Süzülen suyuyla iz bırakarak bir açık alana (genelde o sıralarda boşalan harmanyerine) getirilen dene arabası sergiye boşaltılır. Denenin serilmiş halidir sergi. Rüzgarın kaldıramayacağı kendir habalar sergi için idealdir. yeteri kadar yoksa çapıt habalarla desteklersin. Maksat kısa sürede ıslak buğdayı tekrar kurutmak. Sergideki deneyi avuç içiyle karıştırarak alt-üst etmek kurumayı kolaylaştırır. Birkaç kez karıştırıldığında dene kurumuş olur. Serginin kuruması tam bir gündüz sürebilir.
Asıl iş üyütmekte... Eğret deymen geçmişi konusunda çok zengin. 16. yüzyılda biri vakıfa ait olmak üzere 2 değirmen kaydı var. Tabi bunlar su değirmeni olduğuna göre, güçlü akan su kaynakları vardı demek oluyor. Bunlardan birinin Büzüğalinin Guyu yakınlarında olduğu, kalıntılarının hala gözlenebileceği söyleniyor.
Beş asır evvelki değirmenlerin bize bir faydası yok. Un temel ihtiyaç. En yakın değirmen Araplı'daymış. Çoğu kişiden oraya gidiş maceralarını dinledim. Bazılarını bir büyüğün yanına takar öylece gönderirlermiş. Çocuk öküzleri koşabilecek durumda bile değil. Bazen günlerce nöbet bekler, deymende yatarlarmış. Bir değirmenin kalıntısını uzaktan göstermişlerdi, hala duruyor mu hiç dikkat etmedim.
Mazotla çalışan bir motora bağlı olarak, Bunarın karşısında şimdi Şavalın Fidanlık olarak bilinen yerde değirmen kurulmuş. Ne kadar çalıştı bilmiyorum. Bir de Demirci Salihin evin yerinde bir değirmen varmış.
Öncesindekiler rivayet olarak duyduklarım; benim aklım ereli köyde iki kişinin un deymeni vardı. Tatıresiller'de 2 tane ve Hatipler'deki ise tekti. Herhalde ikisi de köye elektriğin gelmesinden sonra kurulmuştur.
İki deymende de un üyütmüşlüğüm var. Daha doğru bir ifadeyle, bizimkiler un üyütmeye gittiğinde ben de yanlarına takıldım. Tatıresiller'in deymen ferah görünürdü bana. Koca bir bina iki değirmene tahsis edilmiş, her şey yerli yerinde karışıklık yok. Bir değirmenin doğal durumu sayılacak un bulaşığı bu tertibi bozamıyor. Beton zeminde bastığın yerde ayak izin çıkıyor. Hep merak ettim, acaba orayı burayı süpürüyorlar mıydı. Ben olsam süpürmezdim, nasılsa birkaç dakika sonra tekrar eski haline gelecek. Meraklı bakışlarla etrafı kolaçan ederken düşündüğüm sadece bu değildi. Sağlam kereste malzemeyle muhafazaya alınmış taşları görmezdik mesela ve ben bu görünmeyen koca taşların buğdayı nasıl ezdiğini merak ederdim. Bir yerlerde kapak filan vardır, açıp bakamaz mıyız ki?
En eğlenceli kısmı da her buğday döküşte ipe dizili ağaç fırıldaklardan birisini çekmekti. Ben öyle diyordum, ipin ucuna takıp havada döndürerek savurduğumuz oyuncağa benziyordu. Kenarlarında kertikler eksikti, o kadar. Dökülen buğday miktarını doğru saymak, sayılanı unutmamak için yapılmış basit bir düzenekti. Ağaç çubuğu çekmek eğlenceliydi; ama her un öğüttüğümüzde aklıma mutlaka şu gelirdi: Çubukları yanlışlıkla(!) ters tarafa çekersem ne olur. Bir çocuğun bu şeytanlığı düşüneceği kimsenin aklına gelmezdi herhal. Yalnız, çekilen çubuk sayısına göre deymencinin hak aldığını sonradan öğrendim. Benim şeytanlığım sadece sayıyı şaşırsınlar diye idi. Bu niyetimden dolayı davranışım masum kabul edilebilir bence.
Üstte buğday dökülen hazne de ilginçti. Gücüm yetmediği için ben dökemezdim, ama iyi seyrediyordum. İki demir döküldüğünde haznenin içinde bir tepecik oluşurdu. Sarsıla sarsıla dönen taşlar buğdayı öğüttükçe yenisi oraya akar; haznedeki tepecik önce bayır olur sonra ovaya döner, az sonra da çukurlaşmaya başlardı. O manzarayı hiç kaçırmak istemezdim. Haznedeki buğday seviyesi düzleşince, birdenbire mal güderken keşfettiğim dombeycik yuvasına benzemeye başlardı. Bu böcek götün götün toprağa girdikten sonra yüzeyde huni ağzı gibi konik bir çukur oluşur. İşte değirmen haznesinde de gördüğüm buydu. Çukur büyüdüyse buğday eklemen gerekir ve sonra yine tekrar tepe oluşur. O tepe düzleşir, çukurlaşır... Tekrar tepe.
Haznedeki döngüyü orada bırakalım, aşağıda tekne var o da ilgi ister. Derindir tekneler ve taş seviyesinin altındadır. Hazneye döktüğümüz buğdaylar, öğütülünce bir oluktan buraya dökülür. Hani haznede oluşan dombeycik çukuru vardı ya, ha işte teknede o çukurun tersi oluşur, bir tepe yığılır. Bu tepe zaman zaman bozulup un alınmazsa oluğu tıkayıp akışı engelleyebilir. Biz de unu eşeleyip çekeceğimize, iki emek olmasın diye doğrudan talise doldururduk. Burada bana düşen iş çuvalın ağzını açmaktır. Bunun basit bir şey olduğunu sanma, doğru açmazsan un yere dökülebilir, bir kaç kürekten sonra silkeleyip unun çuvala yerleşmesi gerekir. Çuval açmak çok önemli çok. Kürek dedim, onu da açıklayayım. Bildiğin kürek işte; yalnız sapı kısa, 15-20 santim kadar. Sıcak unu çuvallamanın en pratik yolu olarak bunu görmüşler. Nasıl bir güce maruz kalıyorsa buğday, un olarak çıktığında el yakacak kadar sıcak oluyor.
Unla dolu çuvalları bir yandan arabaya yüklemek en iyisi. Birisi sırtına kaldıracak, sen arabaya yürüyeceksin. Üstüm başım un olur diye telaşlanma, zaten oldu olacağı kadar. Bunu deymenden çıktığında farkedersin ancak.
Hatiplerin deymene girildiğinde 7-8 basamak merdivenle iniliyordu, diye hatırlıyorum. Orada tek değirmen vardı ve merdivenlerden yukarı un taşımak daha zor oluyordu. Çalışma sistemi bakımından Tatıresil'inkiyle aynıydı.
Un eve götürüldüğünde soğuması beklenir, daha sonra ağaçtan yapılan un ambarlarına basılırdı. Elle, yumrukla bastırılarak depilirdi iyice.
Macur'a fabrika yapılmış, dedi insanlar bir müddet oraya gittiler un öğütmeye. Kepeği alınmış oluyordu ve daha başka şeyler... Öğütmede sen emek harcamıyordun mesela, buğdayı verip un olarak alıyordun. Cazip geldi bu tür şeyler. Sonra köye fabrika yapıldı...
Tuhaf bir şekilde uzun süre bu fabrikalara "deymen" dendi. Fakat bu arada hikayesini anlattığım deymenlere ne oldu, hiç bir fikrim yok.