17 Mart 2021

Sağımcılar

Bu, Hıdrellezde başlayıp Eylül gündönümüne kadar devam eden bir hikayedir. Eğret’te bir zamanlar hemen her evin az çok koyunu vardı. Her ailenin sürüsü vardı denilemez ama; 20-30 neyse bir miktar koyun olur ve bunlar büyük sürülere gatılırdı. Yani çok gatımcı vardı. Büyük sürü de az değildi, tahminim Yetmişli yıllarda bile 50 civarında sürü vardı. Bir söylentiye göre, 1959’da İhsaniye ilçe yapılmadan önce, kaza merkezi olarak Anıtkaya’ya teklif yapılmış da rahatça koyunculuk yapamayız diye reddedilmiş. O kadar koyun sürüsü var yani.

Bu koyunlar bir müddet köyde, gışlada kalsa da onların asıl yurdu ağıllardır. Eğret Dağında Ağıllar veyaAğılların Altı diye bir mevki var. Çoğunluk olarak ağıllar bu bölgede bulunsa da Dağın hemen hemen her yanında ağıl vardı. Ağılların Dağ dediğimiz bölgede bulunmasının sebebi yaylımın çoğunlukla orada olmasıdır. Añıza çıkılınca bir süre köye gelinir ama bu kısa sürer. Kısaca sürünün yılın çok büyük bir kısmını ağıllarda geçirir. Koyunları sağmak için köyden ağıla gelinir, sağım yapılır ve akşam olmadan tekrar dönülür. Hikaye dediğim de budur.

İnek olsun, koyun olsun sağma işi kadınlar tarafından yapılır. Ağıldaki kuzulu koyunları sağmak üzere kadınların öğleden hemen sonra yola çıkması gerekir. Eşeklerle yapılacak bu yolculuk ortalama bir saat sürer. Aynı bölgedeki ağıllara doğru sağımcılar birlikte yola çıkar. Eşek sırtına iki gözlü heybeler atılır. Her gözüne dengeli olacak şekilde süt güğümleri konulur. Bu güğümler Hatiplerin evin altındaki mandıradan temin edilebilir. Ya da her zaman lazım olduğundan koyuncularda bu güğümlerden bulunması gerekir.

Ağıla varıldığında çoban kalkmış olur ve onun yardımıyla koyunlar sağılır. Bunun için birinin hayvanları sürmesi gerekir. Sırası gelen sağılır ve yenisi çekilir. Bu işin seri yapılması gerekir. Her şey planlanmıştır çünkü, daha kuzuların insanı sağır eden çığlıkları arasında emişdirme işlemi vardır. Hemen sonra da sürü yaylıma çıkarılacaktır.

Beri tarafta ise süt hemen sütçüye yetiştirilecek, kesilmeden teslim edilecektir. Sağma işi bitince tülbentlerle süzülüp güğümlere doldurulur ve onlar da heybenin gözünde eşeğe yüklenir. Ne olur ne olmaz, heybe altında kepinekle eşeğin karnından bağlanır. Bunun için heybenin gözünde sineğipi bulundurulur. Eşek ürker filan olursa, güğümdeki günün sermayesi dökülüp heba olmasın diyedir. Akşama doğru sütçüye ulaşılır. Ölçülüp teslim alınan süt, süt kağıdına işlettirilir. Bu kağıt, ikiye katlanmış minik bir karne gibidir ve adi bir kartona basılmıştır. Kağıt dolduktan sonra yenilenir, ama elde dolaşa dolaşa son günlerde paçavraya döner. Hafif kırmızı ve hafif yeşil renklerde olanlar vardı.

Öğleden sonranın sıcağında aheste aheste, ikindiden sonra hızlı hızlı, akşam ezanında telaşlı telaşlı boş güğüm yüklü eşeklerle yolculuk yapan kadın manzaraları 1980’lere kadar Anıtkaya’da görülebilen şeylerdendi.



15 Mart 2021

Harmana Doğru Hazırlıklar

     Günler geçip havalar ısınmaya başladıkça dikkatler yaklaşmakta olan harman sezonuna odaklanır. Bu, bazen Kasıma kadar süren uzun bir dönemdir. Yıllık ürünün derildiği bu dönemin verimli geçebilmesi için yalnız o günlerde çok çalışmak yetmez. Öncesinde hazırlık yapmak gerekir. Hazırlık dönemi de Haziran ile Temmuzun ortalarına kadar sürer. Bir sırası olmayan bu hazırlıklar, maddi imkanlar, ihtiyaç durumu, başkalarına bağlı durumlar gibi etkenlerle değişik vakitlerde yapılabilir. Bu yüzden sıraya bağlı olmadan hazırlıkları yazacağım.

NALLAMA

Çiftçilik kelimesinin köken olarak varıp dayandığı kavram çift kavramıdır ve bu da bir çift koşum hayvanıdır. Bu hayvanların gücüne dayanarak yapılır çiftçilik. İşin temelindeki çift sürmenin de özü budur. Koşum hayvanının çiftçilik için ne denli önemli olduğunu söylüyorum. Harman döneminde de ileşberin en önemli dayanağıdır. Dolayısıyla hazırlık da koşum hayvanı olan öküz ile attan başlar. Hayvanın ayakkabısı ise naldır. Hele de her türlü yüke koşulanın ayak sağlığına dikkat edilmesi harmanın selameti açısından da önem kazanır.

Nallama harman öncesinde bir Cumartesi günü yapılır. Bunun sebebi nalbantların Eğret Pazarı nedeniyle köye o gün gelmeleridir. Köyde de hem öküz hem de at nallayanlar vardır ama kendilerine nalbant denilebilecek çapta değillerdir. Halbuki bu işlem sırasında hayvanın ayak ve tırnak bakımı yapılır. İnce ve bilinçli yapılması gereken başka işlemlerle dolu bu süreçte yapılacak bir hata hayvanı bir daha koşulamayacak duruma düşürebilir.

Öküz yanına yatırılarak nallanır. Yatar vaziyetteyken ayaklarını sabit tutması için özel bir düzenek kullanılır. Ağaç iskeleye benzer bu düzenek nallama yapılacak yere taşınır durur. Atlar ise ayakta nallanır. Ayakları geriye doğru dizinden bükülerek birisi tarafından tutulur, nalbant da rahatça işini yapar.

Nalbantları izlemek çok eğlencelidir. Ayakkabı tamircisi gibi özel mıkları ağızlarına dizerler. Eğri uçlu bir keskinin sırtına tokmakla vurarak hayvanın tırnaklarını keserler. Mıkları öyle bir açı vererek çakarlar ki ucu tam olması gerektiği yerden çıkar. Bunda nal mıklarının ucunun özellikle eğriltilmesinin de payı vardır. Kerpetenle o ucu keser ve kerpeten ucu ile çekici ustaca kullanarak kesilen uçları yukarı doğru büker. Kestiği tırnağı törpüler. Tırnak içi veya arasını temizler, yarası varsa pansuman yapar. Tırnak keserken nalı defalarca ölçer, gerekirse uygun büyüklüğü ayarlamak için nalı defalarca değiştirir. Tıpkı ayakkabı numarası gibi nalların da numarası vardır çünkü. Bütün bunları bazen usta bir marangoz, bazen de hazık bir hekim edasıyla yapar. Yanlışlıkla hayvanın canının yandığını hissederse merhametli bir baba gibi onu teselli eder.

Nallama sonunda serbest kalan hayvanın, bayramlık ayakkabısını giymiş çocuk gibi keyifli yürüyüşü ise başka bir güzelliktir.

                                                        ---------- o ---------- O ---------- o ----------

 ARABA BAKIMI

Hayvanların koşulduğu arabanın da harmana hazır olması gerekir. Arabanın bakıma en muhtaç kısmı ise hareketi sağlayan kısımlarıdır. Bunlar tekerler ve yasdık denilen bölümdür. Sağlam ağaç malzemeden yapılan tekerler aşırı sıcaktan dolayı kurur ve daralır. Bunu engellemek için bütün tekerlerin üzeri genellikle örtülür, sık sık sulanır, mümkün olduğu kadar çamurlu yerlerden geçirilerek nemli tutulmaya çalışılır ama yine de bu kuruyup daralmaya engel olunamaz. Bir de aynı ısıya maruz kalan şına, ağacın tam tersi olarak daralmaz da genişler. Böylece dağılmaya hazır bir tekerle karşı karşıya tehlikesi ortaya çıkar.

Tekerler işlerin en cavcavlı vaktinde dağılıp da ortada koymasın diye çaresine bakmak gerekir. Bunun yolu tekeri çekdirmektir. Bu, genişleyen şınadan bir parça alarak onu daraltmak, böylece tekeri sağlamlaştırmaktır. Teker çeken en yakın usta Susuz Osmaniye köyündeki Demirci Sâlek (Salih) Ustadır. Son zamanlarda köydeki demircilerden Ziya Azbay’ın da teker çektiğini hatırlıyorum. Belki Demirci Sâlek öldükten sonraya rastlayan zamanlardaydı. Bu arada çekdirme sırasında eksilen parmaklar varsa onlar da meşe ağacından yapılarak tamamlanır.

Arabanın okunda, yan ve dabantahtalarındaki kırık veya eksiklikleri herkes kendisi tamir edebildiğinden ve bunlar belli bir vakte bağlı olmadığından geçiyorum.

İşlerin yoğun zamanlarında, arabanın çok işlediği vakitlerde metal aksamı sık sık yağlamak da araba bakımının önemli bir kısmıdır. Bu kısımlar ön ve arka dingillerin teker dönen bölümleri ile arabanın manevrasını sağlayan ön yastık altıdır. Tekerleri dingile tutturan özel dört köşe somunlar ile onları döndüren özel araba anahtarı bir takım oluşturur. Bir şişeye konulan yanık yağı uzun kaz tüyü ile yağlamak bazen eğlenceli olabilir. Bunu yaz günlerinde sık sık yapmazsan araba seni yolda kor.


---------- o ---------- O ---------- o ----------

    EKSİK GEDİK TAMAMLANIYOR
    
    Harman yaklaştıkça yapılan hazırlıkların biri de tarlada, harmanda, evde tarımsal işlerle ilgili kullanılacak her şeyi hazır etmedir. Araba ve hayvanın hazırlanmasıyla iş bitmez. Yalnız onlarla da harmandan kalkılmaz. Annat, tırmık, tırpan, örs-çekiç,kayrak, urgan, toka, delece, talis, geri vs. vs. Bunun gibi aletlerin bazıları zaten vardır ve kullanmaya hazırdır. Bazılarının tamiri gerekir. Daha başkalarının da yenisinin temini gerekebilir.

Mesela düyen (döven, düven, döğen, düğen)in dişleri, yani keskin çakmak taşları denk ise problem yok. Ancak eksik dişler varsa dişetmek gerekir. Sezon öncesi bu işin uzmanları gelip köyde bir süre kalır ve gerekli bütün düyenleri dişer. Bunun gibi tırmık dişlerindeki eksiklikler de dişemek suretiyle giderilir. Tırpana sap, elcik takılacaksa takılır. Bunlar tamir etme biçiminde yapılan hazırlıklardır.

Satın alma yoluyla eksik gedik giderme de bir başka hazırlıktır. Cumartesi günü Eğret Bazarında açılan sergilerde lazım olan her şey bulunabilir. Yeni annat, dırmık, tırpan, yaba-yabaltı,atgı, gayrak, urgan vs. buradadır. Sair günlerde ise Buñar’da, Omarcık’da kamp yapan cingenlerden galbır, gözer, sele gibi aletler temin edilir. Tanıdık cingenler bu aletlerin tamirini de yaparlar. Mesela kasnak verirsin bunu kalbur teli geçirilmiş olarak geri alabilirsin.

Bütün bunlar hasat sezonu yani harman içindir. Ve harman gün gün yaklaşmaktadır.


14 Mart 2021

At-Öküz Koşum Aksesuarları


 
   NALLAR
 At ve öküz. Bir zamanların iki önemli koşum hayvanı. Neredeyse ileşberin kader arkadaşı. Traktörün hayatımıza girmesiyle birlikte yılda yıla bu hayvanların gücüne ihtiyaç kalmadı. Azaldılar ve bittiler. Artık yoklar. Onlarla ilgili bir sürü kavram ve alet de çekip gitti. 
    Nalbantlar yanlarında nal ve mıh malzemelerini de bulundururlar ama ihtiyaç halinde nal yapan demirciler de bulunur. Özellikle öküz nalları köydeki dört demirci tarafından yapılabilir. Cumartesi günleri Pazaryerinde nal ve mıhının satıldığı yer, Pazaryerinin Galip Bey caddesine açılan aralığıdır. Ayrıca derde devadan gayrı her şeyin bulunduğu Kel Süleyman (Eren)in dükkandan da temin edilebilir. Öküz nalı bütün bir daire şeklinde olabileceği gibi, her tırnağa birisi gelecek şekilde iki yarım dairelik nallar sağlıklı olduğu düşünülerek daha çok tercih edilir. At nalı yapmak ise zor olduğundan genellikle nalbant ebatına göre çeşitli nalları yanında bulundurur.
    Atlar öküzler tarihteki yerini alırken nalları da müzelik oldu.

 ---------- o ---------- O ---------- o ----------

    BOYUNDURUK
    Arabaya, düvene, pulluğa öküzleri koşmaya yarayan alettir. Boyunlarına takıldığı için bu adı almıştır. Sağlam, sert ağaç kütük oyularak yapılır. İki uzun ağaçtan oluşur ama asıl kısmı oluşturan boyunduruğun üst kısmındaki ağaçtır. Bu kısım, hayvanlarının boynuna tam oturacak biçimde kıvrımlar vererek yapılır. Alttaki ağacı biçimlendirmeye ve özen göstermeye gerek duyulmaz. Zevle geçmesi için yukarıdakinin doğrultusuna delikler delmek yeterlidir. Zelveler öküzün boynunu boyunduruktan kurtarmasına engel olur. Meşe ağacından yapılabildiği gibi demirden de bükülebilirler. Tam ortasındaki deliğe geçirilen bir zikge bağlantıyı sağlar. Oktaki Z biçiminde bir demirle arabaya; zincirle de düven, sürgü, pulluk vb. bağlanır.
Kullanılmakta olan bir boyunduruk, sürekli hayvanın boynuna sürtülmekten ışıl ışıldır. Müzelik olan bugüne gelebilmiş boyunduruklarda bu yalabıklığı görmek tabi ki mümkün değil.

 ---------- o ---------- O ---------- o ----------

    FALAKA
    Boyunduruğun öküz için işlevi ne ise falakanın da at için odur. Atları arabaya, düvene, pulluğa bu düzenek sayesinde bağlıdır. Öküzler boynundan bağlanırken, atlar falaka sayesinde arkalarından bağlanırlar. Araba okunun dibinde eğri bir okdemiri vardır, falakanın tokası buraya takılır. Düven ve pulluğa ise zincirle tutturulur. Falaka sabitlendikten sonra hamutların iki yanından sarkan yangayışı falakaya takılarak hayvan falakaya, dolayısıyla çekeceği her neyse ona, yani yüke bağlanmış olur. Atlar bütün gücünü falakaya yansıttıkları için onun çok sağlam malzemeden yapılması gerekir. Eğret'te bulunan en sağlam ahşap malzeme ise meşedir. Ben kırılan bir falaka görmedim, ne kadar sağlam olduğu kıyas edilsin. 
    Şekil itibariyle falaka ilkel bir teraziye benzer. Olsa da göstersek.

 ---------- o ---------- O ---------- o ----------

    AT KOŞUM TAKIMI
    Genel olarak bir atın arabaya veya başka çekeceği bir araca koşulmasında gereken koşum takımını inceleyecek olursak, bunun insanlar tarafından nasıl ciddiyetle yapıldığı, ata ve işe ne kadar önem verildiği net bir şekilde ortaya çıkar.
    BAŞLIK: Atın başına takılan parçadır. Üstten kulak arkasından, alttan ağıza takılan gem ile gerdirilir. Burun üstü ile alından ve alttan çene altından kemerlerle sağlam bir şekilde atın kafası kavranmış olur. Başlık atın her türlü yönlendirilmesinde çok önemli bir koşum parçasıdır. Dikey kemerin göz hizasına denk gelen kısma gözlük perdeleri eklidir. At gözlüğü denen bu parçalar, hayvanın gözünün yanlara kayarak dikkatinin dağılmasını önler ve gücünü yalnız öne odaklamasını sağlar.
    HAMUT: Anıtkaya'da hamıt olarak telaffuz edilir. At koşumunun en önemli kısmıdır. Öküz boyunduruğu neyse atın hamudu da odur. Hayvanın gücünün toplandığı yer olan boyun ve omuz kısmını kavrar. Sert ağaç bir iskelet üzerine yumuşak hasır dolgu ve deriyle kaplama şeklindeki hamut yapımı söylediğim kadar basit değildir. Ölçüp biçip hayvanın vücuduna göre ergonomik olarak tasarlanmalıdır. Tabi bunu yapacak olan saraçtır. Koşum takımının diğer bütün parçaları bir şekilde hamutla bağlantılıdır. En önemli yanı, hayvanı yük merkezine bağlaması ve kuvveti üzerinde toplamasıdır. Hamutları önden oka bağlayan okgayışı hamudun altında sabittir. Alt kısımdaki kelepçe veya tokalı kemer, hamudun koşulması işi bittikten sonra sıkıca kapatılır.
    YAN KAYIŞI: Hamudu falaka aracılığıyla araba, döğen, pulluk gibi araçlara bağlar. Hamudun iki yanından sarkan sağlam kulakçıklara tokayla geçirilerek monte edilir. Hayvan arabaya tek koşulacaksa yan kayış kullanılmaz çünkü tekbégir arabalarında bu vazifeyi gören çift ok vardır. O zaman oklarla hamudu birbirine bağlamak için hamudun üzerinden dolanan n biçiminde bir ağaç gerekir. Bu eğriağeçtir. 
    KARINBAĞI: Bir bakıma emniyet kemeridir. Hayvanın ön ayaklarının hemen ardından vücüdunu kavrayacak şekilde bağlanır. Yokuş aşağı inerken frenleme vazifesi görür. Anıtkaya'da çok kullanılan bir aksesuar değildi. Koşumlar yeni alınmışsa takımın içinde yer alırdı.
    PALDIM: Başlık nasıl atın kafasını kavrıyorsa, paldım da sırtını kavrar. Vazifesi, yükün bir kısmını omuzlardan alarak sırt bölgesine yaymaktır. Kuyruk altından ve arka bacak yanından bağlanır ve uzunlamasına da hamuda eklenmiş vaziyettedir. Paldımın bir diğer görevi de at, yük ve koşum takımı arasındaki dengeyi sağlamaktır. Bu yüzden olsa gerek, dengesiz kişiler için paldımsız tabiri kullanılır.
    TERBİYE: Dizgin denen at kontrol kordonunun Eğret'teki adı terbiyedir. Belki atlar bu şekilde terbiye edildiğinden böyle denmiş. Gem ve başlığa bağlı bu kayış sırasıyla hamut ve karınbağındaki tokalardan geçerek sürücünün ellerine varır. Hareketlere göre hayvanlar sağa sola döndürülür, hızlandırılır, durdurulur hatta geri basdırılır.
    Bütün bu koşum takımları saraçlar tarafından yapılır demiştik. Hayvanın vücut özelliklerine göre  malzeme seçimi ve ölçüleri iyi ayarlanmalıdır. Özellikle hamut dar olursa hayvan nefes güçlüğü çeker, geniş olursa güç alamaz ve vücudunda yaralar oluşur. Atın vücuduyla temas halindeki koşum takımları genelde Afyon'dan temin edilirdi. Köyde bir saraç yoktu. Ama 1970'lerin başında bir koşumcunun bir süre köyde bulunduğunu hatırlıyorum. Belki saraç değildi sadece koşum tamir ediyordu ama biz "goşumcu" derdik. İşgayıt vakti bittikten sonra bazıları koşumların uygun yerlerine rengarenk kocaman püsküller takarak onları süslerlerdi. Güzel günlerdi...

 ---------- o ---------- O ---------- o ----------


    

12 Mart 2021

Kasnaklı Şeytan

     Mayıs biraz güneş, biraz yağmur ve biraz da rüzgar ayıdır. Kırikindi yağmurları, ardından yakıcı güneş ve sıra gözetmeden her an çıkıveren deli yeller. Evreni oluşturan ve hayata kaynaklık eden dört ana unsurun; toprak, su, hava ve ateşin nöbetleşe sahne aldıkları ay.

Hep de bu günlerde gökyüzünü yeni gelinler gibi süzülerek süsleyen uçurtmalara bir yer açmak gerekecek.

Baştan söyleyeyim, uçurtma yapmak, bir uçurtma sahibi olmak ve uçurtma uçurabilmek herkesin harcı değildir. Nasıl bir zamanlar top, sahibini çocuk hiyerarşisinde zirveye çıkarıyorsa, uçurtmanın da buna benzer bir etkisi vardı. Tabi çıtalı uçurtma için bu söylediğim.

Evvela uçurtma yapmak zahmetli ve o günün şartlarına göre maliyetlidir. Zahmetli olması el becerisi gerektirdiğinden, masraflı olması da günün şartlarına göre para harcamayı gerektirdiğindendir. 50 yıl önce para çok bulunur bir şey değildi ki oyuncağa harcansın.

KASNAKLI

Çıtalı uçurtma adından da anlaşılacağı üzere 70 cm kadar üç çıtanın ortadan bağlanıp altıgen çerçeve oluşturması ve bu iskeletin naylonla kaplanmasıyla oluşur. Tabi bu iş bu kadar basit değil. İstediğin ebat ve şekilde çıta herkesin evinde bulunabilecek bir şey değil maalesef. Medeni cesaretin varsa yalvar yakar Gedik Hasan (Kirkit)’in hızarda kestireceksin, tabi senin lafınla keserse. Değilse bir büyüğünü rica minnet araya sokacaksın. Tabi büyüğün seni ciddiye alırsa. Bir de hızarda kesilen çıta senin istediğin gibi olmayabilir, kaba bir tezgah sonuçta. Biraz daha şanslıysan Yılıkların Mehmet (Öztürk)’e kestirirsin. Onun elinden çıkan çıtalar daha ince ve pürüzsüz olur, ne de olsa marangoz. Hasılı kelam çıta bulmak o kadar da kolay bir şey değil. Hemen pes etmemek gerek. Çıta yerine aynı uzunlukta düzgün çubuklar da kullanılabilir. Mesele ipburnu dalı çok düzgün olur, hele kurusunu bulursan makbule geçer çünkü hafif malzeme lazım sana.

Eşit uzunluktaki üç çıta veya çubuk, ortalarından birbirine iple sıkıca bağlanarak tutturulur. Altıgen çerçevenin uçlarındaki aralığın eşit olmasına dikkat edilir. Sağlam bir ebruşumla uçlar birbirine bağlanarak çerçeve oluşturulur. Bu çerçeveye kasnak denir. Sıra kasnağın kaplanmasına gelmiştir. Bu işlem, uçurtmaya pareşut gibi havanın kaldırma kuvvetiyle yukarıda kalmasını sağlayacak yüzey oluşturma işlemidir. Onun için delinip hava geçirmeyecek bir malzeme olmalı aynı zamanda da hafif olması gerekmektedir. O zamanın revaçta defter kitap kaplıkları bu iş için idealdir. Sert kağıt veya kaliteli naylon olan bu kaplıklar hafif ve dayanıklıdır. Kızlar için kırmızı, erkekler için mavi olarak iki renk üretilen bu kaplıkların ikisi de kaplama için kullanılabilir. Bu yüzden uçurtmalar ya mavi olurdu ya kırmızı. Bu işi gübre leylonu ile yapıp farklı bir renk elde etmek isteyenler hüsrana uğradı. Misal ben.

Uçurtmanın altıgen gövdeli kasnağı oluştuğuna göre diğer aksama geçilir. Uçuş pozisyonu, altıgenin karşılıklı kenarlarından biri aşağıda biri yukarıda olacak şekilde düşünülmelidir. Aksi halde tereziyi ayarlamak güç olur. Bu fiziksel denge için önce gövde kaplamasının tam göbeğinden ön tarafa bir ip geçirilir. Çıta göbeğine bağlı bu ip ile, üst kenar uçlarından bağlı iki ip daha çekilerek gövdenin ön tarafında birleştirilirler. Bu üç ipin uzunluğu ve bağlantı noktaları uçurtmanın uçabilmesini sağlayan önemli ögelerdir. Bu yüzden terezileme dikkatli yapılmalıdır. Sonraki iş kuyruk yapımıdır. Uçurtmanın büyüklüğüne göre kuyruk uzunluğu değişir. Bir metre çaplı bir uçurtmanın kuyruğu 5 metreye kadar çıkabilir. Bizim yaptığımız 70 cm’lik çıtalarla yapılana 3 metre kuyruk yeter. 20 cm’lik şeritleri bir ip üzerine düğümleyerek dizmek suretiyle kuyruk yapılır. Kuyruk uçurtmanın airodinamik kanunlarına göre havada kalmasını sağlamakla beraber süzülüşüyle uçurtmaya ayrı bir karizma katar. Bu kuyruğu altıgen kasnağın alt kenarın iki ucuna V şeklinde bağlayınca uçurtma tamamlanmış olur. Artık uçurmak için üçgen terezinin ortasından dizgin görevi görecek çekme ipini bağlamak yeterli olur. Bu ip sağlam olmalıdır zira uçurtma rüzgarın basıncıyla ağırlaşır, ip gerilir. İp uzadıkça uçurtma daha yükseğe çıkar ve daha da ağırlaşır. İşte bu yüzden uçurtmayı zabdetmek zorlaşır, ipin ucuna dutamak olsun diye bir çubuk bağlamak en iyisidir.

Kasnaklı uçurtma sahibine manevi bir üstünlük sağlasa da onu kuralına uygun olarak uçurabilmek kolay değildir. Bir defa koca kuyruğuyla taşımak ve havalandırmak için en az bir yardımcıya ihtiyaç vardır. Yardımcı gövdeyi tutarken rüzgara karşı hafif bir koşu gerekir. Koşunun zamanını ve hızını iyi ayarlamalıdır yoksa kalkış gerçekleşmez. Tutan dengeli tutmalıdır aksi takdirde kalkıştan kısa bir süre sonra gövde boynuzlamasına pistin yan tarafına çakılır. Ayrıca kalkışın gerçekleşebilmesi için yakın çevrede elektrik teli, ağaç dalı vs. olmamalı, açık alanda bulunulmalıdır. Bütün bu şartları aşıp bir de havalanıp uçuşa geçildiğinde uçurtmanın canı inmek istemez. Ritmini bulduktan ve yeterli yüksekliğe ulaştıktan sonra dizgin ipinin bağlı çubuğu yere çakıp gururla uçurtmasının salınışını izler. Arada ipi çekiştirerek dans ettirir. Ortasından deldiği bir kağıdı ipten geçirerek uçurtmaya mektup yollar. Daha türlü işlerle uçurtma uçurmanın keyfini sürer.

Bazen Alagır semalarında süzülen bir uçurtmaya bakanlar, onun filancaya ait olduğunu bilip imrenmeyle gülümserler. Bunun böyle olduğunu bilmek o filancaya biraz daha gurura boğar. Yapılışı sırasında çekilen bütün zahmetlere değmiştir doğrusu.

ŞEYTAN UÇURTMASI

Kasnaklıya herkes sahip olamaz, o ayrı konu da kasnaklıyı herkes uçuramaz zaten. Dediğim gibi uçurabilmek ve zabtedebilmek zordur çünkü. Bu yüzden kasnaklı nispeten büyük çocukların harcıdır. Küçüklere ise yapımı zahmetsiz ve masrafsız, uçurması ise kolay olan bir başka uçurtma gerekir: Şeytanuçurtması

Bu sermayesi iki kağıt parçası ve 10 metre kadar ip olan bir iştir. Birinci kağıt, uçak yapılışına benzer bir tarzda kıvrılır, iki yanında kulak bırakılır. Bu kulaklar delinerek V şeklinde iki iple bağlanır. Bu ipin ortasından da dizgin ipi bağlanır. İkinci kağıt şerit olacak şekilde yırtılır ve uçurtmanın arkasına açılan deliğe bükerek monte edilir. Kuyruk takılmıştır. Uçuşa hazırdır. Yardımcıya veya açık alana ihtiyaç duymadan rüzgara karşı yapılan hafif bir koşuyla uçurtma havalanır. Çocuk koşarak uçuşu sürdürür.

Eğret’te her çocuk yaşına ve gücüne göre rüzgarın kaldırma kuvvetini keşfeder ve uçurtmasıyla keyfeder. İdi… Şimdi uçurtmalar da hazır olduğundan hemen her çocuk alıp uçuruyor; ama kendi yapmadığı için o eski keyif yakalanabiliyor mu bilmem.


08 Mart 2021

Kuyular Çeşmeler

Anıtkaya’da geniş tarım arazisinde Mevki İsimlerini incelerken bir kısım mevkilerin adını, orada bulunan çeşme veya kuyudan aldığını söylemiştim. Bu durum eskiden beri, tâ Eğret zamanından beri böyle. Kuyu ve çeşmeler de genellikle onu yapan hayır sahibinin adıyla anılıyordu. Hayat su etrafında şekillendiğinden yola çıkarak bazılarına göre eski kayıtlarda adı geçen çiftliklerin bu kuyu ve çeşmeler yakınında bulunuyordu. Belki de çiftliğin içindelerdi.

Arazideki çeşme ve kuyulardan başka köy içinde de çeşmeler vardı ve bunlar yakına zamana kadar işler durumdaydı. Onlar da kendilerinden bahsedilmeyi hak ediyor.

Evvela belirtmek gerekir ki Anıtkaya’da şebeke suyunun tarihi eski değildir. Belki çoğu köye göre eski sayılabilir ama; yaşı elliyi geçikler su ihtiyacının meydan çeşmeleri ve kuyulardan sağlandığını bilirler. Çok uzaklardan görülebilen su deposu, tam tarihini bilmiyorum, 1960’lı yıllarda yapılmış olmalı. Ondan önce şebeke suyundan bahsedilemez.

Evde gereken içme ve kullanma suyu ile hayvanların içme suyu hep meydan çeşmelerinden, çeşme yoksa kuyulardan sağlanılıyordu. İçme suyunu kadınlar sırtlarında güğümlerle taşırlardı. Günde birkaç kere suya gitmek gerekirdi. Esbaplar, bezler Çayda çeşmede yıkanırdı. Hayvanlar ise günde bir, bazen iki kere sulamaya götürülürdü. Malları sulama, tabi olarak en yakın çeşme veya kuyudan yapılırdı.

Hatırımda kaldığı kadarıyla köy içinde bulunan kuyular; Yeñi Caminin yanında Kel Sâlek (Salih Azbay)ın kuyu, Etemlerin (Ethem Öztürk) evin önünde Böbülerin kuyu, Gakgidi (Halil Oran)ın evin önünde Söğütcük Kuyusu, Deli Yakup (Kopan)ın evin önünde, Terzi Topal (Lütfi Omak)ın dükkanı çnünde ve şimdiki Kuran Kursu avlusunun köşede bir kuyu vardı. Bu kuyular dolaplı idi. Bunlardan başka Akbaşların ev yakınında, Çerçilerin evin önünde ve Tellilerin eve yakın bir yerde de sereñli kuyular vardı. Şimdi bu kuyuların bazısı tamamen kapanmış, bazısının da mekanizması sökülüp üzeri kapatılmış durumda.

Çeşmelere gelince… Çeşmeler  doğal olarak köyün aşağısında kalan kısımlardaydı. Kayaların altındaki Kel Sâlek’in çeşme şimdi yok. Evinin yakınlarında Hafız (Mehmet Öztürk)ün çeşme en bilinenlerdendi. Şimdi şebeke suyu bağlı diye biliyorum. Onun 50 metre ilerisinde, Mezer Böğrünün altında eski bir çeşme. Dindikten sonra ona da bir süre şebeke suyu bağlandı ama şimdi daha verimli bir yöntemle, güneş enerjisiyle çalışan bir pompa bağlanmış. Yumrukların Ali Tüblek terekesiyle yapıldığından onun hayratıymış. İşgal günleri fotoğrafında da görülen Hanın altında, hamamın denginde bir çeşmeyi de anmak lazım. Tarihi eski ve hizmeti çok bir çeşmeydi. Aynı dereden ilerleyince, köyün diğer ucunda yol kenarında bir çeşme de Emirlah (Emrullah Onay) çeşmesiydi. Selden kalan millerle aharları sürekli dolan ve lulasıyla su yüzeyi arasındaki mesafe her zaman kısa olan bir çeşmeydi. Sanırım artık yok.

Su deposu yapılana kadar bu meydan çeşmelerinin hükmü vardı. Depo yapıldıktan sonra da bir süre daha var oldular. Çünkü evlere hemen su verilememişti. Masraflı ve zahmetli bir işti şebeke tesisi. Bunun yerine başka bir şey yapıldı. Madem evlere su veremiyoruz bari mahallelere verelim demiş olmalılar. Bazı merkezlere meydan çeşmesi yapıldı ve bu çeşmelere depodan su verildi. Tabi lula yerine musluk takıldı. Bu çeşmeler ilginçti, betondan dökülmüş, yalaklı, iki yanında sekisi olan ve tepesinde estetik bir şapka. Su kaynağına (çeşmeye veya kuyuya) uzak olanlar ya da kuyudan su çekme zahmetine girmek istemeyenler bu çeşmeleri kullanıyorlardı. Musluğu çevirmek kadar bir zahmeti vardı. İstismar edilmesin diye çamaşır bulaşık yıkamak ve hayvan sulamak yasaktı. Sadece su alınabiliyordu.

1970’lerde evlere su verilince bu çeşmeler de hayatımızdan çıktı. Öylece kupkuru kalakaldılar. Ne kadar süre öyle durdular bilmiyorum, yerlerinden kaldırıldığını bile fark etmedik. Şimdi yoklar. Bu beton meydan çeşmelerinden hatırladıklarım; Kahvelerin önünde Kuran Kursu yerinde, Tökürdeklerin evin önünde, eski belediye binasının Ortaokula bakan yan tarafında ve İlkokul bahçesinde hamam ile sırt sırta. Başka yerlerde de varmıştır bu çeşmelerden, benim hatırıma gelmedi. Müzeye koymak için bir fotoğrafını bari bulabilseydik.

 

06 Mart 2021

Cemal Eğretli Hoca

     İstanbullu Hoca’nın adını Akşehir’de pek kimse bilmez. Padişah gönderdiği ve İstanbul’dan geldiği için herkes kendisini böyle bilir. Mehmet Reşit Efendi Kurtuluş savaşı boyunca Akşehir’de hep böyle anılır: İstanbullu Hoca. Cephede de ismini kimse bilmez, orada da bir milis komutanı olarak karşımıza çıkar.

Küçük Ağa romanı başkahramanının bu hikayesindeki  benzerlik Cemal Eğretli Hoca’nın hayatında karşımıza çıkar. Kurtuluştan sonra Afyon’a gelen bu namlı hatibin ismini halk hemencik bulur: Eğretli Hoca. Çünkü Eğret’ten gelmiştir. Afyon halkı diğer hocalardan ayırmak için böyle derken, yıllar sonra bu isimlendirmenin Hocanın soyismi olarak kaydedileceğini elbette bilmiyordu. Bu anlatacağımız kişi Hacı Cemal Eğretli Hoca’dır.

Babası Osman Şevki Efendi alim ve şair bir kişiliktir. Doğum tarihi bilinmiyor, üvey baba elinde büyüdüğü için sıkıntılı bir çocukluk yaşamış. Küçük yaşta vefat eden babası da alim bir zatmış. Öğrenim hayatı olmamış ama kendini yetiştirmiş. Uzun yıllar Eğret’te imamlık yaptığı için kendisine Eğret İmamzade denilmiş. Afyon’a döndükten sonra ticaretle de uğraşmış, bakkallık yapmış. İlgisizlik yüzünden şiirleri derlenememiş. Kendi el yazısıyla yazdığı aşağıdaki şiirden başka günümüze ulaşanı yok.

                                                        

                                                    NEFİS

Gel efendi dinle olan ahvali                                          Azgındır kelp nefis eylemez ârı

Beni dondan dona düşürdü nefis.                                 Bilmez başına gelecek zarârı

Aklımı aldı eyledi Âli                                                    Şer hâsıl olacak mahalle varı

Maksadımdan cüdâ düşürdü nefis.                               Hayrı aralıktan kaçırdı nefis.

 

Ne azgın mahluktur eyler heyânet                                Daima kendi kendini beğenir

Mutrıpa fetvâyı eyler emânet                                         Baki sanır bu düñyaya güvenir

Varır bîmâya eyler muhabbet                                          Hilaf-ı şer’ olan söze inanır

Kendini dillere düşürdü nefis.                                         Doğruyu görünce şaşırdı nefis.

 

Acayip bir mahluk cürmünü bilmez                               İşi gücü olur daim kabahat

Sen kötüsüñ deseñ hiç razı olmaz                                  Riyâ ettiğini sanır ibadet

Azgın yaralarına derman bulmaz                                    Mevla’nıñ emrini tutmaz cenabet

Dermanıñ vaktini geçirdi nefis.                                      Kendi kendini nâra uçurdu nefis.

 

                                      Aslını beğenip kimseyi sevmez

                                      Şer yolun görünce uyku uyumaz

                                      Müstakim tarîka hiç heves etmez

                                      Şevki’yi dağlara düşürdü nefis.

 

BABADAN EĞRETLİ

Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla şiirlerinde “Şevki“ mahlasını kullanmış. Osman Şevki efendi 1905 yılında vefat ediyor. Cemal Hoca’nın annesi ise Fatma Hanım. Bu anne babadan 1883 yılında dünyaya geliyor. Bu konuda bir kayıt yok, ama babası Osman Şevki Efendi uzun yıllar Eğret’te imamlık yaptığına göre, Cemal’ın Eğret’te doğma olasılığı bile söz konusu olabilir.

Açıkgözzade Cemalettin Efendi’den icazet alıyor ve yine gençliğinde uzun yıllar Eğret’te imamlık yapıyor. Babasının izinden gidiyor yani. Babası vefat ettiğinde Cemal Efendi 22 yaşında. Gençlik dönemi başlamış durumda.  Yine ihtimaller üzerine konuşacağız, Eğret imamlığı hususunda babasının etkisi olmalı. O yıllarda icazet aldıktan sonra belirlenen bazı merkezlerde imamlık yapma mecburiyeti var. Bir nevi staj. Eğret köyü de o sataj merkezlerinden birisi demek ki. Stajını tamamlamak için Eğret Köyünü seçerken zorlanmamış olmalı, zira ailede o köye karşı bir aşinalık var.

EĞRET'TE UZUN YILLAR

Gençliğinde uzun yıllar Eğret’te imamlık yaptı” ifadesinde yıl sayısı telaffuz edilmiyor. Bu uzun süre, makul bir uzunluk olmalı. Örneğin babasının vefatı yılında başlamış olsa kendisi 22 yaşında oluyor. Eğret’te 20 yıl kalmış olsa, bu “uzun bir süre” kabul edilebilir mi? Öyle olursa 1925’e kadar Eğret’te bulunmuş olacak ve ayrılırken 42 yaşında bulunacağından hala genç kabul edilir mi? Bilemiyoruz ama; çok büyük bir ihtimalle aynen böyle oldu.

Oğlunun söylediğine göre, yine gençliğinde çok şiddetli kulak rahatsızlığı yaşamış, evinden dışarı çıkamayacak durumda iken “İkâzu’r-Ricâl ve’n-Nisâ fî Ahkâmi’l Hâ’iz ve’n-Nefsâ” (Kadın ve Erkeklere Hayiz ve Nifas Hükümlerince Uyarılar) adlı eseri yazmış. Kayıtlara göre bu kitap 1913 yılında basıldığına göre, Cemal Hoca ilk eserini 30 yaşında Eğret’te yazıyor. Ayrıca Yunan işgali yıllarında da Hoca’nın Eğret’te bulunduğu anlaşılıyor. O yıllarda 7-8 yaşlarında olan birisinden dinlemiştim, Cemal Hoca bir süre Eğret’te ticaretle de uğraşıyor. Şimdiki Kantinlerin evin yakınlarında bir yerde zahirecilik yapıyor. Yunanlar köyü boşaltırken çoğu yeri ateşe veriyorlar. Cemal Hoca'nın evi de bu feci yangında kül oluyor. Olaydan onyıllar sonra bile selle karışık yanık buğdayların aktığını görenler "Cemal Hoca'nın deneleri" diyorlar. Uzun yıllar sonra kendisine bu yangının hikmeti sorulduğunda, Eğret'teki evi yaparken duvarı biraz yola doğru taşırdığı için Allah kendisine böyle bir musibet verdi diye yorumlamış. Yangının ilahi adalete bakan yönünü böyle anlamış.

EĞRETLİ HOCA

Kurtuluş Savaşından sonra Afyon’a dönüyor. Burada imamlık değil vaizlik yapıyor. İlmi ve hitabetiyle hemen dikkatleri üzerine çekiyor ve Afyon halkı kendisini Eğretli Cemal Hoca diye anmaya başlıyor. Tıpkı Akşehirlilerin Mehmet Reşit Efendi'ye "İstanbullu Hoca" dediği gibi. Merkezi camilerden Yoncaaltı, Zülali, İmaret, Otpazarı’nda Cuma ve Bayram günleri fahri vaizlik yaptığı süre yaklaşık 15 yıl. Bu arada 1934 soyadı kanunuyla halkın kendisine teveccühen söylediği “Eğretli” ünvanını soyadı olarak benimsiyor. 1940 da vaizlik izni kaldırılınca, Afyon’daki gezek adetini vaaz formatına çevirerek bugünkü anlamda Afyon Gezeklerini  başlatmış oluyor.

Bu yıllarda kardeşleriyle birlikte ticaret (bakkaliye) ile de uğraşıyor.

Yukarıda sözünü ettiğimizden başka; “Beşyüz Hadis”, “Binbir Hadis”, “Menâsık-ı Hâc”, “Küçük İlmihal” ve “Küfür Sözler” adlı eserleri de vardır.

Vefat ettiği 31 Ocak 1967 tarihine kadar gezeklerini ve diğer ilmi çalışmalarını sürdürüyor. Adıyla yaşayan ve soyadıyla Eğret’i yaşatan Cemal Eğretli Hoca’nın mekanı cennet olsun.

KAYNAKLAR:

1. Afyonkarahisar Din Alimlerinden Cemal Eğretli, Yusuf ILGAR, Taşpınar Dergisi, 2010, sayı 7

2. Afyonkarahisarlı Şairler Yazarlar Hattatlar, İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Ankara 1971


05 Mart 2021

Anıtkayalı Germiyanlar

        Veyisler ile başlamıştık hem sülale isimlerini hem de günümüze yansımalarını sorgulamaya. Sonra Muslular ve Kademler. Bunlarla uğraşırken Tahrir Defterlerindeki bütün isimlerin durumu üzerinde durduk ve Anıtkaya'da Unutulan İsimleri belirledik. Bu esnada yine bir şey dikkatimi çekti."Germiyan" isimli biri Tahrir Defterlerine göre Eğret'teydi ve bu isim günümüzde kullanılmıyordu.
    Eğret tarihi incelenirken ilk kuruluşunun Germiyanoğulları zamanına denk geldiği söyleniyor. Özellikle Kervansarayın Germiyan Beyi Süleyman zamanında yapıldığı belirtiliyor. Bu topraklar, Afyon'a kadar bir dönem adı geçen Beylik sınırları içinde yer alıyor. İşte, Bey haber salıyor burada izinsiz yerleşmeyin filan diye, onlar da biz zaten "Eğreti" olarak buradayız diyorlar. Böylece Eğret köyü ortaya çıkıyor. Bildik hikaye. Amacım bunları tekrarlamak değil. Germiyanlardan neden bir iz kalmamış günümüze, en azından isim olarak bir şeyler bugüne aktarılmalı değil miydi? 
    Afyon'da bir dönem Sahip Ata Beyliği hüküm sürmüş, ondan yadigar şimdi koca bir Sahipata semti var. Kütahya'da Germiyan, Balıkesir'de Karesi, Aydın'da Menteş, Konya'da Karaman... Bütün bunlar önceki beyliklerden kalan hatıra. Olmasa garip olurdu zaten. Peki Anıtkaya'da Germiyanlar'ı hatırlatacak bir isim neden yok, sorguladığım buydu yıllardır.
    Bir de sözcüklerin sesi ve anlamına dair öteden beri kafamda oluşan merak. Bazan bir kelimenin aslı nedir, şu kelimeyle bir ilgisi olabilir mi, yoksa şu sözden mi türemiş diye deli sorular belirir hep zihnimde. Garmenlerin Ahmet (Geçer) var, Ankara'da oturuyor. Kardeşleri Yusuf ve Yakup da İzmir'de yerleşiklerdi. Bir ara bunlara neden "Garmen" dendiğini bulmaya çalıştım. Alman ırkı "Germen" ile ilgisi mi var acaba dedim. Sonra "kahraman" sözcüğünün Eğret ağzında uğradığı değişiklik sonucu "Kahramanlar" "Garmenler"e dönüşmüş olmalı dedim. 
    İkisi de değilmiş. Unutulan isimleri listelerken karşılaştığım "Germiyan" adıyla kafam dank etti. İsim yüzyıllar önce kullanılmış ama tamamen de unutulmamış. Bu sözcük asırlar sonrasında, günümüzde karşımıza "Garmen" olarak çıkıyor. Garmenler de demek ki defterde kayıtlı "Germiyan"ın torunları. Zamanla Germiyanlar>Garmenler olmuş.
    Şimdi Germiyanoğulları Beyliğinden bugüne kalan bir iz, bir işaret Anıtkaya'da yok demiyorum. 


04 Mart 2021

Unutulan İsimler

     Veyisler ve Muslular-Kademler sülaleleri, sülalelere adını veren isimlerin şimdiki durumunu anlatan yazılar sırasında bu durumda olan ne kadar çok isim bulunduğu aklıma takıldı.  Tahrir Defterlerinde kayıtlı isimlerin bugüne yansıması hakkında daha genel bir bakışa ihtiyaç olduğunu gördüm. Bu yazıda, kayıtlı isimleri bir bakıma yeniden gruplandıracağım.

İlk bölümde defterde kayıtlı haliyle bugün de kullanılan isimler var. Bunlarda sorun yok; yaşatılıyor, yaşıyorlar.

İkinci grup isimler, az çok değiştirilip hala kullanılan, çocuklara ad olarak verilen isimler. Onların o zamanki ve günümüzdeki biçimini birlikte yazdım.

Üçüncü grup isimler günümüzde Anıtkaya’da bilinmediği/rastlanmadığı halde ülkemizin bir çok yerinde bazen aynen bazen de ufak tefek değişikliklerle kullanılan isimlerdir.

Ve son gruptakiler ise Tahrir Defterlerinde yazılı olup, bugün isim olarak ölü olan sözcüklerdir. Onlar isim olarak sadece Anıtkaya’da değil Türkiye genelinde isim olarak kullanılmayan sözcüklerdir. Bazıları yabancı kökenli, bir çoğu da özbeöz Türkçe olan bu sözcükler yüzyıllar önce çocuklara ad olarak verilmiş; ama bugün ya yeni anlamlar kazanmışlar ya da insanlarımız için çekiciliğini kaybetmişler. Bunları da bu son grupta listeledim.

Bunu yaparken güncel İsimler Sözlüğüne başvurmadım, sadece kendi kanaatime göre sıraladım. Yanlışlıklar olabilir.





02 Mart 2021

Meydan Ambarları

        MEYDAN AMBARI

Kütük ambar, ambar evi, eski ambar, meydan ambarı filan diye de isimlendirebilirdim. Esasında Eğret’te bu ambarların özel bir adı yoktu. Dümdüz “ambar” denirdi.

Yontulmuş çam ağaçlarından yapıldığından kütükambar, bir ev veya kulübe şeklinde inşa edildiğinden ambarevi, şimdilerde kullanılmayıp işlevini yitirdiği için eskiambar, evlerden ayrı müstakil bir bina gibi yapıldığı için de meydanambarı denilmesinde bir mantık hatası olmasa gerektir.

Evlerde ekli ambarevine, yer altında kuyu ambara, saman yığınının içinde samanlığa saklanarak bir sonraki yıla çıkarılmaya çalışılan buğday, bunlardan daha sağlıklı olarak bahsettiğimiz ambarda korunurdu.  Herkesin ambarı böyle özel ambarı yoktu. Sanırım büyük ve köklü ailelere aitti bu ambarlar. Tanık olduğum dönemdeki ambarlar kıstas alınırsa pek yeni ambar görmedim diyebilirim. Hemen hepsi çok eski zamanlarda yapılmış izlenimi veriyordu. Hem yakın zamanlarda yapılmış olsa, Eğret yakın çevresinde o kadar kalın çam ağaçlarının bulunduğu orman göremiyoruz. Geçmişleri çok eski olmalı.

Bir çam kütüğünü yontarak bir kalas elde ediyorsunuz, sonra bu kalasları köşelerden birbirine kendinden kelepçeleyerek bağlıyorsunuz. Kesinlikle çivi kullanmadan yükselttiğiniz dört duvarın üstünü yine ağaç bir çatıyla örtüyorsunuz. Dört tarafından yeteri uzunlukta saçak bırakıyorsunuz ki duvarları oluşturan kalaslar ıslanmasın. Çatıyı günün şartlarına göre yalıtıyorsunuz, su almayacak şekilde. Ambarın içinde birbirinden bağımsız dört bölme oluşturuyorsunuz. İster farklı tahılları sakla isterse farklı cins buğdayları. 

Çiftçi değil avcı ve toplayıcı bir milletiz. Çiftçilikle ilgili çoğu isim ve kavramların kökeni Türkçe değil. Anadoluy'a geldiğimizde oturmuş bir medeniyeti hazır bulmuşuz. İşte bu meydan ambarların da eski Anadolu kavimlerinden miras kalan bir alışkanlık olduğu yönünde araştırma bulguları var. Hatta Likyalılarda buna benzer ambarlar tespit edilmiş.

Hatırlayabildiğim kadarıyla bunların en meşhuru ve gözönünde bulunanı, Kuran Kursunun yan tarafındakiydi. Yaz günlerinde gölgesi serin olduğundan mutlaka birileri oturuyor olurdu. Kapısının bulunduğu kuzey tarafında oturmaya hatta uzanıp yatmaya uygun genişlikte bir sekisi vardı. Goca Caminin altındaki sokakta vardı galiba. Sonra Çakırların evin önünde, eski Ortaokul köşesinde bir tane, Deli Mısdık (Mustafa Erdem)in evi civarında, Böbülerin evde vardı galiba. Sonra birden yok oldular. Ne zaman söküldü, kim kaldırdı ortadan anlayamadık.

Zamanında değerini bilemediğimiz bu ambarların bir fotoğrafını bile çekmemişiz. Her şeye rağmen hayatta kalmayı başaran birini bulursam müze için fotoğrafını çekeceğim. Şimdilik çizimini koydum buraya. Siz bunun biraz daha uzununu düşünün. Bir de Araştırmacı Tarihçi Hasan Özpınar arşivinden alınma bir “İşgal Günleri Fotoğrafı” var. Bu fotoğrafta saçakları görünen şey, kendisinden bahsettiğimiz ambardır. Fotoğraf köyün neresinde çekilmiş, ambar kime ait bilmiyoruz. Suyunun suyu kabilinden, fotoğrafının fotoğrafını koyuyoruz.

    Derken yaşayan bir meydan ambarı buldum. Yörükoğluların Metin(Tüplek)e ait. Oldukça da sağlam görünüyor. "Herkes söktü, bir bu kaldı" diyor. Satmaya veya elden çıkarmaya niyeti yok. "Güzelce duruyor, dursun bakalım." diye de ekliyor. İyi de yapıyor. Bari bu garibim yaşasın, yaşayabildiği kadar. Bizim Müzenin ilk sakini olmayı hak etti meydan ambarı.

    Dedesi Ali Efe bu ambarı Garen (Karaören/Kayıhan)daki bir arkadaşından satın almış. Adam cambaz arkadaşlarından biriymiş galiba; adını da söylediydi de unuttum. Söküp getiriyorlar Eğret'e, o zamanlar Anıtkaya henüz Eğret... Şimdi Metin'in durduğu evin yeri arsaymış, oraya kurmuşlar... Bunu sökmek ayrı, kurmak ayrı bir ustalık gerektiriyor... Gün gelmiş Tırakanın Muhtarlığı zamanında orayı satın almış Ali Efe, maksadı ev yapmak... Ambara tekrar yol görünmüş...

    Tekrar taşınması gereken ambar, bu sefer bir köyden bir köye gitmesi gerekmiyormuş; yeni yeri olarak yirmi otuz metre ilerisini belirlemişler. Galiba Tekirgızıların Hasan Usta (Davulcu Hasan) bu işi üstlenmiş.  Sökmeden önce bütün parçaları numaralandırmış, yerini yönünü, tam adresini üzerine yazmış. Böylelikle yeni yerinde kurulumu yaparken zorlanmamış. 

    Sahibinin dediğine göre içeride bazı kütüklerin numaraları hala öylece üzerinde duruyormuş... Ambar deyip geçme, neler görmüş geçirmiş neler...



Mal Pazarı

       Eğret Pazarının tanıtımını yaparken bu pazarı bir bütün olarak değerlendirmek gerektiğini söyledim mi bilmiyorum. Pazarın şumullü yapısının etkenlerinden birinin çevre köylerinin halkı olduğunu, halkı buraya çeken şeylerden birinin de dükkanlar ve diğer ihtiyaç karşılama merkezleri olduğunu belirtmiştim.

Pazaryerini tanıtırken de Pazar kurulan meydanın çevresinden başlayarak içe doğru bir tasvir ve bölge bölge mal satışı yapılan yerleri tanıtma yoluna gitmiştim. Bu esnada yaptığım şey mekan tasviri ağırlıklı tanıtımdı. Mesela kümes hayvanlarının satıldığı yer pazaryerine bitişik olduğu için onu anlatmıştım. İki yazının sonunda eksik kalan bir şeyi fark ettim: Hayvan pazarı. Anıtkayalının “Malbazarı” dediği, canlı hayvan pazarı.

Eğret Pazarı meşhur olmuşsa, hem Afyon esnafı hem de civar köy üretici halkı tarafından ciddiye alınmışsa, bunda her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınması gereken bir Eğret Pazarı gerçeği etkili olmuştur. O bütünün bir parçası da Mal pazarıdır. Sebze pazarının kurulduğu pazaryerinden aralı olduğu için daha önce sözünü edemedik. 1970’lerin başında burası, şimdi düğün salonu yapılan o zamanki Ortaokul binasının karşısındaki meydandı. Sağlam iki dönümlük bir alandı burası. Batıda Afyon-Kütahya karayolu, doğuda işlek bir sokakla sınırlanan meydan;  güneyde Con Ahmet (Aydın) ve Topçu’nun, kuzeyde ise Hatiplerin eve dayanır. Malbazarının girişi yukarıda, Con Ahmet’in evin köşesindedir. Bu girişin yakınlarındaki duvarda hala malbazarı günlerinin izleri görülebilir.

Hatiplerin evin altındaki büyük dükkanın kapısı bu meydana açılırdı. Burada eski bir mandıra bulunur, insanlar buna kısaca sütçü derdi. Cumartesi günleri malbazarında hayvan toplanması sütçünün işini pek etkilemezdi. Yukarıda malbazarını çevreleyen duvar hala ayaktadır.

1976-77 yıllarında malbazarının aşağısına Sağlık Ocağı planlanması malbazarı için sonun başlangıcı oldu. Artık burada hayvan pazarı kurulamazdı.  Yeni malbazarı yeri olarak Mezerböğrü ile Hafızın çeşme arasındaki meydan belirlendi. Eski malbazarına alışan insanlar burayı tam benimseyemedi. Fiziki olarak da eskisi kadar uygun değildi. Gerçi meydan genişti ama sınırları olmadığı için korunaksızdı. Yavaş yavaş malpazarı canlılığını yitirdi. Gün geldi hiç hayvan çıkmaz oldu ve meşhur Malbazarı tamamen dağıldı. Buna sebep olarak Anıtkayalı cambazların tekel oluşturup misafir cambazlara hayat hakkı tanımama istekleri ve buna yönelik yanlış davranışları gösterildi. Kimilerine göre de yıldızı parlamaya başlayan Hamambazarı Eğret malbazarının dağılmasına sebep oldu.

    Şimdilerde malbazarı yine kuruluyor, Mezerböğrünün alt kısmında bir yerlerde. Eski Eğret Malbazarı’nın  havasını yakalar mı, kim bilir?


26 Şubat 2021

Pazaryeri

Asırlık Eğret Pazarının kurulduğu yere, halk arasındaki adıyla Bazaryerine bugünün fotoğrafıyla bakıp 40-50 yıl önce yaşananları yad etmeye çalışacağım.

Pazaryerine tamamen beton dökülmesi sanırım yetmişli yılların başındaydı. Kuran Kursundan başlayıp Tekke Önüne ve Pazar yerine kadar uzanan iki sokakla beraber pazaryeri  elli yıldır tozdan çamurdan uzak, betonla kaplı. Öyle olunca Cumartesi haricinde haftanın diğer günlerinde de halkın hizmetinde oluyordu. Toz bulunmadığından her türlü sergi burada serilir. Bulgur, göce, tarhana, ayçiçeği gibi güneş ışığında kurutulması gereken her şeyin serilmesi durumunun adıdır sergi. Cumartesi günleri dışında önce gelen burada sergisini serer. Ayrıca çocukların sert zeminde oynanması gereken oyunları için de burası biçilmiş kaftandır. Bunu deyince aklıma fıtçı döndürmek geldi. Bir zamanlar fıtçısını değneğini alan çocuk buraya gelirdi.

Pazaryeri uydu fotoğrafı

Pazaryerinin yeri Kuzeyden Güneye uzayan köy yerleşimi için stratejik bir noktada diyebiliriz. Cumhuriyet ve Zafer Mahallelerini birbirinden ayıran Galip Bey Cadddesi’nin (18) hemen kenarındadır. Buñar tarafından gelen ve Alagır’dan gelecek olan için hemen hemen köyün ortasında sayılır. Güneyde tarihi mezarlığa yaslanmıştır.

Pazarcı esnafının ve çevre köylerden gelen vatandaşların ihtiyacını karşılamak üzere Batı ucundaki Cuma Camii’nin yanında (1) bir meydan tuvaleti ve duvarında bir çeşme vardır. Köydeki iki meydan tuvaletinden diğeri ise Goca Cami’nin altında, Tekke’nin karşısındaki köşededir. Henüz köyde kanalizasyon sistemi kurulmamışken bu tuvaletler ve pazaryerindeki yağmur sularıyla diğer atık suları için kısmi kanalizasyon kurulmuştur. Böylelikle pazaryerinde iki tane  (19)(20)mazgal konulmuştur. Sürekli sulanan balıkların suyu kolayca aksın diye balıkçılar hep ilk mazgalın (19) kenarına tablalarını koyardı.

KAPALI PAZAR VE YEMENİCİLER

Pazaryeri bir seki gibi biraz daha yüksekçe olduğundan kuzey yönünden giriş için iki merdiven yapılmıştı. İlk merdiven çıkışı (17) birbuçuk metre, ikinci çıkış ise (16) iki metre kadar yükseklikteydi.  Halbuki Doğu yönünden, yani Kuran Kursu tarafından gelişte ciddi bir iniş söz konusuydu. Bu aslında köy yerleşiminin ne kadar yüksek olduğunu da gösterir. Konuya dönecek olursak, iki merdiven çıkışı arasında kalan yaklaşık 50 metrelik alan sundurma şeklinde üzeri kapatılarak bölümlere ayrılmıştı. Üzeri çanakla örtülen bu kısımda ayakkabıcılar ve elbiseciler bulunur, yağmur ve güneşten olumsuz etkilenecek ürünler satan diğer esnaf da burada bulunabilirdi. İlk bölümde her zaman tuhaf şapkasıyla Ayakkabıcı Şeref(Şeref Kundura)yı hatırlıyorum. Yine bir başka kapalı alan buranın tam karşısına, mezarlığa bitişik olarak yapılmıştı. Yaklaşık 70 metre kadar olan bu kapalı bölümün bir ucu musalla meydanına (2) diğer ucu ise Hüseyin (Ayas) Hoca’nın evi dengine (3) kadar uzanıyordu.

KÖFTECİLER 

İkinci sundurma diğerine göre daha canlı idi. Bunu sağlayan şüphesiz köftecilerdi.  Birbirinden Ona on direklerle ayrılmış üçer metrelik 24 bölümden oluşan bu büyük kapalı alanın ilk 10 bölümünü köfteciler kaplardı. En kısır zamanlarda bilemedin beş köfteci mutlaka bulunurdu. Her biri bir direğin dibine tezgahını, ocağını kurar şamata şakırtıya başlarlardı. Köftesini alan bir köşeye çöküp yerken bir başkası ağzını silerek ayrılır işine bakar, diğer birileri de başka bir saçları kontrol eder, canı neyi çekiyorsa onun bulunduğu köfteciye doğru yollanırdı. Yılların köfteci kokusu mutlaka etrafa sinmiştir. İkibinli yıllarda, pazaryeri genişletme çalışması başlamadan, daha sundurmalar kaldırılmamışken direkleri görme fırsatım olmuştu. Köftecilerin kokusu değilse bile, direklerde kalan yağ tabakası hala yerli yerinde duruyordu.

 YIRTIMCILAR

Bu kısımdaki canlılığın diğer bir sebebi ise yırtımcılardı. Kadınlar için elbiselik basma satan esnafa “yırtımcı” denirdi.  Köftecilerden arta kalan bölmeleri yırtımcılar dolduruyordu. Bunlar direkten direğe gerdikleri urganların üzerine rulo haldeki rengarenk basmaları gererler böylece seyyar dükkanlarının arasına kumaştan duvarlar çekerlerdi. Kadifeler, basmalar, carseler, perdeler, yorganyüzü, döşeklik, ne ararsan bunlardaydı. Ellerinde ince tahtadan bir metre, siparişe göre ölçüp diğer elindeki makasla basmanın ucunu bereler sonra o bereden caaart diye kumaşı yırtardı. Bu yüzden yırtımcı denirdi kendilerine. Yırtımcıların arasında belirgin bir hiyerarşi vardı. İlk bölüm her zaman Tuna (Hüseyin Kayır)ın yeriydi.  Aralarında Anıtkayalı olan tek yırtımcıydı kendisi. Evi ve dükkanı (14) sergisine yakındı. Cumartesi günleri malzemelerini buraya çıkarır, sair günlerde dükkanında dururdu. İlk sergi hep onun olur, buna kimse itiraz etmezdi. Diğer yırtımcı esnafı Afyon’dan gelir ve kıdemine göre burada yerini alırdı. Doğal olarak yırtımcıların müşterisi hep kadınlardı. Zamanla kapalı alan yırtımcılar için yetmez olmuş, parça kumaş satıcıları da pazara doğru taşmış ve bu bölüm “Garlâ bazarı” (Kadınlar Pazarı) olmuştu. Geçmiş zaman kalıbı ile anlatmama bakılmasın, bu bölüme hala Kadınlar pazarı deniyor, artık yırtımcılar yok, elbiseciler var. İncik boncuk, mutfak eşyası filan satılıyor ama yine kadınlara hitap ediyor. Hatta biraz daha genişlemiş, doğuda mezarlık ucuna kadar çıkıyor bu pazar.

Ne acı ki kapalı alan yok günümüzde. Önce kuzeydeki ayakkabıcılar sundurması yıkılıp yerine dükkanlar yapıldı, şimdi o dükkanlar da kaldırıldı. Sonra pazarı genişletmek için güney sundurması yıkıldı ve mezarlık duvarı içeri çekildi. Pazaryeri genişledi ama bir de baktık ki hiç kapalı alan yok. Şimdi modernlik adına şehirlerde kapalı pazarlar yapılırken, o iş Anıtkaya’da 50 yıl önce gerçekleştirilmişti.

 GALLE MEMED

Anıtkayalı bir başka yırtımcı Galle Memed (Mehmet Dadak) idi. Faka o sergisini Yırtımcılar bölümüne açmaz, daha doğrusu sergi açmaz, ticaretini dükkanında yapardı. Hüseyin Hoca’nın evi pazaryerinin göbeğine saplanmış bir hançer gibi idi ve hançerin kuzey tarafındaki bölümünde 3 dükkan bulunurdu. İşte bu dükkanların ilki olan köşe deki (4) Galle Memed’in dükkanıydı. Basma, tüpgaz, gazoz bayiliğinin yanında sezonunda gurtlugucak (salyangoz) alımı bile yapardı. Diğer iki dükkan ipçi, terzi, berber, bakkal gibi çeşitli işlevlerde ve kiracılarda kullanılmasına rağmen köşedeki hep Galle Memed’in dükkanı olarak kalmıştır. Hüseyin Hoca'nın evi ve dükkanlarının yerine şimdi üç yeni bina yapıldı. 

ESSANIN KAHVE

Hüseyin Hoca’nın gocagapının (5) hemen yanında meşhur Essan (İhsan Patlar)ın kahve bulunur(6). Çay kahve, muhabbet merkezi ve aynı zamanda çevre köylerden gelen misafirlerle buluşma yeridir. Bu kahvenin bulunduğu bina, 1970’lerin başında yeni sahibi Abdurrahman Yavuz tarafından yıkılıp yeniden yapılınca Essan kahveciliği bırakmış, yeni kahve Apdıramanıñ Gâve olarak anılmış, Moruk (Üzeyir Dalgıç) tarafından işletilmişse de eski canlılık yakalanamamıştır. Daha sonraları tam karşısına Ömer Onbaşı (Ömer Şen) bir kahve açmış fakat o da eski tadı vermemiştir.

 BİT İLAÇLARI!.. YAVSI İLAÇLARI!..

Pazar, yaz günlerinde Yeñi Mısdık (Mustafa Şen)in bakkal dükkanına doğru uzar giderdi. Kışın ise ilk mazgalın (19) yanında balıkçılarla son bulurdu. Çünkü yaz günlerinde ova köylerinin ürünleri de pazara çıktığından pazaryeri genişlemek zorundaydı. Mazgalın  kuzey tarafında Macur Ali (Ali Öncül) sergisini açar, kışın soğan patetes, yazın ise domates biber satardı. Hemen karşısındaki köşede Bakkal Sarı (Halit Akyol), dükkanındaki dayanıklı mallarını buraya getirerek yayınırdı. Anıtkayalı iki pazarcının pozisyonları böyleydi. Öğleden sonra Pazar dağılınca mallarını tekrar evlerine taşırlardı. Bu işi Macur Ali, eşeğe yükleyerek, Sarı ise ağaçtan yapılmış hantal görünüşlü el arabasıyla yapardı. Mazgal çevresinin gediklisi diyebileceğimiz bir ilaçcı yaz kış oalarda bağırır dururdu: “Bit ilaçları, pire ilaçları, gene ilaçları, yavsı ilaçları...!” İlaçcı ile Macur Ali arasında da Ford minibüsüyle sabuncu yıllarca kalıp sabun satmıştır. Her hafta aynı yerde aynı sırayla sarı ve yeşil sabunlar dizildi.

KASAP HALİL'İN DARAĞACI

Macur Ali sergisinin sağ yanındaki köşede (7) Müdüroğlu (Mehmet Ali Eşiyok)a ait iki dükkan vardı. Dipteki dükkan çok çalışmaz, bu yüzden tezgahlarını şehre getirip götürmek istemeyen pazarcı esnafı oraya bırakıp kilitlerdi. Uçtaki dükkan ise belki Cumartesi günlerinin en işlek dükkanıydı. 1970 öncesinde işlek bir berber dükkanı olarak kullanıldı. Sonra bir süre Topaloğlu (Ahmet Öncül) tezgah kurup haba dokudu. Yetmişlerin ortasından itibaren Yeñi Hasan (Hasan Temel)in kasap dükkanı oldu. Yeñi Hasan kendisi pek dışarıda görülmez, içeride müşteriyle ilgilenirdi. Dışardan bakanlar kasaplık faaliyeti olarak torunu Gasap Halil (Halil Temel)i görürlerdi. Halil bıçak ve masatı maharetle kullanır, hem sağa sola laf yetiştirir hem de koyunların hakkından gelirdi. Önce üç ayağını bağladığı hayvanı mazgalın üstüne getirir ve keskin bıçağını gergin boynuna sürüverirdi, bu kadar. Sonra damarından kan boşalırken çırpınıp etrafı kirletmesin diye başına basardı. Öldüğüne kanaat getirince ön ayağının uygun yerinden açtığı deliğe dudaklarını dayayıp hayvanın vücudunu bir balon gibi şişirirdi. Neden böyle yaptığını merak eden çocukların dikkatli bakışları arasında açtığı deliği sicimle bağlar ve ölüyü arka bacaklarından darağacına asardı. Evet, üç ayaklı bir koyun işleme sehpası kurmuş ve buna darağacı adını vermişti. Hayvanı yüzmeye başladığında, işe bıçakla başlayıp yumruklarıyla devam edince cesedi neden şişirdiği anlaşılırdı. Bir çırpıda deriyi yüzer, sakatatı çıkarır ve içeriye, dükkana götürürdü. Talebe göre yeni hayvan kesimine devam ederdi. Sanırım her Cumartesi en az beş koyun keserdi. Cumartesi et satışları çevre köylerden gelen müşterilereydi. Müdüroğlu ve karısı Gızılgız (Kezban Eşiyok) öleli çok oldu. Dükkanlarının da bulunduğu evinin yerine (7) bombeli köşeli ev yapılmış.

HIRDAVAT ARALIĞI

Pazarın ince bir uzantısı kuzeye doğru ince bir aralıkla sağlanır. Bakkal Sarı’nın sergisi bittiği yerde, köşede (11) Hafız’ın dükkan bulunur. Bu iki katlı ve bodrumlu bir binadır. İnce ahşap bir merdivenle çıkılan üst kat terzi (Azam Varlı) dükkanıdır. Cumartesi  günleri çevre köy halkına hizmet verir. Hafızın dükkan ise alt kattır. Cumartesi günleri müşteri trafiği fazla olan yerlerden biridir burası. Çünkü Pazaryerinde bulunan tek bakkaldır. Diğer bakkallar da pazara yakındır ama pazarın merkezine açılılır iki kapısı bulunan tek bakkaldır. Sair günlerde müşteri seyrek olduğundan vaktini  ofis olarak da kullandığı camekanlı bölmede geçirir veya bir misafiriyle indirildiğinde masa olan bir tahta kapağın üzerinde domine oynarlar. Bu aralığın bittiği noktada, karşı tarafın köşesinde (8) Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkanı bulunur. Burası bir bakkal olsa da hem fiziki olarak hem de çeşit olarak bakıldığında bakkal denilemez. Buna rağmen sahibi sonuna kadar bu işi bırakmamıştır. Daha çok tüpgaz ve meşrubat bayiliği nedeniyle işlerlik sağlayan bir dükkan olarak aklımda kalmış. Bir de Keliban’ın hiç bitmeyen bir Esnaf teşkilat başkanlığı var, bu da hakkında söylenmesi gereken bir husus.

Pazarın Galip Bey caddesine açılan bu aralığın Keliban tarafına da bazı satıcıların sergisi açılırdı. Bir defa boydan boya serilmiş urganlarıyla urgancı bu sokağın olmazsa olmazıydı. Sıra gözetmeksizin söylemek gerekirse;  koyun çanı satanlar, tırpan kayrak satanlar, koşum takımları satanlar, çeşitli hırdavat malzemeleri satanlar genelde bu aralıkta serilirlerdi. Dudağında kocaman bir kitleyle fark edilmemesi imkansız bir ilaç satıcısı vardı. Kesekağıdına sakladığı bira şişesini arada sırada yudumlayan bu adam sarhoş bir serseri gibi görünse de müşterisi eksik olmazdı. Derdini anlatan veya ihtiyacını söyleyen birine uzman bir eczacı ciddiyetiyle ilaç hazırlar, kullanma talimatıyla birlikte takdim ederdi. İşini bilen biri olduğu belliydi. Dudağındaki büyük kitleden kaynaklanan sancıları dindirmek için bira içtiğini düşünmüştüm o zamanlar. Muhtelif şeyler satıldığı için buraya hırdavat aralığı dense yeridir.

Galip Bey caddesinin (18) pazaryerine bakan tarafı eskiden daha genişti. Daha doğrusu cadde genişliği değişmedi ama; yoldan binalar arasındaki mesafe daha fazlaydı. Yol ile binalar arasında ortalama 15 metrelik bir mesafe bulunurdu. Öyle olunca doğal olarak yeni bir pazar meydanı gibi bir alan oluşurdu. Köşedeki (8) Keliban’ın dükkandan başlayarak ileride Çakır Osman(Osman Erdem)in zahire dükkanı (10) arasında beş dükkan bulunurdu. Bu dükkanların bazısı boş bulunurken bazısında da Sarasan (Hasan Dadak), Gödenlerin Süleymen (Dadak) ve Uykucu (Ömer Şen) bakkalcılık yapmıştır. Bakkal Süleyman caddenin karşısındaki nihai ev ve dükkanına taşınana kadar buralarda oyalanmıştır. 

 ÇAKIR OSMAN

Bu bölümün son dükkanı olan Çakırlarınki çok hareketli bir mekandı. Bu cumartesi hereketinin sebebi zahireci olmalarıydı şüphesiz. O yıllarda millette nakit bulunmaz, para lazım olduğunda ambarındaki buğdaydan bir miktar satarak paraya çevirir ve ihtiyacını bu şekilde karşılardı. Mesela Pazar harcını görmek için birkaç teneke buğday getirirp satan da olur, bir araba buğday getiren de bulunabilirdi. Daha fazlasını satmak isteyenin gidip evinden sararlardı buğdayı. Bir de çevre köylerden buğday getireni düşünün. Buğday ölçülüp taşınacak, içeriye ambara yıkılacak, ameleler tenekeyle gidip gelecek, onların teneke sayısını unutmamak için sürekli mırıldandıkları “ atmışbir…atmışbir…atmışbir” gibi uğultu da buna karışacak. Bir de yağ satımı var. Ayçiçek yağı da satıldığından litre litre ölçülüp tenekeye boşaltılacak.  Ortamı hayal edin.  Gerçi bu işle uğraşan başkaları da vardı. Mesela  20 metre yukarıda Şaştımoğlu (Mevlüt Şen) ve caddenin tam karşısında Bigalı da zahire alırdı ama, yine de Çakırların dükkan daha fazla çalışırdı. Bu kadar hareketlilik yaşanmasına rağmen hiç bir zaman durum kargaşaya dönüşmezdi. Aile bireyleri arasında işbölümü yapıldığı disiplinli duruşlarından anlaşılırdı. Mesela Kapitalist (Mehmet Erdem) sürekli masabaşında oturur, malın kıymetini belirler, alaverenin kaydını tutar, hesabı ve ödemeyi yapardı. Cumartesi öğleden sonrasına kadar kendisini hiç ayakta görmedim. Küçük kardeş Mustafa Erdem ise alınan malı teslim alır, ambara ulaşmasını sağlar, taşınmasına nezaret eder gerekirse bizzat taşımaya yardım ederdi. Onu da hiç otururken görmedim mesela. Babaları ise hem hesap işlerine hem mal alımına hem de yağ satımına nezaret eder, bazen oturur, bazen dolaşır, çoğu zaman da çevre köylerden gelen misafir müşterilerle ilgilenirdi. Dükkanın kadrolu hamalı ise Patır Dayı (Ahmet Yirgal) adında ilginç bir kişilikti.

KAVANOZDAKİ YILAN

İşte bu dükkanların (8)(9)(10) önündeki alan da pazaryerinin esaslı bir bölümünü teşkil eder. Galip Bey caddesinin uygun yerlerine zaten misafir araçları parkedilmiştir. Onlar vızır vızır geçer. Bir de burası kümes hayvanlarının alınıp satıldığı hayvan pazarı gibidir. Horoz, tavuk, ördek, hindi, kaz.. Ayakları bağlanmış yatmaktadır ama ağzını da bağlayamazsın, gürültüyü düşünün. Köy yumurtası alıcıları da buralardadır. Aldığı yumurtaları samanla karıştırarak itinayla sepetlere yerleştirmektedir. Deri alıcıları, yapağı alıcıları da bu meydanda dolaşır. Bazan milleti etrafına toplayan bir satıcının bağırtısı duyulur. Meraklı adımlar o kalabalığa katılır. Elinde küçük bir şişe bulunan kişi ezberlediği sözlerle her derde deva ilacı anlatmaktadır. Fakat kimsenin onu dinlediği yoktur. Kalabalığın dikkati ilaçlanıp bir şişeye doldurulan koca bir yılanın ürpertici görüntüsündedir. Adam amacına ulaşmıştır. Dikkat çekme amacıyla oraya koyduğu kavanozdaki yılan müşteriyi toplamıştır. Bu bölgede her hastalığı iyileştiren ilaç satıcıları sık sık boy gösterir.

 Pazaryerinin tam ortası hizasına denk gelen, yani Hafızın dükkanın olduğu blok arkası da yine 15 metre kadar bir açık alana sahiptir. Lakin diğer blok alanındaki gibi bir Pazar hareketliliği yoktur. Misafir araçları park eder. Oranın sırtında bulunan birkaç dükkan çalışır durumda değildir. Onlardan birisinde Sarasan (Hasan Dadak) ilk bakkal dükkanını açmış. Bir de o sönük dükkanların birinde döğen dişendiğini görmüştüm. Bu, döğenin altındaki keskin çakmaktaşlarından eksiklerini gözemek demektir. Yalnız köşede(13) büyük bir kahvenin varlığını hatırlıyorum, çok fazla açık kalmadı galiba.

TENEKECİ HÜSEYİN

Önceden bahsettiğim ilk merdiven(17)in tam karşısına denk gelen bu sokak boştu, Belediye fırınının yapılması daha sonradır.  Bu aralıktaki önemli pazarlardan birisi Tenekeci Sağır Hüseyin (Öztürk)ün yeridir. Bu dükkan (12) ilginç bir yerde ve yapıdadır. Merdivenin hemen bitişiğinde sekinin alt kısmındadır, asıl pazaryerine bakan bir cephesi yoktur. Çorak damı pazaryerinden 80 santim kadar yüksekliktedir. Buradan çok rahat dambeşe çıkılabilir ama kimse de çıkmaz. Adından da anlaşılır, bu dükkanın işi teneke üzerinedir. Galviniz soba, soba borusu dirsek büker, imalatını yapar. Çalar saat muhafazası, idare kandili imalatı da yapar. Zamanında büyük ihtiyaç olan ibrik imalatı da yapar. İbriği sıfırdan imal ettiği gibi, büyük yağ veya konserve kutularını dönüştürerek de yapabilir. Lehimleme, perçinleme gibi tekniklerle bütün bunları yapabilir. Bugünlerde pek bir şey ifade etmese de 50 yıl öncesi insanları için bütün bunlar önemli ihtiyaçtır. Cumartesi günü hareketliliğinin bir sebebi de çevre köyleri için de bu ihtiyacın geçerli olmasıdır.

BERBERLER

Tenekecinin tam karşısında, (16)(17) kapalı pazarının hemen arkasındaki kısım sıra dükkanlar olarak düzenlenmiştir. İlk dükkan diğerlerine göre biraz daha büyükçe olduğundan bir ara kısa süreli kahve olarak kullanıldı, sanırım Hakkı Yırgal işletmişti. Sonrakinde bir dönem Çakır İban (İbrahim Ata) kasaplık yaptı. Diğer dükkanların tamamı bir dönemde berberler tarafından kullanıldı. Berber Hüseyin (Sağlam), Berber Ahmet (Kabadayı), Berber Yahya (Sağlam), Berber Mehmet (Külte) hatırıma gelen ve bu sıra dükkanlarda çalışan berberler. Cumartesi günleri dışarıdan gelen misafirlere hizmet vermişlerdir. Bu berber yoğunluğundan dolayı bu aralığa da Berberler aralığı denilebilir. Fakat hiçbir zaman iki berberden fazlası aynı dönemde açık değildir. Zaten bunlar birbiriyle usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş berberler. Sıra dükkanların tam karşısında (15), ikinci merdiven çıkışı denginde yılların ustası Terzi Topal (Lutfi Omak)ın dükkanı bulunur. Eğret Pazarının mühim unsurlarından biri de bu merkezdir.

Çevresinde şöyle bir gezinti yaptığım pazaryeri bu. Sebze sergileri mutlaka bu pazarın özünü oluşturmaktadır. İşte bu sebze meyve pazarı doğu-batı ekseninde oluşan koridorun iki yanına açılan sergilerden oluşur. Yaz pazarlarında sebze sergileri çevre köy üreticilerinin katılımıyla genişler ve ikinci hatta üçüncü koridorlar oluşturulur. Bazen Han aralığına bezen de doğuda Yeni Mısdığın dükkana kadar uzanabilirdi. Öğle ezanı sonrasında pazar dağılmaya başlar, son esnaf da toplandıktan sonra görevliler ikindiye kadar pazaryerini temizlerdi.

Elli yıl öncesinin Pazaryerini hayalimde canlandırmaya çalıştım. Günümüzde Anıtkaya Pazarı ve Pazaryeri bazı olumlu-olumsuz farklılıklarla yaşamını devam ettiriyor.