30 Ağustos 2021

Fıtçı

      Çoğu yerde topaç olarak biliniyor. Biz "fıtçı" derdik. Düzgün tornalanmış huni gövdesi görünümünde bir ağaç düşünün, sivri ucuna yuvarlak bir pabuç giydirilmiş olsun. Üzerine sarılan bir iple ilk hareket sağlandıktan sonra kendi çevresinde güçten düşene kadar döner. İşte topaç. Yalnız bizim fıtçımızdan ayrılsın diye biz buna "salma fıtçı" derdik. Bizimkisi, kendi imalatımız, emek verdiğimiz, zahmet çektiğimiz ve kendi usulümüzce çevirdiğimiz özel bir oyuncaktır. Safi "fıtçı" adını hak eden de işte budur. 

    Salma fıtçıyı en son gördüğümde Bursa'da Yeşil Türbe yanında dar bir sokakta dönüyordu. Bir satıcının elinde mavi ve gülgülü gövdelerine bağlanmış iplerden sarkanları da vardı. Evet basit bir düzenekle sargı ipi fıtçıya sabitlenmiş, şu haliyle şavılı andırıyordu. Bizi imrendirmek için çevirip bıraktığı birisi hala dönüyordu. Kafaya koymuştum, zaten alacaktım. Amacım çocuklara göstermekti. Gösterdim; ama o kadar uğraşıya rağmen çeviremedim. Şimdi nerede bilmiyorum. Gerçek fıtçıyı, bizim fıtçımızı ise çocukluk yıllarımıza bıraktıktan sonra hiç görmedim.

    Salma fıtçı fabrikasyondur, hazır gelir, boyalı boyasız bakkallardan satın alırsın. Esas fıtçıyı bıçakla yonulda yonulda sen yapacaksın. Evvela fıtçı yapacağın malzemeyi belirlemelisin. Bu, 3-5 santim çapında bir ağaç dalıdır. Bundan daha kalınını döndürmek zorlaşır, incesi ise uçar gider, yine döndüremezsin. Biraz da fıtçının boyu, eni ve ağırlığıyla ilgili fiziksel bir denge var işin içinde. Ağırlık da mühim bir etken olduğuna göre seçeceğin ağacın cinsi önem kazanır.

    Başlıca fıtçı hammaddesi olarak kullanılan ağaç söğüttür. Çok bulunur, kurusuna da yaşına da her zaman ulaşabilirsin. Her yer söğüt ağacı çünkü. İşlemesi de kolaydır, hafif keskin bir bıçakla bile halledebilirsin. Söğüdün dezavantajı ucunun çabuk körelmesi ve hafif olması nedeniyle fazla uzaklaşmasıdır. Bu yüzden söğütten mümkün olduğunca büyük fıtçı yapılır. Temini kolay olan bir diğer fıtçı ağacı da meşedir. Sert bir malzeme olduğundan yontmak zordur; ama aşınmaya dayanıklıdır. Ağır olduğu için de daha küçük fıtçıların yapımında tercih edilir.

    Söğüt, meşe bir yana; ille de çamın yeri ayrıdır. Fıtçı için en ideal ağaçtır o. Ama nereden bulacaksın. O yıllarda Anıtkaya'da çam Galip Bey caddesinde var, köyün en merkezi yeri, herkesin gözü önünde bir dal kesmek ne mümkün. Kimse de böyle bir şeye girişmez zaten. Bir de Üyük'te vardı çam ağacı. O yaşta gözden ırak yerlere gidecek cesaretimiz de yoktu açıkçası. Hem yakalanırsak Akgalak ceza yazmaz mıydı?.. Sabahları kaçakçı tahtacılar gelir kahvelerin önünde arabalarındakini satana kadar dururlardı. Yüküne destek amaçlı birkaç çam dalı da bulundururlardı. Usulünce isteyebilenler buradan temin ediyordu. Ben bunu da hiç başaramadım... Kış girerken okula yakacak tahsisatı olarak çam dalları gelirdi. Kapının önüne yıkılan bu odun yığınını o zamanın hademesi Ömerağa (Ömer Şen)in nezaretinde biz taşırdık. İşte ileride bizim fıtçımız olacak dallar bu yığında gizliydi. Küçük bir dalı aşırmanın kime ne zararı vardı!

    Fıtçı yapmak için keskin bir çakı işini görür. Önce dalın ince tarafında konik ucunu sivriltirsin. Sonra sıra kertik açmaya gelir. İdeal bir fıtçıda üç kertik bulunur. İki kertik de idare eder, dörtlüsü sırf hava atmak içindir. Beş kertikli bir fıtçıyı döndürebilirsen efsane olursun. Kertiklerin süs olmaktan başka bir işlevi var mı bilmiyorum, fizik bilgim bu konuda yetersiz kalıyor. Kertikler de bittikten sonra sivri ucuna kafası kesilmiş veya yuvarlatılmış bir çivi çakabilirsen iyi olur. Sert zeminde döndükçe fıtçı ucu aşınıp körelecektir, sık sık sivriltmek zahmetli ve bazen imkansız olur; bu yüzden çivili uç iyidir. Artık iş bitmiştir, bir desdireyle son kertiğin üzerinden fıtçıyı kesebilirsin. Tutmak zordur ama bıçakla yonuldarak fıtçının üstünü güzelce yalabıdırsan daha iyi olur. Kaba testere izi kaybolur. 

    Salma fıtçı çevrilir, kertikli fıtçı ise dönderilir. Ben hiç kertikli fıtçı çevirene rastlamadım. Gerçi bizim köyde salma fıtçı da dönderilir, çevirme kavramı yok Anıtkaya'da. Bu sadece isimlendirmeyle, söz ile ilgili bir durum olmasa gerek. Niye hep fıtçı döndermeye gittik acaba?

    Fıtçı döndermeye gittiğimiz doğrudur. Her yerde dönmüyor çünkü, sert zemin istiyor. Toprak zemin sert de olsa düzgün olmuyor. Yağışlı havalarda da sertliği kayboluyor. Sağlıklı bir dönderme için kımçıyı yediği anda hızını alıp bir müddet o hızla dönmesi lazım, ayağı hiç bir engele takılmamalı, düşer. Düştüğünde yeniden başlayacaksın, can sıkıcı. Salma fıtçı zaten narin bir varlık o toprak zemine hiç gelemez.  Sokakların bir kısmı da taş döşeliydi, engebeli böyle yerlerden fıtçı nefret eder. Fıtçı döndermek için en ideal yer Bazaryeri'dir. Biz de oraya giderdik zaten.

    Döndermesi zevksiz olduğu kadar masrafsızdır da salma fıtçının. Bir metre kadar pamuk ipliğin bir ucu orta parmağına bağlıdır, diğer ucunu fıtçının altından başlayarak yukarıya doğru dolar ve sona geldiğinde ucu aşağıya bakacak şekilde atarsın. Doladığın ip sağılırken fıtçıyı döndürür ve ucu yere değdiği anda dönme ivmesini kazanmış olur. Yer de pürüzsüz olduğundan bu hız onu epey bir müddet döndürür. Senin başka bir şey yapmana gerek yok. (Anlatımın kolaylığına bakmayın, salma fıtçıda iple salma işlemi aslında çok zordur.) Kertikli fıtçı öyle mi! Bir defa kendine bir kımçı yapacaksın. Fıtçı kımçısı, yarım metrelik bir değneğin ucuna uygun kalınlıkta bir ip bağlayarak yapılır. Bu ip genelde pamuk ipliğidir. İpin ucunu düğümlersen iyi edersin çünkü onunla biraz sonra fıtçıyı kımçılayacaksın, parça piynak olur. Kımçı ipinin ucundan başlayarak fıtçı çevresine doluyorsun, dikkat et fıtçının üst tarafına yakın dola, yoksa fırlar gider, ilk hareketi sağlayamazsın. Dolamadan sonra yapacağın şey fıtçıyı yere koyarak kımçı değneğini ileriye itmektir. Bu esnada dolalı ip sağılarak fıtçıyı döndürmeye başlar. Yani ilk hareket salma fıtçıyla aynı mantık uygulanarak sağlanıyor. 

    Salmada bundan sonrasında keyfine bakıyordun, kertikli fıtçıda öyle olmuyor. Yapısı gereği düşüp bayılmaya meyyal bir şey, sürekli güç uygulayıp dönmeyi devam ettirmelisin. Bunu da kımçılayarak yapıyorsun. Çat çat her kımçı darbesini aldıkça, acısından hızla senden kaçar. O kaçar sen kovalarsın, yakaladığın yerde bir kımçı, şaak! Kaçarken dıñılaya vıñılaya ağlar, acımasızca vurmaya devam et. Beline beline, sırtına sırtına vur. Fakat o hırsla duvara, merdivenlere veya mazgallara yaklaştığını unutma. Fıtçı duvara çarparsa o zevkli dakikalar son bulur, yeniden başlarsın. Merdivenlerden uçarsa yine ara verip gidip fıtçını getirmek durumundasın; ama mazgaldan düşerse o güzelim fıtçıya veda etmek zorundasın, aman ha! Bir de kımçılarken fıtçıya acımıyorsan kendine acı, bak ipin ucundaki düğüm bile kalmamış, yavaş biraz. İyisi mi ipi ağzının bir ucundan diğerine çekerek tükrükle de biraz daha idare etsin. Korkma bişey olmaz, daha virüs-mikrop-bakteri icat olmadı.

    Fıtçı yapımı sırasında ağırlık, kalınlık ve yükseklik oranına dikkat edilmez, kertik sayısı iyi belirlenmezse; dönderme esnasında büyük bir sorunla karşılaşırsın. Bilhassa gereğinden fazla uzun fıtçılarda görülen bir hastalıktır. Deli fıtçı denir böylelerine, deligoyun gibi... Ne kadar uğraşırsan uğraş dengeli dönmez, yalpalar durur. En sonunda varır şorye yığılır kalır. Sert kımçı darbeleri de işe yaramaz.

    Şaka bir yana kımçılı fıtçıya ip dayanmaz. Pamuk ipliği bir kaç darbeden sonra pülçüklenir, değiştirilmesi gerekir. Yeñi Mısdık (Mustafa Şen)den yenisini alırsın; ama nereye kadar. Ebruşum bağlasan, o ondan pahalı. Fıtçı döneminin sonlarına doğru bunun için iyi bir çözüm yolu bulmuştuk. Sağda solda çıkıntı kamyon lastiklerinden tel ile birlikte ipler de çıkarılabiliyordu. Lastik gibi kimyasala bulanmış bu ipler pamuk ipliğine göre daha sağlamdı. İyi dayanıyordu. Böyle bir lastik bulduğumuzda ip stoklardık. Ne günlerdi!

     Salmasıyla kertiklisiyle fıtçılar hayatımızdan uçtu gitti. Fazla darbeden başlarını mı döndürdük, halsiz kalıp yere mi yığıldılar? Kımçılaya kımçılaya biz mi kovduk hayatımızdan, yoksa zamanın mazgalına mı kaçırdık?

    Neyse ki dilimizde yaşıyorlar; zira kısa boylu, çalışkan, oraya buraya durmadan koşturup duranlar için Anıtkaya'da "fıtçı gibi" benzetmesi yapılıyor hala.


29 Ağustos 2021

Varlık Vergisi Eğret'te

    Eğret'in Algısı Vergisi 1 ve 2 başlıklı yazılarla 1720 yılından Tanzimata kadar Eğret Köyünden alınan vergilerin kayıtlara geçenleri listelenmişti. Bunları genel olarak arazi vergisi, gelir vergisi, hayvan varlığı vergisi ve bazı özel durumlarda konulan vergiler olarak gruplandırmak mümkün görülüyor. 

    Cumhuriyet Dönemi vergilerine dair dikkatimi çeken bir inceleme olmadı. Yalnız geçenlerde 1937 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir haber-araştırma yazısından, "Kurtuluştan 15 Yıl Sonra Eğret Nahiyesi" başlığı altında bazı alıntılar yapmıştım. Haberde genel olarak Eğret ve Sincanlı Nahiyelerinin işgalden sonra ekonomik olarak nasıl kalkındığı propagandası yapılıyordu.  Bahsi geçen yazıyla, yorum içeren siyasi ifadelerden ayrı somut verileri küçük notlar halinde aktarmıştım. Köylünün borçsuz olduğu, daha çok gelişmeye müsait bulunduğu, köyde zenginler-orta halliler-fakirler diye üç sosyal grubun bulunduğu gibi bilgiler bunlardan bazıları. Bu ifadeler 4-5 yıl sonraki bir Hükümet uygulamasının habercisi gibi geldi bana.

    Varlık vergisinden bahsediyorum. 1942 yılında 2. dünya Savaşı ekonomik krizinden çıkış yolu olarak böyle bir vergi ihdası söz konusu oluyor. Önce savaş vurguncularını cezalandırma amaçlı gibi lanse ediliyor. Sonradan bunun zenginlerden zenginlik vergisi şeklinde olacağı anlaşılıyor. Hükümet resmi yazılarla hemen araştırmanın başlatılmasını istiyor. Bu arada azınlıklar ile özel olarak ilgilenilmesi, kimin nesi varsa tespit edilmesi isteniyor. Bütün hazırlıklar tamamlanıp kanun Meclisten bir çırpıda çıkarılıyor. Buna göre varlık vergisi şu şekilde uygulanacak: İllerde ilgili 6 kişiden oluşacak komisyonlar kurulacak ve hemen kimden ne kadar vergi alınacağı tespit edilecek. Duyurular yapıldıktan sonra 15 gün içinde, komisyonun belirlediği miktar vergi ödenmiş olacak. Bu sürede ödenmezse ilk hafta % 1, ikinci hafta % 2 gecikme zammı uygulanacak. Yine de tahsil edilemezse haciz işlemleri başlatılacak ve ayrıca mükellef yurdun çeşitli yerlerinde açılacak çalışma kamplarına gönderilecek, yevmiyesi 2,5 liradan burada borcunu ödeyene kadar çalıştırılacak. 

    "Varlık Vergisi Ve Afyon'daki Uygulaması" adlı makaleden işin bizi ilgilendiren kısmını öğreniyoruz. Afyon'da ilgili komisyon kuruluyor, listeler hazırlanıyor, 250'den fazla kişiye toplam 840 bin lira vergi belirleniyor. İtirazlar oluyor ama vergi borcunu ödemeyen bulunmuyor, 15 gün içinde tahsilat tamamlanıyor.

    Komisyonun hazırladığı varlık vergisi tahsilat uygulaması iki listeden oluşuyor; ilkinde tüccarlar, ikincisinde büyük çiftçiler ve esnaf var. Eğret'te kendisine vergi salınanlar ikinci listenin en başında yer alıyor.


    Listeyi incelediğimde dikkatimi ilk çeken, "büyük çiftçi" ibaresinin tüm listede sadece Eğret köylü olanlar için kullanılmasıydı. Diğer köylerdekiler küçük çiftçi mi veya çiftçi değiller mi, bana ilginç geldi.  Demek ki öyle bir karar alınmış; iki listede de en düşük vergi miktarı 500 TL. Eğret listesinde bu standart miktarı bozan, 600 TL ile Mahmut Öztürk ve 700 TL ile Ali ve İzzet Türkan kardeşler. Bir de 7. sıradaki bu kardeşlerin soyadı (Türkân) sanırım Anıtkaya'da yok. Kim olduklarını çıkaramadım. 

    O gün için büyük para diyeceğimiz bu meblağı satıp savuşturup denkleştirmişler. Acaba bu verginin konulmasından tam 5 yıl önce yayınlanan Köy Kalkınması konulu yazıda bahsettikleri zenginler sınıfından bu yedi kişiyi mi kastediyorlardı. Bir de öğreniyoruz ki sonradan ek liste hazırlanmış ve yeni mükellefler belirlenmiş. Acaba yeni listeye eklenen başka Eğretliler de var mıydı? 


28 Ağustos 2021

Garımak yok

    "Garımak" fiilini sözlüklerde boşuna aramayın, ben herkesin yerine aradım bulamadım. Benzer bir kelime olarak "karımak" var. Anıtkaya ağzında "k"ler "g"ye dönüştürüldüğü için bu da önemli bir bulgu. Yalnız karımak fiilinin anlamı en eski kaynaklardan beri hep "ihtiyarlamak, yaşlanmak, kocamak, köhneleşmek" biçiminde veriliyor. Bunun bizdeki garımak ile ilgisi yok.

    Anıtkaya'da daha çok çocuk dilinde karşılaştığımız kelimenin anlamı "yan çizmek, vaz geçmek, oyunbozanlık etmek, oyundan kaçmak için bahaneler aramak"tır. Anlaşılacağı üzere bu kavram oyunlarla ilgili. İkili ve takım oyunlarında karşımıza çıkan bir çocuksu durum "garımak" biçiminde dile getirilmiş. 

    Eğlenme ve vakit geçirmeye yönelik oyunlarda pek rastlanmayan bu durum, kazanma ve  ütme amaçlı oyunlarda daha çok karşımıza çıkıyor. Daha oyun başlamadan herkes kuralları bilmektedir. Yalnız o günkü oyuna has özel kurallar varsa oyun başında onların da çerçevesi çizilir. Bunda amaç oyun sırasındaki muhtemel mızıkçılıkları önlemektir. Özel kurallar sıralandıktan sonra bunları pekiştirir gibi "Bak garımek yok ha!" diye de son uyarı yapılır. 

    Çocuğun oyun dünyası düşünülürse bunlar çok katı oyun kuralları gibi görülebilir. Ne olursa olsun oyunu yarım bırakmamaya yönelik tembihler, uyarılar ve kural koymalar biraz fazla gibi duruyor. İşin aslı öyle değil, bütün bunlar keyfi oyun bozmayı, yani garımayı önlemek içindir. Yoksa, insani durumlarda oyun dışı kalma isteği zaten herkes tarafından mazur görülür. Öyle bir durumda "ağılıyın" diyen oyuncu bir süreliğine oyunu bırakmış kabul edilir. (Çünkü zehirlendiği için tedaviye ihtiyacı var, mantığa bak.) Ona karşı hiç bir cezalandırıcı kural işletilmez. Garımak bu değildir, yenileceğini anlayan oyuncunun mağlubiyet damgası yememek veya ütülmemek için kaçma arzusudur.

    Garımak sık rastlanan bir durum değildir. Bir defa yenilgiyi hazmedememenin göstergesi, centilmenlik dışı bir harekettir; kimse böyle bilinmek istemez. Daha önemlisi, "garıcı" damgasını yiyen birini çocuklar bir daha oyunlarına dahil etmek istemezler. Çünkü senden bahsederken "Ha o mu, garıcının teki!" diyorlarsa işin bitmiştir. Bunda yalnız oyun hayatıyla ilgili değil daha fazla bir suçlama anlamı vardır. Garımaktansa alnının akıyla yenilmek en iyisidir. Hiç olmazsa bir sonraki oyunda yenme ümidin var; ama senin için "garıcı" diyorlarsa bir daha oynama hakkını bile bulamayabilirsin.

    Dikkat edilirse şimdiye kadar hiç oyun adı zikretmedim. Sebebi garıma durumunun belli bir oyuna has olmaması, bütün oyunlar için geçerli bir durum olmasıdır. Hatta büyüklerin oyunlarında da kullanılan bir kavrama dönüşmüştür garımak. Kahvede, odada veya sokakta büyüklerin ağzından da eğlenme-kazanma amaçlı oyun ve yarışmalarda bu sözleri duyabilirsin. 

    "Garımak" ile başladık, bak ona bağlı "ağılıyın" ve "garıcı" sözleri ortaya çıktı. Bunlar yalnız Anıtkaya'da kullanılan söz varlığı olarak çok kıymetli. Çocukluğumda oynadıklarım ve gözlemlediklerimle ilgili saydığım söz ve kavramlar köyde hala kullanılıyor. Keşke hiç unutulmasalar.


27 Ağustos 2021

Hz.Nuh, "Yada" Taşı Ve Buñar'da Yağmur Duası

    Rivayetlere göre Türk kavimlerinde yağmur, kar yağdırma gücüne sahip bir taş vardı, bunu özellikle savaşlarda kullanarak düşman ordusuna karşı üstünlük sağlıyorlardı Yada taşı adını verdikleri bu taşı sivil hayatta da kullanıyorlardı. Bu hususla ilk defa yıllar önce Osman Turan'ın Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi adlı eserinde karşılaşmıştım. Ondan daha geniş ve ayrıntılı bilgiyi Belleten'de buldum. Ayrıntılı bilgi için Ahmet Öğreten'in  ilgili makalesine havalesiniz, Yada Taşının kaynağı hakkında ben size bir özet geçeyim.

    İkinci Adem (as) kabul edilen Nuh Peygamber, gemi Cudi'ye oturup tufandan kurtulduktan sonra oğullarını cihanın dört bir yanına gönderiyor. Oğlu Yafes'i Asya steplerine yönlendirince, o kurak iklimde yaşama zorluğundan bahisle babasından bir yardım bekliyor. Bu mevzuda Nuh (as) Allah'a yakarıyor, bu yakarış sonunda Cebrail (as) elinde bir taşla beliriyor. Bu taşla dua edildiğinde yağmur yağacağı, sonra istendiğinde dineceği müjdeleniyor. Yafes taşı kolye gibi boynuna takıyor. İşaret edilen bölgeye yerleşip yağış ve kuraklık sorunundan uzak yaşıyorlar. Yafes'in ölümünden sonra bu taş oğlu Türk'e, sonra ondan ona derken en son Osmanlılarda 15. yüzyılda görülüyor. Taşın özelliği, yazılı tarafını yukarı çevirip dua edildiğinde yağış oluyor, ters çevrildiğinde ise duruyor. O kadar ayrıntılı yağış duasına cevap veriliyor ki, yağışın cinsi, süresi, şiddeti bile ayarlanabiliyor. Bu taş ile fırtına bile çıkarılabildiği söyleniyor. Zamanla bu taş olmadan da dua edilerek aynı sonucu alabildiklerini keşfediyorlar. Başka taşlara okuyup onları suya bırakınca da yağmur yağıyor. İşin taşta değil, o taşta yazılı duada olduğu anlaşılıyor. Allah'ın insanlara bildirmediği sayısız İsmi var, işte Cebrail'in getirdiği Yada Taşında o İsimlerden birisi yazılıydı. Bir başka rivayete göre de o taşta İsm-i Azam duası vardı. Türkler, başka kavimlerin bilmediği böyle bir hazineye sahiptiler.

    Sonuçta bütün bu anlattıklarım menkıbeye dayanıyor. Menkıbede gerçeklik, mantıksallık aranmaz. Menkıbenin aslına değil faslına bakılır. Mevzunun sonunu bekleyelim.

    Çocukluğumda Buñar'daki bir yağmur duasına katılmıştım. Başka zaman büyükler böyle toplantılarda çocuklara höt zöt ederlerdi, bu sefer dua merasimi boyunca hiç ses etmediler. Buñar havuzunun dengindeki alanda oturulup, kalkılıp bir şeyler okundu, eller kaldırılıp avuçlar yukarıda, aşağıda dualar edildi. Biz yine güldük, oynadık, ağladık (evet, ağlamamızı istemişlerdi) ama; hiç azar işitmedik. Bir koyun-kuzu sürüsü de yanımızdaydı, tuhaf şekilde onlar da meleyip duruyordu. Sonra bir şey oldu, bizden biraz daha büyük birkaç çocuğu Buñar'a attılar, gülerek çırpınıyor, eğleniyorlardı. Birisine ise avuç avuç çakıl taşı verdiler ve su bülken yerlere bırakmasını söylediler. Çoğuna anlam veremediğim hareketlerden sonra yağmur duası bitmişti. Köye dönerken herkesin gözü yukarıda, ansızın belirecek bir parça bulut görme derdindeydi. 

    Çocukluğumun bu unutulmaz olayından yıllar sonra öğrendim ki o yağmur duasının öncesi varmış. Bir gün evvelinden Akbaşların Mehmet (Karakaya) Hoca, köyü merkeze alan geniş bir daire çizerek arazi sınırlarını okuya okuya dolaşır köyü adeta manevi bir çembere alırmış. (Burada sınır çizme olayından bahsediliyor olabilir.) Bu esnada her bölgeden bir çakıl taşı alır torbaya koyarmış. Hocanın okuyarak topladığı bu taşlar köyde belirli kimselere dağıtılarak onların da dualar okuması istenirmiş. Ertesi gün toplanan bu taşlara toplu dua esnasında son bir okuma daha yapılır ve sonunda Buñar'ın gözelerine atılırmış. Çocuk aklıyla anlam veremediğim taşların sırrını, geçtiğimiz Kurban Bayramı arefesinde Buñar'ın yanından geçerken tesadüfen öğrendiğim bu hikayeyle çözdüm. Taşlar her anlamda yerine oturmuştu.

    Cebrail (as) getirdiği Yada Taşında hangi dua yazılıydı bilmiyoruz. Eski Türkler yağmur yağdırma amaçlı suya attıkları taşlara hangi duayı okuyorlardı onu da bilmiyoruz. Belki de Mehmet Hoca rahmetlinin ve Anıtkayalıların Buñar'a attıkları taşlara okuduklarıyla Yada taşındaki aynı dua idi. Kim bilir. 

    Dünyada anlamsız bir şey yok; anlamını bilemediğimiz var.




Çalı

     Bizim Dağ'ın en belirgin bitki örtüsü sorulsa ne cevap verirsiniz? Ben "çalı" derdim, sanırım çoğu Anıtkayalı benimle aynı fikirdedir. Çalı demekle meşeyi kastediyoruz, hadi ikisini birleştirelim ve "meşe çalısı" diyelim. Seyyah olup havadan şu alemi gezsen, İblak'ta göreceğin göğerti işte bu meşeler olurdu.

    Bizim meşelerimiz başka yerlerdekine benzemez; ağaç olmazlar, tomruklaşmazlar, hep bodurdurlar. Çalı denmesinin bir sebebi bu olabilir. Onları tek tek değil; oba oba öbeklenmiş olarak görürsün. Yalnız yaşayamaz bizim meşemiz, sosyal bir türdür. Kümelenmiş halde yaşayan her bir meşe öbeğine de "çalı" dendiği olur. Çobana sorarsın "Koyun nerede?" "Çalıya girdi." der. Bazen de meşe kümelerinin adı "orman" olur çoban dilinde. 

    Dağdaki bu çalı varlığı çok eski zamanlara uzanıyor olmalı. Bir asır önceki Yunan işgalinde Eğret çevresindeki işgal güçleri bir kış yakacak ihtiyacını buradan karşılıyorlar. Bundan yirmi yıl önce ağaçlandırma için Ormaniye önce arazi temizliği yapmıştı. Sadece bir bölgeden çıkarılan kütüğü koca köylü bir kıştan fazla yakmıştı. O zaman gördük ki, İblak'ın yüzündeki çalı kadar belki ondan daha fazla yeraltında kökü var. O kök/kütüğün oluşabilmesi için asırlar gerekli.

    Çalıyı kes kes bitmiyor. Kesildikçe yenileniyor, tazeleniyor. Yakacak için kesmek onun varlığı için bir tehlike teşkil etmiyor yani. Onu asıl öldüren keçi diyorlar, yeni sürgün meşenin tepesini yiyerek boğuyor, cıvgınlara yaşam hakkı tanımıyor. Zaten meşe, tohumdan veya fidan dikme şeklinde yetişmiyor. Onun varlığını sürdürmesi, çalı içinde kökten sürgünler şeklinde oluyor. Baharda orman içlerine girerseniz, taze sürgün meşelerin sessiz sessiz dünyaya gelmekte olduklarını görebilirsiniz. Ama çok dikkatli gözlerle bakmalısınız.

    Yirmi yıl kadar önce, bu güzel çalı görüntüsünün köy içinde de oluşabileceği hülyasına kapılıp köye meşe dikmek istemiştim. Ekim-Kasım aylarıydı, iki demir kadar cins pelidi toplayıp götürdüm. Bir çuval içinde ıslatıp karanlık bir yere beklemeye bıraktık. Hesaba göre pelitler 15-20 gün içinde çatlayıp tomurcuklanacaklar, biz de bunları toprağa gömecektik. Baharda müstakbel meşe ormanımız filiz vermiş olacaktı. Tabi biz pelitleri unuttuk, onları hatırladığımızda gerçekten çatlamış, filizlenmiş, güneşe hasret filizler çuvalı delerek birkaç metre uzamış halde bulduk. Ekilecek, dikilecek durumda değillerdi. Hülyamızı gerçekleştirip ekebilseydik şimdi köy içinde 20 yaşında meşelerimiz olacaktı. Olur muydu acaba?

       Pelit, meşenin meyvesi oluyor. Bazı yerlerde palamut diyorlar, biz pelit diyoruz. Yemeye çalışırdık, tadı tuzu olmazdı ama; çocukluğumuzda pelitlerin görüntüsü çok hoşumuza giderdi. Başında namaz takkesi gibi bir başlığı olur, bazen bu başlıklarından ayırarak onunla oyunlar oynardık. Meşenin bir başka oyun aracı da gobak idi. Bu kendine has, bordoya yakın kahverengi kabuğu olan içi toz dolu, hafif yuvarlak bir şeydi. Şey diyorum, çünkü meyve desem meyve değil, tohum desem tohum değil. Herhalde çalının bir salgısı. Meşeden elde edilen oyun araçlarından biri de mazı idi. Bu gobaktan daha küçük, daha sert, daha ağır ve daha açık renkte bir şeydi. Her mazının mutlaka bir deliği de olur. Ne yapacağımızı bilmeden onları da koparır oyunlar oynardık. Bir ara ilaç sanayiinde kullanılmak üzere mazı toplandığını duymuştum.

    Çocuk dünyasında meşenin yeri meyve ve salgılarıyla sınırlı değildir. Biz ondan başka oyun araçları da yapardık. Fıtçı bunlardan biriydi mesela. Gerçi diğerlerine göre daha ağır ve sert olan bu ağaçtan fıtçı yapmak biraz riskliydi; fakat bu riske girmeye değerdi çünkü sağlam bir kımçı ipiyle döndürülen meşe fıtçısı, vurdukça dıñılar, imrenen gözlerle kendisine baktırırdı. Sağlam ve ağır olduğu için met oynarken kullanılan met ve değneği de meşeden yapardık. O vakit meşeye ulaşmak zordu ama; baharda dekgetirebilirsen taze meşe dalından güzel düdük çıkar. Bir de sabbanın çatalı da en iyi meşeden yapılır, bunu da unutma.

    Bir çocuk bu kadar oyunu çıkarabilmek için Dağdaki meşeye nasıl ulaşabiliyordu, orası oldukça uzak bir yer sonuçta. Haklı bir soru. Çok basit, biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Kömürün olmadığı zamanlarda insanların yakacağı meşeydi çünkü. Gorma'nın izin verdiği günlerde herkes odun kesmeye gider, evlere ve odalara odun getirilirdi. Büyükler o udunu kıymak ile meşgulken biz de oyun araçlarımızı seçerdik içinden. Koyun can derdinde... hesabı.


    Koyun demişken, çobanların meşhur kütümekli çoban değneği de meşeden olur. Düzgün uzamış, güzel görünümlü bir meşeyi gözüne kestiren çoban, onu özenle köküyle birlikte çıkarır. Kabuğunu soyup kurumaya terkeder. Kuruyunca, köpeğinden sonra en yakın arkadaşı olarak yanına alır ve kütümeğini yere vura vura sürüsünü sürer.

    Dayanıklı bir ağaç olarak meşenin kullanım alanı çok geniştir. Mesela arbanın dayamaları meşeden yapılırdı. At koşumunda kullanılan falakalar meşeden olurdu. Bunlar aşırı güce maruz kalan aksamlar olduğu için meşe tercih edilirdi. Bunun yanında annat ayası, dırmık dişi, keser-kazma-balta sapları da meşeden yapılırdı. Turpanın elcik ve gayığı meşedendi. Geçenlerde tek parça meşeden yapılmış bir çekgi görmüştüm, son kullanımından bu yana belki 40 yıl geçmişti; ama hala hışır gibi ve çok sağlamdı.

    Dağa yakın mevkilerden birinin adı Çalıyayla'dır. Dağ, çalı, meşe... Anıtkayalının hayatına çoktan yerleşmiş temeli sağlam kavramlar.

    İlbulak Dağının temel bitki örtüsü meşe çalısı, daha ne kadar değişik bitkiyi içinde barındırıyor, bunları da anlatacağım.


26 Ağustos 2021

Bir Rapor

     Cevdet Kerim Kurtuluş Savaşında Genel Kurmay Başkanlığında görevli bir subay. Anılarını yayınladığı Türk İstiklal Harbi kitabı 1925 baskılı. Alıntı raporumuz o kitabın 96- 97. sayfalarından.

    Yunan Küçük Asya Ordusu Genelkurmay İkinci Başkanı General Ksenofon İstradikos, Sakarya Savaşı hakkında yazdığı kitabın başında, Yunan ordusunun ilerlemesi sırasında halka nasıl insaniyetkar davrandığını, bunun üzerine halkın kendilerini nasıl coşkuyla bir kurtarıcı gibi karşıladığını anlatıyor. Cevdet Kerim bu iddiayı tam da o günlerde hazırlanan bir raporla çürütüyor. "Bu rapor Yunan ordusunun insaniyetkarane(!) yürüyüşünden sonra Eskişehir şarkında beklediği esnada Döğer istikametinde düşman gerilerine akınla görevlendirilen 2. Süvari Fırkamızın avdetinde verdiği resmi rapordur."


BEŞİNCİ GRUP KUMANDANLIĞINA                

Aziziye/ 04.08.1921

                1- Fırkanın Döğer istikametinde icra eylediği baskın esnasında düşman tarafından yakılan köylerle yapılan mezalim hakkında bervech-i ati malumatın kayd u tevsik edildiği arz olunur.

a- Döğer, Eğret, İlyen, Demirli, Beyköy, Sipsin, Gazlıgöl, Sarıcaova köyleri düşman tarafından yakılmıştır. Genişler, Efted, Aydemir, Çalköyü, Olucak, Elmalı, Kövrül, Erikli, Damlalı, Kırka, Akin, Kemiç, Kesenler, Sandıközü, Lutfiye, Gökbey, Başören, Taşlık, Aşağı Seküd köylerinin daha evvelce yakıldığı görülmüştür.

b- Eğret ve Döğer’de pek şeni tecavüzler vuku bulmuştur. Bilhassa Eğret’te erkekler kadınlardan tefrik edilerek Yunan askerleri bu kadınlarla üç gün üç gece serbest bırakılmıştır. Döğer’de de kısmen böyle yapılmıştır. Bu muamele bilhassa eşraf ailelerine tatbik edilmiştir. İsmini tahattur edemediğimiz bir köyde atmış yaşında bir kadının ırzına tecavüz edildiğini Demirli köyünden mezbureyi bizzat tanıyan bir köylü ifade etmiştir.

c- Sipsin Köyünde bir Yunan neferinin öldürüldüğü bahane edilerek 28 kişi kadar kurşuna dizilmiş ve köye ateş verilmiştir.

d- Mecruhen esir olan efradımızı süngüledikleri, sağlam esirlerimizi de birbirine bağlayarak yaktıklarını bizzat gören köylüler ifade etmektedirler. Meydan-ı harbde kalan mecruhlarımızın bilahare öldürüldüğü ve kendi süngülerini karınlarına sapladıkları görülen şehidlerimizle sabit olmuştur.

                2- Birinci maddede arz edildiği üzere düşmanın gerilerindeki köylerin kısm-ı azamı yanmış ve kalanların mevad-ı iaşesi dahi düşman tarafından alınmıştır. Elyevm bu mıntıka halkı sefalet ve açlıktan büyük bir müdayaka (kıtlık) içindedir. Tekrar edilecek akınlarda bu hususun nazar-ı dikkate alınmasını ve kıtaatın mevad-ı iaşesini birlikte götürmesi lüzumunu ehemmiyetle arz ederim. Aksi takdirde kıtaat idarelerine kafi mevad-ı iaşe bulamayacak ve zavallı halka bar olmuş olacaktır.

                                                                                    II. Süvari Fırkası Kumandanı İbrahim Servet



Kurtuluştan 15 Yıl Sonra Eğret Nahiyesi

     Cumhuriyet Gazetesinde 1937 yılında üç günlük bir yazı dizisi yayınlanıyor. Y. Mazhar Aren imzasıyla yayınlanan bu haber Köy Kalkınması konusunu işliyor. Afyonkarahisar'a bağlı Eğret ve Sincanlı nahiyelerini merkeze alarak hazırlanan bu inceleme yazısı 3, 5 ve 6 Ekim 1937 tarihlerinde çift sütuna tam sayfa olarak yayınlanıyor. Nahiyelere bağlı köyler de işin içinde olsa bile nahiye merkezleri araştırmanın göbeğini oluşturuyor. Bu yüzden yazı dizisi Eğret'in o günkü ekonomik sosyal ve zirai yapısı hakkında somut veriler içeriyor. Tespit ettiğim bazı hususları kaydedeceğim.

  •   Düşman burada uzun müddet kalmış, ne servet bırakmıştır ne mal. Çekildiğinde tavuk bile tükenmişti.
  • Yunan badiresinden sonra 15 sene içinde Eğret'te 1474 aile tarafından; 2255 çift koşum hayvanı, 5110 adet sığır ve 175 koyun sürüsü tedarik edilmiştir.  
  • Bu servetin elde edilmesinde devletin hiç bir katkısı olmamıştır. Ziraat Bankası kanalıyla Hükümetin ayırdığı bir miktar para, halkın yedi yıl süren kıtlıktan kurtulmasını ancak sağlayabilmiştir. Ziraat Bankasının verdiği bu cüz'i kredi haricinde halkın borcu yoktur.
  • Eğret'teki koyun sürülerinin 69 tanesinin sahibi şehirde oturmaktadır, köylü ortakçı konumundadır.

  • Eğret'te buğday üretiminde verimli-orta verimli-kıraç topraklardaki durum şöyledir: 3 köyde verimlide bire 15, orta verimlide bire 6, kıraçta bire 3; 7 köyde verimlide bire 7, orta verimlide bire 5, kıraçta bire 3; 11 köyde ise verimlide bire 5, orta verimlide bire 0 ve kıraçta bire 3'tür.

  • Eğret'in verimli toprakları, vadilerdeki özler ve tepe eteklerindeki taban yerlerle sınırlıdır.

  • Kurtuluştan sonra köylünün elinde kalan koşum hayvanları kasaplık duruma gelmiş öküzlerdi. 15 yılda bunlar gençleştirildi, son yıllarda öküz ve mandanın yanında at kullanımına başlandı. Bugün koşum atı kullanma oranı % 8-10 civarında.

  • Eğret'te toplam 1.320 çiftçi aile;  111.000 dekar ekilebilen, 79.200 dekar nadas arazi ile alakadardır, aile başına düşen ekilebilen arazi 85 dekardır. Bu kadar araziyi aileler hayvanlarla ancak işleyebildiğinden traktör buralar için gereksizdir. Nadasa bırakılan araziler her yıl devreye girmiş olsa bile at devreye sokulur, traktöre yine ihtiyaç olmaz.

  • Buralarda orak makinesi de ekonomik değildir. Onu çekecek iki çift hayvan ve istihdam edilecek kişilerin maliyeti de düşünülürse tırpanla biçmek daha karlıdır.

  • Güçlü koşum hayvanları lazımdır. Bunun için cins boğalar temin edilmeli ayrıca inekler koşum hayvanlarının artığı keslerle beslendiği için gittikçe küçülmektedirler. Sığırlar da ıslah edilmelidir.

  • Pulluk kullanımı süratle yaygınlaşmaktadır. 1934 yılında İzmir Emlak ve Eytam Bankasının elindeki hafif pulluklardan yüzlercesi burada kapışılmıştır. Yine de pulluk kullanımındaki bu hız yeterli değildir, yavaşlığın sebebi ikidir: 1-Fiyatlı olmaları ve tamirinin masraf istemesi, 2-Kuvvetli hayvan istemeleri ki bu da köylüde yok.

  • Mibzer kullanımında da istenilen orana ulaşılamamıştır. Mibzerin olumlu yönleri; 1-Tohumda %20 tasarruf sağlıyor, 2-Kışlık ekimde tohumu 6-7 santim derinliğe bırakarak dondan koruyor, 3-Kuruya ekimde toprağı altüst ederek kurumamasını sağlıyor, 4-Fazla iş görüyor, hayvanla toprağın fazla çiğnenmesine mani oluyor. Buna karşılık üç menfi tarafı var; 1-Her tavda ekime uygun değil, 2-Kuvvetli hayvana ihtiyaç gösteriyor, 3-Pahalı ve tamiri masraflı. Kısaca köylü mibzer istiyor ama bu konuda açmazları var.
  • Eğret için Traktör ve benzeri tarım makinelerini konuşmanın  henüz sırası değildir.

  • Köylüler yeterli besini alamadığından vaktinden evvel ihtiyarlayıp çökmektedir. 55 yaşın üstünde ihtiyar bulmak zor. Nadiren bulunanlar da fazla çalışmaktan kaçanlardır; fakat bu canının kıymetini bilenlere de "tembel" deniliyor.

  • Eğret mıntıkasında köylünün en verimli iş günleri sonbaharda 30 ve kış sonunda 20 gündür. Yılın diğer günleri bu 50 günü merkeze alarak şekillenir. Hava şartları ve sosyal nedenlerle bazen bu elli günün azalması söz konusu olabilir. Bu çalışma günlerinin azlığı nedeniyle köylü buğday tarımına yoğunlaşmıştır. Çok az emek sarfıyla da olsa ürün alınabilen buğday ekmekle köylü kendini emniyette hissetmektedir. Hayat emniyetinden başka bir şey düşünmediği zamanlarda köylü buğday ekmiştir.

  • Köyde zenginler, orta halliler ve fakirler vardır. Çoğunluğu oluşturan orta halliler  kendi aralarındaki muvazenenin bozulmaması için birlikte ve sistematik hareket ederler; aralarından birisinin biraz fazla ilerlemesine tahammül edemezler.

  • Eğret'te köylü borçsuzdur. Şu halde yakında durumunu geliştirecek ve fakat bir noktada gelişmesi de tıkanacaktır. Halbuki Eğret'in pazarı Afyon'dur, orada ürününü pazarlayabildiğini gördükçe üretim ve ilerlemesinde sınır olmayacaktır. Bu yüzden önce Afyon kalkındırılmalı ki Eğret gelişebilsin.


25 Ağustos 2021

Şenlik

     İş günlüğüne girecek vasıfta bir şey değil ama; yine de harman vakti insanların yarım gününü ayırdığı bir faaliyet olarak 28 Ağustos Eğret takviminde çoktan yerini almıştır. Alatçı kadınlara, işlerin cavcav vaktindeki seferleri için kaçamak demiştim. Bahse konu şenlik; çoluk-çocuk, genç ihtiyar bütün Anıtkayalının toptan kaçamağıdır.

    Büyük Taarruz yıldönümlerinde, 26-30 Ağustos arasında yapılan bütün resmi törenler içindeki en sivil organizasyondur denilebilir. Resmi olduğu halde sivil özelliğini sağlayan işte bu halk katılımıdır. Bu yüzden adı daha başlangıçta tören, merasim, kutlama, bayram vs. değil "şenlik" olarak konmuş ve öyle devam ettirilmektedir. Anıtkayalı hızını alamamış üç gün sonraki Zafer Bayramının adını da "Dumnu Şenliği" olarak değiştirmiştir.

    Şenlik hazırlıklarına Garnizon Anıtkaya Şehitliğinde 1 hafta öncesinden başlarken, Belediye de güzergahtaki ağaç ve duvarları kireçleyerek buna eşlik eder. Tören alanı yakınlarında günaşığı olan varsa şenlikten bir gün önce onu keser. Ak gök dinlemez, yoksa ertesi gün talan edilecektir. Böylece günaşık kesimleri de 27 Ağustosta başlamış olur. Halk işini ona göre ayarlar, harmana, gıra bayıra gidilecekse bile bu, şenlik öğleden sonrasına ertelenir. Bütün ileşberlik yarım günlüğüne iptaldir. Hiç bir resmi kudretin tatil ilanı bu katiyetle uygulanamaz. Anıtkayalının kendine verdiği şenlik izni o derece etkilidir.

    Bunun böyle olduğunu herkes bilir, yine de çocukları kamçılayıp şevklendirme amacıyla bir kaç gün önceden derlermiş ki "Düğenden biterseniz şenliğe gidersiniz." İşleri hızlandırmak için yaptıkları bu atraksiyon işe yarıyor muydu, bilinmez; ammavelakin şenlik günü herkes Üyük'te olacaktır.

    Saat 10'da başlayacak tören için halk 8'de yollardadır. Afyon-Kütahya yolu 4-5 saatliğine trafiğe kapatılmıştır. Çocuklar bir kilometrelik şehitlik yolunu şenlik başlayana kadar birkaç kez kateder. Kadınlar küçük çocuklarıyla tören esnasında yalnız orası gölge kalacak olan yere yerleşmeye başlarlar. Erkeklere güneş karşısı düştüğü için onlara şenlik başlayana kadar susa boyu gölgede volta atmak düşer. Yaşlılar müstesna, onlar bulduğu yere oturup güneşin tadını çıkarır. 

    O güne özel hazırlığını yapmış köfteciler ocağını yakmıştır. Yarım fıçının içini buz kalıpları arasında meşrubatla dolduran Misgin (Abdullah Dalgıç) ve Elmor (Halil Dadak) da şişe açıp para almaya yetişme telaşındadır. Yalnız o gün için Afyon'dan gelen fıstık ezme küspe helvası satıcıları da yerlerini almış olur. Simitçi başında tepsiyle kadınlar tarafında dolaşmakta, Destancı Ahmet elinde sakız ve nane şekerleriyle çocuklara mani yakmakla meşguldür. Bazı yıllar kuzeyde bir yerlere cingenler çadırlı panayırlar kurar, seyyar hayavanat bahçelerini açarlar. Anıtkayalıların arasına Cumalı, Osmanköy, Yenice, Olucak, Bayramgazi gibi yakın köylerden gelenler de karışır. Çocuklar sabırsızlıkla yolun bir o yanına bir bu yanına geçer dururlar. Üyüğün üstüne çıkmak yasaktır, askerlerin uyguladığı bu yasak çocuklarda bir merak uyandırır. Orada neler olmaktadır. Ah bir yukarı çıksam da baksam...

    Her şey bu minval üzere ilerlerken birden bir hareketlilik başlar. Askeri araçlar görünür, içlerinden değişik renkli elbiseler giymiş askerler iner. Geçit resmi yapılacak yoldaki yerlerini alırlar. Bunlardan kırmızı renkli bandocular diğerlerine göre daha yaşlı olurlardı. Çoğunun astsubay olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Bu arada meçhul bir ses protokolün geldiğini ve Belediyede çay içmekte olduğunu haber verir. O sırada bizler şenlik yerinde olduğumuzdan tören öncesi bu Belediye muhabbetini hep merak etmişimdir. Neler yaparlar, neler konuşurlar, kafamda onların kutlamasını yaptığımız kurtuluşu sağlayan askerler olduğunu kurduğum için biz faniler gibi davranamayacaklarını sanırdım, merakım biraz da bundandı.

    Çok geçmeden sert komutlarla askerlerin tüfek şakırtısı ve ayak tapırtısı ortalığı alarma geçirirdi. Herkes pür dikkat bunlardadır artık. Bando çalmaya başlar. Bu protokolün gelmekte olduğunu işaret eder. Benim şaşkın gözlerim ise koca koca ejderha gibi düdükleri boynuna dolayan, omuzuna oturtan kırmızı üniformalı askerlerin yükünde olurdu. Protokol gelince tören hemen başlardı. İstiklal Marşı birşey değil ama onun öncesindeki saygı duruşunda mutlaka birileri sinek kovalar, mutlaka birileri kendini tutamaz kikirderdi. Çocuk aklımla can sıkıcı bir durum olarak kodlamışım o anları. Yukarıda, bizim göremediğimiz bir yerde insanlar çevrelenmiş birini dinlemektedir. Sonradan öğrendim ki bir subay 28 Ağustos 1922'deki olaylar hakkında teknik bir konuşma yaparmış. Bu konuşulanlar biz çocukların hiç umurumuzda olmazdı. Bizim bir gözümüz askerlerde, bir gözümüz şarampolde dikenler arasına açılmış tezgahlarda olurdu. 

    Eğret şenliğinin törenden ziyade gerçekten bir şenlik havasında geçmesini sağlayan unsurlardan birisi de anıt çevresinde yapılan konuşmalardı. Fahrettin Altay Paşa'nın işaret ettiği de buydu aslında, köylüler yıldönümünde toplanıp dualar ediyor dediği husus. Resmi ve teknik konuşmacı subaydan sonra diğer törenlerde yapılmayan bir şey gerçekleşiyor, mikrofona Anıtkaya'yı temsilen köy halkından biri çıkıyor. Bu başlangıçtan beri sadece Eğret törenlerinde yaşanan bir uygulama. Ne konuştuğunun bir önemi yoktu bizim için, çünkü duymazdık söylenenleri; ama bizden biriydi işte konuşan. İlk konuşmacılardan biri İresil Hoca (Resul Ayas) imiş, biz onu bilmiyoruz. Hatırladığım konuşmaya hevesli Keliban (İbrahim Dalgıç) yapardı bu konuşmaları. Sonra Goca Cami imamı Hüseyin Saki konuştu uzun süre. Hitabeti güzeldi, ses tonunu ayarlayabiliyordu, Fahrettin Paşa'nın dediği gibi sözlerini dualarla beziyordu. Ömer Başçavuş (Aydın) Başkan olunca bizzat konuşmak istedi. Onun da hitabeti güzeldi. Bir konuşmasında günün anlam ve öneminden sapıp zamanın Sağlık Bakanı Halil İbrahim Özsoy'a sataşınca neredeyse Anıtkaya halkına verilen bu konuşma ayrıcalığı tehlikeye düşüyordu. Sonraki şenliklerde konuşma geleneğini Remzi Kayır Başkan sürdürdü. İlerleyen teknoloji ve geçen yıllar konuşulanlara kulak vermemizi sağlıyordu. Remzi Başkanın konuşmaları beğeni topladı. Anıtkaya küme düşünce ilk Köy Muhtarı Mehmet Soylu'nun şenlik konuşmaları da akademik destekliydi, beğenildi. Sonrası hakkında bir fikrim yok, hala halk adına konuşma yapılıyor mu bilmiyorum.

    Konuşmalardan sonra geçit resmiyle tören sona ererdi. Şenliğin en heyecanlı anı burasıydı bizim için. Geçit resmine katılan her grup alkış tufanıyla karşılanırdı, halk askerine minnettarlığını alkışla göstermeye hep teşne görünürdü. En çok alkışı alanlar hep gaziler olmuştur. 1970'li yıllarda beli bükülmüş, ak sakallı dedeler olsa olsa İstiklal Savaşı gazisidir ve belki de oralardaki savaşların kahramanlarıdır, diye gururla alkışlanırlardı. Bu alkışları alan gazi dedeler ise daha bir doğrulur, kükremeye hazır aslan pozları takınırlardı. Bu tüyler ürpertici geçit resmiyle tören sona erer ama şenlik bir süre daha devam ederdi. Askerlerin bir kısmı araçlara binip mahalli terkederken bir kısmı da Üyüğün tepesine yollanırdı. İşte o an, merakımızı sonlandırma vakti olduğunu anlar biz de koşardık yukarıya. Meğer misafirlere bükme ve ayran ikramı yapılıyormuş, tepedeki gizemli hareketliliğin sebebi bu imiş.

    Asker ve protokol Üyük önünü boşaltmış, halk yavaş yavaş dönüş yoluna durmuş, satıcılar son satışlarını yapıp tezgahlarını toplama derdinde ve zorunlu beklemenin ardından yoluna devam etme beklentisindeki kamyon şoförleri yavaş yavaş karayolunu doldururken beride, Belediyenin bahçesinde misafirler koyu bir sohbete dalarlardı. 80'lerin ortasındaki bir şenlik sonu bahçe toplantısında, günün misafiri Prof. Dr. Hamza Eroğlu, konuşmasını beğendiği Hüseyin Saki Hoca'ya tebriklerini sunuyordu. O yıllarda lise ve üniversitelerde okutulan İnkılap Tarihi ders kitabını imzalayıp hediye etmesi bizim Hocayı çok mutlu etmişti. Her şenliğin böyle özel konukları mutlaka olurdu. Bir keresinde Şehitliği yaptıran Fahrettin Paşa özel konukmuş, sanırım karayoluna inen bir uçakla gelmiş ve 28 Ağustos 1922 hatıralarıyla dolu hisli sohbetleri olmuş. Gazilerin arasında, kendi kolordusundaki askerlerden biri de oradaymış, heyecanlı dakikalar yaşanmış.

    Öğlen olduğunda törenden sonra şenlik de biterdi. Bu, tatilin bittiği, ileşberliğin işbaşı yapması gerektiğinin bir işaretiydi. Tatlı bir rüyayı yarıda bırakmanın hüznüyle herkes işinin başına dönerdi. Şimdiki çocuklar böyle rüyalar görüyor mu acep?

    

Anıtkaya'da (Eğret) Yunan Mezalimi

     20 yıl kadar önce yazılmış, bu sahada ilk ve derli toplu bu yazıyı okuduğumda çok beğenmiştim.  Teknik sebeplerle kaybolan yazı bana ulaştırılınca çok sevindim. Zayi olmasın diye aynen buraya kaydetmek istedim. Sağolasın Selami Kurt.


ANITKAYA’DA (EĞRET) YUNAN MEZALİMİ                                       

Kara günlerini hatırlamayan milletler, aydınlık günlerinin kıymetini bilemezler. Bir başka deyişle kara günlerini ancak milli ve insani hisleri zayıflamış insanlar unutur. Bu gerçekten hareketle 14 ay boyunca (12 Temmuz 1921-28 Ağustos 1922) Yunan işgali altında tarihinin en kara günlerini yaşamış Eğret Köyü’nün esaret günlerini hatırlayarak bu günlerimizin kıymetini daha iyi anlayacağımızı ve her yıl 28 Ağustos’ta kutladığımız ŞENLİK’e(Kurtuluş Bayramı) daha çok sahip çıkacağımızı umut ediyorum. Ayrıca bu topraklarda yaşanan Yunan mezalimini yeni nesillere aktarmak suretiyle, özgürlük ve bağımsızlığımızın kolay kazanılmadığı, bunun temini için milli birlik ve beraberliğin kaçınılmaz olduğunu vurgulamış olacağız.

İstiklal Harbi esnasında Genelkurmay Harekat Şubesinde Batı Cephesi Kısım Amirliğinde bulunan Binbaşı Sinoplu Cevdet Kerim anlatıyor: Başkumandan Meydan Muharebesinin cereyan ettiği 30 Ağustos günü öğleden evvel İkinci Ordu Karargahından Dumlupınara seyrimiz esnasında EĞRET’in batı sırtlarında bir ihtiyara tesadüf etmiştik. Dünün mağrur ve müsterih olan bu pîri bugün benliğini saran ye’s ve hüznünü gizleme çalışarak bize yol gösteriyor ve solgun gözlerinden akıttığı iri yaş taneleriyle bizi cesaretlendiriyordu.

Iztırabının sebebini sorduk:

-Bugünü gördüm de sevindim cevabını verdiyse de bununla tatmin edilmeyen Fevzi Paşa’nın(FEVZİ ÇAKMAK):

-Sen dertli görünüyorsun ne oldu anlat bakalım? sorusuna:

-Olmayan kaldı mı Efendi, diye cevap vererek hıçkırıklara boğuldu.[1]

Biz burada bazı yazılı ve sözlü kaynaklara dayanarak ihtiyar Eğretli’nin veciz bir şekilde dile getirdiği Yunan mezalimini kısmen dile getirmiş olacağız.

Yunan askerleri bir yeri işgal ettiklerinde iki yöntem kullanmışlardır:

1-    Müslüman erkeklerini bir yere toplayarak silahların teklifi

2-    Erkeklerin bir yere toplanmasından sonra aileler nezdinde yapılan aramalar.[2]

Yunan askerleri Eğret Köyü’nde ikinci yöntemi uygulamışlardır. O zaman köy muhtarı olan Daldallar’ın Ömer Çavuş ve eşraftan bazıları Yunan askerinin halka zarar vermesini önlemek amacıyla beyaz bayrak çekerek teslim olduklarını anlatmaya çalışsalar da Yunan mezalimine engel olamamışlardır. Sert bir muameleyle köyün bütün erkekleri toplanarak Bağlar Mevkiine götürülmüştür. Erkelerin toplanması esnasına gizlenmeye çalışan bazıları katledilmiştir. İşof Dede ve Güdük Emin’in Dedesi bu şekilde katledilenlerden yalnız ikisidir. Bağlar Mevkiine toplanan erkekler üç gün bırakılmamış bu esnada şiddet uygulanmıştır. Üç gün boyunca Köy’ün bütün evlerine silah ve asker arama bahanesiyle girilmiş bu sırada adam öldürme, mal gasbı, darp ve ırza tecavüz cinayetleri işlenmiştir. Bu cinayetleri işleme konusunda Rum çeteleri askerden daha ileri gitmiştir. [3]

Eğret Köyü ve çevresine yerleşen Yunan askerleri ve çeteleri 14 ay boyunca zulümlerine devam etmişlerdir. Bazı erkekleri Türk askeri ve ajanı ithamıyla bir kısmını halkı sindirerek istediklerini yaptırmak ve mallarını gasbetmek amacıyla hunharca katletmişlerdir. Bu kabilden olarak, Rum çetesi Koca Kulak(Halil Kalkan), Hasan Kalkan, Mıstan, Ahmet Çavuşlar’ın Hasan’ın aralarında bulunduğu altı kişiyi arka arkaya dizerek tek kurşunda hepsini katletmiştir. Ancak sıranın sonunda bulunan Ahmet Çavuşların Hasan ölü numarası yaparak kurtulabilmiştir.[4] Yine Ahmet Çavuşların Ahmet Amca, Arapların evin duvarına ellerinden çakılmak suretiyle şehit edilmiştir. Yumrukların Musa, Molla Osman’ın odanın önünde çete tarafından vurularak öldürülmüştür.Ömer Onbaşının dedesi Şaştımoğlu Mevlüt de tarlada çalışırken Yunan askerine yardım etmediği bahanesiyle katledilmiştir. Bizim isimlerine ulaşamadığımız daha niceleri bu şekilde Yunan askeri ve çeteleri tarafından katledilmiştir.

Her vesileyle evleri basarak halkın neyi var neyi yoksa gasb ederek halkı bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirmişlerdir. Bu çerçevede çok azı dışında köylünün bütün küçük ve büyükbaş hayvanlarını, köy ambarındaki[5] ve o zaman kuyularda sakladıkları hububatları ve yiyecek olarak evlerde bulunan her şeyi gasb etmişlerdir. İdrisler’in Koca Osman ve Arzımanoğlu Ali koyun sürüleri tamamen gasb edilen köylülerdendir. O günlerin canlı tanıklarından Daldalların Zehra Nine evlerindeki iki ineğin düşman tarafından gasb edilerek kesildiğini anlatmaktadır.

Köy halkını zorla angarya işlerde çalıştırmışlar, siperler kazdırmışlar, çevredeki bütün ağaçları kestirerek bir kısmını cephelerde bir kısmını hayvanlarına barınak yapmada ve bir kısmını da ısınmada kullanmışlardır. Kadınları her gördükleri yerde rahatsız ettiklerinden kadınlar sürekli evlerin gizli yerlerinde saklanmak zorunda kalmışlar, dışarı çıkmak zorunda olanlar da  yüzlerine ve üzerlerine pislik sürerek onların şerrinden korunmaya çalışmışlardır. Bir bayram günü işgal günlerini genç kızlığa yakın yaşlarda görmüş Alçaklar’ın Merhume Raziye Nine’ye ziyarete gitmiştik. Yaşı oldukça ilerlemiş olmasına rağmen o günlerin zor şartlarını söylediği şu cümle açıklıyordu:

-Düşman işgali boyunca(14 ay) sadece gökyüzünü ve evimizin avlusundan bir komşumuzun evini görebildim oğlum!

Köy halkı kızlarını ve gelinlerini düşmanın şerrinden koruyabilmek için evlerinden çıkarmaz sıkı tedbirler alırmış. Özellikle evlerin damlarında, ahır ve samanlıkların gizli bölmelerinde saklarlarmış. Düşman askeri hangi evde genç kadın ve kızların olduğunu öğrenebilmek için çok baskılar yapmıştır. Zavallı halk ne kadar tedbir almış olsa da ırza tecavüz olayları meydana gelmiştir.[6]

Yunan askeri Koca Cami ve Cuma Camisini hastane, kervansarayı kiler ve yemekhane, bugün Ortaokulun bulunduğu alanı da kestirdikleri ağaçlarla çevirerek atların barındığı tavla haline getirmişlerdir. Hatipler’in ve Hassönler’in(şimdi Kasap Hüseyin’in evin olduğu yer) eski evler Yunan komutanları tarafından karargah olarak kullanılmış bazı evlere de Yunan askeri yerleşmiştir.[7]

Bir sonraki yazımız 28 Ağustos 1922 ve o gün Eğret’te yaşananlar olacaktır.

                                                                                Selami KURT



[1] Erkan-ı Harbiye Binbaşısı Sinoplu Cevdet Kerim, Türk İstiklal Harbi-Batı Cephesi, İstanbul 1925, s.220.

[2]Yayına Hazırlayanlar: Doç. Dr. Mustafa Turan-Yrd. Doç. Dr. Süleyman Özbek-Öğr. Gör.Zahit Yıldırım, Türkiye’de Yunan Fecâyii, Dahiliye Nezareti Muhaceret Müdiriyet-i Umûmiyesi Neşriyatından, orijinal yayın İstanbul 1921, son yayın Ankara 2003,c. I, s. 7.

[3] Em. Kur. Alb. Talat Yalazan, Türkiye’de Yunan Vahşet ve Soykırımı Girişimi, Ankara 1994, s. 56 ; Yaşayan Tanık Zehra Öncül Nine(1915) ile yapılan Mülakat.

[4] Koca Kulakların Kadir Kalkan(D.1921)ile yapılan mülakat.

[5] Afyon Şeriyye Sicilleri, 664.Defter, s.93.

[6]Yaşayan Tanık Daldallar’ın Zehra Öncül Nine(D. 1915) ile yapılan Mülakat.

[7] Kıvıklar’ın Şükrü Aydın Dede(D.1918) ile yapılan Mülakat.

24 Ağustos 2021

Alatçılar

     Harman zamanı işgayıt vaktidir. Yılın en yorucu dönemi, en fazla ter dökülen zamanıdır. Bir de takvimin sıkışıklığı nedeniyle ara vermeden işlerin bir an önce bitirilmesi gerektiği bir dönem. Bu yüzden "harman davran" demişler. Bu iki kelime sırf güzel kafiyesi nedeniyle kulağa hoş geldiği için bir araya getirilmemiş. "Elini çabuk tut" diye kendi kendine bir uyarı anlamı barındırıyor. Bu yüzden ileşber harman zamanı durup dinlenmeden çalışır.

    Tabi ki yanlış söyledim, durup dinlenmeden çalışmaz; arada durup dinlenir. Böyle bir dönemde bile kendine nefes aldıracak fırsatlar bulur. Bunlar kaytarma amaçlı değil, işe heyecan katarak kolaylaştırmak için oluşturulan kaçamaklardır. Alat-alıç toplamaya gitmek onlardan birisi, tam harman ortasında değişik ve dinlendirici bir faaliyet. Yalnız bu iş kadın işidir. Tıpkı bahardaki ot kazıcılar gibi alat deşirmenin kahramanı da kadınlardır. Erkeklerin yapması gereken daha önemli işler vardır çünkü.

    Esasında harman vakti kadının da işi bitmez, ona da yapacak iş bolca bulunur; ama işte bu yüzden kaçamak dedik ya. Alada giden kadınlar da genelde ileşberlik işi fazla olmayan nispeten yaşlı ve orta yaşlı kadınlardır. Gidilecek yer uzak olduğundan erkek niyetine yanlarına bir de çocuk alırlar, hem eşeklere baksın hem de başta bir erkek bulunsun diye. O çocuk genelde ben olurdum.

    Eğret arazisindeki bazı mevkilerde yoğun olarak bulunan alat ve alıç ağaçlarına sadece bu köye has olmak üzere azat dendiğini ilgili yazıda belirtmiştim. İşte istikamet bu azatlardır. Son yıllarda ekin ilaçlaması sebebiyle yalnız nadas tarafında toplanabiliyor bu yabani meyveler; ama eskiden her mevkideki azatlar meyve verirdi hatta çok zaman anızdan alat topladığımı hatırlarım. Neyse, istikamet belirlendikten sonra hazırlıklar da tamamsa yola çıkılır. Hazırlık dediğim yeteri kadar eşek, heybe, talis ve  ekmek-su-kavundan oluşan azık çıkısıdır. Ha bir de olmazsa olmaz bir sırık eşeklerden birine mutlaka bağlanmalıdır. Bu alat-alıç silkmede kullanılacak 5-6 metre uzunluğunda bir kuru söğüt dalıdır. Kafilede ben varken böyle taşıması meşakkatli bir aksesuara ne gerek var diye düşünsem de bu sırık her seferde mutlaka bulundurulmuştur. Uzaktan bu kafileye baksan, yeldeğirmeni avına çıkmış Donkişot görüntüsü kadar gülünç bir manzara görürsün.

    Alatçılar yılların tecrübesiyle her azadı çocukları kadar tanırlar. Hangisinin aladı ne vakit erer, hangisininki taşlı hangisi yinseldir, hangisi kurtlanır hangisi iridir, hangi alıç ekşi hangisi küçük çekirdekli... bunları çok iyi bildiklerinden hangi ağaca varacaklarını da aslında daha başından belirlemişlerdir. Her şey planlandığı gibi gitmez ama; gördükleri ilk alata tav olur bir talisi ondan doldururlar. Daha iyi azatlara varınca onlardan da heybe talis doldurmaya devam edilir. Açgözlülük de diyebilirsin öyle bir doldurulur ki her şey, sen sanırsın yiygi tutulacak. 

    Ben hemen bir dala tırmanır, yukarıdan silkmeye başlardım. Burada sırığın gereksizliği meydana çıkar; ama bir kadın kaptığı o sırıkla ilerdeki bir azadı yerden silkmeye başlar. Olgunlaşan mayhoş meyveler patır patır dökülmeye başlar. İş azadın altında geniş bir daireye dökülen meyveleri tek tek toplamaktadır artık. Bunun tekniği genelde çevreden merkeze doğru pasta dilimi gibi çıkımlarla, dökülmüş meyveyi toplamaktır. Kadınlar ezilmiş alatların asitli kokusu arasında dedikodu eşliğinde hem alat atıştırır hem toplar.

    Bütün heybe ve talisler hem de ağzına kadar doldurulup eşeklere yüklenir. Tasarsız yükleme nedeniyle sürekli devrilme tehlikesi gösteren talisleri eğe kaldıra ilerleyen dönüş yolundaki bu alatçı kafilesi, sabahki yolculuklarından daha komik bir görüntü oluşturduklarının farkında bile olmazdı.

    Her talisin, heybenin içindekiler farklı ağaçtan olduğundan bunları üleştirme işi de özenli yapılmalıdır. Her cinsten herkese eşit miktarda üleştirilir. Ben de bir kişi sayıldığım için aynı miktar hissemi alırken ne kadar büyük bir iş yaptığımı gösterir hareketler yapmaktan geri durmadım. Şimdi hatırladıkça yüzüme mahcup bir gülümseme yayılmasına sebep olan hareketlerdi.

    Toplarken henüz ermemiş ahlatlar bir hafta içinde yenecek duruma gelir. Yeter ki toplarken çekirdeği kararmış olsun. Kadınların ahlat yeme tekniği hep dikkatimi çekmiştir. Sapından tutulup meyvenin tamamı ısırılıp koparılarak ağıza alınır, yalnız bu sap atılır diğer bütün kısmı çekirdekler da dahil afiyetle yutulur.  Biz öyle değil de elma armut yer gibi ortadaki çekirdekli kısmı da atardık. Fazlası kabıza yol açar, dikkat etmeli. 

    Alıç mı dediniz, o daha dayanıklı bir meyvedir hemen bitirilmesine gerek yoktur. Samana ve toprağa gömüp karlı kış günlerinde alıç yiyenleri görürsen şaşırma.


Biçer Peşinde

     Burada yaptığım şey, eskilerin yaşantısıyla oluşan Eğret takvimine göre Hıdrellezle başlayan iş günlüğünü kaydetmek. Temmuz-Ağustos-Eylül dönemini kapsayan harman zamanını oraklar ve tarla paklama, sap çekme, harman sürme-savurma, çeç çıkarma, saman çekme  ve buna bağlı yan işlemlerle anlatmaya çalıştım. Nihayet harmandan kalkıldı.


    Bu iş temposu doğrudur, yaşamadığım hiç bir şeyi yazmamaya özen gösteriyorum. Fakat bir şey dikkatimi çekti, bütün bu yoğun tempoyu boşa düşüren bir şey: Biçer kovalama. Bu da kendinden söz edilmeyi hak eden bir durum. Anıtkaya'da halk ağzına 1980'lerde yerleşmeye başlayan bu kavram bugün de özellikle Temmuz-Ağustos aylarında sık kullanılan bir sözdür. Hatta baştan beri anlattığım harman dönemi işlerinin hepsini kullanımdan düşürüp onların yerini "biçer goğlamek" almıştır desek olur.

    1970'lerde orak zamanı tek tük görünmeye başladılar. Çukurova ve Konya'da işleri biten biçerdöğerler kocaman sarı gövdeleriyle ortaya çıkarlar, homurtularla köyün ekinlerine hücum ederlerdi. Bu biçerdöğerlere ismini tersyüz ederek "döyerbiçer" dedik önce, sonra kısaca "biçer" demek kolayımıza geldi. İleşberliği bitirecek makineye benziyordu. Orak biçiyor, deste dırmık ediyor, sap çekiyor, harman sürüyor ve savurup deneyi sana teslim ediyordu. Senin yapacağın tek şey ise biçerler o mevkiye geldiğinde ekinin başında olmak. Aksi takdirde bir daha senin tarlan için oraya gelmezlerdi, eski sistemle biçip harman etmen gerekirdi. Bu yüzden sabah ileşberin kulağı eperlodan ilan edilecek o günkü biçer çalışma planlamasında olurdu. İlanı kaçıranlar "biçerler ne taraftaymış" diye birilerinden öğrenmeye çalışırdı. Böylece biçer kovalama kavramı dile ve hayatımıza yerleşmiş oldu.

    Biçerdöğer sahipleri Belediye-Gorma'nın planlamasıyla gitmesi gereken mevkiye giderler fakat bazı uyanık köylüler toplu tarla vaadiyle onları kandırarak başka mevkilere sürükleyebilirdi. İşte o zaman tam bir keşmekeş yaşanır, vatandaş tarlası başında akşama kadar bekler, çaresiz ve eli boş köye dönerdi. Zamanla Haceliler, Guliz, Emirlahlar da biçer alınca kovalamaca maceraları artmış, iş zaman zaman kavgaya dönüşür olmuştu. Anıtkaya'da birkaç biçerdöğerle başlayan bu kovalamaca biçer sayısı katlanarak artmasına rağmen bitmemiş bugün bile varlığını sürdürmektedir.

    Biçerdöğerlerin çalışma planlaması genelde Gorma'nın yetkisine verilmiş, Gorma Başkanı da biçercilere kılavuzluk yapsın diye bekçi veya gorcu görevlendirmiş. Bazen Gorma reyisi bu işe kendisi nezaret etmiş fakat aksaklıkları ortadan kaldıramamış. İleşber, biçer zamanı tedirginliği hep yaşamış, sürekli biçer kovalamıştır. Yalnız bu işi en düzenli ve en az aksaklıkla idare eden birinin döneminde insanlar rahatça ekinlerini biçere aldırmışlardır. O kişi Sünnü (Halil Ün)dür. Birkaç yıl yürüttüğü görevi esnasında köylü biçer kovalamak zorunda kalmamış, denilen gün ve saatte ekinini biçtirebilmiştir.

    Kötayolundaki (Kütahya Yolu) tarlayı biçere aldırıp deneyi eve getirdiklerinde vakit yatsıyı bulmuştu. Hayal meyal hatırladığıma göre 1970'lerin başlarında olmalı. Babam tarlanın başında beklemiş, biçer deneyi yerdeki çadıra boşaltmış, komşulardan iki at arabasına yüklenen dene ancak o vakitte eve getirilebilmişti. Dayımı o vakitte akelva (tahin helvası) almaya yollamışlar ben de onun yanına taytak olmuştum. Arabalarıyla yardıma gelen komşulara akelva ikramı, teşekkür etmenin en etkili yoluymuş demek ki. Hafızamdaki en eski biçer macerası bu. İkincisi bundan 7-8 sene sonrasına, 70'lerin sonlarına aittir. 

    Öküz arabasına binmiş amcamın peşine takılmışım. Gocagır, Çatalüyük arasında bir yerlerdeyiz. Amcamın çok tarlası olduğundan tam yerini hatırlamıyorum. Biçer için gidiyoruz. Hava çok sıcak, etrafta ne biçer var ne biçer peşinde bir Allahın kulu. Koca kırda yalnız biz varız. Yozgun'un nohut tarlasından birer kucak nohut yolup bir alat azadının altına yayılıyoruz. Malum o mevkide azat pek seyrektir. Ayak bileklerinden yukarıya, dizlere doğru paçaların içinden yürüyen karıncalardan muzdarip nohut çitleyerek vakit geçiriyor, biçerin görünmesini bekliyoruz. Karıncalarla cedelleşirken yerden birkaç lira demir para görünüyor. Sevinçle alıp cebime atıyorum. Sonra daha başka paralar çıkıyor. Nohutu bırakıp para toplamaya başlıyorum. Amcamla birlikte o gün o azadın altından avuç avuç para topladık. Meğer daha önce başkaları da orada biçer beklemiş ve bu esnada paraları dökülüp toprağa karışmış. Onlar biçere kavuşabildiler mi bilmiyorum; ama benim ceplerim para dolu halde akşama doğru eve dönerken biçer işini halledememiş olmak pek de umurumda değildi.

    Eğret takvimine göre harman vakti iptal oldu. Harmana dair bütün iş ve kavramlar tarihteki yerini aldı; lakin onların yerini alan "biçer goğlama" dimdik ayakta.