi ki odada. Adam diyor ki: “Eğret’te dışarıdan gelen misafirlerin konaklayabilmeleri için güzel köy odaları vardır.”  Ve devam ediyor: “O sırada odalarda kalmakta olan Karahisar Müftüsü ve yanındaki diğer din adamlarıyla tanışır.”

MÜFTÜ VE EKİBİ

Adamlar Eğret’e geliyor, geceyi geçirmek için bir yer aradıklarında odanın birisini gösteriyorlar. Bunun sevinci ve şaşkınlığıyla bir de bakıyorlar ki başka misafirler de var. Zaten kendileri kalabalıklar, önceden gelen başka bir misafir grubu daha var. Demek ki bu kadar misafiri ağırlayacak kapasitede oda var. Ayrıyeten bu misafirler sıradan insanlar değil. Anlatımı yapan grubun yani İstanbul kafilesinin içinde batılılar var. Afyon grubu ise din adamları. Müftü ve imamlar. Onların Eğret’te ne işi vardı. Bir yere mi gidiyorlardı, yoksa Eğret’te bir programları mı vardı bilinmez.

Bilinmeyen ve merak ettiğim başka şeyler de var. O gece iki ekip aynı odada mı konakladı? Veya hangi odalarda konakladılar? 150 yıl sonra Anıtkaya’da görülen odalar o zaman da var mıydı? Hangi odalardı onlar? O gece neler yenildi içildi, neler konuşuldu? Köy hakkındaki bilgileri o sohbette mi edindiler? Muhtar kimdi mesela, insanların psikolojisi nasıldı? Dedemin dedesi o yıllarda delikanlı olmalı. Köydeki misafirlerden haberdar mıydı? Ağırlayanlar içinde O da var mıydı? Yoksa onların odada mı gecelediler?

8 Eylül 1862’de Eğret’te kalabalık misafirleri odalarda konuk edenler, 170 yıl sonra kendilerinden bahsedileceğini hayal edebilirler miydi?



21 Şubat 2021

Eğret Pazarı

       Anıtkaya’da Cumartesi günleri kurulan haftalık pazar çok eskiden beri sadece bura halkının değil çevre köylülerin ihtiyaçlarını karşılamada bir merkez olmuş. Hem dışarıdan gelen pazarcı esnafı bu pazarı canlı tutmuş hem de yerli halk ve çevre halkı ürün ve malının pazarlanmasını sağlamış. 50-60 yıl öncesi kadar geniş hacimli olmasa da bugün varlığını hala devem ettiriyor.

Ağırlıklı olarak sebze meyve pazarı kurulur ve Anıtkaya’da pazardan halkın anladığı bu pazardır. Haftalık “bişcek-daşcek” ve “yicek-işcek” buradan sağlanır. Ancak pazarın kapsamı bununla sınırlı olmayıp manifatura, kavafiye, zahire, bakkaliye gibi değişik sektörlerde de sergiler açılır. Mesela öteden beri sezonunda mutlaka bir balık pazarı kurulur. Yine “malbazarı” denilen bir canlı hayvan pazarı olur. Hatta eskiden malbazarı normal pazardan daha namlıydı.

KÖFTECİLER

Pazar denildiğinde genç ve çocukların aklına gelen bir başka önemli husus da köftecilerdir. O kadar kalabalığın açlığını gidermek için bu esnaf yerini almasa olmazdı. Hepsi de Afyonlu on civarında köftecinin yetmişli yıllarda Anıtkaya pazarında ocak yaktığını hatırlıyorum. Özellikle çocuk ve geçler için Pazar demek köfte yemekle aynı anlamı taşırdı. Gaz tenekelerinin muhafazasında pompalanan gamantolarda pişirilen köfte, sucuk, kavurmalar sacın uçlarında müşterisini beklerken köfteci ya sağa sola laf yetiştirir ya da bağırarak müşteri çağırırdı. Ücretine göre yarım, çeyrek veya dilim ekmeğe konulan köftenin miktarı önemli değildi. Bizatihi köfte yemek önemliydi. Ağız değiştirmek adına, sade “şeher ekmeği” bile yenmiş olsa yeterdi. Bir de köftenin yağına bandırılmış olması da mühimdi. Ekmek yağa bandırıldığında bir başka lezzet kazanıyordu. “Al şu beş guruşu da yağına bandır” neredeyse deyim haline gelmişti.

Önce gamantolar yerini piknik tüpüne bıraktı. Daha kullanışlılardı, sürekli pompalamak gerekmiyordu. Durumlar iyileşti, köftecilerin de bindiği iki mavi “bazar arabası”ndan indi köfteciler, “Hacı Murat”larla pazara gelip gitmeye başladılar. Yıllar geçtikçe, köftecilerin ve köfte ekmeğin çekiciliği kalmadı. İnsanlar evde köfte yapmaya, ve şeher ekmeği köyde, belediye fırınında yapılmaya başlandı. Artık köfteci yok pazarda. Köfte ekmek yemek için cumartesiyi iple çeken çocuklar da kalmadı. Onlardan birisi olan bu yazıyı yazanın kulağında kalan ise, radyoda dinlediği bir röportajda Eğret ve Eğret Pazarı ile ilgili duyduklarını paylaşan neşeli köfteci Ahmet Ağa'nın sesidir.

ALLAH BAZARI

Eğret Pazarı çevrede ünlüdür ama bunu sağlayan faktörlerde biri de yine çevre köylülerdir. Onlar da hem alım satıma katılma hem de ihtiyaçlarını karşılama maksadıyla pazara gelirlerdi. Bu münasebetle kurulan dostluklar tazelenir, sohbetler çay-kahveyle tatlanırdı. Pazara yakın üç kahve, iki kasap, iki berber, beş terzi, on bakkal, iki yağcı, dört demirci esnafı pazarla birlikte onları Anıtkaya’ya çeken başka etkenlerdi.

Pazarda ayrıca çok çeşitli satıcılar renk renk sergiler açardı. Bit ilaçları, urganlar, koyun çanları, sucukçu, kocakarı ilaççısı, kumarbaz, limonatacı, kasnakçı, sepetçi, annat-dırmıkçı, gaderci, destancı, köfteci, yemenici, çerçici…  Çadırda hayvanat bahçesi, sihirbaz gösterisi gibi panayır kurulduğunu hatırlıyorum.

EĞRET PAZARI TARİHİ

Anıtkaya’da kurulan pazardan dolayı Cumartesinin adı değişmiş, o güne “bazar günü” denmeye başlanmıştı. Karışmasın diye Pazar gününe ise “Allah bazarı” derlerdi. Nasıl oldu da bugünkü normal bir hafta pazarı görünümüne büründü bilmiyorum, ama buna verilecek en mantıklı ve açıklayıcı cevap “çağın gereği” olurdu herhalde.

Eğret Bazarı’nın ne zamandan beri kurulduğuna dair bir kayıt göremedim ama yüzyıldan fazla olduğu aşikar. İşgal yıllarında ara verilmiş olmalı normal olarak. 19. yy Afyonkarahisar’ını inceleyen bir araştırmada, Afyon Merkezde kurulan semt pazarlarının bu yüzyılda kırsala doğru genişletildiğini okumuştum. Cümle tam olarak şöyle: “Hafta pazarları 19.yy’da daha da artmış, şehir merkezi dışında, büyük kasaba ve köylerde de kurulmaya başlanmıştır.” Bir yere Pazar kurulmasının şartı olarak da şu durum belirtiliyor: “Pazar yerinin tayininde ise, en başta Cuma namazının kılınabileceği bir mescidin bulunmuş olması aranmıştır.”  Bu şartı okuyunca ister istemez akıllara, Anıtkaya Pazaryerinin bir ucunda Eğret’in en eski camisi, Cuma Camii’nin bulunduğu geliyor. Eğer 19.yy’da Afyon’un büyük köy ve kasabalarına hafta pazarı kurulmaya başlanmışsa bunlardan biri de mutlaka Eğret Pazarıdır.

Nahiye Merkezinin Eğret’ten İhsaniye’ye taşınması, yani Eğret’in köy yapılması kararına gerekçe gösterilen resmi rapora göre; “… her hafta cumartesi günü kurulmakta olan pazardan ancak yakın birkaç köyün istifade edebildiği…” belirtilmiş. Gerekçenin tartışılmasını bir başka yazıya bırakarak belge tarihinin 1941 olduğunu düşünürsek, o yıllarda Eğret Pazarının yerleşik bir Pazar olduğu ve kuruluşunun çok uzun yıllara dayandığını anlayabiliriz.

"Önemli olan dün değil bugündür, sen bugünkü hale bak," diyecekler varsa haklı olabilirler. Ben yine de Eğret Pazarının hafızamda hala canlılığını yitirmemiş görüntüsünü kaydetmek istedim.


Kavla Düdüğüm Kavla

       Çocuk, her yerde çocuk ve insan, bir bakıma, her zaman çocuk. Anıtkaya’da bir dönem oynanan oyunları yazmayı düşündüğüm bu bölümde, bu yüzden büyüklerin oynadığı oyunlarla karşılaşmaya hazır olun.

Bir çocuğun dünyasında oyun oynamak için bir arkadaşa ihtiyaç yoktur. Olsa iyi olurdu ama yalnız kaldığı zamanlarda tek başına da oyunlar oynanabilir. Kendince bir tiyatro gösterisi yapma veya oyuncak imal etme böyle bir oyundur. Şimdi anlatacağım da böyle bir oyundur, düdük yapmak. Taze soğan yaprağını veya bir ağaç yaprağını ses çıkaracak şekilde üflemek düdük yapmak olduğu gibi, kuru kamış üzerine delik açarak öttürmek de bir çeşit düdük yapımıdır. Bahsini edeceğim düdük bunların dışında, söğüt dalından düdük.

Kavak dalından da hatta meşe dalından da yapılabilir bu düdük, ama en fazla söğütten yapıldığı için ben öyle diyorum. Asıl olan bunun yapıldığı zamandır. Dal kabuğunun kolayca ve tek parça çıkabilmesi için dala su yürümüş olması gerekir. Bu da Mart sonuna gelmeyi gerektirir. Tabi yaprakların açmamış olması da gerekir ki, ideal düdük yapım mevsimi Nisan günleri diye düşünebiliriz.

Maliyeti düşük bir iştir düdük yapımı. Gerekli malzemeler: Keskin bir çakı, su yürümüş bir söğüt dalı ve bir parça el becerisi. Ekmek bıçağıyla da yapılabilir ama; kendine ait bir çakıyla dal kesmenin fiyakası da başkadır.

10-15 santim uzunluğunda ve bir çocuk parmağı kalınlığında söğüt dalı alınır. Uçları düzeltildikten sonra bir ucu tıpkı flüt ağızlığı gibi kertilir. Bu kertik düdüğün alt kısmı olacak şekilde tasarlanır. Üst tarafa yine tıpkı flütün hava üflenen ilk deliği gibi bir küçük çentik açılır. Artık kavlatma vakti gelmiştir. Bu, düdük yapımının en eğlenceli ve riskli anıdır. Risk, yeteri kadar kavlatılmazsa kabuk özden ayrılmayıp parçalanır ve düdük yapmaya baştan başlamak gerekir. Eğlencesine gelince…

Kavlatma dediğimiz, masajla kabuğu ayırma işlemidir. Bundan önce işlemekte olduğumuz çubuğun tam ortasından bilezik gibi bir çizik atılır. Keskin bıçakla tek seferde atılmalıdır çizik, ikinci sefere kalırsa birden fazla çizgi oluşabilir. Çizgi uçlarının birbirine değmesine ve kabuğun tam kesilmiş olmasına dikkat edilir. Aksi durumda söğüt dalı heba edilmiş olur.

Her şey hazırlanınca kavlatmaya geçilir. Bıçağın ağzından baş ve işaret parmaklarıyla nazikçe tutularak, sapı ile söğüt dalı dövülür. Dalın çizilerek kesilen kısmına kadar eşit ve yumuşak vuruşlarla dövme işlemine devam edilir. Bu sırada düdük ayinine has şarkı ihmal edilmez. Melodisini aktaramam ama sözleri şöyleydi bu şarkının:

Gavla düdüğüm gavleeeve

Gavlaklâdan yaz geeelsiñ

Falancaya bi dene gız geeelsiñ

Burada “Falanca” yerine istediğiniz erkek ismini koyabilirsiniz. Kavlatma işleminin gerçekleştiği düşünülürse hafif bir büküşle kabuk çizilen yerden bir bütün olarak çıkarılır. Bundan sonra yapılacak işlemler çıplak kalan söğüdün beyaz özünde olacaktır. Üstte küçük çentik açılan deliğin yeri genişletilip derinleştirilir. O genişlikten uca kadar düz bir şekilde oluk açılır. Önceden söylediğim gibi, bir flütün uç kısmındaki sistem söğüt düdüğüne uygulanmış olur. Doğal yollarda yağlama yani tükrükleme yapıldıktan sonra kabuk tekrar yerine takılarak düdük tamamlanmış olur. Kabuk kuruyana kadar, 15-20 gün keyifle öttürülebilir.

Burada yine kavak veya söğüt dalından yapılan bir başka düdükten de bahsetmeliyim. Bunun diğerinden farkı, kabuğun bütün olarak çıkarılıp boru gibi öttürülmesidir. Flüt gibi düşünülmediği için kabuk haricinde işlem yapılmaz ve sadece kabuk kullanılır. Yalnız kavlatma yine önceki düdükteki gibi mutlaka yapılmalıdır. Bu esnada şarkı da mırıldanılır. Kabuk çıkarıldıktan sonra ilginç bir işlem yapılır ki bu, düdüğün sünnet merasimidir. Kabuğu çıkarılan dalın ucu yarılıp kıskaç olarak kullanılır. Kıskaca alınan kabuğun ucu ezilerek zurna ağızlığına benzetilir ve fazlalığı kesilir. Düdük öttürülmeye hazırdır.

Kırılınca, çalınınca, kaybedilince, kuruyunca ardından ağıt yakılacak oyuncaklardan değildir bu düdükler. En fazla bir tane daha kavlatırsın. Ama çocukken… Sonrası yok.

NOT: Nisanda düdük yapıp resmini buraya koyacağım.



19 Şubat 2021

Kademler ve Muslular

       Veyisler yazısında; Anıtkaya’da bu ismin köklü bir sülale adı olduğunu, diğer sülale isimlerinin aksine bu ismin şu anda hiç kullanılmadığını, oysa Tahrir Defterlerinde bu isme rastlandığını belirtmiş ve bunun garip bir durum olduğunu söylemiştim.

Sonra aklıma geldi ki aynı durumda olan başka sülaleler de var. Bunlardan ikisi Kademler ile Muslular. ”Kadem” ve “Kademli” olarak kayıtlarda rastlanan bir isim var. Tıpkı “Veis” gibi. Sonra bu adı alacak bir sülale oluşmuş. Şu an için bunları temsil edecek birilerini köyden gösteremem ama; Afyon, Kütahya ve İzmir’de oturanları tanıyorum. Bunlara ait yurt, şimdi parçalanıp satılmış, el değiştirmiş de olsa orada öylece duruyor. Sonra “Gademguyu” veya “Gademguyusu” diyebileceğimiz, şimdi köy içinde kalmış bir mevki ve bir kuyu var. Yine de Kadem isimli birini hiç tanımadım, duymadım.

Muslular da Anıtkaya’da adı duyulan bir sülale. Ben önceleri bu ismi “Musullular”ın kısaltılmışı olarak düşünürdüm. Musul şehrinden gelen biri Eğret’e yerleşti, ona kısaca “Musullu” deniyordu. Çocuklarına da “Musullular” diye diye zamanla bu isim “Muslular”a dönüştü. Açıklamasını da böyle yapardım. Kocatepe Üniversitesi Hocalarından Mustafa Karazeybek’in 17. yy Afyonkarahisar’ını anlatan eserinde bir bilgiyle karşılaşmama kadar… O ilginç bilgileri alıntılıyorum:

“… Zaviye Mahallesi sakinlerinden Hasan kızı Raziye’nin kocası Oruç oğlu Ahmet, altı sene önce kürekçi olarak denize giderek esir düşmüştür. Eğret Köyü’nden Mehmet oğlu Muslu Beşe, Malta’da Ahmet’e rastladığında, Ahmet’in eşini boşayarak dilediği ile evlenmesine izin verdiğini belirtmiş ve mahkeme bunun üzerine Raziye’nin evlenmesine müsaade etmiştir.” Bu ifadelerin dipnotunda, bilginin 24 Eylül 1672 tarihli Şeriyye Sicillerinden (Mahkeme Kayıtları) alındığı belirtilmiş.

Burada bizim asıl ilgilendiğimiz “Eğret Köyü’nden Mehmet oğlu Muslu Beşe” ifadesi. 1672 yılında Muslu adında biri varmış. Belki başkaları da vardı. Sonra Eğret Köyünde “Muslular” diye bir sülale var.

Döndük yine başa. Veyisler var, Veyis yok; Kademler var, Kadem yok ve Muslular var ama Muslu yok. Çocuklara isim vermede çağın şartları çok fazla belirleyici oluyor, bu kesin.


18 Şubat 2021

Anıtkaya Nüfus Problemi

     Adrese Dayalı Nüfus sistemi verilerine göre Anıtkaya’nın nüfusu bin yediyüzlerdeymiş. 2014’te kaybedilen belediye, eğer nüfus tekrar 2000’i bulursa iade edilecekmiş. Bu yüzden adrese dayalı sistemde kaydı Anıtkaya dışında olanlar köye kaydoluyorlar ki sayı artsın.

Şu durum acı verici. Bir dönem ilçeliği tartışılan Eğret’in tekrar bir belediyeye sahip olma gayretiyle uğraşmasından söz ediyorum. 2014 yılında belediye düşerken birisi şöyle demişti: “Bundan sonra tekrar belediye olmak zor, tek kurtuluş ilçe olmak gibi görünüyor.” Gerçekten şu şartlarda ilçe olmak, belde olmaktan daha kolay. En azından ilçe olmanın nüfus gibi bir zorunluluğu yok.

Belediye kaybedilirken bunun sorumlusu olarak zamanın Başkanı Remzi Kayır işaret edildi. Bugün de çoğu insan aynı kanıda. Bence bu düşünce doğru değil. Eğer kıstas nüfus alt sınırı idiyse Remzi Çavuş bu süreci durduramazdı. Zorla kimseyi Anıtkaya’da ikamete zorlayamazsın. Başka hususlardaki durumu tartışılsa da onun bu konudaki tek kusuru iktidar partisinden olmamaktı. Nasıl o partinin Ordu Belediyesi bir haftada Büyükşehir ünvanı kazanmışsa, Anıtkaya Belediyesi için söz konusu olan tehlike bir çırpıda bertaraf edilirdi. Eğer o partinin mensubu olsaydı. Aksi durumda Anıtkaya Belediyesini kurtarmanın imkanı yoktu, nitekim öyle oldu. Bu yüzden Remzi Kayır’ı en azından bu konuda suçlamanın doğru olmadığını düşündüm hep.

Biraz da Anıtkaya’nın kaderi gibi bu. Yarım asır arayla yaşanan Nahiyelik ve Belediyeliklerin kaybediliş süreci çok benzer. Remzi Kayır, olacakları görürcesine 2012 yılında verdiği bir mülakatta süreci şöyle anlatıyor: "1948 yılına kadar Eğret Nahiyesi olan Anıtkaya, o yıllarda Nahiye Müdürü ile ters düşer. Yaşanan bir tartışmadan sonra Nahiye Müdürü ”Sizi İhsaniye’ye bağlar, köy yaparım. O zaman görürsünüz ‘El mi yaman, Bey mi yaman’ kendinize gelin” der. Eğretliler de “Yap da görelim!” der. Adam gider ve bir süre sonra Eğret nahiye iken İhsaniye’ye bağlı köy olur. Eğretlilerin inadı pahalıya patlar ama olan olmuştur. Ne yaptılarsa geri dönüş olmaz.” Başkan, Eğret’e belediye kurulması ile Nahiye merkezinin İhsaniye’ye taşınması sürecini karıştırmış. Bunun dışında anlattıklarında bir yanlışlık yok. 1942’de Nahiye Merkezi İhsaniye’ye taşınıp Eğret sadece köy oluyor ama Afyon’a bağlı. 1958’de belediye kuruluyor yine Afyon’a bağlı. 1959’da İhsaniye ilçe olunca Anıtkaya Kasabası İhsaniye’ye bağlanıyor ve bu durum 1964’e kadar böyle. 1964’te tekrar Afyon’a bağlanmış. 1940’lı yıllarda Nahiye Müdürü demek, o bölgedeki hükumet demektir. Hükumet ile ters düşersen Türkiye gibi demokrasiyi özümsememiş ülkelerde sonuç böyle olur.

Eğer problemin temelinde nüfus hususu varsayılırsa durum yine iç açıcı değil. Eskiden beri Eğret/Anıtkaya nüfusu hep düşme eğiliminde olmuş. Elimizde bulunan verilere göre bu nüfus hareketlerini inceleyecek olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

1. 1530 ve 1572 yıllarına ait veriler Tahrir defterlerine aittir. Rakamları vergi mükellefi veya hane sayısı olarak düşünmek gerekir, nüfus sayısı değildir.

2. 1862 yılına ait veri bilimsel değil, bir yabancı seyyah gözlemine dayanmaktadır.

3. 1898 tarihli veri kişi sayısıdır.

4. 1907 tarihli veri resmi olup hane sayısını göstermektedir.

5. İlk muntazam nüfus sayımı 1927 yılında yapılmış olup sayım raporlarında en küçük birim olarak kazalar baz alındığından Eğret’e ait sonuç bulunamamıştır.

6. 1940’tan önceki sayımlarda kadın-erkek istatistiği tutulmamıştır.

7. 1958 tarihli veri, Belediye Kurulmasına dair İdare onayından alınmıştır.

8. 1965 ve sonrası veriler TUİK’ten alınmıştır.

    Sonuç olarak bu tablodan ne anlamak ve ne gibi dersler çıkarmak gerekir bilmiyorum. Böyle bir Anıtkaya Nüfusu problemimiz var malesef.



1862 Yılında Eğret Köyünde

İstanbul’da Prusya Elçiliğinde tercümanlık yapan E.Sperling 1862 yılının sonbaharında Konya’ya bir seyahata çıkar. Daha doğrusu bir gezi ekibine katılır. Amacı gezmek ve bilimsel, sanatsal merakla tarihi ve sanat değeri olan eserleri görüp kaydetmektir.

Bu doğrultuda gezideki notlarını 1864 yılında Berlin’de kitaplaştırır. Kocatepe Gazetesi bu kitabın Afyonkarahisar ile ilgili kısmını 28 Ocak 2021 tarihinde haberleştirdi. Ben de oradan Eğret ile ilgili kısmı buraya aktarıyorum. Çok değerli bilgiler var. Bu bilgilerin değerlendirmesini daha sonraya bırakalım.

“… Prusya Elçiliği Tercümanı Von E. Sperling’in içinde bulunduğu kafile saat 12.30’da Altıntaş’tan ayrılır. Bir köprüden geçerler. İki saat sonra etraflarındaki arazi çıplaklaşır. Engebeli bir araziye sahip Eğret’e ulaşırlar. Eğret’te dışarıdan gelen misafirlerin konaklayabilmeleri için güzel köy odaları vardır. O sırada odalarda kalmakta olan Karahisar Müftüsü ve yanındaki diğer din adamlarıyla tanışır.

Sperling’in anlattığına göre, Eğret uzaktan görülebilen bir tepenin üzerinde kurulan 60 kadar evden oluşan bir yerleşim yeridir. Ancak redif askeri sistemi uygulaması nedeniyle sürekli olarak insanların göreve çağrılmalarından dolayı birçok evin kapalı olduğunu, ailelerin buralardan göç ederek dağıldığı tespitini yapar.

8 Eylül Pazartesi günü sabah saat 6.30’da Eğret’ten ayrılırlar. Köyün sonunda hala deve kervanları tarafından kullanılmakta olan ve Selçuklular döneminden kalma geniş ve güzel bir kapısı olan ve sağlam taşlardan yapılmış bir han görür. Saat 9.30’da Karahisar Ovasına indiğinde üzerinde bulunduğu yol dünkü yolculuğunda olduğu gibi çorak ve engebeli araziler üzerinden geçmektedir. Hala iki saat uzaklıktaki şehrin, arka planda muhteşem görünümlü dağların bulunduğu harika bir manzaraya sahip olduğunu anlatır. Yolun sağ tarafında kubbeleriyle Ömer-Gecek kaplıcalarını görür. Öğlen saat 1.30’da Karahisar’a gelirler…”


17 Şubat 2021

Anadoluda Eğret Köyleri

 “Eğret” sözcüğünün bir Türkboyunun adı olmadığı, insanların böyle düşünmesine sebebin aynı bölge yerleşim yerlerinden “Döğer” ile Eğret’in karıştırılması olduğunu anlatmıştım. Birbirine yakın iki yerleşim yeri, benzer bir tarihi esere (kervansaraya) sahipler, yakın tarihte benzer olaylar yaşanmışken bir de bunun üzerine isminizdeki sesler benziyorsa, insanlar birbirine karıştırabilir iki köyü. Döğer’in 24 Oğuz Boyundan biri olduğu doğrudur, ama Eğret’in öyle bir anlam macerası yoktur.

Bu konuyu yazarken aklıma gelmişti, öyle olsaydı, eğer Eğret bir Oğuz Boyu olsaydı bu isim başka yerlerde de kullanılırdı; sadece Anadolu’da değil, Türklerin yaşadığı her bölgede bu isime mutlaka rastlamamız gerekirdi, diye düşünmüştüm. Derken, başka Eğret var mıymış diye açık kaynaklardan bir araştırma yaptım. Açık kaynak dediğim, internet oluyor tabi ki. Google’dan birkaç sorgulama sonunda ilginç veriler aldım. Eğret olarak yalnız değiliz.

1.Kuzeyden başlayalım. Marmara Bölgesinde İzmit’e bağlı Servetiye Camii Köyü var. Osmanlı zamanında genellikle göçmenlerin yerleştirildiği bir bölge. Önce bir cami yapılıyor ve köy bu cami etrafında şekilleniyor, sonunda caminin adı aynı zamanda köyün adı oluyor. Sonra genişliyor, başka mahalle ve köylerle birleşiyor filan. 1930 yılında “Alartı” adında bir köy ile birleşiyor ve bir mahallesine “Alartı” adı veriliyor. Bu kelimenin anlamı ve nereden geldiğine dair bir kayıt yok. Tahminler var; arazi meyilli olduğu için olsa olsa “Eğrelti”den gelir, bu kelime sonra halk arasında “Alartı”ya dönüşmüş olmalı filan... Tabi bir de gerçekler var, halk arasında bu mahalleye “Eğretiköy” deniliyor. “Eğrelti”den gelip “Alartı” oluyorsa ve bunu halk yapıyorsa, o halk niye “Alartı”dan dönüp bu sefer “Eğreti” diyor. Bence Alartı Mahallesinin “Eğrelti” ile hiç bir bağı yok. Halk zaten doğal olarak bağı kurmuş ve “Eğretiköy” demiş. O halde aranacak bağ “Eğreti” kelimesindedir.

2.Şimdiki durağımız Konya. Merkez İlçe Meram Belediyesine bağlı Sefaköy. Eski adı Eğret, 1989’da Sefaköy olarak değiştirilerek kasaba yapılıyor. 2014’te ise Meram Belediyesine bağlanıyor, Konya’ya 43 km mesafede. Bu köyün tanıdık bir hikayesi var: “Bu adın konuş gerekçesi olarak yöre halkının anlatageldiği hadise şöyledir: Eğret köyü başlangıçta Loras dağına yakın bir yerde kurulmuştur. İlk yerleşim yerini dağ seli basıp zarar verdiği için şu anki çay boyu yerine eğreti (geçici) olarak gelinmiş fakat burada sürekli kalınmıştır. Bu safhada geçici olarak yerleşilen yere halk arasında iğret veya çamurlu iğret denmeye başlanmış ve köyün ismi Eğret olarak kalmıştır.” 

Bu köyün Aladdin Keykubat’ın kayınpederi “Girvad”ın adını taşıdığına dair araştırmalar da var; konumuzun dışında olduğu için girmedim.

3.Anıtkaya dışında Eğret ismiyle bağlantılı bir başka köy Erzurum’da. Aziziye ilçesine bağlı Eğerti köyü. “Eğerti” kelimesinin ne anlama geldiği ve köye bu ismin neden verildiği bilinmiyormuş. 1930 öncesi ismi ise “Hinzirik.” Bu isim Ermenice ile bağlantılı olabilir. Köyde eski bir Ermeni kilisesinin kalıntıları varmış. Ayrıca 18 Mart 1918 Rus işgalinden kurtarılmadan önce, Rusların yaptığı nüfus sayımında Ermenilerle Türklerin birlikte yaşadığı belirtilmiş. Bu sayım bilgilerinde köyün ismi “Eğerti” değil, “Eğreti” olarak yazılmış. Zaten burada kendisinden behsettirmesinin sebebi de bu kayıt.  Yazım yanlışı ihtimali de uzak değil, zira Yer Adları Sözlüğü yazarı Nişanyan “Eğerti” diyor.

4.Erzurum’dan tekrar bir dönüşle Batıya yöneliyoruz, Bilecik’teyiz. Söğüt ilçesine bağlı Kayabalı köyü. Küçük bir köy, güncel nüfusu 24. Evet, sadece 24. İnternet haritalarında zor görülüyor. Daha çok satılık tarla ve arsa ilanlarıyla anılıyor Kayabalı. Anlayacağınız köy tükenmek üzere. Köyün eski adı Eğret. Bizim Eğret değiştirilip nasıl Anıtkaya yapıldıysa, bir başka Eğret de Kayabalı olmuş. Bu sefer yenilenen isimdeki “kaya” ortaklığı dikkatlerden kaçmamalı. Anıtkaya’nın “kaya”sına pek anlam veremezdim, Kayabalı’nınki anlamlı. Kaya Balı 16. yy tahrir defterlerinde sık rastlanan bir isim. Onlar için belki güzel bir şey olmuş bu isim değişikliği.

5.Son olarak Manisa'dayız... Gördes'e bağlı Korubaşı köyünün eski adı 'Eğrit' imiş. Bu bilgiyi bize veren Mehmet Oytun Bey, eğimli bir araziye kurulu olduğundan bu isim verilmiş olduğuna yoruyor. Değiştirilen yeni adının sebebi de, köyün ucundan devlet tarafından ağaçlandırma yapılarak büyük bir orman oluşturulmasıymış. Ayrıca Mehmet Bey'in bir yorumu bu konuya yeni bir ufuk kazandırıyor: "Atalarımızın göçebe olduğunu düşünürsek, aslında her yerleşim geçici (eğreti)dir."...

        Kısa bir araştırma neticesinde elde ettiğim bilgiler böyle. Eğret yalnız değilmiş, bak dört adaşı varmış meğer. Tabi bu Eğret'in bir Oğuz Boyu olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. 


14 Şubat 2021

Nohutta Ülker Vurması

ÜLKER MESELESİ

Mart sonu ve Nisanda ekilen nohutların belalısı bir hastalık var. Ülker vurması deniliyor. Her yıl ve her mevkide olmuyor. Bazan öyle bir özür çıkıyor nohutta. Dallar, saplar, yapraklar, bazan çakıldaklarda sarı-kahverengi lekeler oluşuyor, bu lekeler büyüyerek bitkiyi kurutuyor. Vatandaş, “Bu sene nohutu ülker vurdu” diyor.

Aslı astarı nedir ikna edici bir açıklamasını duymadım köyde. Araştırdığım kadarıyla mantıklı bilimsel bir açıklamaya da rastlamadım. Bazı ziraatçiler bunun bir mantar hastalığı olduğunu söylüyorlar. Yağışlı havalarda ve nemi bol vadilerde görüldüğünü belirtiyor ama çözüm konusunda dikkatli olunması dışında birşey söylemiyorlar. Bir çeşit mantar olduğu konusunda haklı olabilirler, yağışlı havalarda görüldüğünde de hemfikiriz, zaten mantar dediğin nemi sever de... Ülker ne kardeşim, ondan haber ver sen.

ÜLKER VURMASI NEDİR?

Eskiden beri halkın hafızasına yerleşik Eğret Takvimini baz alarak Ülkeri izah etmeye çalışanlar var. En iyisi onların hepsini sıralamak. Buna göre evvela Mayısın son haftasında Ülker fırtınası soğukları var. Bu bir haftalık dönem yoğun yağış, bazen dolu getiriyor. Yağışların getirdiği nem ülkere (mantara) yol açıyor.

Bir başka açıklama, Ülker’in tıpkı güneş doğması gibi doğu yönünden doğduğuna dair. Buna göre tam güneşin doğuşu anında doğuda bir duman, yoğun bir sis, bulut gibi bir şey peydahlanıyor. Mayısın son günlerine denk gelen bu hadiselerde gün çok sıcak, gece ise aşırı soğuk oluyor. İşte bu günlerde gündüzlerde küçükbaş hayvanlar (koyunlar), geceleyin ise nohutlar vurguna maruz kalıyor. Buna ülker vurdu diyoruz.

Daha yaygın bir görüşe göre ise, Ülker fırtınası denen Mayıs sonlarındaki yağışlı dönem Kırkikindi Yağmurları dediğimiz dönemle çakışmaktadır. Bu dönemde öğleden sonraları her gün az çok mutlaka yağış olmaktadır. Yağış öncesi öğle vaktinde ise güneş ışıkları çok dik geldiği için sıcak çok şiddetli olur. Şiddetli sıcak ve hemen ardından şiddetli yağışlar uzun süre devam ettiğinde nohut üzerinde olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bu hava dengesizliği sonucu nohutun ölmesine veya özürlenmesine ülker vurgunu diyoruz.

Bir de Ülker Takımyıldızı ile ilgili görüş var. Yedikardeşler veya Yedi Kızkardeşler de denen bu yıldız kümesi yedi yıldızdan oluşmaktadır. Gökbilimcilere göre doğumu 10 Hazirandır. Bu yıldızın doğumu sırasında şiddetli soğuklar olur ve bitkileri ve hayvanları etkiler. Her zaman olmasa da bu soğuğa maruz kalan nohutları bazı yıllarda Ülker vurur. Yine bu soğuğa maruz kalırsa koyunları Ülker vurur, hasta eder. O koyunun etinin rengi bile değişik olur, yenmez. Bu yüzden koyun korunamayacaksa kırkımı 10 Haziran sonrasına bırakılır.

NOHUTUN TUZU

Bütün bu izah çalışmalarında ihmal edilmeyen bir gerçek var: Nohutun tuzu. Nohut yeşil iken kökü, sapı, yaprağı, çakıldağı, kısaca her aksamıyla tuzlanmış gibidir. Bu tuz, kökler vasıtasıyla topraktan çekilerek bitkinin bütün organları bir zırh gibi bununla kaplanmıştır. Çünkü tuz, nohutun dış etkenlere karşı koruyucusudur. Dış etkenler dediğimiz de soğuk ve sıcaktır. Allah nohuta böyle bir kabiliyet vermiş. Zaten nohutun toprağa atıldıktan sonra - diğer bitkilere göre- biraz daha geç çimlenmesinin sebebi de bu olmalıdır. Uzun bir süre topraktan koruyucu mineralleri topluyor topladıktan sonra enerjisini çimlenmeye veriyor. Bu bir varsayım, ziraatçiler daha iyi bilir.

Nohutun tuzu ile ilgili espriyle karışık fıkra gibi bir şey dinlemiştim köyde. Nohuta takılmışlar, "Niye bu kadar geç çıkıyorsun" diye de... Demiş ki, “Tuz almak için denize varıp gelmesem, ileşber tarladan çıkar çıkmaz ben de topraktan çıkardım.” Malum, Anıtkaya denize uzak, ve nohuta tuz lazım.

Ülker vurmasının özü bu tuz meselesi olabilir. O zaman hem mantar, hem de ülker konusunda taşlar yerine oturmuş olur. Bana da en doyurucu izahat bu gibi geliyor. Ülker fırtınası sırasında çok yağmur yağıyor, şiddetli yağmurlar nohutun koruyucu zırhı olan tuzu sıyırıyor. Adeta çıplak kalan nohutta mantar hastalığı oluşuyor. Biz buna ülker vurması diyoruz. Anıtkaya’da bu açıklamayı da duymuştum.

Eğret’te hala nohut ekilmektedir. Bazı yıllarda Mayıs sonu ve Haziran başlarında nohutları hala ülker vurmaktadır.  Eğreti Günlüğün diğer yazılarının aksine, Ülker vurması güncel bir çiftçi problemi olarak duruyor.



13 Şubat 2021

Topraklık

       Kadınların ev sıvamada kullandıkları aktoprak buradan çıkarılıyor. Akkaya denilen mevkide bir yer burası. Toprak bilindiği gibi kayaların ufalanması sonucunda oluşan dünyanın esas ögelerinden birisi. Öyle olunca ak-kaya ile ak-toprak bağlantısı daha rahat kurulabilir.

Eğret bölgesindeki bütün kayalar beyaz renkte iken bu mevkiye özellikle Ak-kaya denmesinin sebebi belki de bölgedeki toprağın rengidir. O derece beyaz bir renge sahip toprak, bir dönem Anıtkaya’nın badana ihtiyacını karşılamış. Kim bilir ne zaman başlanıldı aktoprak kullanılmaya, bilinmez. Şu bir gerçek ki Topraklık toprak çıkarılmada kullanılır iken çok büyük çukurluklar oluşmuştu. İnsanlar çapayla, kazmayla kaza kaza bayırı aşındırmışlardı.

Ev sıvama işini kadınlar yaptığı gibi, bunun için kullanılan aktoprak teminini de kadınlar sağlardı. Birkaç kez toprak kazımına şahit olmuştum. Sıvamada kullanılacak toprağa ulaşmak için üstten yarım metre kadar kara toprak katmanı sıyrılırdı. Bu zahmete pek girilmez, hazır açılmış toprak ocaklarından almak daha kolay olduğundan oralara girilirdi. Girilirdi dememin sebebi, ocağın küçük bir mağaraya dönüşmüş olmasıdır. Kadın o mağaraya girer, madenci gibi toprağı çapayla eşip bir kaba doldurarak dışarı çıkardı. İş bununla bitmez, topak şeklinde olan kaya-toprak parçaları ezilir, sonra da kalburla bu toprak elenerek iri parçaları ayrılırdı. Sonra bunlar bir kişinin kaldırabileceği ağırlıkta çuvallanır ve arabaya atılırdı.

Toprağın kalitelisi, yani açık renklisi hep mağaramsı kovuklarda bulunurdu. Herkes buralara girme konusunda cesaretli olmayabilir. Çünkü buradan toprak çıkarmak tehlikelidir. Üstte desteksiz kalan toprak katmanı her an çökebilir. İçerideyken çöktüğünde kişinin manevra alanı ve kurtulma  ihtimali hemen hemen yoktur. Bu kovuklar da illaki çökecek, zaten sözünü ettiğim büyük Topraklık çukuru da böyle kazmalar, çökmeler sonucu oluşmuş. Böyle bir riske girmeye değmez, ama bunu insanlara anlatamazsın. Yıllarca oradan toprak kazdı köylü.

Bir gün korkulan oldu. Hadımıoğlunun gelini Hatice Alorta toprak kazarken çöküntü altında kalıp öldü. Bir musibet bin nasihat mevzusu... Bu, Topraklıktan son toprak kazımı oldu.

Topraklığın da içinde bulunduğu tarlayı Tornacı Vahit Yola satın alıp fidan atmıştı. Sürüle işlene tarlaya benzemiş; ama yıllardır toprak kazımıyla oluşan koca çukurun yeri hala belliydi, en son gördüğümde.

 

12 Şubat 2021

Ev Sıvama/Badana

     Anıtkaya/Eğret’te insanlların bütün işi toprak ile bağlantılıdır. Bütün köylerde olduğu gibi. Fakat ziraat haricinde, tarla dışında toprakla meşguliyet de nadirdir. Buna örnek olarak sayılabilecek kerpiç kesmeyi yazmıştım. Ev yapma hazırlıklarının bir parçası olarak erkekleri ilgilendiren bir durumdu. Şimdi de yine toprakla ilgili fakat bu sefer kadınların uğraşından söz ediyorum. Eski sistem ev badanası bu, yani evin duvarlarını sıvama. Şimdi anladığımız anlamda sıva yapmak değil bu. Ayrıntıları okuyunca anlaşılır.

Zemini, tavanı ve duvarları toprak olan evlerin yılda iki kere badana yapılmak suretiyle genel temizliği yapılırdı. Yaza girerken ve kışa girerken yapılan bu badanaya ev sıvama denir. Bunun için evin bütün eşyası boşaltıldığından haba-keçe, kilim, perde ne varsa bu arada onlar da temizlenir böylece genel mevsim temizliği yapmış olurlardı.

AKTOPRAK

Ev sıvama için gerekli olan şey topraktır. Akkaya mevkisinden çıkarılan beyaz renkli toprak bunun için idealdir. Eğret’te ev sıvamada kullanılan bu toprağa “aktoprak” derler. Uygun zamanlarda çıkarılıp depolanmış olan bu toprak sulandırıldığında kireç kadar olmasa da kirli beyaz bir boyaya dönüşür. Kuruduğunda ise daha beyaz görünür. Sulandırılan bu toprak-boyaya bir paçavra batırılarak alınıp duvara sürülür. Çaput parçasının aldığı suluboyanın fazlalığı kadının dirseklerinden damlar. Evin tavanı sıvanırken bu daha da fazlalaşır. Şapır şapır dökülür aktoprak suyu. Burası düşünülürse güç kuvvet isteyen bir iştir bu; ama kadınlar yapar ve kadın işi olarak görülür. Evdeki her iş kadın işi diye bir algı var.

Evin tabanının sıvanması en son yapılır.  Böylece tavan ve duvarların sıvanması sırasındaki dökülenlerin bıraktığı lekeler giderilmiş olur. Ayrıca zemin sıvanması bazı tamiratları da gerektirebilir. Her taraf toprak olduğu için her tarafı fareler delmiş olabilir. O delikler çamurla kapatılır. En sonunda sıvama yapılır. Yer sıvaması aktoprakla yapılmaz. Normal toprak sulandırılır fakat içine bir miktar ince saman katılır. Sıvama işi bitip ev biraz yellenince duvarlar bembeyaz görünür ve harika bir koku yayılır içeriye. Aktoprağın bu kokusu bir hafta kadar evi terketmez.

DUVARDA RESİM SERGİSİ

Evin dış duvarı, sokağa bakan kısmı da yine aktoprakla sıvanır. Fırça, rulo, şu-bu tabi ki yok. Tek malzeme çaput. Dışarının sıvanmasında küçük bir fark vardır. İnce, güzel bir fark. Yerden yarım metre kadar yüksekliğe kadar farklı renk toprak kullanılır, tercihen daha koyu bir renk. Koyu gri toprak olabilir. Bulunabilirse kahverengiye yakın keskin sarı toprak en güzel görünenidir. Nadir bulunan bu toprak köye uzak bir yerden çıkarılıyor diye hatırlıyorum. Sıvacının vakti varsa, bütün sanatsal faaliyetini burada icraya başlar. Resim sanatından bahsediyoruz tabi. Duvarın ucunda, köşe başlarında bu sarı toprak-boyayla yapılan çiçekler, desenler; gelene geçene biz buradayız diye işmar ederler adeta.

Eskiden, günümüze göre eskiden değil, daha daha eskiden yani, aktoprakla ev sıvama adeti yokmuş köyde. Esasında badana anlamında ev sıvama adeti yokmuş. İddiaya göre bize de Macurlardan geçti. Balkan Muhaciri olan Cumalı ve Susuzosmaniye halkından görüp benimsemişler, çoğu güzel alışkanlığı onlardan aldıkları gibi.

Önce kireç çıktı piyasaya. Aktopraktan daha beyazdı ve elde etmesi zahmetsizdi. Toprak duvarlar kireçle badana yapıldı, aktoprak unutuldu. Sonra toprak duvarlar betona dönüştü, bir süre beton sıvalar kireçle badana yapıldı. Şimdi çeşit çeşit iç/dış cephe boyaları var. Kirecin papucu dama atılalı da epeyce bir zaman oldu. Bizimkisi bir Eğreti takvimi kayda geçirme çabası.

Kerpiç Kesiyoruz

Köylünün yaşam alanı, koca bir avlunun içindeki ev, dam(ahır), samanlıktan ibarettir. Eve bitişik veya ayrı olarak un evi, ambar evi de eklentiler içinde yer alır. Ayrıca düzenlik  fışkılık gibi üzeri örtülü fakat yanları açık mekanlar da bu avlunun bir köşesinde yer alabilir. Tabi avlunun bir köşesinde mutlaka bir ayakyolu (hela) olmalıdır.

İhtiyaç hasıl olduğunda eve bir köşeye yeni binalar kondurmak veya yeniden bir ev yapmak gerektiğinde bunun vaktini iyi ayarlamak gerekir. Harman işleri başlamadan hemen Hıdrellez sıralarında yapım işleri aradan çıkarılmalıdır. Tabi işin hazırlık kısmı da bu programa göre erken başlamalıdır. Mesela lazım olacak ağaçlar, kavak veya söğüt ağaçları yaprak açmadan kesilmeli, kabukları soyulmalıdır. Taşlar araziden, uygun taş bulunan tarlalardan veya taş ocağından çıkarılıp getirilmelidir.  Kerpiç kesilmeli ve yapı başlayana kadar kuruması sağlanmalıdır.

Henüz inşaatta tuğla kullanımının yaygınlaşmadığı, çimento yerine çamur harcıyla duvar örüldüğü zamanlardan bahsediyoruz. Bu dönemin en önemli inşaat hazırlığıdır kerpiç kesmek. Bu dönemde hemen hemen herkes kendi evinin ustasıdır. Tabi herkesin eli yatkın olmayabilir bu konuda. Bu yüzden tek başına ev dam yapmak kolay değildir. Bir de bu işin ustaları vardır. Hatırladığım Deli Cafer (Cafer Sağlam) vardı mesela. Yılıklardan Süleyman ve Mevlüt Öztürk kardeşler vardı. Rahmetli oldular. Yaşayanlardan Osman Haykır Mandaların Saadettin Öztürk (Tombak) hatırıma geldi. Genelde inşaatlarda usta olarak bunları görürdük. Kerpiç kesme işine de nezaret ederlerdi diye hatırlıyorum.

Hatırladığım kadarıyla kerpiçler hep harmanyerlerinde, çimenliklerde kesiliyordu. Arpalık’ta, Alagır’da, Buñar’da, Gatçayır’da, Söğütçük’de böyle bir şeyler hatırlıyorum. Ya suya yakın yerlerde olacak, ya da varillerle fıçılarla su taşınacak. Bir de sanırım toprak ham ve sert olacak, çimenliklerin tercihinin bir sebebi de bu olmalı. Eğer bina yapılmadıysa, eski harman yerlerinde bazı doğal olmayan çukurluklar görürseniz bilin ki orada zamanında kerpiç kesilmiştir.

KERPİÇ NASIL KESİLİR

Nerede kesileceğine karar verildikten sonra oradan toprak almak için önce çimen yüzeyi, ot köklerinin bulunduğu yaklaşık 10 santimlik katman sıyrılıp atılır ve kullanılacak toprak tabakası çıkarılır. İri saman katılan toprak, fıçılarla taşınan su kullanılarak bir güzel çamur haline getirilir. Kıvamına usta karar verir, ama kerpiç çamuru katı olmalıdır. Ustaya ait ahşap kerpiç kalıpları hazır olmalıdır. Bunlar genelde 5 kerpiçlik basit dikdörtgen bölümlerden oluşan kalıplardır. Herkeste bulunmaz, bulunmasına da gerek yoktur. Bir insan ömründe kaç kere kerpiç keser ki? Kıvamını bulmuş olan çamur işte bu hazır bekletilen kalıplara dökülür. Usta malayla bastırarak bölümlerin tam dolduğundan emin olunca kalıbı düzgün bir şekilde dikey olarak çeker. Beş adet kerpiç kesilmiştir. Bu şekilde çamur bitene kadar kerpiçler yere dökülür. İşlem bitince öylece güneşte kurumaya bırakılır kerpiçler. Yaz güneşi birkaç gün içinde çiğ kerpiçleri sertleştirir. Kırılmayacağına kanaat getirilince, bir hafta kadar sonra ters yüz edilerek tabanının da pişmesi sağlanır. Çevirme işleminde rahat hareket edebilmek için daha kerpiç keserken her dökümde kalıplar arasında yeterli mesafe bırakmaya dikkat edilir. 20-25 günde kerpiçler kullanılabilecek duruma gelmiş olur.

Güneşte pişirme tekniği çok etkilidir. Bu işlemi gören kerpiç adeta taş gibi sertleşir. Bir de içine katılan iri samanın tutkal özelliği düşünülmeli. Ayrıca az da olsa iri kum veya başka bir şey katıyorlar mıydı kerpiç çamuruna bilmiyorum. Yalnız şimdi bile eski ev yıkıntılarından çıkarılan kerpiçleri kullanmak için ayıranları görebilirsiniz. Belki 70 yıl önce kesilmiş kerpiç hala kullanılabilir durumda. O kadar sağlam yani.

İnşaat hazırlıkları, malzeme temini, kerpiç kesme vs. öyle planlanmalıdır ki Temmuzda başlayacak oraklara kadar yapım işi bitmiş olsun. Bu yüzden kerpiç kesme bu hazırlık safhasının en önemli kısmıdır.

Teknolojinin gelişmesine bağlı olarak Anıtkaya/Eğret’teki yapı işleri de doğal olarak değişiklik göstermeye başladı. Çamur yerine, çimento; kerpiç yerine tuğla; çorak dambeş yerine kiremit çatı. Hasılıkelam, malzemeler değişti, yeni malzemelere göre yeni ustalıklar yeni işler türedi, zaman değişti onunla birlikte her şey değişti. Kerpiç gitti, kerpiçe ihtiyaç gitti, kerpiç ustası da haliyle yok oldu. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama; yeni betonarme evinde battaniyeye bürünmüş Halam şöyle demişti: “Toprak eviñ gözünü seven, yazın buz gibi gışın ıccecik olurdu.”



10 Şubat 2021

Ot Kazıcılar

Yaz başı Hıdrellezle birlikte ortalığın yeşillenmesi, işlerin kızışması, bunun getirdiği hareketlilik, hayvanları bahara koyverilerek nasiplenmelerinin sağlanması... Bütün bunlar hep köy hayatının en cavcavlı vaktine doğru hızlı bir koşudan başka bir şey değil. Koşu değil de koşuşturmaca desek daha isabetli olacak. Kadınların dünyasında çapa gibi gerçekten meşakkatli bir iş yoğunluğu da olmasına rağmen onları hep bu aksiyon içinde düşünmek yanlış olur. Ne yapar ne eder nefeslenme fırsatı bulurlar mutlaka.

Bir zaman bir kaç kadını öncekleri bellerinde, ellerinde bıçaklarıyla görürsün. Kıpır kıpır dudaklarının kenarında bazan anlamlı gülüşlerle birbirleriyle sohbet ettiklerini anlarsın. Serseri adımlarla ilerler gibi bir kaç adım atar sonra yana döner çöker, bir kaç dakika oyalanır, kalkar belini doğrultur, arkadaşına birşeyler söyler, yine eğilir, bıçağıyla toprağı eşeler, diğer elini önceğinin gözüne sokar geri çeker, geriye dönüp tekrar çöker, toprağa işkence etmeye, arkdaşına laf yetiştirmeye, önceğini çekiştirmeye, zeybek adımlarıyla ileri geri hareketlere ve yere çökmelere devam eder. Kim bu kadınlar, ne yapıyorlar böyle?

OT KAZAN KADINLAR

Onlar ot kazan kadınlar. Bazı yinsel otları kökünden kesip topluyorlar. Bahara koyverilen hayvanlar baharını yaylımdan alırken insanlar da bu otlardan alacaklar. Yemeği yapılabilen, hamur içine konulabilen ve çiğ yenebilen otlara Anıtkaya’da yinsel  denir. Bu, yemeye müsait ve lezzetli anlamlarına gelen, yöresel bir kelimedir. İşte tuhaf hareketlerle önceklerini dolduran kadınlar bu otları kazmaktadır.

Çiğ olarak tüketilen otlar Haziran-Eylül dönemi haricinde her mevsim bulunabilir. Tabi ki bahar güneşiyle gürelen yaprakları daha çekici ve lezzetli olur; ancak Kasımda da Şubatta da bu otları kazan kadınlarla karşılaşabilirsiniz. Acımarul, acıgünek, yemlik, dedesakalı, êşimen (ekşimen), kuzukulağı bu tür otlardandır. Acımarıl, acıgünek ve dedesakalı daha çok çayırlık çimenlik yerlerde; yemlik sürülmüş eşilmiş nispeten yumuşak topraklarda; êşimen ve kuzukulağı ise dağda yetişir.  Gerdime (su teresi) de çiğ olarak tüketilen yabani otlardandır. Sadece kendiliğinden yetişen otlardan söz ediyoruz tabi, yoksa yeşil haşhaş da iştahla yenen otlardandır. Afyan denen yeşil haşhaş tarım bitkisi olduğu için sözünü etmiyoruz.

OT AŞI

Bir şekilde pişirilerek yenen otların başında toklubaşı gelir. Olgunlaşan yaprakları kıvrılıp dürülünce bir toklunun kafasındaki tüylere benzediği için bu isim verilmiştir. Sert yaprakları yemekte veya hamur içinde dişe gelecek kadar diri kalır. Halk arasında haşlama suyunun, bazı kanser türlerinin devası olduğuna dair bir kanaat vardır. Çok yıllık bir ottur, kökünden tekrar yeşerir; saçılan tohumlardan da sonbaharda çimlenebilir. Ekimden Hazirana kadar uzun bir süre kazılabilir, Haziranda ise tohumlanır. Kıraç yerleri seven bir ottur.

Koyundili de kırda yetişir. Lezzeti ve dayanıklılığı bakımından toklubaşı ile kıyaslandığında gölgede kalır. Bu yüzden pek tercih edilmez. Kıtlık zamanlarında mecburen yermiş insanlar.

Sirken veya paşa sirkeni denilen ve köyiçine yakın yerlerde baharda bolca yetişen ot ise bir çeşit yabani ıspanaktır. Küçük yapraklarının altında mor menevişler görülür. Baktıkça insana olgunlaşmamış iğde tadı hissini verir. Haşlanıp sıkıldığında geriye pek birşey kalmaz, çoğu suya çıkar yani. Ömrü kısadır, Haziran gelmeden kartlaşıp tohumlanır.

İlibada (labada/efelek), yabani pancardır. Ömrü kısadır. Sıcağı görünce yaprakları sertleşip acılaşır. Sonra da erkeklenip tohuma karar. Sarma yapmak için yaprakları bağ yaprağına göre daha yumuşaktır.

Köy ısbınağı, anlaşılacağı üzere bir ıspanağa benzer. Hatmiçiçeği gibi birden boy atıp kartlaşır. Yapraklarını değerlendirebilmek için çok kısa bir süre vardır. Bir bakıma yaprakları sirkene benzer. Azman sirken dense yeridir. 

Sorup öğrenirim, varsa daha ekleriz; ama şimdilik aklıma gelenler bunlar. Hıdrellez öncesi ve sonrası bahar döneminde ve cinsine göre başka zamanlarda kadınların kazdığı otlar bunlardır. Bunların pişirilerek tüketilenlerinden yapılan yemeklerin ortak adı "ot aşı"dır. 

İşin garibi, diğer alışkanlıkların aksine Anıtkaya/Eğret’te insanların yabani otlarla ilişkisi 50 yıl önce ne ise, şimdi de o. Ne güzel.



09 Şubat 2021

Çapalar

Eğret Takvimine paralel bir günlük yazımını düşünürken aklıma geldi, aslında Eğretli bütün bu takvimlerin dışında kendine göre yeni bir takvim oluşturmuş. Benim yaptığım da o takvimi kaydetmekten ibaret. O doğal takvim o kadar sosyal kodlara işlemiş ki bunları okuyanların çoğu buna az çok muhatap olmuştur.

-Sen yolmalarda doğdun.

-Dedem ot oraklarının ikinci günü öldüydü.

-Haşeş çapalarında kardeşin sütten kesildiydi.

Buna benzer sözleri çoğu Anıtkayalı duymuştur. Benim yapmaya çalıştığım da budur, takvimlendirmeyi olabildiğince kronolojik olarak yazıya geçirmek. Anlattığım olaylar matematik kesinlikle belirlenmiş değildir. Hıdrellezle birlike yaz gelir derken, 6 Mayıstan sonra hiç soğuk olmaz demiş olmuyoruz veya mevsimin sınırını kesin 6 Mayıs çizgisiyle çizmiş olmuyoruz. Böyle bir şey mantıken de mümkün değil zaten. Kaç kere 19 Mayıs törenlerinde kar yağdığına şahit olduğumu hatırlamıyorum. Aynı şekilde bahsettiğim işler de kesin bir süre içinde yapılır diye bir şey yok. Bu bir süreçtir, mesela günaşık ekimi havanın durumuna göre bir haftada bitebilir, bir ay sürebilir de.  Bunları bütün günlük konuları için yazdım.

        HAŞHAŞ ÇAPASI

Yaz gelmesiyle birlikte hatta daha önceden, ta Mart ayında çapa işleri de başlar. Mart-Nisan aylarında en az iki defa haşhaşlar çapalanır. Nisan Mayıs aylarında da yine günaşıklar (ayçiçeği) iki defa çapalanır. Bunun haricinde yine Mayıs ayında pancar çapaları yapılır.

Haşhaşlar güzün ekilir, erken çıkar yeşili yenecek seviyeye geldiğinde de çapalanmalıdır. Havalar uygun giderse Şubat ayında bile haşhaş çapalanabilir. Tohumu küçük olduğu için sık çıkmasının önüne geçilemez, haliyle çapalama esnasında haşhaş seyreltilmiş olur. Hem de aradaki otlardan kurtulunur. Daha birinci kat çapa bitmişken hemen ikinci kata başlamak gerekebilir. Zira güneşe bağlı bir bitkidir, çabuk büyür, haliyle aradaki otlar da hemen çıkar en azından onların yolunması gerekir. Ne kadar seyreltilse de haşhaşların arasına küçük çapa ağızları ancak girer. Dolayısıyla iş esnasında çok dikkat etmelidir. Bu kadar dikkat ve ince iş gerektiğinden çok uzun süren bir çapalamadır. Sıkıcı olduğu için genç kızlar haşhaş çapasına heveslenmezler, koca karıların işi diye düşünülür haşhaş çapası. Henüz kış çıkmadığı vakte denk geldiği için de haşhaş çapacısı bazan terler, bazan üşür. Ne olursa olsun yapılması gereken bir iştir haşhaş çapası, bugün bile.

GÜNAŞIK (AYÇİÇEĞİ) ÇAPASI

Eskiden çapalar deyince akla daha çok günaşık çapaları gelirdi. Çünkü ayçiçeği haşhaşa göre daha fazla ekilirdi, çapası haşhaşınki gibi sıkıcı değil hatta eğlenceli bile sayılırdı. Günaşık çapası da iki defa olarak yapılır ve her birine kat denir. Birinci kat çapa, günaşık taç yapraktan sonra ikigulak iken yapılır. Bu çapada hem ayçiçekleri seyreltilir hem de otlardan temizlenir tarla. Bu arada kökün sağlamlaşması için ayçiçeğinin dibine toprak doldurulur. Çapa esnasında kökü sağlam yabani otlar tam temizlensin diye çapa ağzı sık sık keskinleştirilmelidir. Özellikle tarlada ayrık varsa çapa yorucu olur. Ne kadar yorucu da olsa sıkıcı değildir. Çünkü günaşık çapası çok fazla çapacıyla yapılan bir iştir. Haşhaş en fazla iki, bilemedin üç kişiyle çapalanırken günaşık çapası bazan 20-30 çapacıyla yapılabilir. Bu yüzden sıkılmaya vakit kalmaz.

ÇAPACILAR

Evet çapacının sıkılmaya hakkı ve vakti yoktur. Çıkım çıkılırken yarış yapılır, oyuma girilir; yorulduğunu bile farketmez çapacı. Bazan birbirleriyle mani söyleşirler iğneleyerek. Buna mani atma denir. Atışma bazan tarla sınırlarını aşarak karşı tarladaki çapacılarla da yapılabilir. O vakit, kadın çığlıklarının yankısıyla kuş cıvıltılarının karışımından oluşan bir senfoni yayınlar tabiat. Keşke hatırımda kalsaydı da o manilerden bir bazısını yazabilseydim buraya.

Günaşık çapası kalabalık yapıldığı için çapacı bulabilmek de bir sorundur. Kendi işi olmayanlar veya kendi işini bitirenler ancak çapacı olarak işe giderler. Bu yüzden çapa vaktinde çapacı bulmak zordur. Gönlünün hoş tutulduğu yeri tercih ettiği için iş sahibi kadınlar çapacıya karşı tavırlarında dikkatli olmak durumundadırlar. Çapa tarlaları aynı zamanda bir dedikodu merkezidir ve çapacılar o andaki patronlarını da çekiştirirler.  Bu yüzden özellikle ikramlarda iş sahipleri titizlenirler. Bir ara bu konuda öyle bir abartıya kaçılmıştı ki iş sahibi kadınlar önceki geceyi sabaha kadar yemek hazırlamakla geçirirlerdi. Bunun haricinde sakız, lokum, helva, fıstık, şeker hatta çay ikramı bile yapılır olmuştu çapa tarlasında. Çapacı bulma zorluğunu aşmanın bir yolu da öndüç etmektir. Ben senin çapana gideceğim sen de benimkine.

VE BUGÜN...

Günaşığı zirai bir makineyle ekince düzgün bir sıra oluşuyordu. Önce bu sıra aralarını kazayağı çekerek de çapalayabileceklerini keşfettiler. Çapacılar sadece seyreltmekle yetindiler. Sonra tohumu seyrek dökerek hiç çapacıya gerek olmadığını ve en sonunda da günaşığını çapalamanın gereksizliğini anladılar. Böylece günaşık çapası ve çapacısı bitti. Haşhaş çapası bugün hala devam ediyor.