16 Kasım 2021

Körüsler

    

    Körüslüoğlu  adıyla anılan ilk Ömer, 18. yüzyıl sonlarında doğduğu anlaşılıyor. Ancak 'Körüslü Ömer' değil de 'Körüslüoğlu' diye kaydedilmiş olması, onun Körs köyünden gelen ilk kişi olmadığına işaret ediyor.

    1825 Yılında İbrahim adında bir oğlunun doğduğu da dikkate alınırsa, Körüslüoğlu Ömer'in Eğret'te evlendiğini de söyleyebiliriz. Körüslüoğlu İbrahim de Hatice Hanım ile evlenerek tamamen Eğretli oldular. 

    1852 yılında doğan oğluna babasının adını koydu. "Körüslüoğlu" sadece lakaplarıydı; ikinci 'Körüslüoğlu Ömer' artık Eğretlidir. Evlenip çoluk çocuğa karışır. Eşi, Fatma Hanımdır. Tekelilerden Mehmet Ali (Bilallerin Dedesi) ile bacanak olurlar... Önce Raziye adını verdiği bir kızı dünyaya geldi. Sonra oğlu Mehmet 1878'de doğdu. Yaş sırasına göre diğer çocukları; Ali, Mustafa, Osman, Ahmet ve Hatice. Bu çocukların hikayesi, çökme sürecini yokuş aşağı büyük bir hızla yaşayan Osmanlı'nın Eğret'e yansıması gibidir. Esasında bu bir hikaye de değil, dramdır. 

    Daha Ömer'in çocukluğunda Eğret'e gelen bir gezgin şu tespiti yapıyor: "...60 kadar evden oluşan bir yerleşim yeridir. Ancak redif askeri sistemi uygulaması nedeniyle sürekli olarak insanların göreve çağrılmalarından dolayı birçok evin kapalı olduğu..." Bu sıralarda henüz şiddetli savaş zinciri dönemine girilmiş değil. Gerçi savaşsız bir dönem yok; ama olağan çarpışmalar dönemi. En şiddetli dönem 1910-1922 arası. Körüslüoğluların dramı işte bu dönemde yaşanıyor.

    Bugünden maziye bir pencere açıldı farzederek oradan gördüklerimi aktarayım.  Felaketler asrının başlangıcında Körüslüoğlunun durumu ortalama bir Eğretlininki gibiydi. Canalilerin evi biliyorsunuz, Delişükrününkini de... İkisinin arası  Körüslüoğlu'nundu. Kalabalık sayılacak ailesiyle koyunculuk yapıyordu. Kışın sulamaya çıkardığında, aşağıdaki çeşmeye bir ucu ulaşan sürünün gerisi daha kapıdan çıkmakta olurdu. 

    Kızı Raziye evlenmeden vefat etti. Küçük oğlu Ahmet ise evlenecek yaşta değildi henüz... Körüslüoğlunun diğer oğulları:

    Mehmet

    Büyük oğul Mehmet, 1878 yılında doğdu. İdirizlerden İbrahim kızı Ummahan ile evlendi. Ümmühan Hanım, Hamsincinin kardeşi; Delimehmet ve Keskginmahmutun halalarıdır.  Satı, Refiye ve Zehra adında üç kızları oluyor. Bu çocuklar yukarıda bahsedilen, ülkenin en yakıcı döneminde doğan talihsizler.

    6 Haziran 1915 günü Çanakkale Keçideresi mevkiinde şehit olduğu haberi geldi... Üç kızıyla dul kalan Ümmühan Hanım yıllar sonra (1926) Eytam Sandığındaki çocuklarının hissesinden nafaka bağlanmasını, çünkü hiç geliri bulunmadığından üç kızına bakamadığını ifade etse de olumsuz cevap alıyor... Ümmühan Hanım 1967'de vefat etti. Üç kızının akıbetine bakalım...

    Büyük kızı Satı Garaca (Süleyman Yavuz) ile evleniyor... Garacanın bir kaç evliliğinden biri de Satı... 1964 Yılında çocuksuz vefat etti... 

    Zehra ise Canalilerin Ali ile evlendi. Körüslüoğlu Mehmet'in torunları Zehra Hanımdandır. 1998 Yılında vefat etti...

    Diğer kızı Refiye evlenmemiş. Kardeşi Zehra'nın yanında, Canalilerin evde yaşamış. 1987'de ölene kadar aldığı cüzi maaştan anlaşıldığına göre, Ümmühan Hanımın 1926'da açtığı dava işe yaramamış; ama sonradan küçük kızına aylık bağlanmış...


    Ali

    İkinci oğul Ali, 1880 yılında doğdu. Adile/Akile'yle evleniyor. Akile Hanım, Garmenlerden Ali'nin kızı; böylece Arapların İsmail, Hacapdıramanların Ali Osman,  Apdıramanların Ali ve Manavların Gızmehmet ile bacanak oldular... Gariptir, beş bacanağın dördü Cihan Harbi şehididir... 

    Onların çocukları Halime, Nazike, Ümmühan ve Ömer... Cihan Harbinde Halime'nin aklı eriyor ama; Nazike küçük, Ömer taze çocuk, Ümmühan ise daha doğmamış... 

    Söylediklerine göre Körüslüoğlu Ali, cephede çok ciddi hastalanıyor. Bunu hava değişimi iznine yolluyorlar. Eğret'e geldiğinin haftası dolmadan vefat ediyor... 

    Büyük kız Halime, Arapların Şükrü eşi oldu. Gözelali, Gözeliban ve Gözelmehmetin anasıdır. 1982'de öldü... Ortanca kızı Nazike Gödeşmısdığın eşi oldu, 1988'de öldü... Küçük kızı Ümmühan da Aşşağılıların Efemehmete vardı. Gambırmuhtar ve Salim Öncül'ün analarıdır, 2000 yılında vefat etti... Kızları gelin olduktan sonra, Akile Hanım Yahyaların Yahya'ya vardı; 1966'da vefat etti...

    Ali'nin tek oğlu 1912 doğumlu Ömer'e 'Akömer' dediler. 'Karaömer' ile karıştırmamak için herhalde... Akömer, önce Ablaklı Hatice hanım ile evlendi.  Öyle de olsa, Hatice Hanımın anası Eğretli idi ve Kekliklerdendi... Çok güçlü bir kadın olduğu için 'Motur Hatca' derlermiş... (Kekliklerle bağlantısı sebebiyle Gındiyi Motur Hatcanın everdiği belirtiliyor.)... Bir diğer husus ise Hatice Hanımın dört oğluyla dul kalmış olmasıdır. O aslında Gobakların Salih eşiydi, Salih ölünce yetim kalan dört çocuğu ise Körkemel, Gocakazım, Pafıldakmahmut ve Hilmi'dir. Akömer, bu dört oğluyla dul kalan Hatice Hanıma içgüveyisi girmiş oldu...

    Onların da ayrıca bir oğlu ve bir kızı oldu. Oğlunun adı Veysel, kızı küçük yaşta öldüğü için adı bilinmiyor... Bu durumdayken Hatice Hanım ile ayrıldılar...

    Akömer ikinci olarak Hacılardan Kelalinin kızı Penbe ile evlendi. Penbe Hanım da Yozgun Halil'den ayrılmıştı... Ondan da üç oğlu ve bir kızı dünyaya geldi: İzzet, Saadettin, Halil ve Şener... Böyle böyle 1982 yılına gelindi ve Akömer vefat etti. Eşi Pembe Hanım kendisinden otuz yıl sonra, 2013'te öldü...

    Çocuklarına bakalım... Tek kızı Şener, Kışlacıklı bir bey ile evlendi; iki çocuk annesiyken 1995'te vefat etti...

    İlk eşi Hatice Hanımdan olan oğlu Veysel 1941'de doğdu. Garaömerin kızı Mükerreme (Müker) ile evlendi. Macuralinin Bahtiyar ile bacanak oldular... Erken dönemde İzmir'e yerleşti. Vildan, Birol ve Şenol adında üç çocukları oldu. Kızları Vildan, Kırtişin Gıbış oğlu Apil Özen eşidir... Büyük oğlu Birol Terlemezhocanın Yusuf kızı Ayşe ile evlendi. Küçük oğlu Şenol ise Hakkıların Kahveci Kadir kızı Kerime ile evlendi; Veysel ve Kadir adlarında iki oğlu var.  Akömerin Veysel 2016'da vefat etti, çocukları halen İzmir'de yaşıyorlar...

    Pembe hanımdan büyük oğlu İzzet 1949 yılında doğdu. Afyon'da 'Terzi İzzet' diye bilinen ünlü bir terziydi. Bidakgenin kızı Meryem ile evlendi. Tamer ve Mehmet Ali olmak üzere iki oğlu oldu. Tamer 1971'de iki yaşındayken öldü... İzzet Kök kendisi 1994 yılında, eşi Meryem ise 2010'da vefat ettiler..

    1952 Doğumlu ortanca oğlu Saadettin 1975 yılında nişanlı iken tren çarpması sonucu vefat etti. Afyonlu nişanlısını küçük kardeşi Halil ile everdiler. Halil'in çocuğu olmadı, bir çocuğu evlat edinip adını Ömer koydular... Halil de 2016 yılında vefat etti...

    Mustafa

    Mustafa, Fatma ile dünya evine giriyor. Fadime Hanım Gödeşler/Tingildeklerden İncemehmetin halası... Çocukları Mehmet, Ömer ve Şerife... Savaş döneminde Mehmet çocuk, Ömer küçük, Şerife ise bebek... Onun Çanakkale'de şehit olduğu söyleniyor; ama Kafkas cephesinde çarpıştığı ve orada şehit olduğu rivayeti daha gerçekçi görünüyor...  Sonuçta, geride biri kız üç yetimli bir dul bırakarak şehit oluyor; yeri önemli değil... Fadime Hanım çocuklarının başında 1943 yılına kadar durmuş. Sonrası ecel...

    Şerife, Gıdilerin Ahmet eşi olacak ve annesinin öldüğü yıl, 1943'te vefat edecektir... İki erkek kardeşiyle devam edelim...

    Mehmet, Tekelilerden Şerife ile evlendi. Üç kız ve bir oğlu oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Hatice, Safura, Fadime ve Emin'dir... Hatice, Danaların Keliban; Safura, Omarcıkların Altındişin Hasan; Fadime de Paşagızıların Egehasan eşi oldular...

    Tek oğlu Emin, önce Gıdilerin Ahmet kızı Iraz ile evlendi. Iraz Hanım halasının kızıydı. Üç çocukları oldu; ama yaşamadılar. Bu gerekçeyle ayrıldığı Iraz Hanım, Gobakların Gocakazıma varacaktır... Emin ikinci olarak Geneşlerli Azize Hanım ile evlendi. Ondan da iki kızı ve iki oğlu oldu: Şerife, Adalet, Mehmet ve Yılmaz... Şerife, Arzılardan İsa Türkmenoğlu eşi oldu; Adalet ise Karacahmet'e gelin oldu... Mehmet, Tekelilerden Bekçirofi kızı Meral ile; Yılmaz ise Efekçilerin Ömer kızı Meryem ile evlendi, iki oğluyla bir kızı var... Körüslerin Emin ve çocukları halen Afyon'da yaşıyorlar.

    Eşi, Tekelilerin kızı Şerife Hanım 1959'da vefat etti; Körüslüoğlu Mehmet ise ondan sonra biraz daha yaşadı ve 1976'da öldü...

    ***

    Körüslüoğlu Mustafa'nın 1912 doğumlu oğlunun adı Ömer... Dedesinin adı; ama ona esmer olduğu için 'Gara Ömer' diyorlar... Manavların Körmısdıfa kızı Emine ile evlendi. Emine'nin küçüğünü alan Macurali ile bacanak oluyorlar... Beş oğlu ve iki kızı oldu. Yaş sırasına göre Garaömerin çocukları; Mustafa, Mükerreme, Ahmet, Osman, Adem, Ahmet ve Ümmühan'dır...

    Büyük kızı Mükerreme (Müker), Akömerin Veysel eşidir. Akömer ile Garaömer emmi çocukları... Küçük kızı Ümmühan ise Macuralinin Bahtiyar eşidir; teyze çocukları oluyorlar...

    Büyük oğlu Mustafa 1939 yılında doğdu. Mardaklardan Mehmet kızı Havva ile evlendi. Üç kız ve bir oğulları oldu; İrfan, Şerife, Sevim, Ömer... Şerife 1966 yılında doğdu, iki yaşındayken öldü... Büyük kızları İrfan, Altındişin Hasan oğlu Meşhur Ahmet eşidir. Meşhurun anası da Körüslerden... Küçük kızları Sevim de Yumrukların Halil İbrahim Tüblek eşidir... Oğlu Ömer ise Erkmenli Şükran ile evlendi. Mustafa ve Havvanur adlarında iki çocuğuyla Afyon'da yaşıyorlar...

    İkinci oğlu 1944 yılında doğdu, adını Ahmet koydular... Ahmet okula gidiyordu, dokuz yaşındaydı. Abisiyle arka arkaya koştukları arabalarda Bunar mevkiindeki tarlaya ters çekiyorlardı. Yakınlardan Yörüklerin deve kervanı geçiyordu. Bu ilginç görünüşlü hayvanlara bakacağım derken arabadan düştü, teker üstünden geçti. Orada can verdi...

    Garaömerin diğer oğlu Osman ise 1948 doğumlu... Macurali kızı Ümmühan ile, yani teyzesinin kızıyla evlendi. Rüstem ve Serpil adında bir oğluyla bir kızı oldu. Ümmühan Hanımın 1980'de vefatından sonra, Anıtkaya dışından Naciye Hanımla evlendi. Ömer, Fatih ve Meryem olmak üzere iki oğluyla bir kızı daha oldu. Büyük kızı Serpil, Buydeycigadir oğlu Alaaddin Dadak eşidir... Küçük kızı Meryem ise Anıtkaya dışına gelin oldu... Rüstem, Anıtkaya dışından Habibe ile evlendi; Ümmühan, Tuğba ve Tugay olmak üzere üç çocuğu Anıtkaya dışından evlendiler ve Afyon'da yaşıyorlar... Ömer, Afyon'dan Nazmiye ile evlendi. Ramazan, Osman, Emine ve Emin adlarında dört çocuğu var ve Afyon'da yaşıyorlar... Fatih ise Anıtkaya dışından Kudret ile evlendi, Osman adında bir oğlu var; Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    Dördüncü oğlu Adem, 1949 yılında doğdu. İdirizlerden Kelidiriz kızı Ayşe ile evlendi. Sevcihan, Nurcan, Emine ve Ömer adlarında üç kız ve bir oğlu oldu. (Beş yaşındayken 1977'de ölen Ömer adında bir oğlu daha vardı.) Ayşe Hanım 2001'de vefat etti. Kızları Sevcihan, Hacınınhasan oğlu Ahmet Çelik; Nurcan, Tokanorilerin İsmail Toka; Emine de Tekelilerin İbili oğlu Kadir Taşkın eşi oldular... Ömer, Eyüplerin Aşçıtahsin kızı Firdevs ile evlendi. Ayşe, Ravza ve Hiranur adlarında üç kızı var; Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    1954 Yılında, Körüslüoğlu küçük Ahmet arabanın altında kalıp vefat ettikten kırk gün sonra anası Emine Hanım bir erkek çocuk daha doğurmuş. Dolayısıyla bu taze çocuğa abisinin adını veriyorlar. Garaömerin Ahmet, Macuralinin kızı Hatice ile evlendi. Hem teyzesinin kızını aldı hem de Osman abisiyle bacanak oldular. Kerime, Ömer ve Soner olmak üzere bir kız ve iki oğlu oldu. Kerime, Anıtkaya dışından bir beyle evlenip İzmir'e gelin oldu. Ömer, Berberşükrü kızı Sultan ile evlendi. Melike, Sultannur ve Hatice adlarında üç kızı var, Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    Körüslüğlu Mustafa'nın küçük oğlu Garaömer, 1979 yılında vefat etti. Eşi Emine Hanım kocasından otuzaltı yıl sonra, 2015'te öldü...


    Osman 

    Osman 1886 doğumlu. Kinislerden Dınali kızı Ayşe ile evlendi. İzzet adında bir oğulları vardı. Kardeşleri gibi Osman da Cihan Harbinde Çanakkale cephesinde çarpışıyordu. Anafartalar'da feci çarpışmalar oluyordu. 12 Haziran 1915 günü kafası kopuyor, bulamıyorlar. Eğretli bir arkadaşı boyunbağından teşhis edebiliyor...

    Yanında oğlu İzzet tay olduğu halde dul eşi Ayşe, Emirdağlı bir Yörükle evlendi. Bu arada küçük İzzet vefat etti. Akömerin Terzi İzzet Kök'ün adı onun hatırasına konulduğu düşünülüyor... 

    ***

    Şimdi tekrar geriye dönüp o felaket günlerine bakalım...

    Daha savaş başlamadan Baba Körüslüoğlu Ömer vefat ediyor. Savaş başladıktan sonra da şehit haberleri ardı ardına geliyor. İlki büyük oğul Mehmet, 6 Haziran 1915 Keçideresi...  Sonra küçük oğul Ahmet, 19 Eylül 1915'te Seddülbahir... Daha çocuk denecek yaştayken şehit düşüyor. Ali Eğret'te şehit oluyor; hava değişimine geldiğinde çoktan solmuş zaten, birkaç gün sonra tamamen kuruyor. Sonra Mustafa'nın şehadet haberi geliyor. Mutlaka hepsinin bir kahramanlık destanı vardır; ama dediklerine göre Osman'ınki çok feci. Anafartalar muharebelerinde 12 Haziran'da Kafası kopuyor, bulamıyorlar. Eğretli bir arkadaşı boyunbağından teşhis edebiliyor. Akif sanki şu dizeleri O'nun için söylemiş:
    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak;
    Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

    Bununla kalsa iyi; Körüslüoğlu Ömer'in en küçük çocuğu, kızı Hatice bu hengamede vefat ediyor. Daha hayatının baharındayken, çeyiz düzüyorken... Bir Dünya Savaşında, Eğretli bir ailenin de dünyası kararmış oluyor. 

    Kızı da vefat ettikten sonra, 'Faddik Nine' dedikleri anaları Fatma, şu ağıdı yakıyor:
        Mehmetim mi deyen ağlıyen, 
        Mısdığım mı deyen ağlıyen!
        Ahmetim mi deyen ağlıyen,
        Osmanım mı deyen ağlıyen!
        Alim mi deyen ağlıyen,
        Salma saçlı Hatcam mı deyen ağlıyen!

    Bütün bunlara dayanamayan Fatma Hanım da kısa bir süre sonra vefat ediyor. Bu haldeyken bir de Yunan işgali yaşanınca, o koca sürüden geriye bir şey kalmıyor...

    'Körüsler' deyince Körslüler denmek istendiğini ve yukarıda belirtilenlerin tamamı kastedildiği unutmamalı. Ak Ömer ve Kara Ömer'den sonra onun oğullarının her birinin bir Ömer'i oluyor. İşte bu Ömer Kök'ler, Körüslüoğlu Ömer yadigarıdır. 1934 Soyadı Kanunu sonrası Körüslüoğlu çocukları KÖK soy ismini aldılar...



15 Kasım 2021

Ekmek Üstü

    Biz okullu olduğumuz zamanlarda ikinci teneffüs uzun tutulurdu. O arada koşa koşa eve varır bir dilim ekmeğin üzerine birşeyler sürer/sürdürür onu yiye yiye geri dönerdik. Okulun kapısından girerken zilin sesi gelir, biz de bu sırada elimizdekini bitirmiş olurduk. İki ders gördüğümüz cumartesiler haricinde, okul olduğu her gün tekrar ettiğimiz bir şeydi. Belki de o tenefüs bunun için daha uzundu.

    Okulda olmadığımız zamanlarda oyunu kesmemek için de aynı şeyi yapardık. Gerçi bize kalsa, acımızdan ölsek bile oyunu bırakıp yemeyle uğraşacak değildik; ama en azından "Al elinde ye madem" diye elimize bir dilim ekmek tutuştururlardı. İşte o bir dilim ekmeğe neler sürülürdü o vakitler, ona bakalım.

    Hatırladıklarım içinde en eskisi haşeş yağıydı. Demek ki ekmeğin gözeneklerinden akmıyordu, bildiğin o vakit yemek yağı olarak kullanılan yağdı bu. İçinde pek seyrek haşhaş tortusu bulunsa da sıvı yağdı. Belki de akıyor; fakat biz önemsemiyorduk. Anlatması güç, çok farklı bir lezzeti vardı. Tuzlumsu bir kekre damakta kalır, hiç rahatsız etmezdi. "Şuna benziyordu" diyemeyeceğim kendine has bir tat idi.

     Haşhaş yağı hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyormuş, biz o zaman bunun farkedemezdik. Bir başka ekmek üstü lezzeti ise yoğurttu. Süzülmüş, kıvama ermiş kese yoğurdu hem kolay sürülür he de oldukça kalın tutulabilir. Bir yandan oyununu oynar, bir yandan yoğurtlu ekmekten ısırık alırsın. Yoğurdun olmayacağı zamanlar için saklanan keş de sürülebilirdi ekmek dilimi üzerine. Kese yoğurduna göre daha sert ve tuzludur; ama onun da kendine göre ayrı bir tadı vardır.

    Toz şekerin de lüks sayıldığı dönemler miydi acaba; pancar ektiği için evinde çuval çuval şeker bulunan çocukların ekmekleri şekerli olurdu. Dilim ekmeğin üzerine toz şeker serpilir, dökülmesin diye de şeker üzerine su damzırılırdı. Hafiften erimeye başlasa da şeker, ısırdıkça ağızda gacır gucur ses çıkaracak kadar sertliğini muhafaza ederdi. Bunun da kendince ayrı bir tadı vardı bizim için.

    Sonbaharda gabıcaklarla Antep pekmezi gelirdi. Kıvamı artırılmış, belki biraz katılaştırılmış bu pekmeze ağda denirdi. Her şeyin yanında yenebilen harika katıklardan biriydi. Onu en çok ekmek diliminin üstündeki haliyle severdim. Hele bir de kalın bir katman şeklinde sürürlürse...

    Margarinler hayatımıza yeni giriyordu. Çok çeşitli markalar vardı, hepsine birden margarin değil de "sanayağı" derdik. Sıcak, soğuk ekmeklerimize sürülürdü. Onun bulunmadığı zamanlarda donyağı sürerdik ama pek yinsel olmazdı. 

    Saydığım çeşitlerin hepsinde pratik olarak ekmek diliminin üzerine ne sürülecekse sürülür ve yenirdi. Başka türlüsü uzun sürerdi ve oyunu yarım bıraktıracak kadar gerekli olamazdı. Fakat önceden hazırlanmış böyle elimize alabileceğimiz ekmeküstüne de hayır demezdik. Uzun sürmesinin sebebi de ekmeğin ısıtılmasıydı, o kadar yani. Bunu bile bekleyemeyecek kadar önemli olan şey ne olabilir? Çocuk için her türlü sokak oyunu.

    Mahalle fırınına tepsiyle sürülen bir haşhaşlı ekmek var, ondan başlayalım. Mümkünse haşhaş yağına, o yok ise sıvı yağa bir parça sürtülmüş haşhaş katılarak karıştırılır. Elde edilen karışım ekmek dilimlerine sürülerek fırına konulur. Beş dakika sonra alırsın, hazırdır. Müthiş bir lezzettir. Bir ekmeği sekize bölerek elde edilen dilimlere sürülürse biraz kalın düşer, yemesi zor olur. Neylersin ki genelde böyle dilimlerler ekmeği.

    Bir de haşhaşlı ekmeğin sadesi, tuz/biberlisi var. Dilimlenen ekmekler hafif ıslatılarak tuz ve biber ekilip fırına sürülür. Aynı sürede pişer. Cingen böreğini fırına sürme zorunluluğu yok. Sobada veya közde gevrettiğin ekmeği ıslatıp tuzlarsın, bu kadar. Bütün bunlar pratik olarak karın doyurmaya yarayan çocukluğumuzun ekmek üstü lezzetleriydi.

    Üstüne bir şey sürülüp ekilmediği için ekmek üstü grubuna girmez; lakin burada ondan bahsetmezsem haksızlık etmiş olurum. Bu yüzden kıtırdak en sona kaldı. Dilimlenen ekmekler sobada, guzinede, fırında tamamıyle kurutulur. Kemik gibi sertleşir, bir o kadar da kırılgandır. Isırıldığında "kıt!" diye kırılır, ve ağızda hemen ufalanır. Çıkan bu sesten dolayı kıtırdak adı verilmiştir. Bayatlamasını engellemek, uzun süre saklamak ve de zevkle kıtırdatıp yemek için kıtırdak yaparlardı. Oyun sırasında cebinden kıtırdak çıkarıp kıtırdatanları bilirim.

    Çokokrem, fındık kreması, fıstık ezmesi ve daha bilmem neler yoktu o zamanlar. İşte bunlar vardı. Şimdi onlardan biri, bir dilim ekmeğin üzerinde karşıma çıksa, eski tadı alır mıyım acep?


13 Kasım 2021

Hamıraşı Kesme

     Kadınların kış hazırlıkları içinde sayılabilir. Tarhana karma, bulgur kaynatma gibi bir iştir yani. Hani evde yapılan makarnaya çoğu yerde erişte deniyor ya, Anıtkaya'da buna evelevelden hamıraşı deniliyor. Çok hoşuma giden manidar Türkçe kelimelerden biridir. Aslı hamur olan bir yemeğe isim vermek istense daha ne denilir ki!

    Tek başına yapılabilecek bir iş değildir, hamıraşı kesmek. Yok, önceden unu eleyip hamuru yoğurup hazırlama işi tek başına yapılır; ama sonrası can sıkıcıdır, bir başına çekilmez. Öyle olunca komşu kadınlar toplanıp sırayla her gün birinin hamıraşını keserler; Bugün bana, yarın sana. 

    Günümüz şartlarında düşünülünce bu söylediklerim anlamsız gelebilir. Öyle ya şimdi, bi bişirimlik bilemedin azıcık fazla kesip hallediyorlar. Eskiden böyle değil; bir defa aileler çok kalabalık, yemek çeşidi çok az. Onun için yaptığın şeyi çok yapacaksın. İkincisi, bir kez daha bu kapsamda bir hazırlık fırsatı bulunamayabilir; hazır girişmişken bir yıl yetecek kadar kesilmeliydi.

    Hamıraşı kesmede bu nöbetleşe çalışma bir organizasyon gerektirmezdi. Yardım çağrısına da gerek yoktu. Bundan haberdar olup da eli boş olan kadınlardan bıçağını kapan gelirdi. Evin hanımı tek başına hazırlık yaparken teknede hamuru görsen, "Nasıl hakından gelecek bunun?" dersin; şaşkınlığın ancak eli bıçaklı kadınlar toplanınca gider. 

    İşin büyük çoğunluğu tabla üstünde olup biter. Tablanın birisinde esıranla bezeler kesilir. Bir açımlık hamur parçasına beze denir. Diğer bir tablada okluğeç ile açılırlar. Yeterli inceliğe ulaştığı düşünülen hamur, son dolamada açılmadan okluğeç son ve büyük tablaya uzatılır. Üzerine dolalı hamur, bıçakla yatay bir biçimde kesilerek çıkarılır; böylece 5-6 katlı bir hamur katmanı elde edilmiştir. Göz kararı bir ölçüyle enlemesine o hamurlar tekrar parçalanır. Ölçüdeki en, hamıraşının uzunluğu kadardır. Elde edilen şey, kesilmeye hazır kat kat hamur dizisidir.

    Son durak tablasının çevresine oturmuş kadınlar, otomatikleşen hareketlerle kesmeye başlarlar. Bir eliyle bıçağı hamura bastırarak sürterken, hamur dizisini kavramış diğer elinin parmak uçları iki milim kadar geri çekilir. Her bıçak darbesinde bu geri çekilme ne eksik ne fazla, aynı miktarda olmak üzere tekrarlanır. Onlar için o kadar sıradan işi görsen "Aha şimdi parmağını kesecek!" diye ödün çıkar. Oysa onlar o kadar rahattırlar ki, belki de o rahatlık sayesinde kazaya uğramazlar.

    İşin bu görsel seyrinin ötesinde, pek farkedilmeyen bir de doğal fon müziği oluşur. Bıçak hamura değdiğinde boğuk bir ses, 'vırd'; hemen ardından tablaya temasıyla daha sert yeni bir ses 'tık'... Hamur parçası bitene kadar, ara vermeden devam eden bu sesler kendince bir ritim tutturur: 'vırd-tık! vırd-tık! vırd-tık!'... Şimdi, tablanın etrafında dört kesici var diyelim; her birinin bıçağından çıkan ses tonu farklı, her birinin bıçak darbesindeki şiddet farklı ise... Her bıçağın 'vırd-tık!'ı farklı olacaktır. Ortaya kendiliğinden bir armoni çıkmaz mı? Bir de yan tabladaki oklava hamur açarken çıkan ses...

    Dikkatimi çeken hususlardan birisi de bol uğra kullanımıdır. Hem hamurlar açılırken, hem de kesilirken tablaya durmadan uğra serpilir. Hamur, tablaya ve oklavaya yapışmamalıdır. Ayrıca dolanırken de katları birbirine yapışmamalıdır. Hatta kesilen hamıraşı parçaları da yine uğrayla oğculanır ki bıçağın değdiği yüzeyler uğrasız olduğu için yapışmasın. Kesilip uğralanan hamıraşıları, diğerleri de kesilene kadar mendile alınıp dinlendirilirler.

    Kesilecek hamur kalmadığında hamıraşı kesme sona ermiştir. Bundan sonrası fırında kurutmadır. Ona geçmeden önce yardıma gelen kadınların karnını doyurmak gerekir. Yapılan iş ne ise, yenecek şey de aynı cinsten olmalıdır. Henüz kurutulmamış taze hamıraşından bahsediyorum. Sırf orada yemek için kare biçimli özel kesim hamıraşı önceden birisi tarafından hazırlanır. Bu çeşit hamıraşına parafa denir. Bolca yoğurt, peynir veya kaymakla karıştırılarak bir güzel yenir. (Bilmeyenler için; kaymak kavrulduktan sonra, rengi kızıllaşınca hamıraşına dökülmelidir.)

    Mahalle fırınında kara tepsilerle kurutulurken, fırının oduna dikkat edilir. Maksat hamıraşını pişirmek değil, kurutmaktır. Geneli saman rengi, arada birkaçı açık kahverengi durumuna geldiğinde kurumuş demektir. Artık uzun süre bozulmadan saklanabilecektir. Kış hazırlığı dendiğine bakmayın, hamıraşı tıpkı bulgur gibi, tarhana gibi yılın her gününde yenebilen bir yemektir. 

    Bundan birkaç onyıl önce Anıtkaya'da, ataerkil kalabalık bir ailenin odasında akşam vakti. Alışkanlık olduğu üzere evin bütün erkekleri, çocuklar da dahil odada yiyor akşam yemeğini. O gün bir de misafir var. Sofraya koca bir tepsiyle hamıraşı geliyor. Hücum emrini almış gibi millet kaşıklarla bir saldırış saldırıyor ki takırtı dinelip kalıyor. Sonradan misafir demiş: "Öyle bir gürültü koptu ki, aligopder geçiyo sandım."


12 Kasım 2021

Manne

    Bir eski zaman oyunu da mannedir. Araç gereç istemez, her yerde bulunabilecek taşlarla oynanır. Bir de top lazım tabi. Biz ettop denilen içi dolu, nispeten ağır lastik toplarla oynardık. Avuç içine sığacak büyüklükte olduğundan rahat atış yapılırdı. Daha sonra büyük; ama içi hava dolu olduğundan hafif naylon toplarla da oynadık. Önceki nesiller için bu toplar da lüks olduğundan onlar topu kendileri imal ederlermiş. İnsan saçı veya hayvan kıllarını yakarak yuvarlar, bir topak haline getirip oynarlarmış. Veya çapıtları birbiri üzerine dolayıp bağlarlar ve kendi toplarını üretirlermiş. Bu yüzden tüm eski zaman oyunlarında olduğu gibi manne de ekstra oyuncak istemeyen bir oyun.

    Çeşitli büyüklükte 8-10 tane taş lazım. (Tam olarak taş sayısını hatırlayamadım.) Kayrak gibi yassı; fakat çok da ağır olmayanlardan. Ayrıyeten çok düzgün de olmasınlar, mümkünse azıcık lingirdekleri tercih edilmeli. Bu tarife kiremit kırıkları uyabilir. Oyun kurallarını söyleyince bu taşların biçiminin önemi daha iyi anlaşılacak.

    Karşılıklı iki takımla oynanıyor. Yere bir daire çizilir. Dairenin içine elimizdeki taşlar üstüste dizilecek. En büyük ve en ağır olanı altta olmak üzere, sırayla bir kule gibi dizilmelidir; ancak taşlar arasında hiyerarşi gözetilmez, istediğin sırayla dizebilirsin. 8-10 adım ileriye de düzgün bir atış çizgisi çizilir. Buradan kule gibi dizili taşlara topla atış yapılacak. Atış yapan takımın ilk amacı taş dizisini yıkmaktır. Diğer takım bu arada kulenin yanında bekler. Başlangıçta atış yapacak takım tabi ki sayışmaca ile belirlenir.

    Atış çizgisinin ardındaki takım oyuncuları sırayla atışlarını yaparlar. Her oyuncunun bir atış hakkı vardır. Bütün takımın atışları sonucunda, en alttaki ana taşın üstündeki taşların tamamı yıkılamazsa atış hakkı diğer takıma geçer. Taşlar yıkılırsa bu elin ikinci etabı başlar. Şimdi artık nihai amaç, yıkılan taşları tekrar üstüste dizmektir. Fakat bu o kadar kolay olmayabilir. Bir defa rakip takımın amacı da buna engel olmaktır. Bunun için elindeki silahla (top) taş dizmeyi hedefleyen oyuncuları vurmak ister. Vurulan oyuncu oyundışı sayılır ve taş dizme hakkını kaybeder. Bir oyuncu vurulsa bile takım arkadaşlarına vakit kazandırabilir. Üzerine atılan topu tutmak ister, tutabilirse hem oyunda kalır hem de daha uzağa atma hakkı vardır, rakip takım o topu getirene kadar kendileri taş dizimini bitirebilir. Yok topu tutamamış olsa dahi arkadaşları bu arada birkaç kat taş çıkmış olur.

    Bu arada topla oyuncu vurmaya çalışan takım, topu dikkatli kullanmalıdır. Topu taşıyamaz, ancak havadan paslaşarak rakibe yaklaştırabilir, en uygun pozisyonda bulunan da rakip oyuncuyu vurmak ister. Çok şiddetli bir atış yaparsa, vuramadığında top uzaklaşacağından karşı takım taş dizimini tamamlayabilir. Yavaş atarsa da karşı oyuncu tutabilir, bunun için topu verimli kullanmalıdırlar.

    Beri yanda taş dizecek oyuncular hem soğukkanlı olmalı hem de hızlı hareket etmelidir. Yavaş hareket vurulmaya sebeptir, hızlı hareket edersen taşları dengeli koyamadığın için tekrar yıkılır. Bir oyunda defalarca taş dizmek zorunda kalabilirsin. Bütün takım arkadaşların vurulup oyundışı kalsa, sen tek başına bile taş dizimini bitirebilirsin. Bunu başarırsan o eli kazanıp takım olarak bir sayı almış olursunuz. Eğer taş dizimini tamamlayamadan oyuncuların  tamamı vurulursa, sayı karşı takımındır. Atış hakkı sayıyı kazanan takımda olmak üzere oyuna devam edilir. Kaçta biteceği önceden belirlendiğine göre, o rakama ulaşan takım galip gelir.

    Oyun içinde takımlar birbirlerine üstünlük sağlamak için çeşitli taktikler geliştirebilir. Mesela, en iyi taş dizici olarak belirlediği bir oyuncuya siper olarak onun rahatça dizmesini sağlayabilirler. Muhafaza altına aldıkları bu arkadaşlarına top isabeti imkanı vermezler, "vurulursak biz vurulalım" diye düşünürler. Lakin rakip takım da buna bir karşı taktik geliştirebilir; Onların yanına dikecekleri bir oyuncularına pas atarak, koruma çemberindeki taş diziciyi üstteki boşluktan vurabilir. Her ne olursa olsun, dikkat, el çabukluğu, soğukkanlılık, beceri önemlidir bu oyunda.

    Atmak, tutmak, koşmak, çıkmak, vurmak, yıkmak, yapmak... Anlaşılacağı üzere bu kadar aksiyon için geniş alanlar lazım. Dar ve kapalı yerlerde böyle oyunlar oynansa da zevk vermez. Geçerliliğini yitirmesinin bir sebebi de bu olmalı.

    Taşları önceden devirip sonrasında tekrar dizerek kuleyi tamamlayan kişi "manne!" diye bağırır. Bu, bitirdiğinin işaretidir. Ne anlama geldiği meçhul olan bu söz, bir dönem Anıtkaya'da oynadığımız oyunun da adı olarak kalmış.


10 Kasım 2021

Eğret Çayı

    Eğret Çayı demek büyük ölçüde Buñar demektir; çünkü çayın kaynağı burasıdır. Sonradan yapılan havuzun tam ortalarından bülken sular, çayın ana suyudur. Sonradan kendisine eklemlenen çeşme suları onu zenginleştiriyor mu, yoksa çay onların taşıyıcısı mı oluyor, orası biraz karışık. Buñar'dan yola çıkan su kayıpsız olarak menziline ulaşsa Eğret Çayının hacmi daha bir büyük olurdu, o da ayrı bir durum. Yine de bütün küçüklüğüne rağmen kendi çapında kuvvetli bir sudur.

    Tahrir Defterlerinde Eğret köyündeki iki değirmenden söz ediliyor. İki değirmen çevirecek su elbette kuvvetli bir dere olmalıdır. Eğret'te Buñar'dan başka böyle bir su kaynağınıın bilgisi yok. Buñar ve Eğret Çayı'nın tarihine dair bu bilgi bir ipucu kabul edilebilir. Kayıtlı değirmenlerin tam olarak yeriyle ilgili bilgimiz de yok; ancak çaya uzak olmadıkları kesindir. Çay yatağının 5-6 asırda çok fazla değişmiş olacağını da düşünmüyorum. Bu dere yatağının yanlarında bir yerlerde değirmenler çalışıyormuştur. Büzüğaliniñ Guyu yakınlarında küçük bir göllenme ve doğal baraj oluşup, dolap çevirmeye uygun bir hal aldığı ve bir değirmenin burada kurulduğuna dair iz kabul edilebilecek kalıntılara rastlandığı söyleniyor. İkinci değirmen için bir yer tahmini yok malesef.

    Çay yatağının günümüz pozisyonunu tespit edelim. Buñar'dan güneybatı istikametine çıkış, sağa dönüp kuzeybatıya yönelme, Bük bölgesinde sağ-sol ile aynı istikamette devam, Gatçayır denginden kuzeye kıvrılıp Üyükaltından devam, Çayırlar mevkiinde Sususzosmaniye yönünden gelen su ile birleşip Cumalı'ya yönelme, bundan sonraki adıyla Cumalı Çayı olarak Hacıbeyli'de büyüyüp kuzeydoğuya dönme ve Porsuk'a katılım.

    Yukarıda verilen Eğret Çayı güzergahı konusunda farklı bir görüş daha var. Cumalı'ya kadarki kısmı aynen geçerli. Bundan sonra Cumalı'dan beslenip büyüyerek kuzeydoğuya değil doğuya yöneliyor. Adı da değişmeyip Eğret Çayı olarak kalıyor. Gazlıgöl vadisine gelince oradaki sularla birleşip tamamen güneye dönüyor ve varıp Akarçay'a dökülüyor.

    Bizi ilgilendiren tarafı (dere, çay, ne derseniz deyin) onun Eğret'i ihya etmiş olmasıdır. Geçmişte üzerine değirmenler yapılmış, o gün için bunun ne kadar önemli olduğu takdir edilebilir. Geçen yüzyılda sulama amaçlı kullanıldı. Bunun için önce DSİ tarafından kanal açılarak bir yatak belirlendi. Bu yatak Buñar'dan başlayarak yaklaşık 3 km mesafeye kadar devam etti. Kanal üzerine setler inşa ederek yanlardan küçük sulama kanallarına yol verildi. Bir dönem salma sulama yöntemi için Eğret Çayı kullanıldı.

    Köyün atık sularını taşıyıp  genel temizliğe yaptığı katkı başka bir husus. Kanalizasyon düzeneği kurulduktan sonra o da dereye akıtıldı, bir noktaya kadar dere pis aktı; ama yine de bu bile Eğret Çayı'nı öldüremedi. Bir dönem de kenarına yapılan Çay/Esbaplık/Çamaşırhane ile yine genel temizlik konusunda büyük işleve sahip oldu. 

    Kaynağını oluşturan Buñar'ın gördüğü işler ise ayrı bir başlıkta ele alınmayı hak eder boyutta. Dene yıkama, kilim keçe yıkama, esbap yıkama bunlardan bazıları. Buradaki büyük havuz 1970 başlarında yapılmış. Ondan önce tamamen doğal bir pınar görünümü varmış. Bir asır önceki fotoğraflarda Buñar bölgesindeki göllenme apaçık görünüyor. Çay yatağı da insan müdahalesi olmadığı için çoğu yerinde göllenmelere sebep oluyormuş. Kilci'nin Nail'in yeni yaptığı evlerin civarı hep gölet gibi görünüyor eski resimlerde.

    Dere çevresi uzun süre büyük bölümüyle çayır olarak kalmış.  Çayırların bozularak tarla/bahçe yapılması yenilerde oluyor. Yani dere, etrafını sürekli suyuyla besliyor. Söğüt gövdelerinin büyüklüğünden de anlaşılıyor ki eskiden beri Eğret'in yeşillik sebebi kenarında kıvrılan deredir. Onun en az ellişer metre iki yanından kuzeye doğru çıkan yeşil hat uzay fotoğraflarından bile rahatça görünebilir. Eğret'in hayat kaynağı deme sebebim bu.

    Ağaçlardan oluşan yeşil görüntü bir müddet daha devam eder, o kadar... Ama birkaç nesil sonraki Eğretliler büyük ihtimal bu manzarayı göremeyecekler; çünkü onu sağlayan Eğret Çayı artık yok. Kurudu... Onu besleyen Buñar kurudu çünkü. Allah bir kıyak geçip Buñar'ı bize iade ederse o başka tabii...

 

09 Kasım 2021

Eski Mezar Taşları

    Bir asır öncesinin Eğret'ine dair iki fotoğrafta eski mezarlığın batı tarafındaki iki ucu görünüyordu. Siluet olarak bugünün tıpkısı gibi bir görüntü. Mezar taşlarındaki çeşitlilik de aynı. Yeni mezarlığa geçeli beri, neredeyse 30 yıldır defin yapılmıyor. Haliyle mezarlık ziyaretleri de artık yeni mezarlığa yapıldığı için eskisi tamamen terkedilmiş gibi. Kandil ve bayram ziyaretlerinde eskilerden tek tük ziyaretçi çıkıyor. 

    Geçenlerde benim de yolum düştü, epeyce dolaştım. Her kabristanın havası ağırdır; ama buradaki hüzün değişik gibi geldi bana. Taşlar, altındaki sahiplerinin temsilcisi olarak dile gelmiş gibiydiler. Onlar sükut diliyle anlattı, ben işitmediğim seslerini dinledim; bir garip iletişim oluştu aramızda. Sonra gözüm taşların biçimine değdi, iletişim fonetikten görsele döndü. Taşları biçimsel de olsa anlatmak vacip oldu.

     Eski mezarlığın köy ile aynı yaşta olduğunu bir kez daha belirtmekte fayda var. Diyelim ki geçmişin kapıları açıldı ve her kuşağı temsilen bir kişinin yanımıza gelmesi istendi. En az 30 farklı kılık ve kıyafetteki zat toplanmış olurdu. İşte, mezarlıktaki taşlar da her kuşağın zihniyetini yansıtan farklı biçim ve boyuttaydılar. Gerçi eski Osmanlı mezar taşlarındaki statü göstergesi detaylı sanatsal taş değiller; ama yine de kendi çapında bir çeşitliliğe sahip olduğu kesin.

    Bunlardan bazısı, hala ölüme direniyormuş edasında dimdik duruyor; bazısı da yenilmiş, yüzüstü yere kapaklanmış. Diğer bazısı da mücadeleyi sürdürüyor; ama pes etmeye daha yakın gibi, kırkbeş derecelik bir açıyla iki arada bir derede.

    Bazıları güdük kalmış, belki buzdağı gibi gövdesinin büyük kısmı yeraltında. Bazısı da alabildiğine uzun, selvi boylu. Bir kısmı göbekli, diğer bir kısmı da hem göbekli hem heybetli.

    Taşların büyük çoğunluğu doğal. Nereden bulunduysa olduğu gibi getirilip dikilmiş, hiç bir işleme tabi tutulmamış. Herhalde büyük olmasına dikkat etmişler, o kadar. Bunlardan bazıları hem enine hem boyuna büyük, heyula gibi. Bir kısmı da uzun boylu. Hele bir de kendiliğinden ilginç biçim kazanmış olanları var; üzerinde minik tüneller oluşanı mı ararsın, karanlık mağarası olanı mı... İlistire dönmüş delik deşik olanı da var, işkembe yüzeyi gibi pütürlü olanı da... Tabi bazıları da yasyalabık, koca bir kayrak getirilip dikilmiş. Renk olarak da tam bir cümbüş: Gökcül, kahverengi, samanrengi, gri, akcıl, kara, kızıl... Bunlar doğal olanlar, işlem görmemişler, yontulmamışlar.

    Bazı kaba taşlar yontularak biçimlendirilmiş. Kendine göre bir biçime sokularak dikilmiş. Bunlardan bir kısmının yüzüne kitabe kazınmış. Yazılardan eski harfli olanlar da var, yeni yazıyla yazılanlar da. Oyularak veya kabartma biçiminde oluşturulan bu yazıların çoğunluğu tahrip olmuş; ama hala okunabilenler var. Yazılı kısmı beline kadar toprağa göçmüş olanlar da bulunuyor. Yazılardaki tahribata iklim şartları, yosunlanma ve taş kalitesizliği sebep olmuş görünüyor. 

    Bir de antik kalıntı olduğu besbelli mezar taşları var. Kim bilir hangi medeniyetin kalıntılarından getirildiler. Zira bizde mermer sütun kullanımı bildiğim kadarıyla yok. Mezartaşı için özel mermer kesecek değiller. Bunlara devşirme taş diyor arkeologlar. 1960'taki Kervansaray tamirinde, taçkapı eksik sütunları buradan tamamlanmış. 10-15 tane daha var görünen. Yer üstündeki kısmı 1,5 metre olan bir mermer direk öylece dengede durabilmesi için yeraltında en az 2 metre köke sahip olmalı. Bu da yaklaşık 3 metrelik bir sütun demektir. Demek ki bu çevre antik kalıntılar bakımından da zengin. Neyse konuyu dağıtıyoruz...

    Bir kaç tane de lahit biçimi verilmiş mezar var. Bunlar antik mermer lahitlerden değil. Buraların taşından oyulmuş gibi. Yalnız lahit-mezar üzerine taşlar dikilmiş ki bunlar o mezar üstünde çok eğreti duruyor. Taş ile mezarın uyumsuzluğu apaçık ortada. Taşlarda köy ahalisinden olduğu belli kabir sahibini gösteren yazılar okunabiliyor. Öyleyse alttaki lahit-mezarlar başka yerden getirilmiş olmalı.

    Mermercilerin yeni tip yaptığı mezar taşlarından da var eski mezarlıkta. Eski bir kabire yenden dikilmişler belli ki. Şu yenilikleriyle buraya hiç yakışmıyorlar; ama mevtanın kimliğini açıkladıkları için de çok faydalılar.

    Ne kadar eski olursa olsun eski kabristanı hayatımızdan çıkarmamalıyız. Yanından bir yabancı gibi geçip gitmemeli, arada sırada da olsa ziyaret edip sakinleriyle sohbet etmeliyiz. Sohbet ille de konuşarak yapılmaz.


Eski Zaman Şifacıları

    Tıp henüz bizim köye gelecek kadar yaygınlaşmamışken, Sağlık Ocağı filan olmadığı zamanlarda insanlar hastalıklarına nasıl derman arıyorlardı. Şifayı nerede buluyorlar ve tedaviyi nasıl oluyorlardı? Yine kendi içlerinde hallediyorlardı çoğu şeyi. Belli rahatsızlıkları iyileştiren, onun ocağı olan, atalarından el almış kimseler bu işin ehli olarak bilinir ve onların tedavisine başvurulurdu. Onlar teşhisi koyar, okur, üfler, tükürür, tutar ve "Benim elim değil Fadime Anamızın eli" deyip Hz. Fatma'yı da aracı yaparak şifayı Allah'a havale eder ve tedaviyi tamamlardı. Bir kaç seans gerekiyorsa, sonraki seans için randevuyu verip tedavi sürecini uzattığı vakitler de olurdu. Hatırımda kaldığı kadarıyla Eğret'te aşağıdaki hastalık tedavileri yapılıyordu.

    Temire cizdirme:
    Genelde el üzerinde oluşan temire zamanla büyüyen bir deri hastalığı. Bakteri, mikrop, dezenfekte gibi hususların yabancısı olduğumuz zamanlar. Dolayısıyla tedavi de doktorla kremle değil kendi yöntemlerimizle yapılırdı. Ocağını bulup cizdireceksin, bilinen tek ve kesin tedavi bu idi. Benim bildiğim Sıntır Irmızanı (Ramazan Sımsıkı)nın eliydi. Belki bilmediğim başkaları da varmıştır. Zamanında cizdirmezsen leke şeklindeki hastalıklı temire alanı genişler. Bir tükenmez kalemle temirenin çevresini çizerdi, böylece çember içine alınan temirenin genişlemesi durdurulur adeta o çembere hapsedilmiş olurdu. Gelişimi durduğu için zamanla kendi kendine kurur, yok olurdu. Çizme sırasında birşeyler okur muydu, temreye üfürür veya tükürür müydü o kadarını hatırlamıyorum. Belki basit bir pêriz verirdi ondan da emin değilim; ama temirenin kesin tedavisi bu idi, tecrübe ettim. Çizerken kullandığı tükenmez kalem kırmızı ise, çizilen yer kanıyormuş sanırdın. Bu iş için yanında kalem bulundurmazdı ki, o sırada nasıl bir kalem varsa onunla çizerdi.
    
    Diş yaktırma Tüküttürme:
    Bebeklerde ağıziçi rahatsızlığı sık görülürdü. Çocuk ememez, yutkunamaz, dilini kullanamaz. Ağız suyunu yutamadığı için sürekli göğüslüğünü ıslatır. Açlık ve derdini anlatamama sebebiyle sürekli mızılar. Böyle bir durum için köyde iki ocak vardı. Birisi ninemdi, yaptıklarını ayrıntılı gözleme imkanım oldu. Okuyup duasını ettikten sonra çığırtılar arasında çocuğun ağzına üç kere tükürürdü. Tuhaf görünen bu tedavi biçiminde gerçek bir tükürmeden söz edilemez. Sadece tü tü diye ses çıkar, o kadar; fakat neylersin, o derdin devası da bu.
    Bir başka ocakta ise haşhaş taşında sürtülen toz şekere okunur üflenir, sonra hasta çocuğun ağzına belli aralıklarla atılmak üzere verilir. Bu yöntem ağzı bereli çocuklar için en zararsız tedavi yoludur.

    Büyüklerdeki ağız hastlalığı diş eti rahatsızlığı biçiminde görünürdü. O vakit tükürme iş görmez, yakma devreye girer, buna diş yakma denir. Kızgın demirle diş etlerini yakmak işkence etmek gibi görünebilir; ama dişleri yakılan çok kişi gördüm, hiçbiri de canı yanmış gibi durmuyordu. Kızgın külde, odun közünde veya alevde ısıtılan demir (genelde esıran sapı) ele sürülerek sıcaklık ayarı yapılır. Uygun dereceye düştüğü anlaşılınca alt ve üst diş etlerine sürülür. Tamamının yakılmasıyla işlem sonra erer. Tabi bu esnada demir 5-6 kez kızdırılır. Yakıcı hastaya sorar: "hozleşiyo mu?" Eğer hastanın canı yanmadığı, aksine tatlı bir kaşıntı hasıl olduğuna dair bir cevap alınırsa "tamam, bizim elimiz" denir. Hozleşme (hoşlanma) bunun işaretidir ve iyileşmenin başladığını gösterir. Değilse, "Bunun şifası bizde değil Doğulâ'da" denilerek hasta Doğular'a yönlendirilir. (Sanırım Kütahya'nın Doğalar köyü kastediliyor.) Doğular merkezli dutma ise köyde Vahit Yola'nın anası tarafından yapılıyordu. Hem çocuk hem de yetişkin hastalara bakar, kendi eliyse dua edip üflerdi. Özellikle cumartesi günleri çevre köylerden diş yaktırmaya ve dutdurmaya gelenler olurdu.

    Diş çekimi ise bambaşka bir olaydı, özel bir kerpiden gerekiyordu. Tabi bir de ustalık. Berberüseyin (Hüseyin Sağlam) bu işin ustasıydı. Acaba bir de Kelapdılla (Abdullah Sancak) mı çekiyordu. Neyse, Berber Hüseyin kerpeden ucuyla dişlere sırayla vurur, " Bu mu, bu mu?" diye ağrıyan dişi tespit ettikten sonra bir çırpıda ganırtıp çekerdi. Acımaz olur mu, elbette çok acırdı; fakat azı dişi çektirmekten başka çare yoktu. Öndeki dişleri kendimiz de çekip çıkarabilirdik, lakin bu başka. Dişçi Ali (Saki)den önce bu işi hep berberler yaparmış.

    Boğaz İnmesi:
    Çoğunlukla çocuklarda görülen boğaz bölgesindeki rahatsızlıklara o günün şartlarında 'boğaz inmesi' derlerdi. Şimdi bademcik şişmesine benzer bir durum oluşurdu. Bunun tedavisi de inen boğazı kaldırıp yerine oturtmak şeklinde yapılırdı. 
    Ayrıntı gerekirse... Boyun, boyun kökünden çeneye doğru iki elle ovularak yumuşatılır. Kıvama geldikten sonra bir elin iki parmağı üst çeneyi damağa doğru iterken diğer el ile ense desteklenir. Böylece inen boğaz yerine getirilmiş olur. Tabi bu esnada günün şartlarına göre gerekli hijyen sağlanır; misal hasta ağzına sokulacağı için, onun gözünün önünde eller sabunlanır. Yine de o el hastanın kendi tülbentiyle sarılır filan... 
    Bu tür boyun ve boğaz rahatsızlıkları sadece çocuklarda değildir, yetişkinlerde de sık görülür. Yastık değişimi, soğuk havaya maruz kalma gibi sebeplerle ortaya çıkan boğaz inmesini tedavi eden iki kadın Müdüroğluların Gızılgız Kezban Eşiyok ve Tingildeklerin Şefika Kasal Nine idi...

    Güpletme:
    Bebeklerin belli vakitlerde gaz çıkarması için, ana babalar özel eğitimden geçiriliyor. Tabi bugün için bu böyle. Daha eski zamanlarda belki yanlış beslenme ve bakım sebebiyle sık sık taze çocukların karnı şişerdi. Belki gaz birikmesinden kaynaklı bu durum elbette çocuğu çok rahatsız ediyor. Tedavisi güpletme...
    Ele biraz kül alınarak iki avuç arasında oğuşturulur. 'Elif - Be - Te - Se - Cim ...' diye elifbanın bütün harflerinin okunduğu kül, şişkin karına sepilenir. Bu arada başparmak ve ortaparmak karnın her tarafı dıngalanır. Özü bu olan güplemedeki külün fiziksel işlevi, pudra görevi görmek... Şişliğin indirilerek sancının giderilmesi ise sır... 
    Güpletmeyi hemen her kadın yapabilir; belli bir ocağının olduğunu duymadım. Bu arada güpletmeye yan tedavi olarak, gelmişken bebek iki ayağından tutularak sağa sola burulur. Herhalde gelişmekte olan kaslar rahatlatılıyor, bir çeşit fizik tedavi yani... Benzer bir uygulama da 'ayak değiştirme'dir. Yüzükoyun yatırılan bebeğin kolları ve bacakları çaprazlama birbirine değdirilir. Bunlar güpletmeden sonra, ağrı bittiği vakit çocuğun hoşuna giden uygulamalar..

    Göbek Düşme:
    Ağır bir yükü dengesiz kaldırma durumunda büyüklerimizin uyarısı olurdu: "Dur, göbeğin düşer." Göbeğimizin bir yere gittiği yoktu; ama karnımız müthiş ağrırdı, göbek düşmesinden bu yüzden çekinirdik. Bu durumda işin ehli birisi tarafından düşen göbeğin yerine getirilmesi gerekirdi. Karın boşluğuna bastıra bastıra göbek yerine oturtulur, biz de ağrıdan kurtulurduk. Göbek hekimi şöyle elle bir muayene sonucunda hemen durumu anlar "Hımm, göbeğin yerinde atmıyor, birşeye mi üzüldün, birine mi kızdın, yoksa ağır mı kaldırdın?" diyerek hastalığın sebebini sorgu sual ederken çaktırmadan da tedavisini uygulardı. Sorulardan da anlaşılacağı üzere göbek düşmesinin sebebi yalnız ağır kaldırmak gibi fiziksel bir durum değil, psikolojik de olabiliyordu. Esasında göbek düşmesi denilen şey, karın kaslarındaki sinirlerin kasılma sonucu pozisyon değiştirmesiymiş, bu durum da ağrıya sebep oluyormuş. Sinirleri eski pozisyonuna getirme işine de "göbek guyma" derlerdi. Karın boşluğunda elle yapılabildiği gibi, kasların uzantısı olan baldırları sıkıca bağlayıp gerdirerek de sinirler yerine getirilebiliyordu. Şu durumda midedeki gaz birikmesinin bile göbek düşmesine sebep olduğunu anlıyoruz. Tabi o günün şartlarında çocuk aklıyla biz bundan habersiz, düşen göbeğin yerine kaldırılmasını anlamlandırmaya çalışırdık.

    Göbek düşmesine benzer bir başka durum da yine karın bölgesinde oluşan bir sertlikle ilgiliydi. Sanırım kaslarla ilgisi yoktu bunun, daha çok mide ve bağırsaklarla ilgili psikolojik sebeplerden oluşan bir durumdu. Hafif bir muayeneden sonra "burası düğülmüş" derlerdi. Oğa oğa, parmak uçlarıyla bastıra bastıra düğümlenmeyi giderirlerdi. Bu şikayetle gelen hasta "garnımı oğuve" derdi. Bana kalırsa şimdiki kimyasal ilaçları almaktan daha etkili deva yöntemiydi bunlar.

    Kırık Çıkık:
    Her yerde olduğu gibi Anıtkaya'nın da kırık-çıkıkçıları vardı. Bakkal Seydi (Selman), Şaval Kadir (Özdemir)in hanımı Nazik, Kemiklerin Şuayip (Öter)in anası Ayşe, Çakırlardan bir nine hatırladığım ortopedistler(!). Bugün rontgenle anlaşılamayan eklem çıkıklarını onlar hemen tespit eder ve usta bir hareketle yerine koyardı. Çatlak, kırık, et ezilmesi gibi durumları da bilir ve tedavi ederlerdi. 1979'da kolum kırıldı; ama öyle böyle değil, resmen Z olmuştu. O soğuk kış gecesi kolum böyle sakat kalacağım diye çok korkmuştum. Seydi'ye götürdüler, düzledi, sardı. Hem düzlenmiş hem de ağrı kesilmişti de ne kadar sevinmiştim. Yine de kesin tedavi için Sandıklı'ya, Yorgancı İbram'a havale etmişti.

    Kulunç Ezdirme:
    Kemik değil bir kas hastalığı olan kulunçun tedavisini de onu ezerek yaparlardı. Bir sebeple oluşan kulunç, aslında sırt kaslarındaki sertleşme ve bunun sonucundaki keskin ağrı oluyor. Hatırladığım kulunç eziciler Alçakların Adem (As) ve Corukların Köriban (İbrahim Oran). Kulunçlu sırtı yazın güneşte, kış ise soba yanında ısıtarak tedaviye hazır hale getirirlerdi. Sonra parmak uçlarıyla tespit edilen kulunçu bir yere sıkıştırarak sert bir şekilde bastırmak suretiyle oğarlardı. Kulunç ezmenin esası bu oluyor. Tabi onlar böyle kulunç ezerken, altta çektiği acı sebebiyle şekilden şekile giren hastanın yüzünü göremezlerdi.

    Zaman zaman köye gelen ayı oynatıcı cingenlerin yanındaki ayıya sırtını çinneten oluyormuş. Bunun kulunçla ilgisi var mıydı, bilmiyorum. İlginç bir olay gibi geldi bana. Daha ilginci, bunun yani ayıya sırt çiğnetmenin çok yaygın olmasıymış. Allah muhafaza, o kadar iri bir hayvan insanın canını çıkarır.

    Tuhaf İlaçlar:
    Bazı hastalık tedavilerinde kullanılan ilaçlar da haliyle doğal ilaçlardı. Mesela çocukluğumda kulağım ağrıdığında tavşan yağı gibi birşey sokmuşlardı. Kabakulak olduğumda ise boynuma kirli yapağı sarmışlardı. Şimdi duyanlara bunlar tiksindirici gibi gelebilir. Bir şey daha söyleyim tam olsun, el üzerinde parmak köklerindeki deriler koca koca yarılmıştı. Öyle ki bazıları "deve dudağı gibi" yakıştırması yapmıştı, o derece koca yarık yani. Birisi demiş, "kirpi etini yedirirseniz iyi gelir" diye. Kızarttılar, yedim; çok lezzetliydi. Yaraya iyi geldi mi, hatırlamıyorum. Fakat kullanılan ilaçlar her zaman böyle eğlenceli olmazdı. Bazen saçma sapan şeyler yaptıkları da olurdu. Patlakların Essan (İhsan Patlar)ın azgın köpeği yamıcımdan ısırdığında, yaraya o köpeğin tüyünü sarmışlardı mesela. Bunun saçmalığını yıllar sonra anlayacaktık.

    Nazar ve Ağrıya Okunma:
    Özellikle baş ağrısı için okunmak, en etkili ağrıkesici hükmündeydi. Sonradan öğrendim, bunun için Haşr suresinin son ayetlerini (Hüvallhüllezi) okurlarmış. Lakin bu duayı bilen herkes okumazdı, sanırım bunun da ocağı vardı. İşin ehli olanlar okurken esnerlerse, hatta gözleri yaşaracak derecede esnerlerse okuma etkili olurmuş. Akbaş Mehmet (Karakaya) Hoca okurken şahit olmuştum, adam durmadan esniyor sanki ağlıyordu. Nazar kaynaklı ağrılarda esneme daha çok olurmuş. Bir keresinde Mehmet Hoca dedi ki "Çocuklarınızı her seferinde okutmak için bana getirmeyin, şu duayı cebine sokun, aynı etkiyi gösterir." Bir kağıda halka biçiminde Kalem suresinin son iki ayetini yazmış, oluşan dairenin içine de Ashab-ı Kehf'in adlarını sıralamıştı, Kıtmir de dahil. Bu tasarımın tersini de yaparlarmış; yani Ashab-ı Kehf isimlerini halkalandırıp ortasına bahsekonu ayetleri yazıp üzerlerinde taşırlarmış. Kıtmir duası veya korunma duası denilen bu yazılı levhalara da genel olarak tılsım adını veriyorlarmış. Tabi bütün bunları yıllar sonra öğrenecektim. Hoca "Zaten biz de nazar duası olarak bu ayetleri okuyoruz" diye eklemişti. Şimdi bu tılsımı muska veya kolye gibi tasarlayıp işi ticarete dökenler de var.

    Taze çocuklara nazar çok değer diye, çocuğu daha severken peşin peşin okurlar bir de "maşşalla de" diye uyarılırlardı. Çocuğun ana babasının nazarının etkili olduğuna inanılır, severken dikkat etmeleri istenirdi. Fakat nazar bu, sadece çocuğa etkili olmuyor. dualar

    Nazar deyince Yeşilömerlerin Mehmet (Fidan) Dedeyi anmamak olmaz. Sülale bu lakabı göz renklerinden aldı diye söylenir. Renkli gözlerin nazarı da çok etkili olduğuna göre Mehmet Dede hakkında anlatılanlar daha da ilginçleşiyor. Bakışları bir öküzü devirecek kadar güçlüymüş söylendiğine göre. O şekilde nazar edince sağlıklı insanlar hastalanır, hayvanlar yıkılırmış. Muntazaman kusursuz yüklenmiş bir sap arabası düz yolda giderken, o bakınca devrildiği söylenir. Bu bakışlarla birilerine zarar veririm diye düşündüğü için her sabah kalkınca, yere baka baka İblak'ı görecek bir meydana ulaşır, nazarlarındaki bütün enerjiyi oraya boşaltıp ondan sonra el içine çıkarmış. 

    İşte böyle nazarlardan kaynaklanan baş ağrısı için işin ehli olanlardan okunma talep edilirdi.


    Diğer

  • Çatalların Kürtümmetin eşi Güdükhayriye vücudun çeşitli bölgelerinde çıkan bazı çıbanları dağlayarak tedavi edermiş. Tabi bu tedavi tutunma biçiminde yapılıyor; bir yandan dağlarken diğer yandan da dualar ederek okuyup üflüyor. Dağlamayı esıran sapıyla yapıyormuş. Kızdırdıktan sonra avucuna sürerek onu uygun sıcaklığa düşürüyor ondan sonra çıbana vuruyormuş. Dağlama deyince, kızgın demiri coss diye vücuda yapıştırmak anlaşılmasın.



06 Kasım 2021

Kat Kat Kilim

    Seksenlerdeki dört yılımı öğrenci olarak Konya'da geçirdim. Selçuklu'ya asırlarca başkentlik yapan şehirde tarihi-mimari eserler baş döndürücüydü. Baksanız, taşı hamur gibi yoğurup duvar örmüşler hissine kapılırdınız. 

    İlk şaşkınlığımı İnceminare Medresesini görünce yaşamıştım. Taçkapısındaki işçiliğe diyecek yoktu. Kubbenin hemen altında, onun izdüşümüne yapılmış havuzda vaktinde yıldız gözlemi yapıldığını öğrendiğimde afallamıştım. Asıl kafaya taktığım ise başka bir şeydi; normallerine göre daha kalın ve güdük görünen bir minareye rağmen neden "ince minare" demişlerdi. Buradaki inceliğin minarenin boyutuyla ilgili olmayıp ince işçiliğine atıf yapıldığını anlamam için aylar geçmesi gerekecekti.

    Şehrin tek yükseltisi olan Alaaddin Tepesi'nde Selçuklu Sarayı kalıntısı kadar ilgi çeken ikinci bir tarihi eser de Alaaddin Camisi idi. Gerçi orada bulunduğum yıllarda camiye hiç giremedim, sürekli restore halindeydi.

    İkibinli yılların başında Camiyi görmek nasip oldu. Uzun süren restorasyondan sonra ibadete açılmıştı. Burada şaşkınlığıma sebep taş işçiliğindeki incelik değil, yapısal bir durum oldu. İçerinin zemini 1,5 metre kadar alçaktaydı. Oysa yüzyıllardır caminin bulunduğu tepe yerleşime açık olmadığından kot farkı söz konusu olmamalıydı. Yanımızdaki turizm rehberi bu duruma şöyle açıklık getirdi: Konya'nın en eski camisi olarak buraya yayılan hiç bir kilim geri kaldırılmamış, her yeni kilim eskinin üstüne serilmiş. Yüzyıllar boyu bir kaç tamirde kapı seviyesi yükseltilmiş. Bunun farkına son yüzyıldaki büyük restorasyon öncesi varmışlar. Kaldır kaldır, kilimler bitmiyormuş; tam birbuçuk metre tarihi kilim yığılmış kalmış. 

    Rehber bir ayrıntıyı daha ekledi bu arada. Her gelinlik kız çeyizine iki kilim dokurmuş. Birisi kendisi, diğeri de kocası için. Öldüklerinde cenazeye bu kilimler örtülür, definden sonra da getirilip camiye yayılırmış. İşte bu ayrıntıyı duyunca aklıma hemen Anıtkaya'daki cenazeler gelmişti. Eskiden bizde de cenaze üstüne kilim örtülür ve aynen oradaki gibi defin sonrası camiye yayılırdı. 

    Buraya nereden geldik? Ahmet Topbaş'ın 1993'te Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumunda sunduğu Anıtkaya kilimleriyle ilgili bildirideki şu ifadelerden: "Kasabadaki camilerin taranması sırasında Ulu caminin tabanının halıların altında tamamiyle parmaklı kilimlerle döşeli olduğu görülmüştür." Kubbe yapımı sırasında kaldırılan kilimler demek ki sonrasında tekrar yerine serildi. Sonraki fabrikasyon halıların altında bırakıldı. Altta bulunan kilimler tamamen parmaklı kilimlerden oluşuyormuş. 

    Eğret'te çeyiz için kilim dokuma adeti var mıydı bilmiyoruz; ama her cenazede bir kilim yayıldığını düşünürsek bu kat kat kilim birikintisini makul karşılamak gerek.



05 Kasım 2021

Anıtkaya (Eğret) Yöresi Parmaklı Kilimleri

 

        Ahmet TOPBAŞ
            Arkeolog
    Afyonkarahisar Müze Müdürü

    Bu bildiri, Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı arasında düzenlenen Cami ve Mescitlerimizde bulunan Eski Eser (Kültür Varlığı) niteliği taşıyan halı ve kilimlerin müzelerimize kazandırılmasını amaçlayan protokol (1) gereği yapılan bir araştırma sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu araştırmada Afyonkarahisar Müftülüğünden iki, Müze Müdürlüğünden iki uzmanın katılımıyla Afyonkarahisar’ın tüm beldelerindeki camiler (934 cami) üç ay içinde taranmıştır. (2) Bu çalışma sonucunda Vakıf menşeili camilerden 12 adet halı, 46 adet adet kilim, Diyanet İşleri Başkanlığı menşeili camilerde ise 40 adet halı, 162 adet kilim tesbit edilmiş, belge karşılığında komisyonca teslim alınarak müzeye teslim edilmiştir. (3) Vakıf menşeili camilerden alınan halı ve kilimler dışında kalanlar için alındığı camilere yeni halı ve kilim verilerek bu kültür varlıkları müze koleksiyonuna kazandırılacaktır.

    Bu tarama çalışmasında değerlendirme ve derleme halı ve kilimlerin eski eser olması yanında bölgenin etnografik ve folklorik değerleri ile üretim merkezleri göz önünde tutularak yapılmıştır.

    Belirlenen üretim merkezlerinden birisi de aşağıda bildiriye konu olan Anıtkaya (Eğret) kasabasıdır. Anıtkaya Kasabası ve çevresindeki köylerde yapılan tarama çalışmasında desen ve renk özellikleri bakımından büyük benzerlikler taşıyan bir grup kilime rastlanmıştır. Bütün beldelerde parmaklı kilim adı verilen bu kilim grubuna Anıtkaya kasabasından uzaklaşıldığında rastlanamamıştır. Bu olgu da bize bu tip kilimlerin bu yöreye özgü olduğunu göstermektedir.

    Afyonkarahisar bazında elimize geçen konuya ilişkin literatürde yaptığımız araştırmada Anadolu’da başka başka merkezlerde bu tip kilimin üretilmiş olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Bu çalışma bize Anadolu kilim sanatı literatürüne girmemiş olan Anıtkaya kilimlerini bir bildiri haline getirerek tanıtmak fikrini vermiştir.

    ANITKAYA KASABASI:
    Eski adı Eğret olan Anıtkaya Kasabası Afyonkarahisar-Kütahya eski yolunun kenarında, Afyonkarahisar’a 30 kilometre uzaklıkta kurulmuş, merkez ilçeye bağlı, 1959 yılında Belediyelik olmuş bir beldemizdir. Yeni yapılan çevre yolu 500 metre kadar batısından geçen kasaba, Kütahya’ya 70 km. Gazlıgöl’e 15 km. uzaklıktadır.

    Kasabanın kuruluşu hakkında yazılı bir kaynak bulamadık. Kasabadaki yaygın söylenceye göre: Kasabanın yaklaşık 8 km. kadar güneybatısında Örenler mevkiinde bulunan köyün sel tehlikesi nedeniyle bugünkü yerine eğreti olarak taşınmasıyla kurulmuş ve bu nedenle Eğret adını almıştır. Ancak kuruluşu konusunda bir tarih belirtilmemektedir. (4)

    Yerinde yaptığımız inceleme plan ve mimari özelliklerinden XIV. yüzyıl sonunda Germiyan oğlu Süleyman Bey tarafından yaptırıldığını  varsaydığımız (5) ve Eğret Kervansarayı adıyla tanınan kervansarayın kenarına ticari ve koruma amacıyla köyün XV. yy.da kurulmuş olabileceği fikrini vermiştir.

    Etnik yapı olarak kendilerine yerli diyen kasabalılar, çevredeki muhacirler tarafından yerli anlamına gelen “Manav” adı ile adlandırılmaktadırlar.

    Dalgalı bir arazi yapısına sahip Anıtkaya Kasabası, Tarım İl Müdürlüğü kayıtlarına göre 90.000 dekar büyüklüğündedir. Bu arazinin yaklaşık 10.000 dekarı mera, 80.000 dekarı tarım arazisidir. Çok az bir bölümü dışında kuru tarım yapılan bu arazinin her yıl % 70’i ekilmekte, % 30’u ise nadasa bırakılmaktadır. Zafer ve Cumhuriyet adlı iki mahalleden oluşan kasabada, 1990 nüfus sayımına göre (yaklaşık 400 hanede) 2582 kişi yaşamaktadır. Nüfus artışının görülmediği kasabada buna neden olarak büyük şehirlere göç gösterilmektedir. Bugün 500 ila 5500 Anıtkayalının yerleşmiş olduğu ifade edilmektedir. (7)

    Belediye kuruluşu dışında kasabada; 1 adet ilkokul (239 öğrenci – 9 öğretmen), 1 adet Ortaokul (51 öğrenci – 3 öğretmen) yaklaşık 50 kadar öğrenci Afyonkarahisar’daki Orta Öğretim Kurumlarına devam etmekte, 1 adet Sağlık Ocağı, 1 adet PTT, 1 adet Tekel Müdürlüğü, 1 adet Ziraat Teknisyenliği, 1 Adet Veteriner Teknisyenliği, 1 adet Tarım Kredi Kooperatifi gibi resmi kurum ile özel sektöre ait 2 adet un fabrikası ve onbeş köyün sütünü işleyen 1 adet mandıra bulunmaktadır.

    Sosyal kurum olarak da; 1 adet Belediye’ye ait hamam, 1 adet fırın ile 5 adet cami, 5 adet mahalle çeşmesi (her evde şebeke suyu vardır), 20 kadar oda, 15 kadar da mahalle fırını vardır.

    Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı Anıtkaya’da 1993 yılı Ocak ayı itibariyle (yaklaşık 30 sürüde) 17.100 adet küçükbaş hayvan bulunmakta olup, yapağı üretimi yaklaşık 25 ton/yıldır. (8) Günümüzden 40-50 yıl kadar önce üretilen yapağının tamamına yakını her evde bulunan Istarlarda kilim, cicim, çuval, heybe ve kolan olarak dokumada kullanılırken, günümüzde yataklık-yorganlık gibi ihtiyaç dışındakinin tamamı ham yapağı olarak satılmaktadır.

    ANITKAYA PARMAKLI KİLİMLERİ:
    Kasabadaki camilerin taranması sırasında Ulu caminin tabanının halıların altında tamamiyle parmaklı kilimlerle döşeli olduğu görülmüştür. Geleneksel kilim motifleri ile bezeli parmaklı kilimlerin motif adlarının belirlenmesi için parmaklı kilim dokumasını bilen kişiler aranması sonucunda kasabada yaklaşık 40-50 yıldır kilim dokumacılığının yapıldığı, dokumayı bilen ancak en son 40 yıl önce kilim dokuduğunu ifade eden H.1327 (M.1909) doğumlu 84 yaşında Ayşe Erdem adlı bir bayan bulunabilmiştir. Uzun süredir kilim dokumadığı için motiflerin adlarını belirlemede oldukça zorlanmıştır.

    Kilim dokumayı, hazırlık ve dokuma olarak iki bölümde anlatan Ayşe Erdem, hazırlığı; yapağının yıkanması, yünün taranması, kolçak haline getirilmesi, yünün eğirilerek, eğirilen ipin iki kat olarak bükülmesi ve son olarak da boyanması biçiminde sıralamıştır. Boyama işlemi ise meşe kozası ile köyde boyadıkları siyah renk dışında renkleri, ya Afyonkarahisar’dan alınan anilin esaslı fabrikasyon boyalarla köyde, ya da şehirdeki boyacılara boyattıkları biçiminde ifade etmiştir.

    Kilim dokumaya hazır hale gelen ip, ip ağacı adı verdikleri ıstara çözülür. Istar; iki yan ağaç, iki yuvarlak (alt ve üst oklar), varan gelen, güçü ağacı ve iki çividen oluşur. Yaptığımız araştırmada köyde tek bir ıstar ya da parçasının bulunmadığı görülmüştür.

    Istara çözülen dokunacak yaygının büyüklüğüne göre ip ağacının başına bir ile dört kişinin oturduğunu söyleyen Ayşe Erdem Göllü kilim, parmaklı kilim, kemreli kilim, koç boynuzlu kilim, heybe, cicim, çuval ve kolan dokuduklarını anlatmıştır. Araştırmalarımızda bunlardan yalnızca Göllü, Parmaklı ve Kermeli kilim örneklerini bulabildik.

    Çözgüler arasına geçen atkıların üzerine motifleri oluşturan renkli iplerin geçirildiğini anlatan Ayşe Erdem kırmızı, mavi, sarı, siyah, beyaz ve taba renkli ipleri kullandıklarını, motif olarak da; kadınbaşı, büyük ve küçük kozak, muska, bulut, göz, kerme, boncuk, çakmak, göl, söğüt yaprağı, çavuşbaş, testere dişi, sığır sidiği, şebek eli, çitirgin, çatgıdık, çapraz parmak gibi yanışları (nakışları) yaptıklarını belirtmiştir.

    Yörede yapılan taramada Anıtkaya Kasabasının dışında Ablak, Yukarı Tandırı, Aşağı Tandırı, Akören, Yaylabağı, Susuz Osmaniye, Saraydüzü köyleri ile İhsaniye ilçesinde parmaklı kilim örneklerine rastlanmıştır. Bu merkezlerde yapılan araştırmada Akören ve Aşağı Tandırı köylerinde parmaklı kilim dokunduğu saptanmıştır. Diğer merkezlerde dokuma yapıldığına ilişkin bir bilgi elde edilememiştir. Buralarda bulunan örnekler ya Anıtkaya kasabasından veya Akören, Aşağı Tandırı köylerinden satın alınmış ya da buralarda dokunmuş olabileceği kanısına varılmıştır.

    Akören Köyü:
    Köyde bulunan iki camiden Ulu camide çok miktarda parmak motifli kilim ve namazlağı bulunduğu, Yeni camide ise bir tane kilim bulunduğu görülmüştür. Köyde yapılan araştırmada halen parmaklı kilimin 1934 doğumlu 75 yaşındaki Fadime Keskin tarafından dokunduğu, başka dokuyan kimsenin bulunmadığı tesbit edilmiştir. Ancak gerek motiflerde gerekse ip kalitesinde, yün ip yerine orlon ip kullanarak büyük bozulmanın olduğu görülmüştür. Anıtkaya’da kullanılan motiflerden değişik olarak Fadime Eli, Gül ve Deve Zinciri gibi motifler kullanılmış renk olarak da piyasada satılan orlon iplerin bütün renkleri kullanılmıştır.
    Aşağı Tandırı Köyü:
    Köy caminde çok miktarda parmak motifli kilimin olduğunun görülmesi üzerine köyde yapılan araştırmada bu tip kilimin 30-40 yıl öncesine kadar dokunduğu, ancak günümüzde dokuma işleminin yapılmadığı saptanmıştır. Eski dokuyuculardan bir tek 1902 doğumlu 91 yaşında Döndü Şen bulunmuş ise de 20 seneyi aşkın zamandır kilim dokumadığını ifade etmiştir. Motif adları ve renkler Anıtkaya kasabasının aynıdır.

    SONUÇ:
    Afyonkarahisar İli Merkez İlçesi Anıtkaya (Eğret) Kasabası ile yakın köylerde görülen ve parmaklı kilim adı ile adlandırılan bir grup kilimin yukarıda belirtildiği gibi Anadolu’da örneklerine rastlanamamıştır. Yapılan literatür araştırmasında benzer örneklerine rastlanamamış olmasına karşın parmak motiflerinin kullanıldığı değişik kilimlerin dokunduğu merkezler görülmüştür.

    Bunlardan; Kuzeybatı Anadolu kökenli bir kilim (9), Dazkırı yöresinden bir kilim (10), Orta Anadolu ve Konya yöresinde dokunan bir kilim (11), İçel-Mut yöresinden bir kilim (12), Mersin-Mut yöresinden bir kilim (13), Konya yöresinden dört kilim (14) örnek olarak gösterilebilir.

    Günümüzde dokuması (Akören köyünde bir kişi hariç olmak üzere) tümüyle bırakılmış ve unutulmaya yüz tutmuş olan geleneksel motiflerle dokunmuş yöreye özgü bu kilimler zaman içinde ya satılarak ya da kullanılmaktan dolayı eskiyerek kullanılmaz hale gelip elden çıkacak, böylece Afyonkarahisar kilimcilik sanatı içinde Anıtkaya (Eğret) kilimleri sanat tarihimizden silinecektir. Bu olasılığın önüne geçmek için, son yıllarda Bayat, İsçehisar, Dinar ve Sandıklı ilçelerimizde kilimciliğin yeniden canlandırılması çalışmalarının yapıldığı gibi Anıtkaya’da kilimciliği canlandırma projesinin uygulanması kanımızca yerinde olacaktır.

    DİPNOTLAR:
    1- Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğünün 22.04.1993 gün ve 2441 sayılı yazısı ile Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı, İdari ve Mali işler Daire Başkanlığının 19.02.1993 gün ve 1137 sayılı yazısı.
    2- Tarama Komisyonu Müze Müdürü Arkeolog Ahmet TOPBAŞ, Müze Araştırmacısı Arkeolog Halil ARÇA, Müftülük İl Saymanı Ömer KOÇ, Türbe Camii Kayyumu Halil İbrahim KARATEKİN’den oluşmuştur.
    3- 1 Nolu listeye bakınız.
    4- Anıtkaya İlkokulu Müdürü Nevzat OMAK’ın Çevre Araştırma dosyası ve Anıtkayalı sakinler.
    5- GÖNÇER, Süleyman: Afyon İli Tarihi, Cilt 1, Sayfa 346-347, İzmir-1971
    6- Konya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 13.02.1986 gün ve 38 sayılı kararı ile Korunması gerekli Kültür Carlığı olarak tescil edilmiştir.
    7- Anıtkaya Kasabası Belediye Başkanı Mahmut ÖZTÜRK.
    8- Tarım İl Müdürlüğü Proje ve istatistik Şube Müdürlüğü Ziraat Teknisyeni Osman GÖKÇE.
    9- ÖLÇER, Nazan: Kilims, Museum Of Turkish And Islamic Arts. Sayfa 70-71, Eren yayıncılık, İstanbul-1989.
    10- Adı Geçen Eser. Sayfa 72-73.
    11- Adı Geçen Eser. Sayfa 96-97.
    12- ERBEK, GÜRAN: Kilim Catoloque No: 1. Cat No: 47. Selçuk Yayınları, ANKARA.
    13- Adı Geçen Eser. Cat No: 51.
    14- Adı Geçen Eser. Cat No: 64, 65, 66, 71.

    NOT: Bu bildiri, Afyonkarahisar Müze Müdürü Arkeolog Ahmet TOPBAŞ tarafından, 22-24 Ekim 1993’te düzenlenen “3. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu”nda sunulmuş olup Afyonkarahisar Belediyesi tarafından bastırılan “3. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri” adlı kitapta yayınlanmıştır.


02 Kasım 2021

Han (Kervansaray)


    Eğret Köyü'nün en eski yapısıdır. Belki de köy, onun hatırı ve sebebine burada kurulmuştur. Eğer Eski Eğret'ten şimdiki yerine taşınma gerçekleştiyse, bu sırada Han zaten inşa edilmiş olmalı. Asırlar sonra Eğret Köyünün sembolü haline gelmiş.

    Kervansarayın yapılış tarihi ile ilgili kesinleşmiş bir bilgiye sahip değiliz. Bunun tek sebebi kitabesinin olmaması. Aslında taçkapı üzerinde bir kitabe yeri var; ama kitabenin kendisi yok. Eskilerden nakledildiğine göre, vaktiyle burada çift başlı bir kartal figürü varmış. Bu durum doğrudan Selçuklulara işaret manasına geliyor. Ancak sözü edilen figürden de geriye bir iz kalmamış. 

    2000 yılında uzmanlar, Cuma Camisi kapısı üzerindeki kitabenin boyut itibariyle han kitabeliğine ait olduğunu tahmin ettiler. Cami duvarında pek eğreti duruyordu ve Kervansaraydaki yerine tam oturacak gibiydi. Ne yazık ki kitabenin yüzü çimento ile sıvandığı için okunamadı. Yeni bilgiler de tahminden öteye geçemedi. Eğer o kitabe Han'a aitse bile, camiye nakil olayı çok eskiden olmuştur; çünkü yüz yıl önceki fotoğrafta kitabe yeri şimdiki halinde görünüyor.

    Kitabe olmayınca Hanın yapılışıyla ilgili bilgiler, tahminler ve bazı çıkarımlara dayanıyor. Mimari yapı, taç kapı özellikleri, malzeme vs. verilerden yola çıkarak onun 13. yy Selçuklu yapılarından biri olduğunu söyleyenler var. Daha da ayrıntıya inip 13. yüzyılın ilk on yılında yapıldığı sonucuna varanlar, hatta yıl vererek 1267'yi işaret edenler olmuş. Germiyanoğlu Süleyman Bey tarafından 1370-1380 yılları arasında yaptırıldığı ise bir başka bilgi. Afyon Ulu Cami'nin artan taşlarından inşa edildiği rivayeti de kulağıma çarpmıştı.

    O mimari özelliklere gelince... Bir defa Selçuklu, Osmanlı, Germiyan, Bizans... Bütün özellikleri dikkate alındığında hiçbir mimari ekola dahil edilemeyeceği söyleniyor. Belki hepsinden izleri üzerinde toplamış. Ve belki de bu yüzden kesin bir tarih biçilemiyor. 

    Eğret Hanı doğudan batıya dikdörtgen planlı. Dörderden iki sıra toplam sekiz filayağı üzerine oturtulmuş kemerlerin yanlarda olanları daha dardır. Bu şekilde üç uzun koridora bölünen han içinin ortadaki koridoru, yanlardakinden daha geniş ve yüksek tutulmuş. İçerinin aydınlatılması, kuzey duvarının birinci ve üçüncü bölümlerine açılan mazgal pencerelerle sağlanıyor. Duvar deyince, onlar büyük ve sağlam kesme taşlarla örülmüş. Kesme taş kaplamalar arasında sağdan soldan getirildiği anlaşılan antik mimari parçalar göze çarpar. Duvar kenarları dambeş seviyesinden biraz daha yüksekçe, doğu duvarının ortasında ise yarım metre kadar dikkat çekici bir yükselti göze çarpar. Yağmur sularının tahliyesi için taştan oyulmuş hoş görünümlü oluklar da bir başka özelliğidir. Tipik kervansaraylar gibi bir avlusu bulunmamaktadır.

    Eğret Hanı'nı diğer kervansaraylardan ayıran en belirgin farklılığı batı tarafındaki kapısıdır. Öne ve yukarıya doğru çıkıntılı olarak yapılan taç kapı dikdörtgen biçimindedir. Arazinin eğimi de göz önünde bulundurularak zeminden yüksekçe yapılan taç kapısının her iki yanında, göze hoş gelecek şekilde üç ayrı yükseklikte üç sütun yer almaktadır. Eski resimlerde farkedilen eksik sütunlar 1960'lardaki ilk onarımda, yan taraftaki eski mezarlıkta mezartaşı olarak kullanılan uygun sütunlarla tamamlanmıştır. Bunlara benzer şekilde yapılan giriş kapısı üzerinde iki küçük sütun arasında pencere şeklinde kitabe yeri bulunmaktadır. Girişte başlıklı olarak yerleştirilen sütunların üzerine kesme taştan, sivri kemerli taç kapısı oluşturulmuştur. Sütunların arası ve duvara gelen bölümleri kesme taş ile doldurulmuştur. 

    İki kanatlı cümle kapısı eski fotoğraflarda ahşap malzeme olarak görülmektedir. Bu kapı sivri kemer boşluğunun tamamını kapatmamakta, yukarıdaki boşluk başka bir malzeme ile kapatılmış görülmektedir. Geçen yüzyılda yapılan ilk onarımda bu kapının yerine, sivri kemerli kapı boşluğunu tamamen dolduran sağlam metal mazgal-kapı takılmış. Daha sonraki onarımda bu kapı da sökülerek orijinaline yakın çift kanatlı ahşap kapıya dönülmüş oldu.

    Yapılış amacı adından da anlaşılacağı üzere yolculara barınma, dinlenme, korunma imkanı sağlamaktı. Selçuklu'nun başkenti Konya'yı, Bizans başkenti İstanbul'a bağlayan yolun üzerindeydi Eğret. Konya-İstanbul hattını şöyle belirliyor tarihçiler: Konya - Horozlu Han - Dokuzun Kervansarayı - Kadın Hanı - Ilgın - Argıt Hanı - Akşehir - Sahip Ata Kervansarayı - Çay Taş Han - Afyon - Altıgöz Köprüsü - Eğret Han - Döğer Han - Kütahya - Bursa. Osmanlılar döneminde ise İstanbul merkezinden güneye inen ticaret yolu Eğret'ten geçiyor. Üsküdar'dan başlayıp İnönü'de üç kola ayrılan yollardan diğer ikisinden en doğuya kıvrılanı Bayat üzerinden Akşehir'e uzanıyor ve "Hac Yolu" olarak biliniyor. Ortadan, Döğer üzerinden sallanana ise "Menzil Yolu" deniyor. En batıdaki ve Eğret'ten geçeni malum "Ticaret Yolu". Üçü de Akşehir'de tekrar birleşiyor. Şu durumda Eğret ve kervansarayı tam da "İpek Yolu" üzerinde bulunuyor. 16. yüzyıldan itibaren yolcu hizmeti fonksiyonunda azalma olsa da 19. yy'da bile Eğret Hanı'nın ticaret kervanlarına hizmet verdiği kaydedilmiş.

    20. Yüzyıla geldiğimizde Han'ın kervansaray özelliğinin tamamen kaybolduğunu görüyoruz. Ticaret kervanlarının ihtiyaçlarına göre  30-40 km'lik aralarla serpiştirilen kervansaraylara, motorlu taşıt araçlarının yaygınlaşmasıyla hiç ihtiyaç kalmamıştı. Yunan işgalinde harabeye dönmüş Eğret Hanı'nın yemekhane olarak kullanıldığını biliyoruz. Daha sonra ilk tamir akabinde Tarım Kredi Kooperatifince depo olarak kullanıldı. Yıllarca kimyevi gübre konulduğunu hatırlıyorum. Bir süre yed-i emin deposu gibi hasarlı bir arabaya evsahipliği yapmıştı. İkinci onarım sonrası nişan-nikah salonu da olduydu galiba. 

    Bana göre Eğret Hanı'na en yakışacak şey, taçkapısının üzerine ahşaptan mamul, otantik görünümlü "Eğret Müzesi" levhasını asmaktır. Madem Anıtlar Yüksek Kurulunca "korunması gerekli tarihi eser" olarak tespit edilmiş ve bu Resmi Gazetede yayınlanmış, bundan daha iyi koruma mı olur!


KAYNAKLAR:
1.Türkiye'de Vakıf Abideler ve Eski Eserler I, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ankara, 1983
2.Türk-İslam Kültür Ve Medeniyeti, Sadi Bayram, Vakıflar Dergisi, cilt II, s.307
3.Anadolu Selçukluları Çağında Kervan Yolları, M.Kemal Özergin, İstanbul, 1959
4.Osmanlı Öncesi Dönemden Yayınlanmamış Üç Menzil Hanı, Prof. Dr. Rahmi Hüseyin Ünal    
5.Anadolu Selçuklu Dönemi Taçkapılarında Tezyinat, Çiğdem Önkol Ertunç, Isparta, 2016  
6.Eğridir Mübarüziddin Ertokuş Hanı, Ömer Özbek  
7.Anadolu Selçuklu Devri Büyük Programlı Yapılarında Ön Yüz Düzeni, Zafer Bayburtluoğlu, Vakıflar Dergisi, Sayı 11, s.104 
8.10 Mayıs 1976 tarihinde yayınlanan 15583 sayılı Resmi Gazete    
9.Sonbaharda Bir Gezi, Von E. Sperling, Berlin, 1864