09 Ocak 2023

Sığır Eğleği

    

    Geçtiğimiz yıl içinde Vali gelmiş Köye. Problemleri yerinde görmek maksadıyla yapılan rutin ziyaretlerden biriymiş. O sırada güncel sorun, Anıtkaya'nın köy içi yolları, toz toprak, çamur... Vatandaş bir yer eğlek olduğu için önemini vurgulayıp buranın bir an önce yapılması gerektiğini söyleyince; ilk defa duyduğu 'eğlek' kelimesini sorup soruşturmuş. İnsanların toplanıp zamanını geçirdiği işlek meydan demek olduğunu öğrenince de o meydanın yapımını da programa almışlar. Vali ayrılırken 'Eğlek diye yeni bir kelime öğrenmiş olduk' demiş...

    Sözü edilen eğlek yer tam olarak neresiydi bilmiyorum; ama 'Sığır eğleği' denilen yer tam olarak Goca Caminin önündeki meydandır.

     Burası büyüklü küçüklü beş yolun birleştiği çok işlek bir merkez. Beş yolun en cüsselisi, Köyün Batı ucundan başlayıp bir müddet sonra bayırı kavrayan Galip Bey Caddesi, gelip burada tükenir. Kuzey Güney istikametine yönelmiş bir dar yol ise Gocacaminin minareli duvarını sıyırıp meydanı teğet geçer ve Eminlerin evin önünden hiç istifini bozmadan ilerler. Öbür tarafta, Apdıramanlar cenahındaki dar geçitten çıkan bir tali yol; Cavalar ve Emirlahların evin olduğu yerde bel vererek Sudeposu tarafına ilerlerken genişler. İşte beş kollu bu cadde ve sokak yollarının tam ortasındaki alan Sığıreğleğidir.

    Köyün sığır ve bızağı sürülerinin olduğu dönemde, onların sabahları toplanma yeri olarak kullanıldığı için bu isim verilmiş meydana. Şimdi tam ortada bulunan üçgen park, 1990'lı yıllarda Şehit Ahmet Şık anısına yapıldı. O dönemde zaten köy sığırı kalmamıştı ve orası eğlek olarak işlevini yitirmişti. Bu park hem trafik akışını sağlayacak hem de meydanı kavşağa dönüştürecekti, öyle de oldu...

    1970'lerde, park ile doldurulmamış bu meydanın beş yolundan inekler düveler akarlardı. Tabi ardında sahiplerinin sürmesiyle... Herallahın günü gün ışımadan böyle olurdu ve buna sığır sürme denirdi. Sabahın köründe damdan çıkan hayvanlar, nereye gittiğinin farkındaymış gibi neşeli böğürüşlerle geçtikleri yerleri mayın tarlasına çevirir ve bunu hiç dert etmezlerdi. Toplandıkları sığıreğleğinde ise s.çmadıkları yer kalmaz, hepsi tamam olup alanı boşalttıklarında o geniş meydan bokluğa dönerdi. Tabi köy yerinde böyle şeyler aranmaz, hele o günkü şartlara göre gayet normal şeylerdir. Zaten sığır gittikten sonra meydan boş kalmaz, sırada gidenlerin yavruları var... 

    Mahallelere göre bir kaç tane sığır sürüsü olabilir; ama köyün tek bızağı sürüsü vardır ve onun toplanma yeri de sığıreğleğidir. Bızağı sürüsüne; anasıyla emişmesi istenmeyen buzağılar, yaşı küçük danalar, yiyeceğiyle damda hor görülen eşekler ve henüz koşulamayacak bir kaç cılız beygir sürülürdü. 

    Ancak bızağı sürüsü de gittikten sonra sığıreğleğindeki gerçek manzara ortaya çıkabilirdi. Sığırın bıraktığı koca koca kirliyeşil öbekler, bızağıların ayakları altında ezilmediyse bütün haşmetiyle öylece duruyordur. Ezilenler ve dağılanlar için yapılabilecek bir şey yok; ama sağlam kalanları toplayıp duvara çarparsan tezek olurlar. Potansiyel değerinin farkında olan bir kaç kadın bu şeyleri hemen toplar. Bizim Sığıreğleği tekrar eski temiz haline dönüverir. At eşeklerin bıraktığı değersiz küçük topaklar bir kaç saat içinde traktör ve araba tekerleri altında ezilecek, sonra kuruyup toz olup uçuşacaktır. Ertesi sabaha kadar sürecek olan, Sığıreğleği sıradan yaşantısı başlar...

    Cumartesi günkü Eğret Pazarı haricinde gelen her satıcı, gelip sergisini buraya açar. Mevsiminde balıkçı, başka pazarda aradığını bulamayan sebzeci, halıcı, çerçici, pekmezci, balcı, helvacı, incirci, döngelci vb... kim ne satacaksa gelir bu meydana açılır. 

    Bu beşyol meydanının merkez olmasının bir sebebi de güneyden kuzeye uzanan Anıtkaya'nın tam ortasının bulunmasıdır. Ayrıca yukarı ucunda bulunduğu Galip Bey caddesinin neredeyse yarısının sağlı sollu esnaf dükkanlarıyla dolu olması da Sığıreğleğnin canlılığının bir başka sebebidir. Bu yüzden kendi çapında bir ticaret merkezi gibidir bu meydan... Eski Karakol binası meydana yakın bir yerdeymiş, meydana açılan bir yerde zamanında bir kahve de varmış, duyduğuma göre...

    Bir de çevresinde önemli sülale odalarının dizilmiş olması unutulmamalıdır. Hemen Tekkenin dibinde Eminlerin Oda, göbekte Ovalıların Oda, bir arkada Hassönlerin Oda, beride Apdıramanların ve Hatiplerin Odalar, az ileride İşofun Oda ve daha başkaları... Bütün bunlar zaten doğal olarak insanların toplanma yeri...

    Tabi Gocacami'yi de unutmamak lazım. Gölgenin çok mühim olduğu bahar ve yaz ikindi sonralarında duvar dibinde oturmuş bir kaç kişi eksik olmazdı. Gölge değil de güneş lazımsa, oturmak için Ovalıların Oda önü tercih edilebilir. İşin var oturmayacaksan, namaz çıkışı Tekke başında Fatihanı okur, yoluna devam edersin. Gocacami'de namaz kılanlar için Tekkeye Fatiha olmazsa olmazdır.

    Tekke dediğimiz, şimdi Sığıreğleği ile Galip Bey caddesinin birleştiği boğazın tam ortasında kalmış Hacı İbrahim Türbesidir. Kapatılmadan önce türbeye bitişik tekke/zaviye varmış; kanunla kapatılmış geriye sadece türbe kalmış; ama insanlar şimdi o türbeye tekke diyor. Onun gibi köydeki bütün türbelerin adı 'Tekke'dir. Özel olarak bahsettiğimiz meydana sırf bu yüzden 'Tekkenin Yanı' diyenler az değil...

    Tekkeye Eğretliler baştan beri çok önem atfediyorlar. Eğret'in varlığına sebep Hacı İbrahim Zaviyesi olduğu düşünülüyor. Bu yüzden saygıda hiç kusur edilmemiş. Namaz sonrası Fatiha okuma bugünün olayı değil yani. Tekke ve Zaviyelerin kapatıldığı İnkılaplar döneminde, zamanın Nahiye Müdürü buna gıcık oluyormuş. Yani merkezden böyle bir karar alınacak, senin sorumlu olduğun köyde camiden çıkıp türbenin başında dua edecekler... Bir gün iyice dellenmiş 'Ulan siz buna niye tapınıyorsunuz!' diye türbeyi tekmelemeye başlamış... Tabi halk senin keyfine göre hissiyatını değiştirmez. Hiç bir zaman Tekke başında dua etmekten vazgeçmemişler. Hatta oradan geçen erkek kadın, mutlaka durur Fatihasını okurmuş... Olan Müdüre olmuş tabi. Dediklerine göre, o tekmeleme olayından sonra adamın yürüyüşü değişmiş. Adımlarını tepik atar gibi tuhaf tuhaf atar olmuş... Galiba Nahiye merkezini İhsaniye'ye taşıyan bu adamdı...

    Tekkenin orada bulunması, meydanın önemini artıran en önemli unsurlardan biri olmalıdır. Anlaşıldığına göre Eğret, Hacı İbrahim Tekkesini merkeze alarak şekillenmiş ve büyümüş. Bu yüzden Tekke ve onun yanındaki meydan hep tam ortada kalmış. Belki insanlar orada toplanmışsa bunun baş sebebi Tekkedir. Yani orasının eğlek olmasını Hacı İbrahim Dedeye borçlu olabiliriz. İnsanlar neticesinden hayır ummak için işlerine orada başlıyorlardı belki de... Hac yolculuğuna Tekkeden başlanırdı mesela. Sancak açılır,  Gözü yaşlı Hacılar dizilir, dua ve tekbirlerle aşağı kadar götürülürler ve Karakolun yanından uğurlanırlardı. Dönüşte Hacı karşılama merasimi ise tersine, Karakolun yanında başlayıp Tekkede dua ile sonlanırdı.

    Benzer bir seramoni düğünlerde yapılırdı. Perşembe veya Pazar günü gelin indirilirken, konvoyun yolu mutlaka bu meydandan geçerdi. Traktör, kamyon, minibüs, otomobil... Konvoyda ne varsa tam meydana gelince durur. Konvoy durunca, kornalara basılmaz, çalgılar da susardı. Bir dakikalığına hayat durur. Hocanın duasının bittiğini kulaktan kulağa aktarılan 'Fatiha!' komutuyla anlarsın. Eller yüzlere sürülür, cümbüş kaldığı yerden devam eder. Hacı İbrahim Tekkesinden duasız gelin inmezdi. 

    Ninemden dinlemiştim, Gavur gelmeden önceki günlerde Hacı İbrahim Dede'yi, müridleriyle birlikte dümbek çala çala meydandan yukarı doğru giderken görmüşler. Bir kaç yıl sonra yine dümbek çala çala aynı yönden gelirken de görülmüş. Şimdi; halkıyla böyle bütünleşmiş Zatlara olan sevgi ve hürmeti, türbeyi tepiklemekle yok edebilir misin?

    Tekke şimdi yolun tam ortasında duruyor. Fatiha okumalar eskisi kadar olmasa da devam ediyor. Minibüsler oradan kalkıp, yolcuyu en son orada boşaltıyor. Durak, Tekkenin dibi yani... Oranın mevki olarak merkezi bir yer olmasının ötesinde, insanlar kaza-beladan korunmak için manevi bir emniyet tedbiri almış gibi hissediyorlar orada bulunmakla...

    Şimdi Kahvelerin Önü denilen yere bu isim iki kahve açıldıktan sonra verilmiş. Eskiden o küçük meydanda Hacıların Oda var. Orası yıkılıp yerine şimdiki Kuran Kursu yapılıyor... Kahveler açılınca yeni bir toplanma yerine dönüşüyor. Halk orada olduğu için satıcılar da oraya yönelmeye başlıyorlar. Ayrıca sabahları Bunar tarafının sığırı da oraya sürülüyor. Böyle olunca Kahvelerin önü hem insan eğleği hem sığır eğleği oluyor. Gerçek sığır eğleği bu ünvanını Kahvelerin Önüne kaptırır gibi olsa da tam o yıllarda sığır tamamen dağılıyor. Ortada ne sığır kalıyor, ne sığırcı... 

    Şimdilerde insanlar yine o beşyol meydanında toplanıyor. Orası tam bir eğlek... Birileri bu kelimeyi yeni öğrenmişken, biz unutmayalım...



08 Ocak 2023

Kalecikli Hacı

     
    Eğret'e Küçük Kalecik'ten geldiği için başlığa bu lakabı çektik. Aslında Ahmet'in lakabı kısaca 'Hacı' idi... İşin aslı Ahmet Hacca da gitmemişti, hacı filan değildi yani; bu sadece lakabıydı. Hikaye Kalecik'te başlıyor...

    Ahmet küçük yaşlardayken ana babası Hacca gidiyor. O sıralarda malum, uzun sürüyor Hicaz yolculuğu... Geride emanet bıraktıkları oğulları hakkında çok endişeleniyorlar. O kadar vicdani sıkıntı çekiyorlar ki Allah değişik haller yaşatarak onların bu sıkıntısını gideriyor. Neler gördükleri tam olarak bilinmiyor, belki Allah onlara Ahmet'in halini gösteriyor, endişelenecek bir durum olmadığını anlatıyordu. Belki de Ahmet'i orada, yanlarında buluyorlardı bir anda... Hicazda yaşananlar bir sır; ama Kalecik'e döndükten sonra da küçük Ahmet'in anlaşılmaz hallerine tanık oluyorlar. Sadece ana babası değil başkaları da... Kısaca Ahmet hacca filan gitmemiş; ama gitmiş bir mübarek tavırları sergiliyormuş. Bu yüzden daha o yaşta 'Hacı' ünvanını almış, sonraları bu ona lakap olmuş... 

    Hacı, kendi köyünde Hanife Hanımla evleniyor. Sonra, hangi sebeple olduğu bilinmiyor, karı koca Eğret'e gelip yerleşiyorlar. Bu olay İstiklal Harbinden hemen sonraki yıllarda olduğu tahmin ediliyor. 

    Bakkalcılık yapıyor Hacı... (Dükkanı tam olarak şimdi Çolakların Halil'in evi yerindeydi. Paşa Tekkesinin tam karşısındaki köşedeki bu dükkanda sonradan Arap Selim Zenger de bakkalcılık yapmıştı.)

    Hikayesini kimse bilmiyordu; ama Eğret'te de herkes ona Hacı diyordu. Kalecikli Hacının  dükkan milletin, özellikle delikanlıların uğrak yerlerinden biriydi. İşlek bir yerdeydi... Terlemezin Odanın önündeki üçgen meydanda berber, terzi dükkanları vardı; işte az beride şimdi de bir bakkal açılmıştı... Kalecikli Hacı, böyle böyle Eğretli olacaktı...

    Hanife Hanım ile Hacının dördü kız biri oğlan beş çocukları oldu. Önce Fadime doğdu; zamanla adı unutulacak herkes O'nu 'Mavı' olarak bilecektir. Görüştüğüm bazı kişiler ondan ciddi ciddi Mavı diye söz ediyorlardı... Sonra ikinci kızları Sebahat doğdu... Bu isimlerin onların geçmişinde mutlaka bir karşılığı vardır, anlamlarını sorgulamayacağız. Yalnız 1937 yılında üçüncü kızları doğduğunda ona bilinçli olarak Şükrüye adını koydular; üçüncü kızı veren Allah'a şükür niyetine... Bundan dört yıl sonra, 1941 yılında tek oğulları Hasan doğdu. Ve son çocukları da bir kız idi; Emine, 1947'de doğdu...

    Kalecikli Hacının karpuz yerken vefat ettiğine dair torunlarından bir rivayet var; sene 1966... Şimdi çocuklarının durumuna bakalım...

    Hacının kızlar... Mavı (Fadime), Gındi Mehmet eşi; Sebahat, Delicafer eşi; Şükriye, Esnanın Veli eşi oldu. Küçük kızı Emine ise Afyon'a gelin gitti. Şimdi Hasan'a gelelim...

    Hacının Hasan

    1941 Yılında doğan Hasan, arkadaşları ve çevresi tarafından, babasına izafeten 'Hacının Hasan' diye tanımlandı ve bu tarif onun lakabı olarak kaldı... Hacının Hasan, Ümmetler/Çakalların Bekir kızı Gülsüm ile evlendi. Gülsüm Hanım, Akkiprik (Hasan Yet)in emmisi kızıdır... Aslında Gülsüm Hanım Garacanın evinden gelin oldu. Bu bağlantı önemli olduğu için hikayeyi geri sarmak gerekiyor.

    Ümmetlerin Bekir, Sıntırlardan Kelhasanın kardeşi Hatice ile evliydi. Bekir vefat ettiğinde Hatice/Hatca Hanım, iki kızı Refiye ve Gülsüm ile dul kalmıştı. İşte onlar yanında tay olduğu halde Garacaya vardı. Refiye Arapselimlerden Selim Zenger eşi oldu. Yani Hacının Hasan Arapselimi ile bacanak oluyor... Önemli dediğim nokta burası değil, Gülsüm Hanımın Garacanın evinden gelin olarak çıkması... Çünkü Garaca Süleyman bir ucuyla Alemdaroğlu/Kantinlerdendir ve Hacının Hasan'ın hayatında Alemdaroğlu bağlantısı çok belirleyici olmuştur. Mesela ablası Mavı, Gındi Mehmet'e varmıştı. Gındi Alemdaroğlulardan... Diğer ablası Şükriye de Esnanın Veli'ye varmıştı. Veli'nin anası da Gındinin halası oluyor; yani Kantinlerden... Alemdaroğluların Seydiler/Olucak kolu, Kütahya istikametine yönelimin ana merkezini oluşturur ve Garaca bu koldandır...

    Hacının Hasan, bir süre Anıtkaya Belediyesi'nin muhasipliğini yaptı. Herhalde bu, Sarasanın Ahmet Dadak'tan önceki döneme rastlıyor. Ben 'Hacının Hasan kim?' diye sorduğumda 'Belediye eski Muhasibi' cevabı veriliyordu. Demek ki onun bu görevi hafızalarda iz bırakmış.

    Gülsüm Hanım ile Hacının Hasan'ın üç oğlan bir kız olmak üzere dört çocukları oluyor. Yaş sırasına göre isimleri; Ahmet, Mübeccel, Bekir ve Süleyman Çetin'dir... Büyük oğlu Ahmet, Kalecikli Hacının; ortanca oğlu Bekir, Gülsüm Hanımın babası Ümmetlerin Bekir'in; küçük oğlu da sanırım Garacanın adlarını taşıyorlar...

    Hacının Hasan Kütahya'ya yerleşti. Çocuklarının evlilikleri de orada gerçekleşti. Mübeccel, Kütahyalı bir beyle evlendi. Bekir, Anıtkaya dışından bir hanımla evlendi; Eren ve Yaren adlarında iki oğlu var. Süleyman Çetin de Kütahyalı bir hanımla evlendi; bir kız ve bir oğlu var, adları Burak ve Ecrin... Büyük oğlu Ahmet, Garaömerin Adem kızı Sevican ile evlendi; Uğur, Hanife ve Hasan adlarında üç çocuğu var.

    1934 Soyadı uygulamasında ÇELİK soy ismini alan Kalecikli Hacının oğlu Hacının Hasan, halen çocukları ve torunlarıyla Kütahya'da yaşıyor. Onunla konuşurken, bir beyefendi ile muhatap olduğunuzu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Belediye statüsünü kaybeden Anıtkaya için ne kadar üzüldüğünü söylüyordu. Üzüntüsünü çok samimi buldum...



06 Ocak 2023

Cerge

     
    Hıdrellezden sonra işler kırda yoğunlaşıyor. Önce kadınların çapa işleri, derken birden yolmalar çıkıp geliyor. Tabi Haziran sonuna geliniyor bu arada...  Bu dönemde sıcaklar artık cansıkıcı dereceye ulaşıyor. Bir de kadının yanında taze çocuk varsa, ki genelde vardır, o zaman kesinlikle gölge lazım... Neyse ki hemen her tarlada bir alat veya alıç azadı var da nefeslenmek için onun altına oturulur...

    Anıtkaya arazisi genel olarak azatça zangindir, sanki Allah onları hem meyvesinden sebeplenin hem de altında gölgelenin diye kudret eliyle avuçlayıp her yana serpiştirmiş. Belli aralıklarla hemen her yerde alat alıç görürsünüz. Fakat yine de bazı bölgelerde sık iken, bazı mevkilerde yok denecek kadar seyrek görünürler. Bu da bir takdir tabi...

    Gittiğiniz tarlada bir ağaç gölgeliği olmayacaksa tedarikli olmalısınız, yoksa çocuklar sıcaktan kavrulur, hiç bir şey olmasa başına güneş geçer. Bunun için seyyar cerge bulundurulur. Hemen her evde olması gereken bu cergeler çok basittir. Yaklaşık iki metrelik üç veya dört sırık bir uçlarından zincir, toka çakılarak birleştirilmiştir. Serbest uçları yere oturtularak sabitlenir, zincirli diğer uçlar tepede birleşerek konik bir çatı çatılmış olur. Çevresine çadır dolayarak gölgeliği elde etmiş olursun, buna cerge kurmak denir, beş dakikanı alır. 

    Cerge direklerinden ikisinin beline enlemesine çocuk için bir sancak/salıncak da bağlanabilir, isteğe göre başka düzenlemeler de yapabilirsin. Ama cergenin, çadır dolamayacağın açık tarafı kuzeye bakmalıdır... Burada çocuklar mızılamadan uyuyup oynayabilir. Büyükler yemek molalarını cergede geçirebilir. Taşıması kolay, kurması pratik olduğu için seyyar cergeler çapa ve yolma tarlalarının olmazsa olmazıdır. Tabi tarlada zaten bir azat varsa cergeye gerek yok... 

    Bilhassa çapalar kırkikindi dönemine denk gelirdi. İşte o zamanlarda mutlaka yağacak yağmur karşısında cergeler büyük bir şemsiye görevi görürlerdi. Yalnız zamanında altına girebilirsen; çünkü kırkikindiler birdenbire bastırır, ne olduğunu anlayamadan zibidin çıkar. Yağardan korunmak için bir sığınak olur cerge; altına kaç kişi girebilirse artık...

    Akşama doğru eve döneceğin vakit, kurduğundan daha kolay söker, katlayıp arabaya koyarsın. Bu yüzden seyyar cerge diyoruz bunlara. Bir de kalıcı, sabit cergeler olurdu. Mayıs/Haziranda kurulurlar, Eylüle kadar öylece beklerlerdi. Nerede? Bahçede...

    Anıtkaya arazisi kıraç olduğu için tahıl ekilir, bağ bahçe işleri pek yoktur. Yine de suya yakın bazı tarlalarda zaman zaman bahçe yapanlar olurdu. İşte mevsimlik cergeler bu bahçelere kurulurdu. Dört beş tane üç metrelik döşme, koni biçiminde tepede birleştirilir. Omurga bu şekilde oluşturulduktan sonra aralara mertek gibi destekler çakılır ve çalı çırpıyla boşluklar doldurulurdu. Maksat güneşten korunmak olduğu için zamanla kuruyacak çalı çırpının seyrelen gözenekleri yine yamanır ve cergenin altında koyu bir gölge oluşurdu. 

    Bahçe cergelerinde tek amaç gölgelik değildir, yerine göre orası kişinin evidir. Bahçe bekçisi için bina edilmiştir çünkü. O yıllarda köyde bahçe nadirattan olduğu için mal maşat girer, çoluk çocuk zarar verir diye beklenmesi gerekirdi. Artık mahsul zamanı gece gündüz orada birinin bulunması lazım. Bekçi için bağ evi gibi bir şey yapmak lüks kaçacağından böyle bir cerge yapılırdı. Dolayısıyla orası bekçinin evi gibi olurdu; bir yatak, yemek ve çay için gerekli ıvır zıvır gibi şeyler cergenin bir köşesinde mutlaka bulundurulurdu.

    Şimdi elimizi attığımız yerde bir poşet karşımıza çıkıyor ya, o zamanlar yok öyle şeyler. Bir şey mendile, önceğe çıkılanır, cergenin  budaklarına asılırdı. Uygun çubuk ve çalı araların bacagaşı gibi raf gibi kullanılır, ele gelen ıvır zıvır buralara sıkıştırılırdı. 

    Çocukluğumun bir bölümü cerge altında geçti diyebilirim. Sırt üstü uzanıp çalı aralarından sızmayı başaran kaçak güneş ışıklarını birşeye benzetme oyununu nasıl anlatayım ben size. Kuruyan dal, yaprak, ayrık aralarında doğal şekiller vardır; bazısı kedi kafasına benzer, bazısı eşek kulağına. Aha şu keçi kuyruğu dersin, beri yandaki kuş kanadı... Küçük kafanda iz edinen bu hayvan şekillerinin yeri hiç değişmez, neyin nerede olduğunu bilirsin. Yalnız hep aynı yerden bakmak kaydıyla. Cergenin başka bir noktasına yatarsan, sihir bozulur, hayvanlar görünmez olur... 

    Bazı zamanlarda, ışık oyunlarından yorulan gözler başka noktalara odaklanır, kendine yeni eğlenceler bulurdu. Bazen de otlar arasında, ne vakit ve ne amaçla konulduğu belirsiz, orada unutulmuş bir şeyi görür, hazine bulmuş gibi sevinirsin. Kendi koyduğum tırakayı yukarıda gördüğümde böyle sevinmiştim mesela... Bir de Babamın cingen bıçağının saman renkli sapını gördüğümde... Çorbeciguyusuna konan cingenlerden birinden aldığı için ona cingen bıçağı diyorduk. Epeydir kayıptı, Babam nereye koyduysa hatırlamıyordu. Bakmadığımız yer kalmamıştı... Bulunmadı bıçak... İşte cergenin altında serbest dolaşımda olan gözlerim birden bu bıçağın sapına takılmıştı. Bıçağı bulmuştum, sevincim bundandı... Karşılığında babamdan alacağım ödülü düşünerek elimi uzattığımda, kanım dondu...

    Bu arada biz bahçede üç kardeş yalnızız. Anam büyük ihtimal tezek toplamaya çıkmıştır, Babam ise dükkanda olmalı... Bıçağı ben bulmuş olmak için kardeşlerimden önce elimi uzattığımda koca bir yılan, cerge çatısındaki dikenlerin arasından kayıverdi. Alttan onun karnını görüyorum ya; bu kayan şey cingen bıçağının sapından daha güzel bir kızıllıkta. Değişik bir renk yani. Gerçi hangi renkte olsa o yılandan korkardım... Nasıl çığırdıysak artık (hangimizin çığırdığını şimdi hatırlayamadım, belki de hepimizdik) bahçenin aşağı yakasından Potuk rahmetli elinde kürekle çıkageldi. Yılanı öldürüp toprağa gömdü. Biz korkudan bıçağı filan unuttuk, bir daha da cergeye girmedik. Zaten düzen bozuldu, o yıldan sonra ne bahçe yapıldı ne cerge kuruldu...

    Bahçe cergesinin benzeri harmanyerlerine de kurulurdu. Ne de olsa harman da uzun süren bir dönem. Gölgeliğin yoksa kalıcı bir cerge iyi gelir. Harmandaki cerge, çalı çırpı yerine otlarla kaplanabilir. Maksat hasıl olduktan, gölge sağlandıktan sonra şekli şemalinin pek önemi yok.

    Harmanyerlerine kurulan seyyar bakkal, manavlara da gölgelik lazım olduğundan onlar da cerge kurarlardı; fakat onlarınki cergeden daha çok çardağa benzerdi. Dört tane sağlam direk, üstünü çalı çırpıyla kapat, al sana gölge. Evet, bu resmen çardaktı. Asıl cergeye benzer basit gölgeliği, günaşık kesim zamanında görebilirdin. Günaşık kelleleri kesildikten sonra kökler, yükten kurtuldukları için dikleşip yükselirler. Uygun olan üç beş günaşık kökünün ucunu tepede bağlayıp elde ettiğin konik çatıya bir ceket örtersin. Al sana tek kişilik cerge...

    Bazı cingen çadırları da beyaz ve konik biçimli olurlardı. Sanki onlara da cerge dendiğini hatırlar gibiyim. Fakat asıl modern görünümlü cerge kurma işini pazarda görmüştüm. Sabuncu Ahmet Ağa vardı, pazaryerinin girişindeki birinci mazgalın yanına kurulurdu. Bosnalı marka kirli beyaz, kirli sarı ve kirli yeşil sabunlardan satardı. Her Cumartesi sabahı, boy boy profillerden yaptırdığı kancalı çubuklardan, iki katlı çardağı inşa eder, üstüne beyaz çadırı çektikten sonra sabunları sıralardı. Buna cerge kurma derdi. O cergeyi öğle üzeri pazar dağılmaya başlarken aynı itinayla söker, Ford minibüsüne yüklerdi...

    Çocukluğumda gözlemlediğim bu cerge çeşitlerinin hiç birini artık göremiyorum. Bazen fabrikasyon gölgelikler çıkıyor karşıma. Dört ayaklı otağ biçiminde, pürüzsüz beyazlıkta... Bu kadar parlak beyazın gölgesi koyu olmaz ki... Bu kusursuz beyaz gölgelikleri her gördüğümde; dikenlerin arasından yırtılıp gelen ışıkların oluşturduğu hayvan şekilleriyle dolu cergeyi hatırlıyorum... Gölgesi ne kadar serindi...



Galgancılar

 
    1830'larda Eğret'te halkın Ayanoğlular diye çağırdığı bir sülale bulunmuyordu. Bu adlandırmaya ilk defa bundan 50 yıl kadar sonra rastlanacak. 1880'li yıllarda Ayanoğlu Halil denilecek kişinin çocukları bizi 20. yüzyılın Galgancılarına götürecek.



    Ayşe Hanım ile evli olan Ayanoğlu Halil'in eşi kimlerden olduğu bilinmiyor. On yıl arayla iki çocukları var. Büyük olan kızları 1850 yılında doğuyor, adı Şerife... Şerife'yi Selimoğlu Ali'ye veriyorlar. Bu, Selimler ile Ayanoğluların ilk irtibatı mı bilinmez. Şurası kesin ki, Şerife Hanımın kızı Atike, Çerkez Muhacir Hamza'ya vardıktan sonra ileride Hamzaların ninesi olacaktır. Yani Hamzalar, bir yanıyla Ayanoğlulardan... 

    Ayanoğlu Halil'in tek oğlu Hasan 1860 yılında doğdu. Yine Ayanoğlulardan Ahmet kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım, tam olarak Garahmet ve Gabaoğlanın halalarıdır... Bir başka durum, Hasan ile Ayşe'nin emmi çocuğu olma ihtimalidir... Ayşe Hanım, 1946 yılında vefat etti...

    Ayanoğlu Hasan'dan bahsederken insanlar 'Kel Hasan' derlermiş ve bu onun lakabı olarak böylece yerleşmiş... Söz lakaba gelmişken nasıl 'Galgancı' olunduğuna değinelim.

    Galgancılar lakabının oluşum zamanı, yerleşmesi ve kimleri içine aldığı tam bilinmiyor. Kelhasan ve çocuklarına böyle denildiği anlatılıyor... Başka bir rivayet de yalnız büyük oğlu Mehmet'e Galgancılar denildiği yönünde... Lakabın ortaya çıkış hikayesine bakılırsa, her iki söylenti de mantıklı gibi görünüyor... Kıtık zamanları... İstiklal Harbi yılları da olabilir, Cihan Harbinden önceki dönem de... Milletin bulduğuyla karnını doyurduğu yokluk yılları... Taze devedikeninin yenilebilir sapına galgan deniliyor. Boyu iki metrenin üzerine çıkabildiği için dikene bu isim verilmiş... Çaresiz kalan Ayanoğlular galganları soyup soyup yerlermiş, tıpkı kartlaşmış marul sapı yer gibi... Bu sebeple lakapları 'Galgancılar' olarak kalmış...

    Kelhasan ile Ayşe hanımın üç çocukları oldu, ikisi oğlan biri kız; Mehmet, Şerife ve Seydi Ahmet... 1878'de doğan kızları Şerife, Garamusaoğlu Ahmet eşi oldu. Bu, Gödeş Ahmet'tir ve Şerife Hanım ileride Gödeşin Mısdık ve Halil'in anaları olacaktır. Yalnız daha oraya gelmeden önce söylenmesi gereken bir şey var... Gödeşlerle Ayanoğluların ilk akrabalık bağlantısı bu değildi. Gödecahmetin halası Ayşe (Turec) Hanım, Ayanoğlu Halil'e varmıştı... Bundan sonra da Gödeşler ile Ayanoğlular arasında münasebet devam edecek...

    Vak Vak Mehmet

    Ayanoğlu Kel Hasan'ın büyük oğlu 1872 yılında doğdu. Adını Mehmet koydular. Bir başka Ayanoğlu Halil kızı Şerife ile evlendi. Şerife Hanım, Garahmetin kardeşi, yani dayısının kızıdır; ama ondan başka dayısının üç kızı daha var. Yani Mehmet'in üç de bacanağı oldu: Hacapdıramanların Abdurrahman (Cıldırın dedesi); ilk evliliği itibariyle Cingenalilerin İbrahim ve ikinci evliliği itibariyle Godalömer ; Çatalların Yahya (Bodoğlunun emmisi)...

    Kelhasanın Mehmet'e bir dönemden sonra 'Vak Vak' dediler. Ördek sesini takliden takılan bu lakabın, Mehmet'e ördek benzetmesiyle doğrudan alakası var. Anlatılana göre; Muhtarlığa ait bir bahçeyi kiralıyor Mehmet. Beylik Bahçesi gibi bir yer, ama Beylik Bahçesi değil. Herhalde İlkokulun olduğu yerlerdeymiş burası... Tam olarak bahçe de değil... O zamanlar kanal açılmadığından Eğret Çayının yatağı geniş, etrafı sulak çayır, bataklık gibi bir şeymiş. Bu yüzden ekip dikmeye pek uygun olmayan bu yeri kiralayan Mehmet'le dalga geçmeye başlamışlar. 'Oğlum sen ördek misin, suyun içinde ne işin var!' gibi masumane takılmalar sonradan alaylı ifadelere dönmüş ve basbayağı onu gördükleri yerde ördek sesi çıkarmaya başlamışlar. Böylece Mehmet'in lakabı 'Vakvak' kalmış...

    Vakvak ile Şerife Hanımın ikisi kız üçü oğlan olmak üzere beş çocukları oldu. Yaş sırasına göre isimleri; İbrahim, Osman, Fadik, Halil ve Ayşe'dir. Büyük kızı Fadik, Hacımuratların Sağırmehmet eşi oldu. Fadik Hanımın anası Garahmetlerden olduğunu hatırlayalım, bir de Sağırmehmetin bir kardeşi Garahmetlere gelin oldu. Hasılı, Hacımuratlarla Ayanoğlular bağı da kuvvetlidir... Küçük kızı Ayşe ise Vakvak yeğeni Tırılhasanın eşi olacaktır...

    Vakvak Mehmet'in oğullarına gelelim. En büyüğü 1903'te doğan İbrahim hakkında bilgi yok; evlenmeden 1937 yılında vefat etmiş... İbrahim'den bir yıl sonra babası Vakvak da vefat edecek. Annesi Şerife Hanım daha uzun yıllar yaşayacak ve 1964'te vefat edecektir... 

    Osman
    Ortanca oğlu Osman 1913 yılında doğdu... Kürtosmanın Musa kızı Emine ile evlendi. Emine Hanım, Demircisalek ile Kelyusufun kardeşidir. Ayrıca Vakvakın Osman, Emine Hanım ile evlenmekle Cingenali (Ali Saçan) ile bacanak oldu. Hatırlanacağı üzere Hanife teyzesi, Godalömere varmadan önce Cingenalilerin İbrahim eşiydi... 

    Osman ile Emine Hanımın da yine ikisi kız üçü oğlan olmak üzere beş çocukları oldu. İsimleri; Fadik, Mehmet, Celal, İbrahim ve Şerife'dir...  Büyük kızı Fadik, Gağşakların Hasan eşi; küçük kızı Şerife de Hacıguycunun Ahmet Mola eşi oldu... Ayrıca taze çocukken vefat eden iki kızları daha varmış. 1940 Yılında doğan Halime, yalına girmeden ölmüş. Onun ölümünden sonra 1943'te doğan kızlarına yine Halime adını koymuşlar. İkinci Halime yaşına girmiş; ama o kadar işte, 1944'te o da ölmüş... 

    Büyük oğlu, 1938 yılında doğdu, ona dedesi Vakvak adı olan Mehmet ismini koydu. Sakaların Abdurrahman kızı İsmihan ile evlenen Mehmet, erken dönemde İzmir'e yerleşti. Üç oğlu oldu; büyüğü 1959 doğumlu Ahmet'tir. Gıbışmehmet kızı Ratibe ile evlenen Ahmet, Gocibanın Apil Özen ile bacanak oldular... Halen İzmir'e yerleşikler...

    1940 Doğumlu Celal, Takgasların Berberhüseyin kızı Eşe ile evlendi. Dilsizin Hasan Veli, Sakaların Halil ve Timitirinin Şükrü Celal'ın bacanaklarıdır. Osman, Metin ve Cüneyt adlarında üç oğlu var. Osman, Takgasların Kelömerin Mahmut kızı Kerime ile evlendi. Kardeşlerinin eşleri ise Anıtkaya dışından. Hepsi de İzmir'de oturuyorlar. Metin'in oğlu Gökhan Aytar 2022'de vefat etti... Dedesi Celal Aytar ise 1995'te ölmüştü...

    1943 Yılında doğan küçük oğlu İbrahim'dir. Bu isimden ısrarla vazgeçilmediği anlaşılıyor; çünkü genç yaşta ölen büyük amcası da aynı adı taşıyordu. İbrahim Afyon'a yerleşti ve orada Cingenalinin, yani teyzesinin kızıyla evlendi. Mesleği demircilikti, halen Afyon'da yerleşik... 

    Vakvak oğlu Osman 1983 yılında, karısı Tığlıların Emine ise 1987 yılında vefat ettiler...

    Halil
    Vakvak Mehmet'in küçük oğlu Halil, Velciklerin Hasan kızı Raziye ile evlendi. Raziye Hanım, Gugukların Ramazan'ın kardeşidir... Raziye Hanım ile evlenmekle Vakvakın Halil; Ümmünün Seydi ve Manda Ahmet ile bacanak oldular.

    Üçü kız ikisi oğlan olmak üzere beş çocukları oldu. Yaş ve isimlerine göre şöyle sıralanırlar: Satı, Mehmet, Fadime, Esma ve Hasan... Büyük kızı Satı, Deliahmetin Emin; ortanca kızı Fadime, Şeytanhasanın Asım; küçük kızı Esma da Gağşakların Hasan oğlu Osman eşi oldular. 

    Büyük oğlu, 1947 doğumlu Mehmet, tabi ki Vakvak dedesinin adını aldı, 'Dımbili Mehmet' lakabı takıldı.. İdirizlerden Gıdakömer kızı Sema ile evlendi ve Arzıların Çavuşmehmet ile bacanak oldular. Erken dönemde İzmir'e göçen Mehmet'in Halil ve Dilek adlarında bir kız ve bir oğlu oldu. Dilek, Anıtkaya dışından bir bey ile evlendi. Halil ise Hassönlerin Körmısdıfanın Kazım kızı Emine ile evlendi... Halen İzmir'de yerleşikler...

    Küçük oğlu Hasan 1962 yılında doğdu. 'Vırrik Hasan' derlerdi, İzmir'e en son giden Galgancı oldu. Gavalcılardan Goşumcu Halil kızı Fatma ile evlendi. Dondurmacı Halil ve Gıvığın Ferit ile bacanak oldular... Vırrik Hasan'ın da bir kız ve bir oğlu oldu. Oğlu Halil vefat etti, kızının adı Dilek... İzmir'de oturuyorlar...

    Vakvak oğlu Halil 1991 yılında, eşi Raziye Hanım ise 2001 yılında vefat ettiler...


    Seydi Ahmet

    Ayanoğlu Kel Hasan'ın küçük oğlu Seydi Ahmet ile büyük oğlu Vakvak arasında neredeyse yirmi sene var. Seydi Ahmet 1891 yılında doğdu. Ön ismi olan 'Seydi'den, çocuğun adında Karacahmet etkisini anlayabiliriz. Adak adanmış -yahut o günün tabiriyle- Karacahmet Sultan'a 'satılmış' olabilir. Ayanoğlularda sık rastlanan Ahmet ismine Seydi eklenmesinin başka izahı yok. 

    Seydi Ahmet, Gademlerin Sarımehmet kızı Hatice ile evlendi. Hatice Hanım, Banguşosmanın kardeşidir. Ayrıca Kedimehmetin Ahmetçavuş ile de bacanak oldular... İlk çocukları oğlan olunca dedesi Kelhasanın adını koyuyorlar. Başka çocukları olmayacak; çünkü Seydi Ahmet, harpte kalıyor. Harp dediğin Cihan Harbi olsa gerek... Hasan'ın doğum tarihi de 1912'dir...

    Hasan'a geçmeden önce annesi Hatice Hanıma bakalım... 1930'dan sonra Jandarma Kumandanı Aydınlı Delimehmetin üçüncü eşi oldu. İlk iki hanımından Haydar Acar ve Ösüzömerin babaları olan Delimehmet ile Hatice Hanımın çocukları olmadı. 1974 yılında vefat ettiğinde, Delimehmetin 'Acar' soyadını taşıyordu...

    Tırıl Hasan
    Asabi, çabuk parlayıp sinirlenen bir yapısı olduğu için Hasan'a 'Tırıl' lakabı takılıyor. Fakat bu lakaplamanın tam olarak hangi vakte denk geldiği bilinmiyor. Şu bir gerçek, Galgancılar sülale adı Vakvak emmisi tarafında kalıyor ve bir dönemden sonra Hasan tarafına 'Tırıllar' deniliyor. Oysa Hasan, Galgancılarla alakasını kesmiş değil. Hatta amcasının kızı Ayşe ile evleniyor, yani dışlanma filan da yok...

    Lakabın yerleşmesi 1934 Soyadı uygulamasından sonraya taşınabilir. Şöyle ki... Soyadları dağıtılırken memurlar köye ellerinde bir listeyle geliyorlar. Muhtar odasına yerleşip, ona Öztürk soyadını verdikten sonra Muhtarın kılavuzluğunda listedeki kelimeleri ailelere veriyorlar. Bütün köylerdeki uygulama böyle... Kimse canının istediği soy adını alamıyor yani, ancak listeden seçebilirsin. O yıllarda dil devrimi bahane edilerek 'öztürkçe' sözcüklerin dışına çıkılması istenilmiyor. Herkes gidip listeye bakıyor ve uygun birşeyleri kaydettiriyor... Hasan gitmemiş... Herhalde liste de tükenmiş. Memur Muhtara sormuş, ne yazalım diye... O sırada Muhtar da Hafız Mehmet... 'Yav o biraz gızaktır, 'Gızak' yazıverelim' diye teklif etmiş. İş biraz karaktere dokunduğundan memur bunu kabul etmemiş... Hafız 'Eyi o zaman 'Tırıl' yazalım madem' demiş... Memur buna da yanaşmamış, en sonunda 'Tırık'ta karar kılmışlar. Soy ismi öyle kaydetmişler, ama Hasan'ın lakabı 'Tırıl' olarak kalmış... Böyle anlatılıyor...

    Tırıl Hasan'ın iki oğlu oldu. Büyüğüne babasının adı olan Seydi Ahmet, küçüğüne de Aziz ismini verdi. 

    Seydi Ahmet
    Büyük oğlu Seydi Ahmet, 1944 yılında doğdu. Gadıngızların Ahmetçavuşun kızı Refiye ile evlendi. Refiye Hanımın anasıyla Seydi Ahmet'in ninesi kardeş oluyorlar. Seydi Ahmet Refiye Hanım ile evlenince; İdirizlerin Gıdakömer (Ömer İdis), Hacızekeriyelerin Mustafa Çelebi ve Böbülerin Gocasan (Hasan Kabadayı) ile bacanak oldular.

    Biri kız üçü erkek, dört çocukları oldu; isimleri Hasan, Ahmet, Şerife ve Mehmet'tir... Şerife, Gadıngızların Aladdin oğlu Ahmet Şık eşidir. Nineler kardeş ve aynı zamanda hala-dayı çocukları...

    Oğlanlara gelince... Büyük oğlu Hasan, 1964 yılında doğdu. Sağlık alanında tahsil gördü, Trabzonlu Cemile Hanım ile evlendi. Oğuzhan adında bir oğlu var. Son görev yeri olan İzmir'e emeklilik sonrası yerleşti, halen orada oturuyor... 1989 Yılında doğan Oğuzhan ise Turgutlulu Elif Hanım ile evlenmiş, Almanya'da ikamet ediyorlar...

    Ortanca oğlu Ahmet 1967 doğumlu. Yumrukların  Halil kızı Züfrem ile evlendi ve Tekirgızıların Alaaddin Haykır ile bacanak oldular... Ahmet de erken dönemde İzmir'e yerleşti. Uğur ve Rabia adlarında bir oğlu ve bir kızı oldu. Rabia, Anıtkaya dışından bir bey ile evlendi. Uğur da Anıtkaya dışından evlendi. Asker idi, taze bir çocuğu vardı. 2022 Yılında görevi sırasında birden rahatsızlandı, kurtulamadı...

    Seydi Ahmet'in en küçük oğlu Mehmet, Kantinlerin Haciban kzı Meryem ile evlendi. Şemşilerin Mehmet Şık, Guycuların Adem Mola ve Gödenlerin Mehmet Dadak ile bacanak oldular. Rabia, Bilge, Eylül ve Ezgi olmak üzere dört kızı var ve Afyon'da oturuyorlar...

    Tırılın Aziz 
    Tırıl Hasan'ın küçük oğlu Aziz, 1952 yılında doğdu. Kasketini başında kırkbeş derecelik açıyla tutabilmesi ve hiç kaybetmediği neşesiyle tanınır... İbrahim Ildız/Uzun İsmihan kızı Hacer ile evlendi. Bacanakları; Araphüseyinin Mevlüt Eser; Mihrioğluların Ahmet Eşit; Çetenin Muhittin Patlar; Gecegondunun Mehmet Omak; Tevfiklerin Metin İdis...

    Tırılın Aziz'in bir oğlu ve bir kızı oldu; Zeki ve Ayşe... Ayşe, Halimeninmehmetin Hidayet oğlu Tuğrul Kıy eşidir.

    Zeki, Kirpitçilerin Mehmetin kızıyla evlendi. Hacer ve Ceyda adında iki kızı var; Anıtkaya'da yaşıyor. Galgancılar ve Tırılların oğulları içinde Anıtkaya'ya yerleşik tek fert gibi duruyor...

    Tırılhasan 1981 yılında vefat etti. Eşi Ayşe Hanımın vefatı daha sonradır, 2008'de öldü...

    ***

    Ayanoğlu Halil... Kel Hasan... Galgancılar... Vakvak Mehmet... Tırıl Hasan... Bu macerada alınabilecek en uygun soy isim 'Kalkan' kaptırılıyor. Vakvak çocukları AYTAR, Tırıl Hasan ise TIRIK soyadını alıyor. Tırılın İzmir'e yerleşen torunları Hasan ve Ahmet, bu saçmalığa son verip ALPEREN olarak soyisimlerini değiştiriyor... 



02 Ocak 2023

Hamzalar


    1830-40 Arası Eğret ahalisini tespit eden kayıtlarda Çerkez Muhacir bulunmuyor. Demek ki 1840'tan sonraki bir tarihte Eğret'e geldiler... Civardaki Çerkez köylerinden ayrılmış olabilirler mi?... Eğret bölgesine sistemli Çerkez iskanı, 1864'te Sarıcova ve 1885'te Voçapşiye (Yenice) köyleriyle gerçekleşiyor. Bizim aradığımız Mehmet Ali için, 1885 çok geç bir tarih. Sarıcova Çerkezlerinden ayrılmış olsa, bu bilgi bir şekilde günümüze ulaşırdı... Eğret'e geliş daha önceki yıllarda gerçekleşmiş olmalı...

    Kırım Savaşından sonra Kafkas göçü yoğunlaşmaya başladı. Dikkat çekici bir Çerkez nüfus 1858-59 yıllarında Kütahya bölgesine yerleştirildi. Alınan bütün önlemlere rağmen yerli halk ile Muhacir Çerkezler arasında istenmeyen tatsızlıklar yaşandı. Bunun üzerine Muhacirlerin içinde zorunlu iskana karşı çıkıp bireysel olarak yeni yerleşim yerlerine gidişler yaşandığı bilgisi var... Bu bilgi, Çerkez Muhacir Mehmet Ali'nin Eğret'e geliş hikayesiyle tarihsel olarak da uyumluluk gösteriyor.


   Muhacir Mehmet Ali'nin Eğret'e gelişiyle ilgili hiç bir ayrıntıya vakıf değiliz. Yanında birinin olup olmadığı, yaşı, maddi durumu... Bir şekilde Eğret'e yerleşti; ama kök salabilmesi için önce tutunacak bir dala ihtiyacı vardı. Bir eşe, bir yuvaya...

    ***

    Hamzaoğlu Hasan, Tongullar diye adlandırılan sülalenin atasıdır... Uzun süre oğlu olmadı, nesli kızları vasıtasıyla devam etti. En sonunda kendi adını taşıyan Hamzaoğlu Hasan künyeli torununun oğlu da ölünce, Hamzaoğlu adı anılmaz oldu... Tongullar adı ise 20. yüzyılda, Hamzaoğlu Hasan'ın gelininin lakabı olarak ortaya çıkmış ve yerleşmiştir...

    ***

    Muhacir Mehmet Ali, Hamzaoğlu Hasan'ın kızı Ümmühan ile evlenerek Eğretli oldu. Dört tane oğulları oldu; 1874'te Hüseyin, 1880'de Hamza, 1885'te Osman ve 1893 yılında Hasan dünyaya geldi... Hüseyin, babasının adı; Hasan, Ümmühan Hanımın babasının, Hamza da dedesinin adı oluyor... (Mehmet Ali'nin baba adı Hüseyin olduğuyla ilgili elde bir belge yok. İlk oğlunun adından yola çıkarak böyle bir tahmin yürüttük.) Hamza sayesinde, Hamzaoğlular sülalesi kendine yeni bir adres bulmuş oldu; Çerkez Muhacir Mehmet Ali'nin çocukları, artık Hamzalar diye anılacaktı...

   Mehmet Ali yirminci yüzyılı göremedi... Eşi Ümmühan Hanım da öyle... Hamzaların dört kardeş, gerçi en küçükleri bile yetişkin sayılırdı; ama yaşın kaç olursa olsun, anan baban öldüğünde öksüz yetimsindir...

    Büyük oğlu Hüseyin önce Demirdelenlerin Osman kızı Halime ile evlendi. Halime Hanım Hayta Mahmut'un ablasıdır... Sonra Abdullah kızı Hafize ile evlendi, Hafize Hanımın kimlerden olduğunu bilemedik; Eğret dışından gibi görünüyor... İki hanımından da çocuğu olmadı ve Hamzaların Hüseyin, Cihan Harbi yıllarında bu halde vefat etti. Eşi Halime Hanım, kendisi gibi dul olan Arapların Hüseyin'e vardı; Hilmi Tok'un anası olacaktır... Diğer eşi Hafize'nin akıbeti bilinmiyor...

    Hamzaların Osman'ın evlilik kaydı bulunmuyor, Cihan Harbinde şehit olduğu düşünülüyor. En küçük kardeş Hasan ise evlenmeye fırsat bulamadı ve Çanakkale Cephesinde Birinci Alay, Üçüncü Tabur, Onbirinci Bölük eri iken 8 Nisan 1915 günü Seddülbahir Muharebesinde şehit oldu...

    Hamzaların Hamza

    Muhacir Mehmet Ali'nin çocuklarına Hamzalar denilmesine asıl sebep, ikinci oğlu Hamza olduğu düşünülüyor. Hamzaoğlu Hasan kızı Ümmühan Hanımın bu oğluna dedesinin adı olan Hamza ismini koymasıyla bu lakaplamanın önü açılmış oldu. 

    Hamza, 1880 yılında doğdu. Selimoğlu Ali kızı Atike ile evlendi. Selimlerin atası kabul edilen Selimoğlu Hacı Ali'nin torununun kızı olan Atike Hanım, anası itibariyle de Galgancılardandır...  (O sırada henüz Galgancılar yok, Ayanoğlu diyorlar; fakat daha eski sülale adı Hacıkocalardır.) Daha doğru bir ifadeyle Atike Hanım, anası tarafından Temtemhalilin torunudur...  Çerkez Muhacir Mehmet Ali'ye Hamzaların Hasan kızı Ümmühan Hanım vasıtasıyla sağlanan ilk dayanaktan sonra, ikinci önemli destek Atike Hanım dolayısıyla gelmiş oldu. Hem Selimler hem de Ayanoğlularla bağlantılı Atike Hanım ile evlenmekle Eğretlileşme süreci hız kazandı...

    Dört çocukları oldu Hamza ile Atike Hanımın. Süleyman, Ümmühan, Alime ve Mehmet Ali... Annesinin adını verdiği büyük kızının doğum yılı 1910... Ümmühan, Azizin Apilhocanın eşi olacaktır... Alime ise 1915 yılında doğmuş ve gelinlik çağa gelmeden 1928'de vefat etmiş...

    Eşi Atike Hanım, 1952 yılında 71 yaşındayken ölmüş. Hamza'nın ne zaman öldüğüne dair bilgi yok... İki oğlu vasıtasıyla Hamzalar, bugünlere bağlanacak...

    Terzi Süleyman
    Hamza'nın büyük oğlu Süleyman 1902 yılında doğdu. Veyislerin Böbüdede oğlu Hasan Hüseyin'in kızı Azime ile evlendi. Azime Hanım, Süleyman'a göre yaşça daha büyüktür. Bu durumun açıklaması var: Azime Hanım, Selimoğlu Ali'nin Ali Osman eşiydi... Ali Osman Cihan Harbinde şehit olunca, görümcesi Atike Hanım, Azime'yi çok beğenmiş olmalı ki kendi oğluna aldı. Azime'nin yeni eşi, yani görümcesinin oğlu, Hamza oğlu Süleyman'dır... Kısacası Süleyman'ı, dayısının dul eşiyle everdiler; yaş farkının sebebi bu...

    Azime Hanım, Böbüdedenin torunu; yalnız anası itibariyle de Söylemezlere bağlanır, yani Tongullara... Hatırlanacağı üzere Süleyman'ın Ümmühan Ninesi (Hamzaoğlu Hasan kızı) da Tongullardandı... Bir başka akrabalık bağı olarak belirtmek lazım; Hamzaların Süleyman böylece Böbülerin dedesi Mazinin Ömer Kabadayı ve Daldalların Sarı Hasan Dadak ile bacanak oldular...

    Ali Osman ve Ali adında iki oğulları oldu. Yalnız onlardan önce 1917 yılında Şerife doğmuş, 1931'de vefat etmiş; 1921 yılında Ayşe doğmuş, o da 1930'da ölmüştü...  Ali Osman, şehit dayının adıydı; Ali de Atike Hanımın babası adı... Bu dönemde Hamzaların Süleyman terzilik yapıyordu; 'Terzi Süleyman' demelerinin sebebi böyle... Dükkanı, Dayıların ev civarındaymış... 

    1932'deki Azime Hanımın vefatıyla düzen bozuluyor... Afyonlu Emine Hanımla ikinci evliliğini yapıyor. Büyük ihtimal, Eğret'te yapamıyor Emine Hanım ve Afyon'a taşınıyorlar. Hamzaların Süleyman kolu, artık Afyon'da devam edecek... Orada kendisi 1946'da vefat etti. Afyonlu karısı Emine Hanım ise uzun yıllar sonra 1947'de öldü...

    Haliyle oğlanlar da Afyonlu hanımlarla evlendiler. 1926 Doğumlu Ali Osman, Nezahat Hanımla evlendi. Süleyman, Erman, Ayfer ve Gülgun adlarını verdikleri iki oğluyla iki kızı oldu... Ayfer yaşını doldurmadan öldü... Uzun süre Adliye Başkatibi olarak görev yapan Ali Osman, ne kadar Afyon'a yerleşmiş olsa da Eğretli akrabalarıyla bağını koparmadı. 1966 Yılında vefat etti. Eşi Nezahat Hanım ise 1971'de öldü... Büyük oğlu Süleyman Kaya, öğretmen oldu; küçük oğlu Erman Kaya ise, bir dönem DP Afyon İl Başkanıydı...

    Süleyman'ın küçük oğlu Ali 1930 yılında doğmuştu. Babası gibi terzi idi, sonra Askeri Fabrikada çalıştı...  Afyonlu Naciye Hanım ile evlendi. İki oğlu ve bir kızları oldu. Büyük oğlu Ahmet 1957'de doğmuştu, 2019'da vefat etti... Süleyman oğlu Ali kendisi ise 1998'de öldü...

    İki oğlu vefat etti; ama Hamzaların Terzi Süleyman'ın torunları halen Afyon'da yaşıyorlar...

    Mehmet Ali
    Hamzaların Hamza'nın küçük oğlu 1912 yılında dünyaya geldi. Dedesinin adı olan Mehmet Ali ismini verdiler. Elli yıl önce Eğret'e gelen Çerkez Muhacir Mehmet Ali'nin torunu Hamza oğlu Mehmet Ali, Hamzaların Eğret'te kalan dalının atasıdır...

    Mehmet Ali, Şekeralinin kardeşi Emine ile nişanlıydı. Düğüne kalkıldı, çeyiz asıldı, derken Emine Hanım vefat etti... Sonra Hacılardan Hatice ile evlendi. Hatice Hanım; Kelsalek, Çapıtçıhafız, Kelidiriz ve Kelarzımanın kardeşi; hatta Kelarzımanın ikizidir... Hatice Hanım ile evlenerek Hacıemirlah ve Guycuların Osman (Garaburun babası) ile bacanak oldular...

    Üçü kız üçü oğlan, altı çocukları oldu. Yaş sırasına isimleri; Alime, Şerife, Hamza, Adem, Azime ve Süleyman'dır... 1930 Yılında doğan Alime, beş yaşında öldü... Şerife, Kinislerin Kumpirhasanın Mısdan eşi; Azime, Kelidirizin Demirci Ziya eşi oldu. Azime ile Ziya, hala-dayı çocukları...

    Mehmet Ali'nin büyük oğlu 1941 yılında doğdu. Adını Hamza koydular, bunun neye karşılık geldiğini biliyoruz. Gobakların Hasan kızı Zele/Zeliha ile evlendi. Zele Hanım, Gocayusufun kardeşidir. Ayrıca Hamzaların Hamza, Zele Hanımla evlenerek Tuna Hüseyin/İbrahim Kayır ve Uncu Osman Çetin ile bacanak oldular... Hamza'nın çocuğu olmadı, kardeşi Ademhocanın küçük oğlu Ali'yi evlat edindi.  Dıkmanın oğlu Şefmehmet kızı Sabire ile evlendi Ali... Dıkma, Söylemezlerden; eşi, Kelsalek kızı; Şefin eşi Böbülerden... Bu evlilikteki akrabalık sarmalı anlaşılabiliyor mu?... Hatice, Zele, Hamza ve Mehmet adlarında dört çocuğu olan Ali, bugün Hamzaların Anıtkaya'daki tek temsilcisi durumundadır... Hamzaların Hamza 2013 yılında, eşi Zele Hanım ise 2020'de vefat ettiler...

    Mehmet Ali'nin ortanca oğlu Adem, 1945 yılında doğdu. İlim tahsil edip hocalık yaptığı için 'Adem Hoca' olarak bilinir. Bundan daha önce Canalinin kızı Ümmühan ile evlendi ve Böbülerin Veli ve Gıdilerin İban (İbrahim Asan) ile bacanak oldular... Mehmet, Ahmet, Ali ve Rukiye olmak üzere dört çocukları oldu. Bu dönemde İzmir'e yerleştiler. Ali'yi Hamza abisine evlatlık verdi. Rukiye Konyalı bir beyle evlendi. Büyük oğlu Mehmet hukuk okudu ve Konyalı Cemile Hanım ile evlendi. Hatice Kübra, Muhammet ve Furkan adlarında üç çocuğu var... Ortanca oğlu Ahmet ise Çolakların Salim kızı Neslihan ile evlendi; Adem ve Salim adında iki oğlu var... Çocukları/torunlarıyla Ademhoca halen İzmir'de...

    Hamzaların Mehmet Ali'nin küçük oğlu Süleyman 1953 yılında doğdu. Hacılardan Şerafettin kızı Satı ile evlendi. Satı Hanım, dayısının torunu oluyor... Erken dönemde Isparta'ya yerleşti. Betül ve Emre adlarında bir kızı ve bir oğlu oldu. Kızı, Demirciziyanın oğlu İdris eşidir (hala-dayı çocukları)... Oğlu Emre ise Isparta'dan evlendi... Çocuklarını evlendirip gelin etmeden önce 2006'da anaları Satı Hanım vefat etmişti... Süleyman sonradan ikinci defa evlendi. Halen Isparta'da oturuyor...

    Üç oğlanın babaları Mehmet Ali 1971 yılında vefat etti. Hanımı Hatice ise kendisinden onbeş yıl sonra, 1986'da öldü...

    Çerkez Muhacir Mehmet Ali ile 1860'larda başlayan Hamzaların hikayesinde durum bu... 1934 Soyadı uygulamasında KAYA soy ismini aldılar.



30 Aralık 2022

Selimoğlu Ali

     
    Günümüzde bir karşılığı olmadığı için ailenin adını olduğu gibi başlığa çektim. Diğer yandan bu başlığı açma  mecburiyeti vardı; çünkü Galgancılar ve Hamzaları açıklayabilmek için bu aileye uğramak lazım. Belki sülaleyi isimlendirme konusunda bir şeyler yapılabilirdi; ama dedim ya bugüne ulaşamadığı için somutlaştıramıyoruz.

    Selimoğlu Ali yerine Galgancılar desek, olmaz; zira Galgancılar değil. Hamzalar demek de uygun düşmez, onların da ayrı macerası var... Bununla beraber her iki sülaleyle de yakın ilişkisi var. Temtemin adının Ali olduğunu teyit edebilseydik, 'İşte Selimoğlu Ali O'dur... Bunlar da Temtemlerdir'  hükmünü verirdik; lakin onu da yapamıyoruz. Bütün bu sebeplerden, başlık Selimoğlu Ali olarak kalsın... Şu bir gerçek; Selimoğlu Ali, Sudeposunun ardındaki aralıkla doğrudan ilgili...


    1843 Yılında ölen Selimoğlu Ali'nin varisleri arasında yedi oğlu ve dört kızı vardı. Konumuzu teşkil eden Selimoğlu Ali, 1843'te vefat eden Selimoğlu Hacı Ali'nin torunu oluyor. Kimden? Oğlu, Osman'dan... (Selimlerin her dalında Ali isminin yaygınlığı normal karşılanmalı; çünkü hepsi Selimoğlu Hacı Ali'nin torunları.)

    Selimlerin Hacı Ali oğlu Osman 1813 yılında doğdu. Bütün Selimler efradı gibi O da 'orta boylu' olarak tarif edilmiş. 1839 Yılında redif askeri olarak kaydı yapıldı, babası vefat ettiğinde askerdeydi yani. Zaten bu bilgileri edinmemizi sağlayan belge de Osman asker olduğu için düzenlenmiş... Babasının cenazesinde bulunamamış; ama bir kaç yıl içinde Eğret'e geri döndüğü anlaşılıyor. Çünkü 1846 yılında bir çocuğu doğuyor... Öncesine bakalım...

    Selimoğlu Osman, Emine Hanım ile evlendi. Eşinin kimlerden olduğu bilinmiyor. Ne zaman evlendikleri, ilk çocuklarının ne zaman doğduğu gibi bilgiler de malumumuz değil. Tek bildiğimiz, kayıtlara geçen ilk çocuğunun 1846 doğumlu olmasıdır. Tabi oğlu doğduğunda Osman'ın 33 yaşında olduğunu unutmamak lazım. Hatta kızı doğduğunda da 46'ydı... O günün şartlarına göre otuz yaş üstü geçkin kabul ediliyor. Geçkin dönemde çocuk sahibi olma durumunu Osman'ın oğlunda da göreceğiz...

    Başka çocukları vardıysa da bilmediğimiz için bir oğlu ve bir kızından bahsedeceğiz. 1846'da doğan oğluna babasının adı olan Ali; 1859 doğumlu kızına da annesinin adı Fatma ismini koydu. Fatma, Selimoğlu Hasan eşi oldu; ileride Paşagızıların Egekemal-Egehasan kardeşlerin ninesi olacaktır. 

    1846'da doğan Ali, sözünü ettiğimiz Selimoğlu Ali'dir... Ayanoğlu Halil kızı Şerife ile evlendi. (O vakitler sülaleye Ayanoğlu değil, Hacıkocaoğlu diyorlardı.) Şerife Hanımın babası Halil olduğu gibi, dedesinin adı da Halil... Bu Hacıkocaların Halil oğlu Halil'in hiç oğlu olmamış. Bilinen iki kızı var, biri Şerife... Diğerinin adı da Cennet imiş ve Karacahmet'e gelin olmuş... Hiç oğlu olmayan Halil oğlu Halil'e Temtem diyorlarmış. Yani Selimoğlu Ali Onun kızını alınca, Hacıkocalar/Temtemler/Ayanoğlularla bağ kurulmuş oldu...

    Bir kız ve üç oğlu oldu. 1881 Yılında Atike, 1893'te Ali Osman, 1911'de İsmail ve 1913 yılında Abdullah doğdular... Dört çocuk, yaklaşık otuz yıl aralığında dünyaya geliyor ve en küçük Abdullah doğduğunda; Selimoğlu Ali 67, Şerife Hanım ise 63 yaşındalar...

    Büyük çocukları Atike'yi, Çerkez Muhacir Mehmet Ali'nin oğlu Hamza'ya veriyorlar. Yani bugünkü Hamzaların dedesine... Haliyle Atike Hanım da Hamzaların ninesi olacak... Hamzalarla ilk bağlantı bu, arkası gelecek...

    Büyük oğlunda kendi dedesiyle babasının adını birleştirmiş... Ali Osman'ı Veyislerden Hasan Hüseyin kızı Azime ile evlendiriyor. Böylece Ali Osman, Böbülerin dedesi Mazinin Ömer ve Daldalların Sarasan (Hasan Dadak) ile bacanak oluyorlar... Yani yaşasaydı Ali Osman onlarla bacanak olacaktı; ama ömrü yetmiyor... Selimoğlu Ali Osman'ın Cihan Harbi şehitlerinden biri olduğu sanılıyor... Henüz çocukları olmamıştı...

    O günlerin yaygın adetlerinden biri olarak, dul kadını ölenin kardeşine verme durumu da mümkün değildi; çünkü İsmail ile Abdullah daha 3-4 yaşındaydılar... Bunun yerine benzer bir şey yaşandı; Atike Hanım, dul gelinleri Azime'yi kendi oğlu Süleyman'a aldı. Dayısından dul kalan Azime ile aralarında 10 yaş fark vardı... Neticede Hamzaların Süleyman, Mazinin Ömer ve Sarasan ile bacanak oldu... Azime Hanım ise Hamzaların Ademhoca ve DP eski İl Başkanı Erman Kaya'nın nineleri olacaktır... Selimoğlu Ali'nin Hamzalarla işte böyle bir bağı var... Ayrıca Hamzalara 'Çilli Aliler' denmesinin bir sebebi de bu bağ olabilir.

    Küçük oğlanlar İsmail ve Abdullah'ın akıbeti bilinmiyor, onların hakkında bugünlere yansıyan bir şey yok. Cihan Harbi hengamesinde ölüp gittiler belki de... Aynı yıllarda anaları Ayanoğlulardan Şerife Hanım da vefat ediyor. Babaları Selimoğlu Ali ise 1928 yılında vefat ettiğinde 82 yaşındaydı... Ondan geriye torunları Hamzalar kaldı. Her bir Ali Kaya'da Selimoğlu Ali'nin hatırası vardır... 




29 Aralık 2022

Omarcıkoğlu Hasan

 
    1867 Yılında Omarcıkoğlu Mehmet vefat ettiğinde çocuklarının hepsi yetişkindi. En küçük oğlu Hasan da öyle... Yalnız mal paylaşımı yargı kanalıyla yapıldığına göre oğullardan biri askerde olduğunu düşünebiliriz; bu, çok büyük ihtimalle, küçük oğlu Hasan'dı...


    Şu durumda Omarcıkoğlu Hasan'ın doğum tarihini gösteren bir belge bulunmuyor. 1840'ta henüz doğmadığı kesin ama... Yine bir tahminle söyleyecek olursak; 1845-50 arasında doğmuş olmalıdır...

    Hasan, Akörenli Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanıma daha o zamandan 'Etli Ümmühan' diyorlar. Çünkü; iri yarı, güçlü kuvvetli bir kadınmış. Hatta Akören'den Eğret'e gelin gelirken ilginç bir şey gözlemlemişler. Tek eliyle bir koyunu kaldırıp atın terkisine atmış...

    Babası Omarcıkoğlu Mehmet öldüğünde Hasan'ın iki oğlu vardı; Ahmet ve İbrahim İzzet... Başka çocukları olduysa da bilgimiz yok. O iki oğlu üzerinden Omarcıkoğlu Hasan'ı inceleyeceğiz...

    AHMET ÇAVUŞ

    Büyük oğlu Ahmet, 1864 yılında doğdu. 'Ahmetçavuş' olarak bilinmesinin sebebi askerlik yaparkenki durumu olabilir. Cihan Harbine katıldığına dair söylentiler var; ama savaş başladığında 50 yaşında olduğu düşünülürse, pek inandırıcı durmuyor. Tabi o dönemde nice inanılmaz olaylar yaşandı; ama 1913 ve 1915'te çocukları doğduğu için çavuşluğunu önceki dönemde yaptığı askerlik sırasında kazanmıştır diye düşünmeliyiz...

    Ahmetçavuş Mehmet kızı Hafize ile evlendi. Hafize Hanım, günümüze nesli ulaşmayan Çalıkların kızı olarak görülüyor. Bu bilgiye temkinli yaklaşmakla beraber; eğer doğruysa Hafize Hanım, Gödemehmetin eşi Emine Hanım vardı, onun dedesinin kardeşidir... 1884'te Havva ve 1892 yılında İsmihan adını verdikleri iki kızları oldu... 

    Hafize Hanımın üstüne ikinci eş olarak Dervişoğlu Mehmet kızı Gülsüm'ü aldı.  Gülsüm Hanım, kısaca Yahyalardandır... Gülsüm Hanımla evliliği sonucu Gağşakların Gocagulak ve Omarcıkoğlu Abdullah ile bacanak oldular... Gülsüm Hanımdan da beş çocuğu oldu; 1907'de Refiye ve Hasan Hamdi (ikiz olmalılar), 1911'de Ümmühan, 1913'te Zehra ve 1915'te Mahmut...

    Ahmetçavuş 1921 veya 22'de Yunanlar tarafından öldürüldü. O'nu öldürenlerin Çerkez çeteler olduğu da söyleniyor. Dinlediklerime göre Ahmetçavuş durumu kabullenemiyor ve işgalcilere karşı bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyor. Bu konuda halkı örgütlemeye çalışıyor. Tabi tarihte her zaman kahramanlık hikayeleri yaşanmıyor... Denildiğine göre Ahmetçavuşu öz yeğeni (kardeşinin kızı) ihbar etmiş. Bacanağı Gocagulak ile aynı gün şehit ediliyor; yalnız Ahmetçavuşun Olucak'ta öldürüldüğünü söyleyenler de var. Eğer Gocagulak ile aynı gün öldürüldüyse, olayın faili Yunanlar değil, işbirlikçi çetelerdir; çünkü Gocagulak ile Boduoğlunun babası, aynı gün çetelerce öldürüldüğü kesin...

    Ahmetçavuştan sonra ilk ölen ikinci eşi Gülsüm Hanım oldu. 1938 Yılında ölen Gülsüm'den yedi yıl sonra da eşi Hafize hanım vefat etti. Son yıllarında Hafize Hanıma 'Omarcıkların Kör Nine' derlermiş...

    Ahmetçavuşun Körnineden büyük kızı Havva, Güdükmehmetin eşi oldu. Güdükahmetin anasıdır, 1968 yılında öldü... Küçüğü İsmihan'ı ise Emiralanoğlu/Hacıahmetlerin Ahmet'e verdiler. Çocukları olmadı, İlyenli Veli'yi evlat edindiler. Deliveli lakaplı bu oğlanın kızı, Ahmetçavuşun Sağırmahmuttan torunu Ziya eşi olarak evine dönecektir. Bu arada çocuğu olmayan İsmihan Hanım 1961 yılında vefat etti... İkinci hanımından büyük kızı Refiye Olucak'a gelin gitti. Ortanca Ümmühan, Tatıresilin; küçük Zehra ise Hacapdıramanların Lomcu Hoca eşi oldu... Şimdi iki oğluna gelebiliriz...

    Hasan Hamdi

    Ahmetçavuşun büyük oğlu Hasan Hamdi 1907 yılında doğdu. İsmindeki 'Hamdi' halk tarafından kullanılmadı, Ona kısaca 'Ahmetçavuşun Hasan' derlerdi. Daha Kelibana satılmadan önce, Eski Hamam yerinde oturuyordu. Mesleğinin marangozluk olduğu, orada bir dükkanının bulunduğu söyleniyor. Ayrıca çok fazla evlendiği için 'Dokuzgarılı' lakabı takılmış; biz, beş çocuğunun anası olan sadece ikisine bakacağız.

    Ahmetçavuşun Hasan, önce Sakalardan Fadime ile evlendi. Fadime Hanım Kelbekirin kardeşidir... Hakkıların Kadir ve Garahmetlerin Sarışükrü ile de bacanak oldular... Fadime Hanımdan Ahmet ve Mevlüt adında iki oğlu olduktan sonra ayrıldılar. Kendisi Olucaklı Muhsine Hanım ile evlenirken, Fadime Hanım da Tekelilerin Kadir'e vardı... İkinci Hanımından da İbrahim, Rahmi ve Mürsel adlarında üç oğlu daha oldu... Ahmetçavuşunhasan böylece 1961 yılında vefat etti... 

    Büyük oğlu Ahmet 1939 yılında doğdu. Olucaklı Güngör ile evlendi, erken dönemde Kütahya'ya yerleşti. Beş çocuğunun büyüğü Hasan Ulviye Hanımla evlendi, Murat ve Esra adında iki çocuğu var... İkincisi Ömer ise Müvevvere ile evlendi, Onun da Emre ve Betül adlarında iki çocuğu var... Üçüncü oğullarının adı Hüseyin idi, Mılıklar/Çatkuyulu Ayşe Hanım ile evlendi. Ahmet ve Onur adlarında iki oğlu oldu; ama Ahmet erken vefat etti. Sonra Hüseyin kendisi de vefat edince, eşi Ayşe Hanım Afyon'a taşında. Şimdi torunu Ahmet (Ahmetçavuşun adı) ile birlikte yaşıyor... Dördüncü oğlu Ahmet, Hatice Hanım ile evlendi, bir kız bir oğlu var... En küçük oğlu Mustafa hakkında bilgi edinilemedi... Hüseyin'in dul eşi dışında, Ahmet'in bütün çocuk ve torunları Kütahya'ya yerleşik...

    Fadime Hanımdan küçük oğlu Mevlüt, 1940 yılında doğdu. Ahmet Abisinin aksine İzmir'e yerleşti. Avganın kızı Emsal ile evlendi, belki İzmir'e yönelmesinin sebebi budur. Hasan adını verdiği bir oğluyla Mersiye ve Serpil olmak üzere iki de kızı oldu. Halen İzmir'de yerleşikler...

    Ahmetçavuşun Hasan'ın, Muhsine Hanımdan da üç oğlu daha olmuştu. Onların büyüğü İbrahim 1948 yılında doğdu. Belki de annesinin tesiriyle Olucak'tan evlendi. Evlenir evlenmez Kütahya'ya yerleştiler. Zeki, Hasan, Resul ve Fahri olmak üzere dört oğulları oldu. Hasan ile Resul Antalya'dalar; Zeki Kütahya'ya yerleşik, Fahri ise vefat etti...

    Rahmi, 1949 doğumlu... Anıtkaya dışından evlendi ve Ankara'ya yerleşti. Hasan, Ayşe ve Türkan adlarında üç çocuğu var....

    Ahmetçavuşun Hasanın en küçük oğlu Mürsel, Kuyucaklı bir hanımla evlendi. Hasan ve Kamile adlı bir kız ve bir oğlu oldu; İzmir'de yaşıyorlar...

    Sağır Mahmut

    Ahmetçavuşun yedi çocuğunun en küçüğü Mahmut 1915 yılında doğdu... 'Sağır Mahmut' diye bilinirdi...Oğulları işitme engelli olduğu için bu lakap verilmiş olabilir; çünkü bundan sonra aileye de Sağırmahmutlar denilecek... Gocagulak kızı Ayşe ile evlendi, eşiyle teyze çocuğu oluyorlar. Ayrıca Sağırmahmut, Sağıroğlu Mehmet ile de bacanak oldu...

    İkisi kız ikisi oğlan, dört çocukları oldu. Yaş sırasına göre isimleri Halil, Gülsüm, Ziya ve Hüsniye'dir... Aslında iki oğlu daha olmuş, ama küçük yaşta ölmüşler. 1950'de doğan Aziz iki, 1960'ta doğan Seydi Ahmet ise  beş yaşındayken vefat etmişler... Kızların büyüğü Gülsüm, Tekirgızıların Mevlüt oğlu Osman Haykır; küçüğü Hüsniye de Yonuzların İsmail Yonat eşi oldular... 

    Büyük oğlu Halil, Sağıroğlu Mehmet'in kızı Fadime ile evlendi, teyze çocukları... Ramazan, Muhsine ve Ayşe olmak üzere iki kız bir oğulları oldu. Muhsine, Çilmahmutun Hasan oğlu Mahmut Omak eşidir. Ayşe ise Anıtkaya dışına gelin oldu... 1964 Yılında doğan oğlu Ramazan, Buruşakların Cemal kızı Meryem ile evlendi; Arzıların Akgabak Ömer ile de bacanak oldular. Halil ve Mehmet isimlerinde iki oğlu olan Ramazan 2020'de vefat etti...

    Sağırmahmutun küçük oğlu Ziya ise Deliveli kızı Sultan ile evlendi. Sultan Hanım ile Ziya arasında, kan bağına dayanmasa da bir akrabalık var... Yukarıda bahsetmiştik, özetle; Sağırmahmutun, Körnineden olma İsmihan adındaki ablası Emiralaanoğlu Ahmet'e verilmişti. Onların çocukları olmayınca başka bir köyden Deliveliyi evlat edindiler. Vakti gelince Onu Guldurarifin kızı Emine ile everdiler. İşte Sultan Hanım bu evlilikten doğdu... Sözün kısası, Ziya'nın babası ile Sultan'ın nineliği kardeş... (Deliveli 1952'de ölünce Emine Hanım, Kemiğin Abdullah'a vardı.)

    Ziya ile Sultan Hanımın ikisi oğlan ikisi kız, dört çocukları oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Mahmut, Emine, İsmihan ve Ahmet'tir... Dört çocuğun isimlerinin her biri, geçmişteki büyüklerin birine karşılık geliyor... Büyük kızı Emine, Yahyalardan Abdullah Diril; küçük kızı İsmihan da Eyüpçetinin İbrahimhoca oğlu Aydın Çetin eşi oldular... 

    Ziya'nın büyük oğlu Mahmut, Arzıların Ali İhsan kızı Sultan ile evlendi. Mahmut ve Ziya adında iki oğlu var... Küçük oğlu Ahmet ise Kumartaşlı İsmihan ile evlendi; Ziya, Emre ve Ömer Faruk adlarında üç çocuğu var... 

    Sağırmahmut 1984 yılında, eşi Ayşe Hanım ise 1997'de vefat ettiler. Kendisinin 1984 1 Hazirandaki vefatını, aynı zamanda kiracısı olan Öğretmen Mevlüt Ergin şöyle anlatıyor: “Sağır Mahmut amca bir gece kalp krizi geçirmişti. Yasin okudum. Yasin bitti. Sadakallahülazim dememle birlikte gözlerini gözlerime dikip "pufff!.." diyerek son nefesini vermişti.“

    Ziya 2006 yılında vefat etti. Büyük oğulları Halil Afyon'da oturuyor, oğlu Ramazan zaten 2020'de ölmüştü... Sağırmahmutun, dolayısıyla Ahmetçavuşun  Anıtkaya'daki ocağını tüttüren kişi sadece Mahmut Arslan'dır...

 

    İBRAHİM İZZET

    Omarcıkoğlu Hasan'ın küçük oğlu, 1867 yılında doğdu. Adını İbrahim İzzet olarak kaydettirdiler; ön adı pek kullanılmadı, millet Onu 'Aziz' bildi... Aziz, Mustafa kızı Hanife ile evlendi. Hanife Hanımın kimlerden olduğu bilinmiyor; Arapselimoğlu Abdurrahman ile bacanak oldukları tahmini var... 

    Omarcıkların Aziz Cihan harbi yıllarında hayattaymış, tam tarihi bilinmese de işgalden önce vefat ettiği sanılıyor. Eşi Hanife Hanım ise 1937 yılında ölmüş...

    Aziz'in biri oğlan üçü kız, dört çocuğu oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Feride, Dudu, Ümmühan ve Abdullah'tır... Küçükler Abdullah ile Ümmühan'ın ikiz olduğu bildirildi. Büyük kızı, 1900 doğumlu Feride İzmir'e gitti, evlendiyse de çocuğu olmadı; 1985'te orada öldüğü kaydedilmiş... Ortanca kızı Dudu 1902'de doğdu. Evlilik kaydı bulunmuyor, hakkında kimsenin bilgisi de olmadığı için küçük yaşta vefat ettiği düşünülüyor... En küçükleri, 1908 yılında doğan Ümmühan ise Kemiklerin Abdullah eşi oldu; Kemiğin Süleyman'ın anası, Nursi Öter'in ninesidir... 

    Azizin Apil Hoca

    Tek oğlu Abdullah, 1908 yılında doğdu. 'Apil' diye bilinirdi, ilim tahsilinden sonra 'Apil Hoca' oldu; tam künyesi 'Azizin Apil Hoca'dır... Apilhoca, Hamzaların Hamza kızı Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanım, kısaca Ademhocanın halasıdır...

    Apilhocanın üç kızı oldu; Satı, Emine ve Pakize... Satı, Omarcıkların Kelapdılla (Abdullah Sağlam) eşi oldu. Ortanca kızı Emine, Kemiklerin Ali eşi olarak Ümmühan halasının gelini oldu (Nursi anası)... Küçük kızı Pakize ise yine Omarcıklardan Berberşükrü eşi oldu...

    Azizin Apil Hocaya ait mezar taşında 'Abdil Aslan, Ölüm Tarihi 1964' yazıyor... Eşi Ümmühan Hanım ise on yıl sonra, 1974'te vefat etmiş...

    ***

    Omarcıkoğlu Hasan'ın çocukları/torunları, 1934 Soyadı uygulamasında 'ASLAN/ARSLAN' soy ismini aldılar...



26 Aralık 2022

Bu da Geçer

    
    Doğum ile ölüm birbirinin tamamlayıcısı iki arkadaş.... Biri olmayınca diğeri de olmuyor... Doğmuyorsan ölmüyorsun; doğduysan öleceksin... Bu beylik lafları hep konuşur dururuz, dahası binlerce yıldır binlerce filozofun konusu olmuş... Konuşulmuş yazılmış, ne yaşam anlaşılabilmiş, ne de ölüme çare bulunmuş... Bulunacak gibi de değil zaten...

    Her su selasında, her tabut omuzlayışımızda ve her musalla karşısında saf tutuşumuzda bu gerçekle bir kere daha yüzleşiyoruz... Sonra, devam... Dünyanın, insanları allem kallem kendine bağlaması gibi anlaşılmaz bir yeteneği var. Bu cazibeden kendini kurtarabilen yok gibi...

    Son zamanlarda Eğret ve Eğretlilerin son iki asırlık macerasına fazlaca girdik. Bu, yaklaşık 10-15 nesil demek... Neler yaşanmış neler. Her anlamda zirveye çıkmışlar, dibi görmüşler; sefalet de var zenginlik de, bereketi de görmüşler yokluğu da... Neticede bugün yoklar... Yarın için de biz yokuz. Bizi kendine esir eden dünyanın da aslının olmadığını, günümüz ifadesiyle yaşadıklarımızın tamamen sanal olduğunu ne başkasına anlatabilirim ne kendime... Nice düşünür bunun izahını yapmaya çalışmış, ama nafile... Birazcık gerçeği görür gibi olduğumuzda dünya hemen yularımızdan çekiyor kendine doğru...

    'Bu da geçer Ya Hu!' sözüne kaynaklık ettiği söylenen bir hikaye var; durumumuzu iyi anlatıyor. Kısa bir aramayla internette bulunabilir...

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, karnını doyuracak ve altına döşek serecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.

Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Aslında başka bir Zengin daha vardır. Haddad adındaki bu zenginin çiftliğine değil de Şakir Ağa'nınkine gitmesini tavsiye ederler.

Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Hakikaten çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir. Yer içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…

Yola koyulma vakti gelip Derviş Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen dışardan görünenler, gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”

Derviş, Şakir Ağa'nın çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz hakkında uzun uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir'i sorar. “Haa o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad Ağa’nın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü urbalar vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mütevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler... Şakir ise sakindir: "Üzülecek bir şey yok… Unutma, bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeden geçmektedir. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye söylene söylene gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katıp götürmüş; Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın… Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları da Derviş’ten yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

‘Bu da geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ derlermiş. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘Bu da geçer Yâ Hû’ halinde kalıplaşır…

    Aslında bu menkıbenin bir kaç sembolle örgülendiği dikkat çekiyor. İyi yürekli Ağanın adı Şakir ve Derviş ona bu zenginliği için Allah'a şükretmesini tavsiye ederken Onun ismine atıfta bulunuyor. Çünkü Şakir, şükür eden demektir. Yani Şakir Ağa biraz da şükrettiği için zengin olmuştur. Malın bereketini artıran şeylerden biri de şükür olduğu vurgulanmış... Ne kadar şükredersen et, Allah zenginliği kaybetmeni dilemişse bunun önüne geçemezsin. Nitekim Haddad'a hizmetkar olacak kadar düşüyor... Haddad demirci manasına gelir; bir anlamı da muhafız, koruyucu demektir. İnsan bu dünyadaki zenginliğinin asıl sahibi değil, ancak muhafızı olduğu bu isimle anlatılmak istenmiş. Öyle de oluyor ve Haddad öldükten sonra, emanetindeki mal mülk tekrar Şakir'e geçiyor... Çünkü Şakir şükrediyor... Amma onun da geçici olduğunu, o kadar mal mülk arasında Şakir'in sadece bir mezar sahibi olarak karşımıza çıkmasından anlıyoruz... O kadarcığının bile yalan olduğunu ise mezarın yok oluşundan...

    İki asırdır Eğret'te yaşananlardan çıkarılacak sonuç: Tarla tokat, mal maşat, çoluk çocuk sendedir. Eker biçer, kaldırır harmana yığarsın... Bir muhalif rüzgar(*) gelir, harmanın yerinde yeller eser... 

    'Biz insanlar arasında günleri, imtihan gereği döndürür dururuz' (Âl-i İmran / 140)


  (*) rüzgar: günler, zamane