03 Eylül 2021

Gocagapı

     Gocagapının altı, bilhassa yaz aylarının oturup kalkmaya en müsait alanıdır. En az bir tarafı, kapı açıldığında karşılıklı iki tarafı da açık olduğundan havadardır; üstü toprak dambeş olduğundan da serindir. 

    Evvela gocagapıyı tanıtmam gerekiyor. Büyük veya küçük mutlaka bir avlu çevresinde oluşan köy evleri; bir köşede dam-samanlık, ona bitişik bir bokluk ve otluk, bir köşede fışgılık, esas ikamet edilen evler, unevi, amberevi, düzenlik gibi müştemilattan meydana gelir. Evin bu iç dünyasını dışarıdan ayıran şey gocagapıdır. Başka bir deyişle evi dış dünyaya bağlayan...

    "Gocagapı" denmesinin sebebi boyutunda saklıdır. Daha küçük kapı varsa bile başka bir yöndedir; fakat bu isim kalıplaşmıştır, evin tek kapısı olduğu halde herkes "gocagapı" der. Sanki başka bir kapı varmış gibi. Tabi ikinci bir kapısı olanlar da ona güçcükgapı veya batcagapısı der. "Batcagapısı" sözü farklı bir anlam da kazanmıştır, o ayrı.

    İki kanatlıdır. Bir araba saman tahtalarıyla rahatça girip çıkabilecek genişlikte olmalıdır. Yetmedi, araba park edildiğinde insanlar yanından rahatça geçebilmelidir. Böyle bir genişliği ikiye böldüğünüzde kanatların da ne kadar büyük olduğunu anlarsınız. Bu kapıya "gocagapı" denmez de ne denir! 

    Boyut büyükse, e bir de çok işleyen bir şey ise sağlam olmalıdır. Yapımında genelde kereste olarak çam kullanılır. Tahtaların kalın, bağların kuvvetli olmasına dikkat edilir. Kalın tahtalar birbirine geçip kavrayacak şekilde ayarlanır. Bunun teknik bir adı vardır, ben bilmiyorum. Bağlar, birbirine geçmiş tahtalar kendisine tutturulmuş haldeyken kanat direğine geçirilir. Bu durumda bağlar erkek, direk dişidir. Alt ve üst bağlar diğerlerine göre daha kalın olur. Böylece tahtalar/kalaslar, bağ yardımıyla iki yan direğe tutturulmuş olur. Bu esnada şimdi bolca bulunan fabrikasyon çiviler değil, demircinin döverek yaptığı özel mıklar kullanılır. Bunlar koca kafalı, enlemesine ikiye dilinerek çakıldıktan sonra içeriden iki yana bükülüp sabitlenen uçlarıyla gerçekten özel mıklardır. Gocagapıya dışardan bakanlar bu mıkların büyük başlarının vazifesini pek kavramaz da estetik kaygıyla şekil olsun diye oraya çakıldığını sanırlar. 

    Her iki kanat bu şekilde yapıldıktan sonra sıra bu kanatların dik ve sağlam durmasını sağlayacak sisteme gelmiştir. Bu sistem altta taş kaide, üstte kalın çam gapağından bir başlıktan oluşur. Alttan gidelim. Yassı, düzgün ve sağlam taşlar kanat dış direklerinin altına gelecek şekilde yatırılıp sabitlenir. Demircinin yaptığı bir kare demir parçası, ölçülüp biçilerek taşın üzerine yerleştirilir. Bunun için taşın demir büyüklüğünde oyulması gerekir. Unutmadan söyleyelim, bu demir parçasının tam ortasında uygun derinlikte bir oyuk vardır. Demirimiz pabuç vazifesini görecektir. Yine demirciye yaptırılan bir aparat, kanat direğinin köşesine öyle bir monte edilir ki, hem bağ-tahta-direk bağlantısını sağlamlaştırır, hem altındaki sivri uçla kanat yükünü pabuça bindirir, hem de güzel bir görüntü oluşturur. Üst kısma gelince... Kanat direklerinin ucu biraz daha uzun ve yontularak inceltilip düzeltilmiş olmalıdır. Uzun ölçüp biçmelerden sonra, hazırda bekleyen çam kapağının uygun yerlerine kanat ucu kalınlığında delikler açılır. Pabuçlara oturtulan kanatlar o vaziyette sabit tutulurken hazırlanan kapak başlık, direklere geçirilir ve yan taraflarda bir yerlere sabitlenir. Gocagapı yapılmıştır. İsteğe bağlı olarak içeriden bir sürgü, mandal, tırkaz sistemi eklenebilir. Dışarıya sarkan bir ipe kapı kolu görevi de yüklenebilir, bütün bunlar artık küçük ayrıntıdır ve ihtiyaç hasıl oldukça geliştirilebilirler.

    Kanatlardan biri sabittir, sürekli kapalı tutulur. Kapının işlemesini sağlayan diğer kanadın aksine, ayda yılda bir açılıp kapandığından arkasına konan ağırca bir taş veya uygun bir dayakla kapalı kalır. Diğer kanat sürekli açılıp kapanır; giriş çıkış kaçınılmazdır çünkü. Bu koca kapıyı sürekli açıp kapamanın zorluğundan olsa gerek, bazılarının yan tarafına en ve boyca daha küçük bir kapı eklenir. Koca kapıyı hiç rahatsız etmeden giriş çıkışlar buradan sağlanır. Buna goltukgapısı denir. Goltukgapısı bazen de  bir kanadın içine ustaca yerleştirilir, kanadın bünyesindedir; ama sen onu açılmadan farkedemezsin. Goltukgapın varsa gocagapıya yalnız araba gireceği zamanlarda iki kanadı da açılmak suretiyle iş düşer.

    Biçimi, işçiliği, görüntüsü, rengi, yaşı ne olursa olsun; bence tıpkı insanlar gibi her gocagapının bir karakteri vardır. Bir defa her kapı tektir, biriciktir. Benzeri çoktur; lakin aynısı yoktur. Kendine has oluşlarını en çok seslerinden anlarsın. Evet öyledir, her koca kapının bir sesi vardır. Kanat direğiyle papucun temasından metalik ve üstte başlığın temasından tarifi zor olmak üzere iki ayrı ses; iki kanadın iç direklerinin çarpışmasından bir başka ses ve mandal-sürgü-tırkaz sisteminin titreşiminden kaynaklı bir başka ses... Bütün bunlar ardı ardına sıralandığında, her kapı sesinden bir başka beste dinlersin. Bu o kadar böyleydi ki insanlar duydukları sesten hangi kapının açıldığını, açanın kim olduğunu, ne maksatla açıldığını, acil bir durum bulunup bulunmadığını anlayabilirlerdi. Hatta kapıların açılma sesiyle kapanma sesi farklı olduğundan, geçen sürenin durumuna göre kapıyı kapatmaya giden komşular olurdu. Açık kalıp da mal maşat kaçmasın diye.

    Çok sağlamdırlar. Üstü kapalıdır, yâmır yaş görmez. Bir de önündeki saçak biraz uzun yapılırsa değmeyin keyfine, asırlık olurlar. Zaten çıkıntı kapı alıp evine uyarlayarak onu kullanmaya devam edenler çoğunluktadır. O işçilikle, o malzemeyle, o sağlamlıkta bugün bir gocagapı yapmak zordur çünkü. 

    Bugün dediğime bakmayın, günümüzde gocagapı yapıldığı yok. Ana malzemesi saç, tekerli-raylı, kollu-kilitli, tek-çift kanatlı koca koca kapılar yapılıyor; ama gocagapı yapabilen yok. Anıtkaya'da ayakta kalabilmiş gocagapılara iyi bakın, hala işliyorsa sesine kulak verin. Çoğu çıkıntıdır, yeri değiştirilmiştir. Öyle bile olsa arkası yok, son "gocagapı"lar onlar.


02 Eylül 2021

Gatçayır Ve Beylik Bahçesi

    Bugün Galipbey Caddesi uzatılarak yeni karayoluna bağlanmış ve bir bulvara dönüştürülmüş durumda. Eskiden bu cadde eski karayoluna gelip dayanınca biterdi. Bundan sonrası; daha sonra Olucak, Çerkez, Üyükyolu, Kötayolu'na doğru çatallaşacak olan küçük, tozlu bir kır yolu idi. Yeni bulvarın sağ tarafına kıvrılarak işlemeye devam eden bu yolun sol tarafına Daştarla (Taşlı Tarla), sağ tarafına ise Gatçayır denir.

    Gatçayır mevkisi, ganelden 500 metre kadar süren bir bahçe ve onun uzantısı harmanyeri olarak iki bölümden oluşur. Bu alanın yakınları mevki olarak bu isimle bilinir.

    Harmanyeri kısmına, yeni karayolu yapım aşamasındayken Karayolları şantiyesi kurulunca bu işlevini kaybetti. Harman dökülecek alan kalmamıştı çünkü. Sözünü ettiğim küçük yoldan geçmek bile sıkıntı oldu bir süre. Buradaki bayırın yeni karayoluna bakan deresinde ve Kötayolu'na bakan kısmındaki iki serenli kuyu da böylece kullanımdan çıkmış oldu. Yıllar sonra şantiye kapatılıp harmanyeri köylü kullanımına açılınca birkaç yıl harman dökülüp patoz edildi. Düğen, düğen sürme ve düğene koşulacak hayvanlar çoktan çıkmıştı hayatımızdan. Daha sonra harmanyerine hiç ihtiyaç kalmadı. Şimdi öylece duruyor arazi.

    Gatçayırın bu adı alması hususunda iki görüş var. Bunlardan ilkine göre, yörenin adı "Kaz Çayırı"dır. Eğret'te eskiden beri kaz yetiştiriciliği yapılması, bunların sulak alanlarda güdülmesi gerçeği dikkate alınırsa gayet mantıklı bir görüş bu. Meşhur Eğret çayırlarından birisi bu bölgeydi, kazlar burada güdülürdü. Bu görüşün diğer bir versiyonuna göre de bu sulak alan göçmen yaban kazlarının gözünden kaçmadı. Uzun göç yolları için iyi bir mola ve uğrak yeriydi. Yılda iki kere bu bölgede kazları gören halk buraya "Gaz Çayırı" dedi. Zamanla bu kelime "Gatçayır"a dönüştü.

    Gatçayır mevkisinin ilk kısmına dönecek olursak... Buraya özel olarak "Beylikbatcası" (Beylik Bahçesi) denilmektedir. Aslen çayır olan bölgenin köye yakın olan kısmı tarım alanı olarak kullanılmaya başlanınca, Gatçayırın uzantısı bu kısım da bahçeye dönüşmüş. Osmanlı'da arazinin mülkiyeti devlete ait; ama işletme hakkı vergiler yoluyla halka aktarılıyor. Tabi bir çayır ile bir bahçenin işleme esasları da farklı oluyor. Esasında iki kısmı da devlete ait olan Gatçayır'ın yeni bir hususiyet kazanan bahçe kısmı özel olarak "Beylik Bahçesi" diye adlandırılıyor. "Beylik" kelimesi zaten devlete ait olmasını yansıtıyor. Oysa bu anlamda çayır kısmı da "beylik"...  

    Bazen vakıflara ait arazi ve mülkler de "beylik/miri" diye adlandırılabiliyor. Eğret tarihinde iki vakıf kaydına rastlanmış. Bunlardan birisi Cami-i Şerif Vakfı ki vakfiyesi bulunmuyor, diğeri de Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı. İkincisinin vakfiye ve diğer kayıtlarından anlaşıldığına göre vakfa ait arazi ve diğer mülkler bulunuyor, değirmeni var mesela. Acaba genel olarak Gatçayır veya özelde Beylik Bahçesi bu iki vakıftan birisinin olabilir mi? 

    Cumhuriyet'ten sonra Muhtarlık, daha sonra da Belediye kanalıyla bu bahçe istekli olanlara kiralanmış. Deli Mısdık (Mustafa Erdem) zamanında böyle bir uygulamayı hatırlıyorum. Bildiğin verimli bir bahçe görüntüsündeydi. Ortada, şimdiki binanın biraz daha ilerisinde toprak bir kulübeyi iyi hatırlıyorum. Salatalıklar, fasulyeler, domatesler... Isırgan dikenlerinin arasında tepil tüpül pek kolay yürüyemezdim ama; bahçenin hemen her köşesini hatırlayacak kadar dolaşmışım demek ki.

    Sonradan bu uygulamadan vazgeçildi sanırım. Yani kiralama işinden... Köyün şebeke suyunu sağlayan kuyu buradaydı. Motor/pompayı içinde barındıran minik bir kulübeden sürekli bir makine hırıltısı gelirdi. Kulübenin küçük deliğinde kalın mazgallar vardı. Şu haliyle çocuk zihninde hırıltı ve mazgallar birleşince nasıl bir izlenim bırakırsa bende de o psikoloji oluşurdu. Gizemli küçük yapıdan çıkan bir miktar su, açık bir kanaldan dışarı doğru yönlendirilmişti. Sessizce akan bu suyun, dışarıda gocagapıdan çıkınca hemen solundaki duvarda bulunan çeşmeye vardığını keşfedince oyunlar oynaya başlamıştık. İçeride açık kanala attığımız hafif ve küçük nesneyi karşılamak için dışarıdaki çeşmeye koşardık. Acaba o şey, çeşmedeki lulalardan hangisinden çıkacaktı. Bu merak çabuk kayboldu, çünkü hep aynısından çıkıyordu. Hımm! Demek ki yalnız bu lula içerdeki kuyuya bağlı. Peki diğerleri, onların suyu nerden? Kimdi hatırlamıyorum, birisi bu soruyu "Guduretden" diye cevaplamıştı. Kuyudan ve "Gudretten" beslenen lulaların durumu şimdi nedir, bilmiyorum.

    Henüz üst tarafa şantiye kurulmayıp daha harman dökülüyor iken yaşadığım bir olay da hafızama kazınmış. Beylik bahçesinde tepil tüpül yürüdüğüm çağın birkaç yıl sonrası olmalı. Tek başıma Gatçayır'a gidebildiğime göre ayaklanıp hayli büyümüşüm demek. Beylik bahçesinin üst köşesiyle Taşlıtarla hendeklerinin arasında bir açık alan var. Baştan belirttiğim kır yolunun ikiye böldüğü bu açıklık oldukça geniş. (O yaşta bana öyle geliyormuş, büyüdükçe ne kadar dar bir yer olduğunu anladım.) İşte bu çimenlik alanın Taşlıtarla tarafında babam ve birkaç kişi daha büz döküyorlar. Artık o yıllarda yapılan su kanallarının köprüleri için miydi, yoksa köy içinde kısmi kanalizasyon şebekesi için miydi, hiç bilmiyorum. Anamın bir önceğe çıkıladığı öğle yemeğini götürüyorum. Yaptıkları iş bana çok ilginç görünüyor. Dikey konumdaki kocaman demirlerin içine beton atıyorlar, bir şeyle dövüyorlar, bağrış çığrış... Onlara ilgimi kaybedip, kurumaya terkettikleri dökülmüş büzlerin arasına karışıyorum. Benim boyumun iki katından daha uzun, heyula gibi büzlerin arasında koşuyor, onlara sarılıyor, kendi kendime oynuyorum. Derken birisinin içine elim göçüveriyor. Yeni dökülmüş, henüz kurumamış taze bir büz. Ne kadar hoşuma gitti anlatamam. Sırayla hepsine dokunup bastırmaya başladım; ama bir kaç tanesini daha ancak delebildim. Lakin oyun bitti, yaptığımın ceza gerektiren bir suç olduğunu kısa zamanda anladım. Derhal oradan uzaklaşmam lazımdı. Bir daha oraya ekmek aş götürmedim. Yıllar yıllar sonra öğrendim ki çalışanlar büzleri benim kırdığımı daha ben oradan kaçmadan anlamışlar.

    Beylik Bahçesinin alt tarafına elma ağaçları dikildikten sonra, buranın adı Elmalık/Elma Bahçesi oldu. Daha sonra yeni bir beton kulübe, turistik amaçlı bir havuz ve ağaç kulübe inşa edildi. Adı, artık Piknik Bahçesiydi. Son dönemde üst kısmına bir halı saha yapılmış.

    Yukarıda Gatçayır adıyla ilgili iki görüşten söz etmiştim. Sıra bunlardan ikincisine geldi. Bu görüşe göre mevkinin adı aslında "Kadı Çayırı"dır. Yıllarca Eğret halkının ağzında söylene söylene bu hale gelmiştr. Kadı ile ilgisi şudur: Bölgede çok fazla çayır olduğu için, konusu bunlarla ilgili olan çok fazla dava da mahkemeye intikal ediyordu. Mahkeme dediğimiz "Kadı"dır, unutmayalım. Mahkeme kayıtlarında; Eğret'te çayır yüzünden işlenmiş cinayete, Eğretli iki kişinin Kuyucak yakınlarında izinsiz çayır biçmesine, Kütahya mültezimin Eğret'teki çayır alışverişindeki anlaşmazlığa, Eğretli Hüma Hatun'un Sülümenli'deki çayırı için abisini dava etmesine rastladım. Bu hususlarda kararı veren son merci "Kadı"dır. Zamanın bir vaktinde kadı, bölgedeki çayırlar ile ilgili bir karar vermiş olabilir veya başka bir münasebetle Kadı'nın içinde olduğu bir durum oluşabilir. Bu yüzden "Kadı Çayırı" denmiş ve Eğretliler bu kelimeyi zamanla "Gatçayır"a dönüştürmüştür.

    Olabilir. İki görüşün de mantıklı tarafları var; fakat kazlarla ilgili "Kaz Çayırı" daha çok biliniyor ve nedense bana daha canayakın bir yaklaşımmış gibi geliyor.

    Her neyse, Gatçayır güzel bir yer. Beylik Bahçesi ondan da güzel.


01 Eylül 2021

Odada Helva Çekme


            Odada Tel Helvası
    
    Mustafa AYAS*

    Duvarları kerpiç, tabanı tavanı toprak; diğer kısımları ahşaptan olan sevimli mi sevimli köy odaları… Yazın serin mi serin, kışın sıcak mı sıcak. Kış aylarının en neşeli zamanları bu mekanlarda geçer. İleşberlik bitip harman kalkınca oda sohbetlerinin vakti geldi demektir.

    Odaya toplanma akşam yemeğinden sonra başlar.

    Girmeden önce sokağa bakan camdan yarım yamalak gözetlersin içeriyi, tam inceleme dış kapıdan girdikten sonra yapılacaktır. Burası iç odaya geçmeden önceki aralıktır.  Hemen her odada bulunan bu aralıkta ayakkabılarınızı çıkarırken içeriyi görebileceğiniz küçük bir cam daha vardır. İşte asıl içeriyi incelemenin yapıldığı yer. Odaya girişin standart hareketidir bunlar. Çoğuları farkında olmadan alışkanlık gereği bu gözetlemeyi yapar. Ve devam eder kalıplaşmış hareketler.

    Selamünaleyküm-Aleykümselam ile oda ahalisine katılırsın. 

    Oturduktan sonra selamlaşmanın yerini hal hatır sorma alır. Bunun için merasime gerek yoktur, tek kelimeyle halledilir: Merhaba. Bu sihirli kelimenin içinde öyle anlamlar gizlidir ki herkes bu anlam ağırlığının farkındaymış gibi sırayla yeni gelene merhaba der, o da herkese ayrı ayrı merhaba diye karşılık verir. Merhabalar odayı doldururken sohbete ortak olmanızla gece başlardı.

    Verilen alınan selamın ve ardından "merhaba"laşmanın ne kadar değerli olduğunu yaş ilerleyince daha iyi anlıyorsunuz.

    Gençlik yıllarının en güzel günlerini-gecelerini yaşadığımız yerler odalardı.

    Esasında biz çocuk/gençler için oda ahalisine dahil olmak bir ayrıcalıktı. Orada bazen bir bardak çay içmek bile bizleri mutlu ederdi. Bardakları yıkama, çay/su servisi, tenekelerle su taşıyıp küpü doldurma da bizden olurdu haliyle. Zaten bu tür hizmetler karşılığında girebilirdik içeri.

    Her yanı topraktan odanın; 30-40 cm yüksekliğinde yine topraktan sekileri, her duvarda sığdığı kadar 2-3 ahşap kapaklı dolavları, sırtınızı yaslayacağınız hasırdan kökyastıklar vardı. Bir de bu kökyastıkların duvarla temasını kesen, bir nevi kolçak-sehpa-masa vazifesi gören ve duvar diplerinin tamamını dolaşan tahtadan çıkıntılar olurdu. Bazı odalarda bunlar kapaklı minik sandıklar biçiminde karşına çıkardı. İçine ufak tefek düzen takan koyarlardı.

    Odanın göze batan can alıcı ciyirdeği ise sekinin iki tarafındaki ağaç direklerdi. Direkler ile duvar arasındaki kaba ağaç parmaklıklar ilginç bir kombinasyonla sekiyi odadan ayırırdı. Bu direkler yeri gelir yaşlılara "el ulağı" olur, yeri gelir görüntüsüyle odaya şekil verirlerdi. Sessiz, vakur duruşlarıyla odanın bütün yükünü çeken vefalı direklerdi.

    Direkler sanki kudretten cilalı, boyalı gibi durur; odanın ışığıyla parıl parıl parlarlardı. Bunun sebebi bilmem kaç tarihinden beri sayısı belirsiz kişinin elle temasıydı, yanından geçerken ister istemez urbalarının sürtünmesiydi. Bu insani durumlarla öyle güzel bir hal almıştır ki, rengine al mı desem, kızıl mı, bilemedim.

    Üstü çorakla örtülü odanın tavanı döşmelerle kapatılmıştı. Genelde kavak ve söğüt, nadiren de çam olan bu döşmeler, içeriden gayet net görünür, canı sıkılanlar bunları sayar, ezberlediği küçük ayrıntılarını incelemeye geçerlerdi. Bu esnada döşme aralarının sıkça sıralanmış kamış veya günaşık kökleriyle doldurulmuş olduğunu yeni fark edenler bile çıkardı

    Zeminde hasır, onun üstünde kilimlerin kapladığı rengarenk bir yaygı cümbüşü vardı. Büyükçe bir teneke sobanın yanında günaşık kökleri, meşe odunu, kömür tenekesi bulunurdu. Sobanın diğer yanında ağaçtan yapılmış ve hafifçe yükseltilmiş küçük bir seki de odun depolama alanı olarak kullanılıyordu.

    Sobadan yayılan sıcaklıkla yer minderlerine oturmak, sohbet dinlemek, halleşmek, hastalık borç gibi her türlü sıkıntıyı paylaşarak törpülemek odaların en yareyişli yönüydü. Hayvan alınır satılır, mal mülk karşılaştırılır, iddialaşılır, inatlaşılır, karınlar acıkırdı. O zaman evlerden yiyecek birşeyler getirilir ferfine yapılırdı. Bazen beklenen olurdu ve birşey için iddiaya girilirdi. Bu da  bizlere kesin ziyafet demekti. Kazanan kaybeden bizi ilgilendirmezdi çünkü her türlü ziyafete bizler de dahildik. Sadece işin angaresi, getir-götür, bakkal-kasap işi bize kalırdı; biz de gönüllü olarak dızığa dızığa gider gelirdik. Bazen kabuklu fıstık gaba şeker, bazen de et kıyma alınırdı. Boğaz boş durmazdı, arkasına cila olması için ya helva alınırdı ya da kadın göbeği, tel kadayıf alınır ıslatılırdı.

    Eğer odada tel helva ustası varsa işte asıl cümbüş o vakit başlardı.

    Helva çekme genelde odalarda yapılırdı, çünkü bu zahmetli eğlence büyük alan ister, fazla sayıda adam ister ve büyük bir tabla ister. Bütün bunları ev ortamında sağlamak zordur, odalar bu zoru kolaylaştırır.

    Helva çekmenin ayrıntısına gelecek olursak…

    Basit gibi görünen ama elinize yüzünüze bulaştırabileceğiniz bir lezzettir tel helvası. (Nasıl yapılamaz, bizzat bilirim)

    Su, un, şeker, ilman duzu ve yağ… Malzemeleri hepi topu budur.

    Su dolu bir tencereye yeterli miktarda şeker katılır ve belli miktarda da limon tuzu atılır. Limon tuzu olmazsa veya çok az gelirse o kaynar eksilir siz de habire su katarsınız, olmadı şeker eklersiniz daha başlamadan da isyan bayrağını çekersiniz.

    Usta varsa işlem denktir vesselam.

    O, şeker ve limon tuzunu ayarlar, ara ara kaynayan şerbetten aldığı bir kaşıkla kıvamına bakar. Şapır şupur akarsa kaynamaya devam demektir. O işin püf noktası, kıvamının tam da "olmuş" olduğunu anlamak için bir bardak soğuk su yeterlidir . Zaman zaman kaynamakta olan şerbetten kaşıkla bir miktar alıp, su dolu bardağa daldırırsınız. Eğer şerbet hafiften donarak kaşıktan zoraki aşağıya sarkarsa iş tamamdır.

    Donma noktası ayarlandığına göre sıcak tencereyle dışarı çıkılır, karlı bir zemin bulunur ve bir tepsiye şerbet dökülür. (Helva neden yalnız kışın çekilir anladın mı?) Altındaki karları erittiği için tepsi gezdirilerek yeni kar yığınlarıyla buluşturulur. Soğuğu gören şerbet donmaya başlar. Katılaşmaya başlayan soğuk yerlerden yağlı ellerle oynayarak toparlanır. Bir alev topu olan şerbetin sıvı ve donmaya yüz tutmamış yerlerini avuçlamak size 10 parmak yanık olarak geri döner(tecrübeyle sabittir.) Velhasıl müsait alanları toplaya toplaya şerbetin tepsiyle ilişkisi kesilir. O andan sonra oyuncak gibi oynaya oynaya, sündüre sündüre , döndüre döndüre yumuşak kıvama geri getirilir. (Gözünüzde Maraş dondurmasını elle sallayan birini canlandırın.)

    Bu işlem dışarıda yapılırken içeride bir başka telaş vardır. Yetecek kadar un yağda kavrulmaya başlar. Miyane un beyazlığını terk edecek şekilde önce sararır, sonra hafifçe allanır ve en nihayetinde kızarır. İşte o anda odayı bir koku sarar. Miyanenin olduğunu renginden ve kokusundan bilirsiniz. Bir parça tadarak da onay verilebilir. Un tadından uzaklaşmış değişik bir tada ulaşmıştır. Miyane fazla olmalı, fazla olmasının bir zararı yoktur, az olursa sizin katlama sayınıza erişmeden miyane biterse o iş yattı demektir.

    Sıfrada çekmeye başlanan şerbet beklemez.

    Sofranın başındaki dairede en az 6 kişi bulunması bu işin olmazsa olmazıdır. Çekilecek olan şerbet 6 kişiyle tam daire şeklini alır.

    Büyük sofraya kavrulmuş miyane serpilir üzerine de hamur hatta sakız hale gelen şerbet teker şeklinde konur.

    İnsanlar sofranın etrafında diz çöker ama; pür dikkat neredeyse sadece dizler yere temas edecek şekilde beklerler.

    Gözler ustadır, usta ne derse o… Herkes aynı anda hem ellerini hem de daire haline getirilen  şerbeti una beler, önlerinde kendilerine düşen alanı ustanın komutuyla aynı anda kendilerine doğru çekerler. Dairede olanlar ustaya da bakarak, ne geç ne erken, ne az ne çok çekerler. Tam denk hareketler olmalıdır.

    Son uzama anında daire büyür ve işin ustası büyüyen yuvarlağı alır katlayarak küçültür. Tekrar herkes bu küçük yuvarlağı aynı anda kendine doğru çekerek büyültürler.

    Her çekme işlemi sırasında miyaneye beleme ihmal edilmemelidir. 32 gibi sayısı vardır, eğer bundan önce koparsa ki bazen kopar, o zaman 8’lik demir gibi olur. Sert sorma şeker gibi diyelim. Böyle de yediğimiz olmuştur; lakin bu, istenilen bir durum değildir.

    Katlama ve çekme işlemi sayarak devam ederken, bizim sözde şerbeti çevirmek zorlaşmaya başlar. Bir bütün olmaktan uzaklaşır ve tel tel ayrılır. O yapışkan şerbet her beleme, çekme ve katlama ile birbirlerinin arasına giren miyane sayesinde hem katlara ayrılır hem de teller birbirine yapışmaz. (Buna “helva çekme” ve ürünün adına da “tel helvası” denmesinin sebebi sanırım anlaşıldı.)

    Katlama ne kadar çoksa o kadar başarı vardır ve bir o kadar da tel helva iyi olacaktır. Katlama sayısı 30’a ulaşınca hemen hemen yinecek duruma gelir, gözler de iştahla açılmaya başlar. Bundan sonra her fazla kat, incelme anlamına gelir. Ondan sonra kopana kadar çekmeye devam etmek en ince halini elde etmeye yarar. Kopunca da bitişi yine usta yapar zevkle. Yukarı kaldırıp kaldırıp silkeler ve bu hareket tekrar katların ayrılması, sofranın üzerinin dağ gibi tel helva dolmasına sebep olur.

    Doya doya afiyetle yenen helvayı bitirmek zordur. Sabaha karşı evine giderken herkesin elinde bir parça tel helvası vardır.

    Mahallemizde bu işin ustası ise toprağı bol olsun, rahmetli Tekirgızıların Mevlit (Haykır)  emmiydi.

    Eski günleri anlatmak işin en kolayı; lakin eski adet ve törelerimizi  (ne dersiniz bilmem de) yaşatmak zor.

    *Bu macerayı Mustafa'dan yıllar önce dinlediğimde çok hoşuma gitmişti. Ricamı kırmayıp yazıya döktüğü için teşekkür ederim.


30 Ağustos 2021

Fıtçı

      Çoğu yerde topaç olarak biliniyor. Biz "fıtçı" derdik. Düzgün tornalanmış huni gövdesi görünümünde bir ağaç düşünün, sivri ucuna yuvarlak bir pabuç giydirilmiş olsun. Üzerine sarılan bir iple ilk hareket sağlandıktan sonra kendi çevresinde güçten düşene kadar döner. İşte topaç. Yalnız bizim fıtçımızdan ayrılsın diye biz buna "salma fıtçı" derdik. Bizimkisi, kendi imalatımız, emek verdiğimiz, zahmet çektiğimiz ve kendi usulümüzce çevirdiğimiz özel bir oyuncaktır. Safi "fıtçı" adını hak eden de işte budur. 

    Salma fıtçıyı en son gördüğümde Bursa'da Yeşil Türbe yanında dar bir sokakta dönüyordu. Bir satıcının elinde mavi ve gülgülü gövdelerine bağlanmış iplerden sarkanları da vardı. Evet basit bir düzenekle sargı ipi fıtçıya sabitlenmiş, şu haliyle şavılı andırıyordu. Bizi imrendirmek için çevirip bıraktığı birisi hala dönüyordu. Kafaya koymuştum, zaten alacaktım. Amacım çocuklara göstermekti. Gösterdim; ama o kadar uğraşıya rağmen çeviremedim. Şimdi nerede bilmiyorum. Gerçek fıtçıyı, bizim fıtçımızı ise çocukluk yıllarımıza bıraktıktan sonra hiç görmedim.

    Salma fıtçı fabrikasyondur, hazır gelir, boyalı boyasız bakkallardan satın alırsın. Esas fıtçıyı bıçakla yonulda yonulda sen yapacaksın. Evvela fıtçı yapacağın malzemeyi belirlemelisin. Bu, 3-5 santim çapında bir ağaç dalıdır. Bundan daha kalınını döndürmek zorlaşır, incesi ise uçar gider, yine döndüremezsin. Biraz da fıtçının boyu, eni ve ağırlığıyla ilgili fiziksel bir denge var işin içinde. Ağırlık da mühim bir etken olduğuna göre seçeceğin ağacın cinsi önem kazanır.

    Başlıca fıtçı hammaddesi olarak kullanılan ağaç söğüttür. Çok bulunur, kurusuna da yaşına da her zaman ulaşabilirsin. Her yer söğüt ağacı çünkü. İşlemesi de kolaydır, hafif keskin bir bıçakla bile halledebilirsin. Söğüdün dezavantajı ucunun çabuk körelmesi ve hafif olması nedeniyle fazla uzaklaşmasıdır. Bu yüzden söğütten mümkün olduğunca büyük fıtçı yapılır. Temini kolay olan bir diğer fıtçı ağacı da meşedir. Sert bir malzeme olduğundan yontmak zordur; ama aşınmaya dayanıklıdır. Ağır olduğu için de daha küçük fıtçıların yapımında tercih edilir.

    Söğüt, meşe bir yana; ille de çamın yeri ayrıdır. Fıtçı için en ideal ağaçtır o. Ama nereden bulacaksın. O yıllarda Anıtkaya'da çam Galip Bey caddesinde var, köyün en merkezi yeri, herkesin gözü önünde bir dal kesmek ne mümkün. Kimse de böyle bir şeye girişmez zaten. Bir de Üyük'te vardı çam ağacı. O yaşta gözden ırak yerlere gidecek cesaretimiz de yoktu açıkçası. Hem yakalanırsak Akgalak ceza yazmaz mıydı?.. Sabahları kaçakçı tahtacılar gelir kahvelerin önünde arabalarındakini satana kadar dururlardı. Yüküne destek amaçlı birkaç çam dalı da bulundururlardı. Usulünce isteyebilenler buradan temin ediyordu. Ben bunu da hiç başaramadım... Kış girerken okula yakacak tahsisatı olarak çam dalları gelirdi. Kapının önüne yıkılan bu odun yığınını o zamanın hademesi Ömerağa (Ömer Şen)in nezaretinde biz taşırdık. İşte ileride bizim fıtçımız olacak dallar bu yığında gizliydi. Küçük bir dalı aşırmanın kime ne zararı vardı!

    Fıtçı yapmak için keskin bir çakı işini görür. Önce dalın ince tarafında konik ucunu sivriltirsin. Sonra sıra kertik açmaya gelir. İdeal bir fıtçıda üç kertik bulunur. İki kertik de idare eder, dörtlüsü sırf hava atmak içindir. Beş kertikli bir fıtçıyı döndürebilirsen efsane olursun. Kertiklerin süs olmaktan başka bir işlevi var mı bilmiyorum, fizik bilgim bu konuda yetersiz kalıyor. Kertikler de bittikten sonra sivri ucuna kafası kesilmiş veya yuvarlatılmış bir çivi çakabilirsen iyi olur. Sert zeminde döndükçe fıtçı ucu aşınıp körelecektir, sık sık sivriltmek zahmetli ve bazen imkansız olur; bu yüzden çivili uç iyidir. Artık iş bitmiştir, bir desdireyle son kertiğin üzerinden fıtçıyı kesebilirsin. Tutmak zordur ama bıçakla yonuldarak fıtçının üstünü güzelce yalabıdırsan daha iyi olur. Kaba testere izi kaybolur. 

    Salma fıtçı çevrilir, kertikli fıtçı ise dönderilir. Ben hiç kertikli fıtçı çevirene rastlamadım. Gerçi bizim köyde salma fıtçı da dönderilir, çevirme kavramı yok Anıtkaya'da. Bu sadece isimlendirmeyle, söz ile ilgili bir durum olmasa gerek. Niye hep fıtçı döndermeye gittik acaba?

    Fıtçı döndermeye gittiğimiz doğrudur. Her yerde dönmüyor çünkü, sert zemin istiyor. Toprak zemin sert de olsa düzgün olmuyor. Yağışlı havalarda da sertliği kayboluyor. Sağlıklı bir dönderme için kımçıyı yediği anda hızını alıp bir müddet o hızla dönmesi lazım, ayağı hiç bir engele takılmamalı, düşer. Düştüğünde yeniden başlayacaksın, can sıkıcı. Salma fıtçı zaten narin bir varlık o toprak zemine hiç gelemez.  Sokakların bir kısmı da taş döşeliydi, engebeli böyle yerlerden fıtçı nefret eder. Fıtçı döndermek için en ideal yer Bazaryeri'dir. Biz de oraya giderdik zaten.

    Döndermesi zevksiz olduğu kadar masrafsızdır da salma fıtçının. Bir metre kadar pamuk ipliğin bir ucu orta parmağına bağlıdır, diğer ucunu fıtçının altından başlayarak yukarıya doğru dolar ve sona geldiğinde ucu aşağıya bakacak şekilde atarsın. Doladığın ip sağılırken fıtçıyı döndürür ve ucu yere değdiği anda dönme ivmesini kazanmış olur. Yer de pürüzsüz olduğundan bu hız onu epey bir müddet döndürür. Senin başka bir şey yapmana gerek yok. (Anlatımın kolaylığına bakmayın, salma fıtçıda iple salma işlemi aslında çok zordur.) Kertikli fıtçı öyle mi! Bir defa kendine bir kımçı yapacaksın. Fıtçı kımçısı, yarım metrelik bir değneğin ucuna uygun kalınlıkta bir ip bağlayarak yapılır. Bu ip genelde pamuk ipliğidir. İpin ucunu düğümlersen iyi edersin çünkü onunla biraz sonra fıtçıyı kımçılayacaksın, parça piynak olur. Kımçı ipinin ucundan başlayarak fıtçı çevresine doluyorsun, dikkat et fıtçının üst tarafına yakın dola, yoksa fırlar gider, ilk hareketi sağlayamazsın. Dolamadan sonra yapacağın şey fıtçıyı yere koyarak kımçı değneğini ileriye itmektir. Bu esnada dolalı ip sağılarak fıtçıyı döndürmeye başlar. Yani ilk hareket salma fıtçıyla aynı mantık uygulanarak sağlanıyor. 

    Salmada bundan sonrasında keyfine bakıyordun, kertikli fıtçıda öyle olmuyor. Yapısı gereği düşüp bayılmaya meyyal bir şey, sürekli güç uygulayıp dönmeyi devam ettirmelisin. Bunu da kımçılayarak yapıyorsun. Çat çat her kımçı darbesini aldıkça, acısından hızla senden kaçar. O kaçar sen kovalarsın, yakaladığın yerde bir kımçı, şaak! Kaçarken dıñılaya vıñılaya ağlar, acımasızca vurmaya devam et. Beline beline, sırtına sırtına vur. Fakat o hırsla duvara, merdivenlere veya mazgallara yaklaştığını unutma. Fıtçı duvara çarparsa o zevkli dakikalar son bulur, yeniden başlarsın. Merdivenlerden uçarsa yine ara verip gidip fıtçını getirmek durumundasın; ama mazgaldan düşerse o güzelim fıtçıya veda etmek zorundasın, aman ha! Bir de kımçılarken fıtçıya acımıyorsan kendine acı, bak ipin ucundaki düğüm bile kalmamış, yavaş biraz. İyisi mi ipi ağzının bir ucundan diğerine çekerek tükrükle de biraz daha idare etsin. Korkma bişey olmaz, daha virüs-mikrop-bakteri icat olmadı.

    Fıtçı yapımı sırasında ağırlık, kalınlık ve yükseklik oranına dikkat edilmez, kertik sayısı iyi belirlenmezse; dönderme esnasında büyük bir sorunla karşılaşırsın. Bilhassa gereğinden fazla uzun fıtçılarda görülen bir hastalıktır. Deli fıtçı denir böylelerine, deligoyun gibi... Ne kadar uğraşırsan uğraş dengeli dönmez, yalpalar durur. En sonunda varır şorye yığılır kalır. Sert kımçı darbeleri de işe yaramaz.

    Şaka bir yana kımçılı fıtçıya ip dayanmaz. Pamuk ipliği bir kaç darbeden sonra pülçüklenir, değiştirilmesi gerekir. Yeñi Mısdık (Mustafa Şen)den yenisini alırsın; ama nereye kadar. Ebruşum bağlasan, o ondan pahalı. Fıtçı döneminin sonlarına doğru bunun için iyi bir çözüm yolu bulmuştuk. Sağda solda çıkıntı kamyon lastiklerinden tel ile birlikte ipler de çıkarılabiliyordu. Lastik gibi kimyasala bulanmış bu ipler pamuk ipliğine göre daha sağlamdı. İyi dayanıyordu. Böyle bir lastik bulduğumuzda ip stoklardık. Ne günlerdi!

     Salmasıyla kertiklisiyle fıtçılar hayatımızdan uçtu gitti. Fazla darbeden başlarını mı döndürdük, halsiz kalıp yere mi yığıldılar? Kımçılaya kımçılaya biz mi kovduk hayatımızdan, yoksa zamanın mazgalına mı kaçırdık?

    Neyse ki dilimizde yaşıyorlar; zira kısa boylu, çalışkan, oraya buraya durmadan koşturup duranlar için Anıtkaya'da "fıtçı gibi" benzetmesi yapılıyor hala.


29 Ağustos 2021

Varlık Vergisi Eğret'te

    Eğret'in Algısı Vergisi 1 ve 2 başlıklı yazılarla 1720 yılından Tanzimata kadar Eğret Köyünden alınan vergilerin kayıtlara geçenleri listelenmişti. Bunları genel olarak arazi vergisi, gelir vergisi, hayvan varlığı vergisi ve bazı özel durumlarda konulan vergiler olarak gruplandırmak mümkün görülüyor. 

    Cumhuriyet Dönemi vergilerine dair dikkatimi çeken bir inceleme olmadı. Yalnız geçenlerde 1937 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir haber-araştırma yazısından, "Kurtuluştan 15 Yıl Sonra Eğret Nahiyesi" başlığı altında bazı alıntılar yapmıştım. Haberde genel olarak Eğret ve Sincanlı Nahiyelerinin işgalden sonra ekonomik olarak nasıl kalkındığı propagandası yapılıyordu.  Bahsi geçen yazıyla, yorum içeren siyasi ifadelerden ayrı somut verileri küçük notlar halinde aktarmıştım. Köylünün borçsuz olduğu, daha çok gelişmeye müsait bulunduğu, köyde zenginler-orta halliler-fakirler diye üç sosyal grubun bulunduğu gibi bilgiler bunlardan bazıları. Bu ifadeler 4-5 yıl sonraki bir Hükümet uygulamasının habercisi gibi geldi bana.

    Varlık vergisinden bahsediyorum. 1942 yılında 2. dünya Savaşı ekonomik krizinden çıkış yolu olarak böyle bir vergi ihdası söz konusu oluyor. Önce savaş vurguncularını cezalandırma amaçlı gibi lanse ediliyor. Sonradan bunun zenginlerden zenginlik vergisi şeklinde olacağı anlaşılıyor. Hükümet resmi yazılarla hemen araştırmanın başlatılmasını istiyor. Bu arada azınlıklar ile özel olarak ilgilenilmesi, kimin nesi varsa tespit edilmesi isteniyor. Bütün hazırlıklar tamamlanıp kanun Meclisten bir çırpıda çıkarılıyor. Buna göre varlık vergisi şu şekilde uygulanacak: İllerde ilgili 6 kişiden oluşacak komisyonlar kurulacak ve hemen kimden ne kadar vergi alınacağı tespit edilecek. Duyurular yapıldıktan sonra 15 gün içinde, komisyonun belirlediği miktar vergi ödenmiş olacak. Bu sürede ödenmezse ilk hafta % 1, ikinci hafta % 2 gecikme zammı uygulanacak. Yine de tahsil edilemezse haciz işlemleri başlatılacak ve ayrıca mükellef yurdun çeşitli yerlerinde açılacak çalışma kamplarına gönderilecek, yevmiyesi 2,5 liradan burada borcunu ödeyene kadar çalıştırılacak. 

    "Varlık Vergisi Ve Afyon'daki Uygulaması" adlı makaleden işin bizi ilgilendiren kısmını öğreniyoruz. Afyon'da ilgili komisyon kuruluyor, listeler hazırlanıyor, 250'den fazla kişiye toplam 840 bin lira vergi belirleniyor. İtirazlar oluyor ama vergi borcunu ödemeyen bulunmuyor, 15 gün içinde tahsilat tamamlanıyor.

    Komisyonun hazırladığı varlık vergisi tahsilat uygulaması iki listeden oluşuyor; ilkinde tüccarlar, ikincisinde büyük çiftçiler ve esnaf var. Eğret'te kendisine vergi salınanlar ikinci listenin en başında yer alıyor.


    Listeyi incelediğimde dikkatimi ilk çeken, "büyük çiftçi" ibaresinin tüm listede sadece Eğret köylü olanlar için kullanılmasıydı. Diğer köylerdekiler küçük çiftçi mi veya çiftçi değiller mi, bana ilginç geldi.  Demek ki öyle bir karar alınmış; iki listede de en düşük vergi miktarı 500 TL. Eğret listesinde bu standart miktarı bozan, 600 TL ile Mahmut Öztürk ve 700 TL ile Ali ve İzzet Türkan kardeşler. Bir de 7. sıradaki bu kardeşlerin soyadı (Türkân) sanırım Anıtkaya'da yok. Kim olduklarını çıkaramadım. 

    O gün için büyük para diyeceğimiz bu meblağı satıp savuşturup denkleştirmişler. Acaba bu verginin konulmasından tam 5 yıl önce yayınlanan Köy Kalkınması konulu yazıda bahsettikleri zenginler sınıfından bu yedi kişiyi mi kastediyorlardı. Bir de öğreniyoruz ki sonradan ek liste hazırlanmış ve yeni mükellefler belirlenmiş. Acaba yeni listeye eklenen başka Eğretliler de var mıydı? 


28 Ağustos 2021

Garımak yok

    "Garımak" fiilini sözlüklerde boşuna aramayın, ben herkesin yerine aradım bulamadım. Benzer bir kelime olarak "karımak" var. Anıtkaya ağzında "k"ler "g"ye dönüştürüldüğü için bu da önemli bir bulgu. Yalnız karımak fiilinin anlamı en eski kaynaklardan beri hep "ihtiyarlamak, yaşlanmak, kocamak, köhneleşmek" biçiminde veriliyor. Bunun bizdeki garımak ile ilgisi yok.

    Anıtkaya'da daha çok çocuk dilinde karşılaştığımız kelimenin anlamı "yan çizmek, vaz geçmek, oyunbozanlık etmek, oyundan kaçmak için bahaneler aramak"tır. Anlaşılacağı üzere bu kavram oyunlarla ilgili. İkili ve takım oyunlarında karşımıza çıkan bir çocuksu durum "garımak" biçiminde dile getirilmiş. 

    Eğlenme ve vakit geçirmeye yönelik oyunlarda pek rastlanmayan bu durum, kazanma ve  ütme amaçlı oyunlarda daha çok karşımıza çıkıyor. Daha oyun başlamadan herkes kuralları bilmektedir. Yalnız o günkü oyuna has özel kurallar varsa oyun başında onların da çerçevesi çizilir. Bunda amaç oyun sırasındaki muhtemel mızıkçılıkları önlemektir. Özel kurallar sıralandıktan sonra bunları pekiştirir gibi "Bak garımek yok ha!" diye de son uyarı yapılır. 

    Çocuğun oyun dünyası düşünülürse bunlar çok katı oyun kuralları gibi görülebilir. Ne olursa olsun oyunu yarım bırakmamaya yönelik tembihler, uyarılar ve kural koymalar biraz fazla gibi duruyor. İşin aslı öyle değil, bütün bunlar keyfi oyun bozmayı, yani garımayı önlemek içindir. Yoksa, insani durumlarda oyun dışı kalma isteği zaten herkes tarafından mazur görülür. Öyle bir durumda "ağılıyın" diyen oyuncu bir süreliğine oyunu bırakmış kabul edilir. (Çünkü zehirlendiği için tedaviye ihtiyacı var, mantığa bak.) Ona karşı hiç bir cezalandırıcı kural işletilmez. Garımak bu değildir, yenileceğini anlayan oyuncunun mağlubiyet damgası yememek veya ütülmemek için kaçma arzusudur.

    Garımak sık rastlanan bir durum değildir. Bir defa yenilgiyi hazmedememenin göstergesi, centilmenlik dışı bir harekettir; kimse böyle bilinmek istemez. Daha önemlisi, "garıcı" damgasını yiyen birini çocuklar bir daha oyunlarına dahil etmek istemezler. Çünkü senden bahsederken "Ha o mu, garıcının teki!" diyorlarsa işin bitmiştir. Bunda yalnız oyun hayatıyla ilgili değil daha fazla bir suçlama anlamı vardır. Garımaktansa alnının akıyla yenilmek en iyisidir. Hiç olmazsa bir sonraki oyunda yenme ümidin var; ama senin için "garıcı" diyorlarsa bir daha oynama hakkını bile bulamayabilirsin.

    Dikkat edilirse şimdiye kadar hiç oyun adı zikretmedim. Sebebi garıma durumunun belli bir oyuna has olmaması, bütün oyunlar için geçerli bir durum olmasıdır. Hatta büyüklerin oyunlarında da kullanılan bir kavrama dönüşmüştür garımak. Kahvede, odada veya sokakta büyüklerin ağzından da eğlenme-kazanma amaçlı oyun ve yarışmalarda bu sözleri duyabilirsin. 

    "Garımak" ile başladık, bak ona bağlı "ağılıyın" ve "garıcı" sözleri ortaya çıktı. Bunlar yalnız Anıtkaya'da kullanılan söz varlığı olarak çok kıymetli. Çocukluğumda oynadıklarım ve gözlemlediklerimle ilgili saydığım söz ve kavramlar köyde hala kullanılıyor. Keşke hiç unutulmasalar.


27 Ağustos 2021

Hz.Nuh, "Yada" Taşı Ve Buñar'da Yağmur Duası

    Rivayetlere göre Türk kavimlerinde yağmur, kar yağdırma gücüne sahip bir taş vardı, bunu özellikle savaşlarda kullanarak düşman ordusuna karşı üstünlük sağlıyorlardı Yada taşı adını verdikleri bu taşı sivil hayatta da kullanıyorlardı. Bu hususla ilk defa yıllar önce Osman Turan'ın Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi adlı eserinde karşılaşmıştım. Ondan daha geniş ve ayrıntılı bilgiyi Belleten'de buldum. Ayrıntılı bilgi için Ahmet Öğreten'in  ilgili makalesine havalesiniz, Yada Taşının kaynağı hakkında ben size bir özet geçeyim.

    İkinci Adem (as) kabul edilen Nuh Peygamber, gemi Cudi'ye oturup tufandan kurtulduktan sonra oğullarını cihanın dört bir yanına gönderiyor. Oğlu Yafes'i Asya steplerine yönlendirince, o kurak iklimde yaşama zorluğundan bahisle babasından bir yardım bekliyor. Bu mevzuda Nuh (as) Allah'a yakarıyor, bu yakarış sonunda Cebrail (as) elinde bir taşla beliriyor. Bu taşla dua edildiğinde yağmur yağacağı, sonra istendiğinde dineceği müjdeleniyor. Yafes taşı kolye gibi boynuna takıyor. İşaret edilen bölgeye yerleşip yağış ve kuraklık sorunundan uzak yaşıyorlar. Yafes'in ölümünden sonra bu taş oğlu Türk'e, sonra ondan ona derken en son Osmanlılarda 15. yüzyılda görülüyor. Taşın özelliği, yazılı tarafını yukarı çevirip dua edildiğinde yağış oluyor, ters çevrildiğinde ise duruyor. O kadar ayrıntılı yağış duasına cevap veriliyor ki, yağışın cinsi, süresi, şiddeti bile ayarlanabiliyor. Bu taş ile fırtına bile çıkarılabildiği söyleniyor. Zamanla bu taş olmadan da dua edilerek aynı sonucu alabildiklerini keşfediyorlar. Başka taşlara okuyup onları suya bırakınca da yağmur yağıyor. İşin taşta değil, o taşta yazılı duada olduğu anlaşılıyor. Allah'ın insanlara bildirmediği sayısız İsmi var, işte Cebrail'in getirdiği Yada Taşında o İsimlerden birisi yazılıydı. Bir başka rivayete göre de o taşta İsm-i Azam duası vardı. Türkler, başka kavimlerin bilmediği böyle bir hazineye sahiptiler.

    Sonuçta bütün bu anlattıklarım menkıbeye dayanıyor. Menkıbede gerçeklik, mantıksallık aranmaz. Menkıbenin aslına değil faslına bakılır. Mevzunun sonunu bekleyelim.

    Çocukluğumda Buñar'daki bir yağmur duasına katılmıştım. Başka zaman büyükler böyle toplantılarda çocuklara höt zöt ederlerdi, bu sefer dua merasimi boyunca hiç ses etmediler. Buñar havuzunun dengindeki alanda oturulup, kalkılıp bir şeyler okundu, eller kaldırılıp avuçlar yukarıda, aşağıda dualar edildi. Biz yine güldük, oynadık, ağladık (evet, ağlamamızı istemişlerdi) ama; hiç azar işitmedik. Bir koyun-kuzu sürüsü de yanımızdaydı, tuhaf şekilde onlar da meleyip duruyordu. Sonra bir şey oldu, bizden biraz daha büyük birkaç çocuğu Buñar'a attılar, gülerek çırpınıyor, eğleniyorlardı. Birisine ise avuç avuç çakıl taşı verdiler ve su bülken yerlere bırakmasını söylediler. Çoğuna anlam veremediğim hareketlerden sonra yağmur duası bitmişti. Köye dönerken herkesin gözü yukarıda, ansızın belirecek bir parça bulut görme derdindeydi. 

    Çocukluğumun bu unutulmaz olayından yıllar sonra öğrendim ki o yağmur duasının öncesi varmış. Bir gün evvelinden Akbaşların Mehmet (Karakaya) Hoca, köyü merkeze alan geniş bir daire çizerek arazi sınırlarını okuya okuya dolaşır köyü adeta manevi bir çembere alırmış. (Burada sınır çizme olayından bahsediliyor olabilir.) Bu esnada her bölgeden bir çakıl taşı alır torbaya koyarmış. Hocanın okuyarak topladığı bu taşlar köyde belirli kimselere dağıtılarak onların da dualar okuması istenirmiş. Ertesi gün toplanan bu taşlara toplu dua esnasında son bir okuma daha yapılır ve sonunda Buñar'ın gözelerine atılırmış. Çocuk aklıyla anlam veremediğim taşların sırrını, geçtiğimiz Kurban Bayramı arefesinde Buñar'ın yanından geçerken tesadüfen öğrendiğim bu hikayeyle çözdüm. Taşlar her anlamda yerine oturmuştu.

    Cebrail (as) getirdiği Yada Taşında hangi dua yazılıydı bilmiyoruz. Eski Türkler yağmur yağdırma amaçlı suya attıkları taşlara hangi duayı okuyorlardı onu da bilmiyoruz. Belki de Mehmet Hoca rahmetlinin ve Anıtkayalıların Buñar'a attıkları taşlara okuduklarıyla Yada taşındaki aynı dua idi. Kim bilir. 

    Dünyada anlamsız bir şey yok; anlamını bilemediğimiz var.




Çalı

     Bizim Dağ'ın en belirgin bitki örtüsü sorulsa ne cevap verirsiniz? Ben "çalı" derdim, sanırım çoğu Anıtkayalı benimle aynı fikirdedir. Çalı demekle meşeyi kastediyoruz, hadi ikisini birleştirelim ve "meşe çalısı" diyelim. Seyyah olup havadan şu alemi gezsen, İblak'ta göreceğin göğerti işte bu meşeler olurdu.

    Bizim meşelerimiz başka yerlerdekine benzemez; ağaç olmazlar, tomruklaşmazlar, hep bodurdurlar. Çalı denmesinin bir sebebi bu olabilir. Onları tek tek değil; oba oba öbeklenmiş olarak görürsün. Yalnız yaşayamaz bizim meşemiz, sosyal bir türdür. Kümelenmiş halde yaşayan her bir meşe öbeğine de "çalı" dendiği olur. Çobana sorarsın "Koyun nerede?" "Çalıya girdi." der. Bazen de meşe kümelerinin adı "orman" olur çoban dilinde. 

    Dağdaki bu çalı varlığı çok eski zamanlara uzanıyor olmalı. Bir asır önceki Yunan işgalinde Eğret çevresindeki işgal güçleri bir kış yakacak ihtiyacını buradan karşılıyorlar. Bundan yirmi yıl önce ağaçlandırma için Ormaniye önce arazi temizliği yapmıştı. Sadece bir bölgeden çıkarılan kütüğü koca köylü bir kıştan fazla yakmıştı. O zaman gördük ki, İblak'ın yüzündeki çalı kadar belki ondan daha fazla yeraltında kökü var. O kök/kütüğün oluşabilmesi için asırlar gerekli.

    Çalıyı kes kes bitmiyor. Kesildikçe yenileniyor, tazeleniyor. Yakacak için kesmek onun varlığı için bir tehlike teşkil etmiyor yani. Onu asıl öldüren keçi diyorlar, yeni sürgün meşenin tepesini yiyerek boğuyor, cıvgınlara yaşam hakkı tanımıyor. Zaten meşe, tohumdan veya fidan dikme şeklinde yetişmiyor. Onun varlığını sürdürmesi, çalı içinde kökten sürgünler şeklinde oluyor. Baharda orman içlerine girerseniz, taze sürgün meşelerin sessiz sessiz dünyaya gelmekte olduklarını görebilirsiniz. Ama çok dikkatli gözlerle bakmalısınız.

    Yirmi yıl kadar önce, bu güzel çalı görüntüsünün köy içinde de oluşabileceği hülyasına kapılıp köye meşe dikmek istemiştim. Ekim-Kasım aylarıydı, iki demir kadar cins pelidi toplayıp götürdüm. Bir çuval içinde ıslatıp karanlık bir yere beklemeye bıraktık. Hesaba göre pelitler 15-20 gün içinde çatlayıp tomurcuklanacaklar, biz de bunları toprağa gömecektik. Baharda müstakbel meşe ormanımız filiz vermiş olacaktı. Tabi biz pelitleri unuttuk, onları hatırladığımızda gerçekten çatlamış, filizlenmiş, güneşe hasret filizler çuvalı delerek birkaç metre uzamış halde bulduk. Ekilecek, dikilecek durumda değillerdi. Hülyamızı gerçekleştirip ekebilseydik şimdi köy içinde 20 yaşında meşelerimiz olacaktı. Olur muydu acaba?

       Pelit, meşenin meyvesi oluyor. Bazı yerlerde palamut diyorlar, biz pelit diyoruz. Yemeye çalışırdık, tadı tuzu olmazdı ama; çocukluğumuzda pelitlerin görüntüsü çok hoşumuza giderdi. Başında namaz takkesi gibi bir başlığı olur, bazen bu başlıklarından ayırarak onunla oyunlar oynardık. Meşenin bir başka oyun aracı da gobak idi. Bu kendine has, bordoya yakın kahverengi kabuğu olan içi toz dolu, hafif yuvarlak bir şeydi. Şey diyorum, çünkü meyve desem meyve değil, tohum desem tohum değil. Herhalde çalının bir salgısı. Meşeden elde edilen oyun araçlarından biri de mazı idi. Bu gobaktan daha küçük, daha sert, daha ağır ve daha açık renkte bir şeydi. Her mazının mutlaka bir deliği de olur. Ne yapacağımızı bilmeden onları da koparır oyunlar oynardık. Bir ara ilaç sanayiinde kullanılmak üzere mazı toplandığını duymuştum.

    Çocuk dünyasında meşenin yeri meyve ve salgılarıyla sınırlı değildir. Biz ondan başka oyun araçları da yapardık. Fıtçı bunlardan biriydi mesela. Gerçi diğerlerine göre daha ağır ve sert olan bu ağaçtan fıtçı yapmak biraz riskliydi; fakat bu riske girmeye değerdi çünkü sağlam bir kımçı ipiyle döndürülen meşe fıtçısı, vurdukça dıñılar, imrenen gözlerle kendisine baktırırdı. Sağlam ve ağır olduğu için met oynarken kullanılan met ve değneği de meşeden yapardık. O vakit meşeye ulaşmak zordu ama; baharda dekgetirebilirsen taze meşe dalından güzel düdük çıkar. Bir de sabbanın çatalı da en iyi meşeden yapılır, bunu da unutma.

    Bir çocuk bu kadar oyunu çıkarabilmek için Dağdaki meşeye nasıl ulaşabiliyordu, orası oldukça uzak bir yer sonuçta. Haklı bir soru. Çok basit, biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Kömürün olmadığı zamanlarda insanların yakacağı meşeydi çünkü. Gorma'nın izin verdiği günlerde herkes odun kesmeye gider, evlere ve odalara odun getirilirdi. Büyükler o udunu kıymak ile meşgulken biz de oyun araçlarımızı seçerdik içinden. Koyun can derdinde... hesabı.


    Koyun demişken, çobanların meşhur kütümekli çoban değneği de meşeden olur. Düzgün uzamış, güzel görünümlü bir meşeyi gözüne kestiren çoban, onu özenle köküyle birlikte çıkarır. Kabuğunu soyup kurumaya terkeder. Kuruyunca, köpeğinden sonra en yakın arkadaşı olarak yanına alır ve kütümeğini yere vura vura sürüsünü sürer.

    Dayanıklı bir ağaç olarak meşenin kullanım alanı çok geniştir. Mesela arbanın dayamaları meşeden yapılırdı. At koşumunda kullanılan falakalar meşeden olurdu. Bunlar aşırı güce maruz kalan aksamlar olduğu için meşe tercih edilirdi. Bunun yanında annat ayası, dırmık dişi, keser-kazma-balta sapları da meşeden yapılırdı. Turpanın elcik ve gayığı meşedendi. Geçenlerde tek parça meşeden yapılmış bir çekgi görmüştüm, son kullanımından bu yana belki 40 yıl geçmişti; ama hala hışır gibi ve çok sağlamdı.

    Dağa yakın mevkilerden birinin adı Çalıyayla'dır. Dağ, çalı, meşe... Anıtkayalının hayatına çoktan yerleşmiş temeli sağlam kavramlar.

    İlbulak Dağının temel bitki örtüsü meşe çalısı, daha ne kadar değişik bitkiyi içinde barındırıyor, bunları da anlatacağım.


26 Ağustos 2021

Bir Rapor

     Cevdet Kerim Kurtuluş Savaşında Genel Kurmay Başkanlığında görevli bir subay. Anılarını yayınladığı Türk İstiklal Harbi kitabı 1925 baskılı. Alıntı raporumuz o kitabın 96- 97. sayfalarından.

    Yunan Küçük Asya Ordusu Genelkurmay İkinci Başkanı General Ksenofon İstradikos, Sakarya Savaşı hakkında yazdığı kitabın başında, Yunan ordusunun ilerlemesi sırasında halka nasıl insaniyetkar davrandığını, bunun üzerine halkın kendilerini nasıl coşkuyla bir kurtarıcı gibi karşıladığını anlatıyor. Cevdet Kerim bu iddiayı tam da o günlerde hazırlanan bir raporla çürütüyor. "Bu rapor Yunan ordusunun insaniyetkarane(!) yürüyüşünden sonra Eskişehir şarkında beklediği esnada Döğer istikametinde düşman gerilerine akınla görevlendirilen 2. Süvari Fırkamızın avdetinde verdiği resmi rapordur."


BEŞİNCİ GRUP KUMANDANLIĞINA                

Aziziye/ 04.08.1921

                1- Fırkanın Döğer istikametinde icra eylediği baskın esnasında düşman tarafından yakılan köylerle yapılan mezalim hakkında bervech-i ati malumatın kayd u tevsik edildiği arz olunur.

a- Döğer, Eğret, İlyen, Demirli, Beyköy, Sipsin, Gazlıgöl, Sarıcaova köyleri düşman tarafından yakılmıştır. Genişler, Efted, Aydemir, Çalköyü, Olucak, Elmalı, Kövrül, Erikli, Damlalı, Kırka, Akin, Kemiç, Kesenler, Sandıközü, Lutfiye, Gökbey, Başören, Taşlık, Aşağı Seküd köylerinin daha evvelce yakıldığı görülmüştür.

b- Eğret ve Döğer’de pek şeni tecavüzler vuku bulmuştur. Bilhassa Eğret’te erkekler kadınlardan tefrik edilerek Yunan askerleri bu kadınlarla üç gün üç gece serbest bırakılmıştır. Döğer’de de kısmen böyle yapılmıştır. Bu muamele bilhassa eşraf ailelerine tatbik edilmiştir. İsmini tahattur edemediğimiz bir köyde atmış yaşında bir kadının ırzına tecavüz edildiğini Demirli köyünden mezbureyi bizzat tanıyan bir köylü ifade etmiştir.

c- Sipsin Köyünde bir Yunan neferinin öldürüldüğü bahane edilerek 28 kişi kadar kurşuna dizilmiş ve köye ateş verilmiştir.

d- Mecruhen esir olan efradımızı süngüledikleri, sağlam esirlerimizi de birbirine bağlayarak yaktıklarını bizzat gören köylüler ifade etmektedirler. Meydan-ı harbde kalan mecruhlarımızın bilahare öldürüldüğü ve kendi süngülerini karınlarına sapladıkları görülen şehidlerimizle sabit olmuştur.

                2- Birinci maddede arz edildiği üzere düşmanın gerilerindeki köylerin kısm-ı azamı yanmış ve kalanların mevad-ı iaşesi dahi düşman tarafından alınmıştır. Elyevm bu mıntıka halkı sefalet ve açlıktan büyük bir müdayaka (kıtlık) içindedir. Tekrar edilecek akınlarda bu hususun nazar-ı dikkate alınmasını ve kıtaatın mevad-ı iaşesini birlikte götürmesi lüzumunu ehemmiyetle arz ederim. Aksi takdirde kıtaat idarelerine kafi mevad-ı iaşe bulamayacak ve zavallı halka bar olmuş olacaktır.

                                                                                    II. Süvari Fırkası Kumandanı İbrahim Servet



Kurtuluştan 15 Yıl Sonra Eğret Nahiyesi

     Cumhuriyet Gazetesinde 1937 yılında üç günlük bir yazı dizisi yayınlanıyor. Y. Mazhar Aren imzasıyla yayınlanan bu haber Köy Kalkınması konusunu işliyor. Afyonkarahisar'a bağlı Eğret ve Sincanlı nahiyelerini merkeze alarak hazırlanan bu inceleme yazısı 3, 5 ve 6 Ekim 1937 tarihlerinde çift sütuna tam sayfa olarak yayınlanıyor. Nahiyelere bağlı köyler de işin içinde olsa bile nahiye merkezleri araştırmanın göbeğini oluşturuyor. Bu yüzden yazı dizisi Eğret'in o günkü ekonomik sosyal ve zirai yapısı hakkında somut veriler içeriyor. Tespit ettiğim bazı hususları kaydedeceğim.

  •   Düşman burada uzun müddet kalmış, ne servet bırakmıştır ne mal. Çekildiğinde tavuk bile tükenmişti.
  • Yunan badiresinden sonra 15 sene içinde Eğret'te 1474 aile tarafından; 2255 çift koşum hayvanı, 5110 adet sığır ve 175 koyun sürüsü tedarik edilmiştir.  
  • Bu servetin elde edilmesinde devletin hiç bir katkısı olmamıştır. Ziraat Bankası kanalıyla Hükümetin ayırdığı bir miktar para, halkın yedi yıl süren kıtlıktan kurtulmasını ancak sağlayabilmiştir. Ziraat Bankasının verdiği bu cüz'i kredi haricinde halkın borcu yoktur.
  • Eğret'teki koyun sürülerinin 69 tanesinin sahibi şehirde oturmaktadır, köylü ortakçı konumundadır.

  • Eğret'te buğday üretiminde verimli-orta verimli-kıraç topraklardaki durum şöyledir: 3 köyde verimlide bire 15, orta verimlide bire 6, kıraçta bire 3; 7 köyde verimlide bire 7, orta verimlide bire 5, kıraçta bire 3; 11 köyde ise verimlide bire 5, orta verimlide bire 0 ve kıraçta bire 3'tür.

  • Eğret'in verimli toprakları, vadilerdeki özler ve tepe eteklerindeki taban yerlerle sınırlıdır.

  • Kurtuluştan sonra köylünün elinde kalan koşum hayvanları kasaplık duruma gelmiş öküzlerdi. 15 yılda bunlar gençleştirildi, son yıllarda öküz ve mandanın yanında at kullanımına başlandı. Bugün koşum atı kullanma oranı % 8-10 civarında.

  • Eğret'te toplam 1.320 çiftçi aile;  111.000 dekar ekilebilen, 79.200 dekar nadas arazi ile alakadardır, aile başına düşen ekilebilen arazi 85 dekardır. Bu kadar araziyi aileler hayvanlarla ancak işleyebildiğinden traktör buralar için gereksizdir. Nadasa bırakılan araziler her yıl devreye girmiş olsa bile at devreye sokulur, traktöre yine ihtiyaç olmaz.

  • Buralarda orak makinesi de ekonomik değildir. Onu çekecek iki çift hayvan ve istihdam edilecek kişilerin maliyeti de düşünülürse tırpanla biçmek daha karlıdır.

  • Güçlü koşum hayvanları lazımdır. Bunun için cins boğalar temin edilmeli ayrıca inekler koşum hayvanlarının artığı keslerle beslendiği için gittikçe küçülmektedirler. Sığırlar da ıslah edilmelidir.

  • Pulluk kullanımı süratle yaygınlaşmaktadır. 1934 yılında İzmir Emlak ve Eytam Bankasının elindeki hafif pulluklardan yüzlercesi burada kapışılmıştır. Yine de pulluk kullanımındaki bu hız yeterli değildir, yavaşlığın sebebi ikidir: 1-Fiyatlı olmaları ve tamirinin masraf istemesi, 2-Kuvvetli hayvan istemeleri ki bu da köylüde yok.

  • Mibzer kullanımında da istenilen orana ulaşılamamıştır. Mibzerin olumlu yönleri; 1-Tohumda %20 tasarruf sağlıyor, 2-Kışlık ekimde tohumu 6-7 santim derinliğe bırakarak dondan koruyor, 3-Kuruya ekimde toprağı altüst ederek kurumamasını sağlıyor, 4-Fazla iş görüyor, hayvanla toprağın fazla çiğnenmesine mani oluyor. Buna karşılık üç menfi tarafı var; 1-Her tavda ekime uygun değil, 2-Kuvvetli hayvana ihtiyaç gösteriyor, 3-Pahalı ve tamiri masraflı. Kısaca köylü mibzer istiyor ama bu konuda açmazları var.
  • Eğret için Traktör ve benzeri tarım makinelerini konuşmanın  henüz sırası değildir.

  • Köylüler yeterli besini alamadığından vaktinden evvel ihtiyarlayıp çökmektedir. 55 yaşın üstünde ihtiyar bulmak zor. Nadiren bulunanlar da fazla çalışmaktan kaçanlardır; fakat bu canının kıymetini bilenlere de "tembel" deniliyor.

  • Eğret mıntıkasında köylünün en verimli iş günleri sonbaharda 30 ve kış sonunda 20 gündür. Yılın diğer günleri bu 50 günü merkeze alarak şekillenir. Hava şartları ve sosyal nedenlerle bazen bu elli günün azalması söz konusu olabilir. Bu çalışma günlerinin azlığı nedeniyle köylü buğday tarımına yoğunlaşmıştır. Çok az emek sarfıyla da olsa ürün alınabilen buğday ekmekle köylü kendini emniyette hissetmektedir. Hayat emniyetinden başka bir şey düşünmediği zamanlarda köylü buğday ekmiştir.

  • Köyde zenginler, orta halliler ve fakirler vardır. Çoğunluğu oluşturan orta halliler  kendi aralarındaki muvazenenin bozulmaması için birlikte ve sistematik hareket ederler; aralarından birisinin biraz fazla ilerlemesine tahammül edemezler.

  • Eğret'te köylü borçsuzdur. Şu halde yakında durumunu geliştirecek ve fakat bir noktada gelişmesi de tıkanacaktır. Halbuki Eğret'in pazarı Afyon'dur, orada ürününü pazarlayabildiğini gördükçe üretim ve ilerlemesinde sınır olmayacaktır. Bu yüzden önce Afyon kalkındırılmalı ki Eğret gelişebilsin.


25 Ağustos 2021

Şenlik

     İş günlüğüne girecek vasıfta bir şey değil ama; yine de harman vakti insanların yarım gününü ayırdığı bir faaliyet olarak 28 Ağustos Eğret takviminde çoktan yerini almıştır. Alatçı kadınlara, işlerin cavcav vaktindeki seferleri için kaçamak demiştim. Bahse konu şenlik; çoluk-çocuk, genç ihtiyar bütün Anıtkayalının toptan kaçamağıdır.

    Büyük Taarruz yıldönümlerinde, 26-30 Ağustos arasında yapılan bütün resmi törenler içindeki en sivil organizasyondur denilebilir. Resmi olduğu halde sivil özelliğini sağlayan işte bu halk katılımıdır. Bu yüzden adı daha başlangıçta tören, merasim, kutlama, bayram vs. değil "şenlik" olarak konmuş ve öyle devam ettirilmektedir. Anıtkayalı hızını alamamış üç gün sonraki Zafer Bayramının adını da "Dumnu Şenliği" olarak değiştirmiştir.

    Şenlik hazırlıklarına Garnizon Anıtkaya Şehitliğinde 1 hafta öncesinden başlarken, Belediye de güzergahtaki ağaç ve duvarları kireçleyerek buna eşlik eder. Tören alanı yakınlarında günaşığı olan varsa şenlikten bir gün önce onu keser. Ak gök dinlemez, yoksa ertesi gün talan edilecektir. Böylece günaşık kesimleri de 27 Ağustosta başlamış olur. Halk işini ona göre ayarlar, harmana, gıra bayıra gidilecekse bile bu, şenlik öğleden sonrasına ertelenir. Bütün ileşberlik yarım günlüğüne iptaldir. Hiç bir resmi kudretin tatil ilanı bu katiyetle uygulanamaz. Anıtkayalının kendine verdiği şenlik izni o derece etkilidir.

    Bunun böyle olduğunu herkes bilir, yine de çocukları kamçılayıp şevklendirme amacıyla bir kaç gün önceden derlermiş ki "Düğenden biterseniz şenliğe gidersiniz." İşleri hızlandırmak için yaptıkları bu atraksiyon işe yarıyor muydu, bilinmez; ammavelakin şenlik günü herkes Üyük'te olacaktır.

    Saat 10'da başlayacak tören için halk 8'de yollardadır. Afyon-Kütahya yolu 4-5 saatliğine trafiğe kapatılmıştır. Çocuklar bir kilometrelik şehitlik yolunu şenlik başlayana kadar birkaç kez kateder. Kadınlar küçük çocuklarıyla tören esnasında yalnız orası gölge kalacak olan yere yerleşmeye başlarlar. Erkeklere güneş karşısı düştüğü için onlara şenlik başlayana kadar susa boyu gölgede volta atmak düşer. Yaşlılar müstesna, onlar bulduğu yere oturup güneşin tadını çıkarır. 

    O güne özel hazırlığını yapmış köfteciler ocağını yakmıştır. Yarım fıçının içini buz kalıpları arasında meşrubatla dolduran Misgin (Abdullah Dalgıç) ve Elmor (Halil Dadak) da şişe açıp para almaya yetişme telaşındadır. Yalnız o gün için Afyon'dan gelen fıstık ezme küspe helvası satıcıları da yerlerini almış olur. Simitçi başında tepsiyle kadınlar tarafında dolaşmakta, Destancı Ahmet elinde sakız ve nane şekerleriyle çocuklara mani yakmakla meşguldür. Bazı yıllar kuzeyde bir yerlere cingenler çadırlı panayırlar kurar, seyyar hayavanat bahçelerini açarlar. Anıtkayalıların arasına Cumalı, Osmanköy, Yenice, Olucak, Bayramgazi gibi yakın köylerden gelenler de karışır. Çocuklar sabırsızlıkla yolun bir o yanına bir bu yanına geçer dururlar. Üyüğün üstüne çıkmak yasaktır, askerlerin uyguladığı bu yasak çocuklarda bir merak uyandırır. Orada neler olmaktadır. Ah bir yukarı çıksam da baksam...

    Her şey bu minval üzere ilerlerken birden bir hareketlilik başlar. Askeri araçlar görünür, içlerinden değişik renkli elbiseler giymiş askerler iner. Geçit resmi yapılacak yoldaki yerlerini alırlar. Bunlardan kırmızı renkli bandocular diğerlerine göre daha yaşlı olurlardı. Çoğunun astsubay olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Bu arada meçhul bir ses protokolün geldiğini ve Belediyede çay içmekte olduğunu haber verir. O sırada bizler şenlik yerinde olduğumuzdan tören öncesi bu Belediye muhabbetini hep merak etmişimdir. Neler yaparlar, neler konuşurlar, kafamda onların kutlamasını yaptığımız kurtuluşu sağlayan askerler olduğunu kurduğum için biz faniler gibi davranamayacaklarını sanırdım, merakım biraz da bundandı.

    Çok geçmeden sert komutlarla askerlerin tüfek şakırtısı ve ayak tapırtısı ortalığı alarma geçirirdi. Herkes pür dikkat bunlardadır artık. Bando çalmaya başlar. Bu protokolün gelmekte olduğunu işaret eder. Benim şaşkın gözlerim ise koca koca ejderha gibi düdükleri boynuna dolayan, omuzuna oturtan kırmızı üniformalı askerlerin yükünde olurdu. Protokol gelince tören hemen başlardı. İstiklal Marşı birşey değil ama onun öncesindeki saygı duruşunda mutlaka birileri sinek kovalar, mutlaka birileri kendini tutamaz kikirderdi. Çocuk aklımla can sıkıcı bir durum olarak kodlamışım o anları. Yukarıda, bizim göremediğimiz bir yerde insanlar çevrelenmiş birini dinlemektedir. Sonradan öğrendim ki bir subay 28 Ağustos 1922'deki olaylar hakkında teknik bir konuşma yaparmış. Bu konuşulanlar biz çocukların hiç umurumuzda olmazdı. Bizim bir gözümüz askerlerde, bir gözümüz şarampolde dikenler arasına açılmış tezgahlarda olurdu. 

    Eğret şenliğinin törenden ziyade gerçekten bir şenlik havasında geçmesini sağlayan unsurlardan birisi de anıt çevresinde yapılan konuşmalardı. Fahrettin Altay Paşa'nın işaret ettiği de buydu aslında, köylüler yıldönümünde toplanıp dualar ediyor dediği husus. Resmi ve teknik konuşmacı subaydan sonra diğer törenlerde yapılmayan bir şey gerçekleşiyor, mikrofona Anıtkaya'yı temsilen köy halkından biri çıkıyor. Bu başlangıçtan beri sadece Eğret törenlerinde yaşanan bir uygulama. Ne konuştuğunun bir önemi yoktu bizim için, çünkü duymazdık söylenenleri; ama bizden biriydi işte konuşan. İlk konuşmacılardan biri İresil Hoca (Resul Ayas) imiş, biz onu bilmiyoruz. Hatırladığım konuşmaya hevesli Keliban (İbrahim Dalgıç) yapardı bu konuşmaları. Sonra Goca Cami imamı Hüseyin Saki konuştu uzun süre. Hitabeti güzeldi, ses tonunu ayarlayabiliyordu, Fahrettin Paşa'nın dediği gibi sözlerini dualarla beziyordu. Ömer Başçavuş (Aydın) Başkan olunca bizzat konuşmak istedi. Onun da hitabeti güzeldi. Bir konuşmasında günün anlam ve öneminden sapıp zamanın Sağlık Bakanı Halil İbrahim Özsoy'a sataşınca neredeyse Anıtkaya halkına verilen bu konuşma ayrıcalığı tehlikeye düşüyordu. Sonraki şenliklerde konuşma geleneğini Remzi Kayır Başkan sürdürdü. İlerleyen teknoloji ve geçen yıllar konuşulanlara kulak vermemizi sağlıyordu. Remzi Başkanın konuşmaları beğeni topladı. Anıtkaya küme düşünce ilk Köy Muhtarı Mehmet Soylu'nun şenlik konuşmaları da akademik destekliydi, beğenildi. Sonrası hakkında bir fikrim yok, hala halk adına konuşma yapılıyor mu bilmiyorum.

    Konuşmalardan sonra geçit resmiyle tören sona ererdi. Şenliğin en heyecanlı anı burasıydı bizim için. Geçit resmine katılan her grup alkış tufanıyla karşılanırdı, halk askerine minnettarlığını alkışla göstermeye hep teşne görünürdü. En çok alkışı alanlar hep gaziler olmuştur. 1970'li yıllarda beli bükülmüş, ak sakallı dedeler olsa olsa İstiklal Savaşı gazisidir ve belki de oralardaki savaşların kahramanlarıdır, diye gururla alkışlanırlardı. Bu alkışları alan gazi dedeler ise daha bir doğrulur, kükremeye hazır aslan pozları takınırlardı. Bu tüyler ürpertici geçit resmiyle tören sona erer ama şenlik bir süre daha devam ederdi. Askerlerin bir kısmı araçlara binip mahalli terkederken bir kısmı da Üyüğün tepesine yollanırdı. İşte o an, merakımızı sonlandırma vakti olduğunu anlar biz de koşardık yukarıya. Meğer misafirlere bükme ve ayran ikramı yapılıyormuş, tepedeki gizemli hareketliliğin sebebi bu imiş.

    Asker ve protokol Üyük önünü boşaltmış, halk yavaş yavaş dönüş yoluna durmuş, satıcılar son satışlarını yapıp tezgahlarını toplama derdinde ve zorunlu beklemenin ardından yoluna devam etme beklentisindeki kamyon şoförleri yavaş yavaş karayolunu doldururken beride, Belediyenin bahçesinde misafirler koyu bir sohbete dalarlardı. 80'lerin ortasındaki bir şenlik sonu bahçe toplantısında, günün misafiri Prof. Dr. Hamza Eroğlu, konuşmasını beğendiği Hüseyin Saki Hoca'ya tebriklerini sunuyordu. O yıllarda lise ve üniversitelerde okutulan İnkılap Tarihi ders kitabını imzalayıp hediye etmesi bizim Hocayı çok mutlu etmişti. Her şenliğin böyle özel konukları mutlaka olurdu. Bir keresinde Şehitliği yaptıran Fahrettin Paşa özel konukmuş, sanırım karayoluna inen bir uçakla gelmiş ve 28 Ağustos 1922 hatıralarıyla dolu hisli sohbetleri olmuş. Gazilerin arasında, kendi kolordusundaki askerlerden biri de oradaymış, heyecanlı dakikalar yaşanmış.

    Öğlen olduğunda törenden sonra şenlik de biterdi. Bu, tatilin bittiği, ileşberliğin işbaşı yapması gerektiğinin bir işaretiydi. Tatlı bir rüyayı yarıda bırakmanın hüznüyle herkes işinin başına dönerdi. Şimdiki çocuklar böyle rüyalar görüyor mu acep?