10 Eylül 2021

Değirmen Macerası

    Süzülen suyuyla iz bırakarak bir açık alana (genelde o sıralarda boşalan harmanyerine) getirilen dene arabası sergiye boşaltılır. Denenin serilmiş halidir sergi. Rüzgarın kaldıramayacağı kendir habalar sergi için idealdir. yeteri kadar yoksa çapıt habalarla desteklersin. Maksat kısa sürede ıslak buğdayı tekrar kurutmak. Sergideki deneyi avuç içiyle karıştırarak alt-üst etmek kurumayı kolaylaştırır. Birkaç kez karıştırıldığında dene kurumuş olur. Serginin kuruması tam bir gündüz sürebilir.

    Asıl iş üyütmekte... Eğret deymen geçmişi konusunda çok zengin. 16. yüzyılda biri vakıfa ait olmak üzere 2 değirmen kaydı var. Tabi bunlar su değirmeni olduğuna göre, güçlü akan su kaynakları vardı demek oluyor. Bunlardan birinin Büzüğalinin Guyu yakınlarında olduğu, kalıntılarının hala gözlenebileceği söyleniyor. 

    Beş asır evvelki değirmenlerin bize bir faydası yok. Un temel ihtiyaç. En yakın değirmen Araplı'daymış. Çoğu kişiden oraya gidiş maceralarını dinledim. Bazılarını bir büyüğün yanına takar öylece gönderirlermiş. Çocuk öküzleri koşabilecek durumda bile değil. Bazen günlerce nöbet bekler, deymende yatarlarmış. Bir değirmenin kalıntısını uzaktan göstermişlerdi, hala duruyor mu hiç dikkat etmedim.

    Mazotla çalışan bir motora bağlı olarak, Bunarın karşısında şimdi Şavalın Fidanlık olarak bilinen yerde değirmen kurulmuş. Ne kadar çalıştı bilmiyorum. Bir de Demirci Salihin evin yerinde bir değirmen varmış. 

    Öncesindekiler rivayet olarak duyduklarım; benim aklım ereli köyde iki kişinin un deymeni vardı. Tatıresiller'de 2 tane ve Hatipler'deki ise tekti. Herhalde ikisi de köye elektriğin gelmesinden sonra kurulmuştur. 

    İki deymende de un üyütmüşlüğüm var. Daha doğru bir ifadeyle, bizimkiler un üyütmeye gittiğinde ben de yanlarına takıldım. Tatıresiller'in deymen ferah görünürdü bana. Koca bir bina iki değirmene tahsis edilmiş, her şey yerli yerinde karışıklık yok. Bir değirmenin doğal durumu sayılacak un bulaşığı bu tertibi bozamıyor. Beton zeminde bastığın yerde ayak izin çıkıyor. Hep merak ettim, acaba orayı burayı süpürüyorlar mıydı. Ben olsam süpürmezdim, nasılsa birkaç dakika sonra tekrar eski haline gelecek. Meraklı bakışlarla etrafı kolaçan ederken düşündüğüm sadece bu değildi. Sağlam kereste malzemeyle muhafazaya alınmış taşları görmezdik mesela ve ben bu görünmeyen koca taşların buğdayı nasıl ezdiğini merak ederdim. Bir yerlerde kapak filan vardır, açıp bakamaz mıyız ki? 

    En eğlenceli kısmı da her buğday döküşte ipe dizili ağaç fırıldaklardan birisini çekmekti. Ben öyle diyordum, ipin ucuna takıp havada döndürerek savurduğumuz oyuncağa benziyordu. Kenarlarında kertikler eksikti, o kadar. Dökülen buğday miktarını doğru saymak, sayılanı unutmamak için yapılmış basit bir düzenekti. Ağaç çubuğu çekmek eğlenceliydi; ama her un öğüttüğümüzde aklıma mutlaka şu gelirdi: Çubukları yanlışlıkla(!) ters tarafa çekersem ne olur. Bir çocuğun bu şeytanlığı düşüneceği kimsenin aklına gelmezdi herhal. Yalnız, çekilen çubuk sayısına göre deymencinin hak aldığını sonradan öğrendim. Benim şeytanlığım sadece sayıyı şaşırsınlar diye idi. Bu niyetimden dolayı davranışım masum kabul edilebilir bence.

    Üstte buğday dökülen hazne de ilginçti. Gücüm yetmediği için ben dökemezdim, ama iyi seyrediyordum. İki demir döküldüğünde haznenin içinde bir tepecik oluşurdu. Sarsıla sarsıla dönen taşlar buğdayı öğüttükçe yenisi oraya akar; haznedeki tepecik önce bayır olur sonra ovaya döner, az sonra da çukurlaşmaya başlardı. O manzarayı hiç kaçırmak istemezdim. Haznedeki buğday seviyesi düzleşince, birdenbire mal güderken keşfettiğim dombeycik yuvasına benzemeye başlardı. Bu böcek götün götün toprağa girdikten sonra yüzeyde huni ağzı gibi konik bir çukur oluşur. İşte değirmen haznesinde de gördüğüm buydu. Çukur büyüdüyse buğday eklemen gerekir ve sonra yine tekrar tepe oluşur. O tepe düzleşir, çukurlaşır... Tekrar tepe. 

    Haznedeki döngüyü orada bırakalım, aşağıda tekne var o da ilgi ister. Derindir tekneler ve taş seviyesinin altındadır. Hazneye döktüğümüz buğdaylar, öğütülünce bir oluktan buraya dökülür. Hani haznede oluşan dombeycik çukuru vardı ya, ha işte teknede o çukurun tersi oluşur, bir tepe yığılır. Bu tepe zaman zaman bozulup un alınmazsa oluğu tıkayıp akışı engelleyebilir. Biz de unu eşeleyip çekeceğimize, iki emek olmasın diye doğrudan talise doldururduk. Burada bana düşen iş çuvalın ağzını açmaktır. Bunun basit bir şey olduğunu sanma, doğru açmazsan un yere dökülebilir, bir kaç kürekten sonra silkeleyip unun çuvala yerleşmesi gerekir. Çuval açmak çok önemli çok. Kürek dedim, onu da açıklayayım. Bildiğin kürek işte; yalnız sapı kısa, 15-20 santim kadar. Sıcak unu çuvallamanın en pratik yolu olarak bunu görmüşler. Nasıl bir güce maruz kalıyorsa buğday, un olarak çıktığında el yakacak kadar sıcak oluyor.

    Unla dolu çuvalları bir yandan arabaya yüklemek en iyisi. Birisi sırtına kaldıracak, sen arabaya yürüyeceksin. Üstüm başım un olur diye telaşlanma, zaten oldu olacağı kadar. Bunu deymenden çıktığında farkedersin ancak.

    Hatiplerin deymene girildiğinde 7-8 basamak merdivenle iniliyordu, diye hatırlıyorum. Orada tek değirmen vardı ve merdivenlerden yukarı un taşımak daha zor oluyordu. Çalışma sistemi bakımından Tatıresil'inkiyle aynıydı.

    Un eve götürüldüğünde soğuması beklenir, daha sonra ağaçtan yapılan un ambarlarına basılırdı. Elle, yumrukla bastırılarak depilirdi iyice. 

    Macur'a fabrika yapılmış, dedi insanlar bir müddet oraya gittiler un öğütmeye. Kepeği alınmış oluyordu ve daha başka şeyler... Öğütmede sen emek harcamıyordun mesela, buğdayı verip un olarak alıyordun. Cazip geldi bu tür şeyler. Sonra köye fabrika yapıldı... 

    Tuhaf bir şekilde uzun süre bu fabrikalara "deymen" dendi. Fakat bu arada hikayesini anlattığım deymenlere ne oldu, hiç bir fikrim yok.


Çatallar-Çakallar

     651 Numaralı Şeriyye Sicilindeki bir karar kaydından yola çıkarak "Çakaloğlu İbrahim'in Terekesi"ni yazmıştım. Hemen sonra, 653 Numaralı ŞS'deki iki kararla ilgili olarak da "Çataloğlu İbrahim'in Yetimleri"ni... İlk sicildeki karar tarihi 1 Aralık 1917; ikinci defterdekiler 16 Mayıs 1919 ve 5 Mayıs 1920 idi. 

    "Ne kadar çok İbrahim varmış" diye kendi kendime söylendiğimi hatırlıyorum. O zaman farkedememişim; şimdi kayıtları kontrol ederken anladım ki 2,5 yıl içinde verilen kararların konusu ve kişileri aynı. Peki mesele ne? Şu: İlk defterdeki kararda ölen kişiden "Çakaloğlu İbrahim" diye söz edilirken; ikinci defterdekinin adı "Çataloğlu İbrahim" diye geçiyor. Arada 2,5 yıl olunca ister istemez farklı bir olay olarak yorumlamış olmalıyım. Beni bu yanlışa sürükleyen diğer bir etken de Eğret'te Çatallar ve Çakallar'ın bulunmasıdır.

    Kişiler aynı ise niye farklı kaydedildi? İki ihtimal var: Bir, defterdeki kayıtlar doğrudur; onları inceleyen farklı kişilerden birisinin okuması yanlıştır. İki, Defterlerden birisine katip yanlış yazmıştır. Yazma hatası veya okuma hatası, ortada sadece bir harf yanlışlığı var. Bu küçük hatayı büyüten, bizim köyde her iki isimde sülalenin bulunması. "Bir harften bişey olmaz" dememeli, her şey altüst oluyor.

    Neyse, İki defterdeki üç kararı birleştirerek olayı özetleyeyim. 

    Yahya oğlu İbrahim bir süre önce vefat etmiş. Mahkeme 1 Aralık 1917'de terekeyi ilan edip verese arasında taksim ediyor.  Bu taksimattan anlaşılıyor ki İbrahim'in önceden ölen eşi Hafize'den olan çocukları; Şerife, Atike, Mustafa, İsmail, Cemal ve Ömerdir. Bunlardan İsmail, Cemal ve Ömer üçü de askerdedir. İkinci eşi Ayşe'den olma çocukları ise haliyle küçük yaştalar: İbrahim ve Mehmet, bir de ana karnında henüz doğmamış kardeşleri var. Küçük çocukların ve askerdekilerin hisseleri Eytam Sandığında muhafazaya alınıyor. Bu arada iki yetimiyle başbaşa kalan Ayşe doğum yapınca yetim sayısı 3 oluyor. Taze çocuğun adını Mevlüt koyuyor. Mahkemeye müracatla geçim sıkıntısı çektiğini, çocuklarının Eytam Sandığındaki hisselerinin gelirinden nafaka bağlanmasını talep ediyor. 16 Mayıs 1919'da durumu incelemek için gelen heyetten ancak bir yıl sonra, 5 Mayıs 1920'de çocuklara aylık 300 kuruş nafaka bağlanıyor. Her çocuk için 100 kuruş. Nafaka miktarı konusunda bir fikir versin diye o yıllarda Eğret'teki hayvan fiyatlarını veriyorum. Bunları terekeden çıkardım.

                           Cinsi                     Adet                 Değeri (Kuruş)  

                 Kuzulu koyun                10                         14.200
                 Kısır koyun                    1                                700
                 Oğlaklı keçi                    1                                950
                 Erkek şişek                     2                             1.400
                 Erkek çepiş                     2                             1.200
                 Kancık çepiş                   2                             1.200
                 Buzağılı inek                  3                            15.000
                 Kancık merkep               1                              1.200
                 Beyaz öküz, çift              1                            20.000           
    Sonuç olarak kendi fikrimi yazayım: "Çakaloğlu" okuyuşu yanlış; yukarıdakilerin Çakallar'la alakası yok. Doğrusu ikinci okuma yani "Çataloğlu"dur. Çatallar veya daha geniş ifadeyle "Soylu"lardan bahsediyoruz.  


09 Eylül 2021

Dene Yıkama

    Akşama doğru Buñar'a gelmişlerdi. Dene yüklü arabanın başında onu bırakıp gittiler. Amaç arabanın sabaha kadar orada bekleyerek nöbet kapmasıydı. Tabi araba ve yükünün başına bir şey gelmemesi için birinin Buñar'da yatması gerekecekti. Kırda, harmanda gecelemişliği az değildi, alışıktı yani yıldızların altında uyumaya. Bu gece de onlardan birsi olacaktı. 
    Araba Buñar'ın gıblesindeki yamaya bırakılmıştı. Yanlarında nöbete girmiş başka arabalar da vardı. Her biri geri içinde dene yüklüydü. Bunlardan birinin sahibi Arabüseyin dedikleri bir ihtiyardı. Hemen epbap oldular. 
    - Yassıyı gılam yatam Amedim. 
    Görmüş geçirmiş biriydi Arabüseyin. Daha şimdiden ayazdan üşüyorlardı, sabaha karşı üzerlerine kırağı düşmeye başlayınca uyku tutmazdı zaten. Erken yatarlarsa o vakte kadar ne uyurlarsa kardı. Ekim ayındaydılar, şurda kışa ne kalmıştı, bir aydan daha az. Gerçi, kış Ağustos ortalarının gecesinde başlardı. Boşuna "Añıza basdıñ, gara basdıñ." dememişti eskiler. Kasıma kadar geceleri kış, gündüzleri yaz; Kasımdan itibaren her ikisi de kıştı. Hele Ekim geceleri bildiğin kış gecesidir, eksiği kar ise de bunu kırağıyla telafi eder.
    Dediği gibi ettiler. Arabalarındaki denenin üstüne kepineklere kapaklanıp büzüldüler. Bir iki he-ya deyip uykuyu beklediler. İkisi de bekledikleri uykunun ne zaman geldiğini hatırlayamadı. Derinlerden gelen ezan sesiyle uyandıklarında, kepeneğe rağmen üzerlerindeki kırağının donduruculuğunu hissettiler. Belli ki Yeşilcami'nin ezanıydı. Soğukta bir daha uyumaları mümkün değildi ama; kepenekten çıkmaya da cesaretleri yoktu.
    - Az daha uyuyam Amedim. 
    Uyuyamayacağının kendi de farkındaydı. Kepenekten çıkmayı mümkün olduğunca ertelemek istiyordu. Ayazda kalkmak bir yana bir de soğukta abdest almak vardı. Gerçi kaynak suyu olduğu için Buñar'ın suyu havadan daha ılık olurdu. Peki ya sonrası... Ayaz, "Vay sen ılık suyunan almışıñ apdesi, dokanmiyen saña." mı diyecekti. Bunları düşünürken, daha yakından bir başka ezan sesi yükseldi. Gocacamiydi. 
    - Yat bakam Amedim.
    Kepeneğin içinde de olsalar ayaz hissediliyordu. Bereket nefesleri telef olmuyor, ısınmalarını kolaylaştırıyordu. Buna rağmen üşümenin şiddeti, ısınmaktan daha fazlaydı. Artık savaş uyku ile uyanıklığın değil, ısınma ile üşümenin arasındaydı. Çok geçmedi, gür bir ezan sesi sabahın dinginliğinde sükuneti yırttı attı. Cumacamisi tamirde olduğuna göre bu gelen, Yenicamiden olmalıydı. Arabüseyin'in tepesi attı:
    - Galk Amedim galk, bunna bizi uyutmicek, namazımızı gılam heçolmassa! 

    1967 veya 68 yılında yaşanan bu olaydan yola çıkarak, "nedir bu dene yıkama meselesi ve nasıl uygulanır"ın ayrıntılı cevabını arayalım. 

    Harmandan kalktıktan sonra ilk iş yiygi dutma telaşıdır. Daha eski yıllarda harmandan kalkma Kasım'ı bulabildiği için o kadar beklenilmez, ilk çeç çıkarıldığında bir yandan dene yıkamaya bakılırmış. 70'lerde bu işler Eylül ayına yayılırdı, zira Ağustos sonu-Eylül başı harmandan kalkılmış olunurdu.

    Bir yıllık esas yiyeceği hazırlamanın Anıtkaya'daki adıdır yiygi dutma. Esas yiyecek ekmek olduğuna göre, onun hammaddesi un teminidir. Eksik söylemiş olmayayım, yıkanan dene yalnız un için değildir. Yıllık bulgur, düyü, göce, taharna da bu deneden ayrılacaktır. 

    Geleceği güvenceye alma telaşı denebilir buna. Yeteri kadar buğday değirmene varmadan önce temizlenmelidir. Hem harmanın tozuna toprağına bulanmıştır, hem de içinde hala çer çöp varsa  bunları ayıklamak lazımdır. Bunun en iyi yolu da deneyi yıkamaktır. Yıkama yoluyla buğdayın tozu toprağı suya karışır, akar gider; içindeki görünür görünmez taşlar tabana çöker; saman saçgı ve dış kabuğundan çıkamamış deneler de su yüzünde kaldığından, her atıktan usulünce temizlenir.

    Anıtkaya'da dene yıkama Buñar ve Omarcık Çeşmesinde yapılır. Nadiren başka çeşmelerde yıkandığı olursa da bu iki yer, şaşmaz dene yıkama alanıdır. Bir defa gür suya sahiptirler. Denenin aradığı budur işte, bol su. Sonra köye uzak değillerdir, ulaşım kolay olur; köy içinde değillerdir, kalabalığı sıkışıklığa meydan vermeden eritebilirler. Öyle ki hem Buñar'da hem de Omarcık'ta aynı anda hem dene yıkanabilir, hem kazan kurulup esbap yunur. Hatta bu arada bir köşede bulgur kaynatana rastlayabilirsin. Su bol, alan yeteri kadar geniştir. Bir de koşum hayvanlarını gütmek veya çakmak için her yer müsaittir. Karınları doyunca getirir bir de burada sularsın onları. Karmaşa çıkmadan bütün bu yükü iki mekan da kaldırabilir. Yıllardır böyledir bu.

    Yine de dene yıkama vakti geldiğinde nöbet gapmalısın. Deneyi bir gün önceden, en azından geceden oraya götürmezsen işin ertesi güne kalabilir. Bu durumda deneyi beklemek için birilerinin geceyi orada geçirmesi gerekecektir. Hava soğuk olur filan ama; kafa dengi birilerini bulursan eğlenceli vakit geçirirsin deneyi beklerken.

    Ertesi günü sıran geldiğinde deneni yıkarsın. Buñar'da yıkamak için geniş bir çadır lazım. Deli akan Buñar deresinin içinde, çadır kenarlarını taşlarla yükselterek basit bir havuz oluşturursun. Yukarıdan su serbest girecek fakat aşağıdan kontrollü akacak biçimde ayarlayacağın bu havuzun içine buğdayı dökersin. Karıştırdıkça tozdan arınır, taşlar tabana çöker ve gavız aşağıda ayarladığın oluk önündeki sepete dolar. Bir kaç kez karıştırdıktan sonra deneyi kürekle veya elle alır, arabada hazır geriye atarsın. Tabana yakın buğdayı alırken dikkat et; çünkü orada çöken küçük taşlar var, unutma. Gavızla doldukça sepeti de boşaltırsın. Bir de taşlarla yükselttiğin çadır kenarından denenin kaçmaması lazım, bu da önemli. Deneyi yıkamak budur. Bir kaç tur bu şekilde yapmak durumunda kalabilirsin, artık senin denenin çokluğuna kalmış. Buñar'da bu şekilde aynı anda iki kişi dene yıkayabilir.

    Buñar suyunun fazlalığı aksın diye üstten büzle yol verilmiş ve onun aktığı yere de iki ahar yapılmıştı. Burada da bir kişi dene yıkayabilir. O zaman aynı anda üç dene yıkanmış olurdu. Aharda dene yıkama daha basittir; çünkü havuz yapmaya gerek yok, aharın kendisi havuz. Yalnız öncesinde iyice temizlemek gerekir. Bu da kolaydır, çünkü aharın altında bir tahliye deliği bulunur. Yıkamadaki mantık aynıdır. Su dolu ahara buğdayı dök, karıştır. Hafif kirler üstten aksın, ağırlar tabana çöksün. Gavız aharın üstündeki akaçtaki kapta biriksin. Yıkama bitince deneyi al. Omarcık'taki yıkama da böyle aharda yıkamadır.

    Küçük sepetlerle arabadaki geriye alınan dene daha oradayken süzülmeye başlar. Dönüş yolu daha uzun sürer. Yük hacim olarak aynıdır; ama ıslandığı için ağırlık artmıştır. Artık gideceği yere kadar sicim gibi akan su yolda iz bırakır. Yol uzadıkça bu izler; çizgiden kesik çizgiye, ondan da ıslak noktalara dönüşür. Arabayı görmesen bile bu izleri takip ederek onun gittiği yeri bulabilirsin.

    Merak edenler için: Arapüseyin, Battal ve Kör Ömer (Eser)in babası; "Amedim" ise Berber Ahmet (Kabadayı)dır.


07 Eylül 2021

Kök Kesme

     Günaşıklar kesilirken bir yandan da onun köklerini yolup demetler halinde kurumaya bırakılmıştı. Harman işleri bitinceye kadar bunlar da tamamen kurumuş olur. Arada hala sarı-yeşil tondakiler çok da zarar vermez, "gurusun yatsın, işinin adı ne" diye onlar da eve götürülür.

    Kökleri alıp götürmenin iki ana sebebi vardır: Bir, büyük hacimli olduklarından pulluğa dokanır, tarlayı işleyemezsin; işlesen bile bahara kadar toprak bunları sindiremez, tarlayı bunlardan temizlemek gerekir. İki, her ne kadar ısı değeri düşük olsa da tandırda, guzinede tutuşturucu olarak iyidir. Hatta ardı ardına sobaya bunları tıkıp yakana bile rastlayabilirsin. Yaklaşık 20-30 günde bir "ekmeğedekenefırında da yakılabilirler. Kısaca günaşık kökü yakacak olarak da kullanılır.

    Eskiden köyde günaşık ekilmezmiş. Arpa buğday ekilir, seneye o tarla nadasa bırakılırmış. Öyle ki köy arazisi ikiye bölünür, bir kısmı ekin bir kısmı nadas olurmuş. Zamanla nadas tarafı boş durmasın diye bir iki günaşık ekmeyi deneyenler olmuş. Sonra hurra, nadas tamamen kalkmış. Artık arazide ekin ve günaşık tarafı var. Daha günaşık adeti çıkmadan, haşeş zamanlarında onun sapını da toplayıp tarlanın bir köşesinde yakarlarmış. Cıv denilen bu sapların ısı değeri sıfır. Günaşık kökünü de eve götürmeyip tarlada yakanlar vardı. Sırf ısı vermediği için ona da cıv derlerdi. "Nerye gidiyon?.. Cıv getimeye." 

    Son dönemde yapılan binalarda dambeşlere kamış niyetine günaşık kökü atılıyordu. Dambeş; altta kiriş, onun üzerine döşme, onun üzerine mertek ve onun üzerine günaşık kökü şeklinde bir sıralamayla oluşurdu. Günaşık kökünün üstü de çorakla sıvanır, işlem tamamlanırdı.

    Bütün bu yararlılıklarının hiç birini aklımıza getirmeksizin, kırdan kök getirmek bize hep kizdirici bir iş gibi görünmüştür. Bir kaç gün sonra okulların açılacak olmasının bu psikolojide etkisi mutlaka vardı. Daha günaşık harmanda iken bu sıkıntı başlardı. Henüz başlamayan bir şeyin bungunluğunu içinde yaşamak gibi ağır bir durum yoktur. İyi-kötü başladıktan sonra o sıkıntı geçer. Bu yaşa geldik, her yeni süreç öncesinde aynı sıkıntıyı çekerim. İşte kök getirme hep böyle sıkıntılı döneme denk gelirdi.

    Sen günaşığı kesip tarladan çıkınca hemen koyun kuzu girer. İster istemez yayılırken senin kök demetlerini de dağıtırlar. Bişey olmaz, dağıttıkları için köklerin kurumasını hızlandırmışlardır. İki ayak darbesiyle yığını eski haline getirir doğru arabaya atarsın. Saman tahtaları gereksizdir; ama o boyda yükselti gerekir ki bunu iki yana dayayacağın dört sırıkla sağlarsın. Sırık almayı unuttuysan, kalın ve yaş köklerden tahta arasına sokarak aynı faydayı sağlayabilirsin. Arabaya yükleme sırasında kök uzunluğuna göre 2-3-4 sıra halinde dizilmesine özen göster. Hep uzunlamasına atacaksın. Sap çekerkenki gibi birinin arabanın üstünde yardımcı olmasında fayda var. İş bitince urgan çek, tamamdır. Yalnız sen sen ol, cıv getirmeye giderken kısa kollu gömlek giyme. Kök üzerindeki beyaz tüyler yakar, yaprak bağlantı budakları yırtar; kolları bunlardan korumak gerekir. Köke giderken en dikkat ettiğim şeyi yazmasam olmazdı.

    Yakacak olarak kullanacağın, sobaya guzineye atacağın kökleri, ocağa sığacak büyüklükte küçültmelisin. Yeteri kadar küçük çubuklar halinde odunluğa atarsan kışın rahat edersin. İşte bu işin adı kök kesmedir. Eylül sonu, Ekim başı gibi sokaklarda takırtı dinelir kalır. Bir elinde târa, diğerinde kök, kütüğün üstünde kök doğrar insanlar. Eller otomatikleşmiştir, kök 25-30 santim uzatıldığında târa tutan el kökün böğrüne iner. Alttaki kütüğün cinsi ve ebadına göre değişik sesler çıkar. Takıdık tukuduk, takıdık tukuduk...

    Okuldan döndüğümüzde bizi karşılayan bu ses olurdu. Oyun oynamak yerine kesilen kökleri taşımak zorunda kalmak... Off!


06 Eylül 2021

Günaşığı Harmanı

    Eski harmanlar Kasım'a kadar sürse de bizim çocukluğumuzun harmanları Ağustos'ta sona ererdi. Eylül'e gelindiğinde harmanyerlerinde sadece tınaslar kalır, onları da yavaş yavaş çekiliyor olurdu. Artık sahne yani harmanyeri günaşığınındır.

    Günaşık harmanı tabiri mekanla ilgili değil daha çok zamanla alakadardır. Olay arpa buğdaydan boşalan harmanyerlerinde geçer; ama bu, günaşığı mahsulünün kaldırılması sürecidir. Başka bir deyişle günaşık harmanı, bildiğin ayçiçeği hasadıdır.

    Harman, günaşık kesmeyle başlar ve bunun vakti Eylül başıdır. Şenlik dolayısıyla erken kesilebilir; fakat bu zorunluluktan kaynaklanan bireysel bir durumdur. Asıl iş başlangıcı olarak ille de vakti beklenir. Ekilme zamanı , çapalar, iklim şartları, arazi yapısı gibi etkenlerden olsa gerek, başlangıç olarak Eylül ayı hiç şaşmaz. Böylece ayın ilk günlerinde başlayan günaşık harmanı, Eylül sonuna kadar sürer. 12 Eylül 1980 Cuma günü darbe haberini aldığımızda tarlada günaşık kesiyorduk. Sonraki günlerde, gece sokağa çıkma yasağı vardı ve biz "Harmanda yatarsak candırmalar götürür mü" endişesini yaşadık. Harman vakti hakkında bir fikir oluştu sanırım.

    Günaşığının ermesi beklenir. Temel belirleyici budur aslında. Erme belirtisi ise kellelerdeki uzun, sarı taç yaprakların kuruyup dökülmesi, kelle sırtının ağarıp yeşilden sarıya dönmesidir. Bu tam da kelleyi kesme zamanıdır çünkü deneyi almış, daha kuruma başlamamıştır. Kelle kurursa, her denenin ensesindeki özel çiçekler de kurur ve dökülür. Bunlar muhafız çiçeklerdir, yokluğunda dene korumasız kalır ve dökülmeye başlar. Bu duruma meydan vermemek için kesim vaktini iyi kollamak gerekir. Bir de kelle kurursa, çevresindeki kulakçık yapraklar da kurur, diken olur. Elle kesme işi zorlaşır. Bu yüzden de  kesim zamanı önemlidir. Kelle büyüklüğü standart olmaz; büyüğü de olur, küçüğü de. Büyükleri "galbır gibi", küçükleri ise "ayna gapağı" yakıştırması yapılır. Küçük kelleler daha çabuk kurur, büyüklerin kesilme vakti geldiğinde onlar büyük ihtimal takır takır olmuştur. Ele diken gibi batar; ama o kadarına katlanılır artık.

    Bu dönemde arabalara saman tahtası vurulur, tarladan harmana her seferde daha fazla günaşık taşınabilsin diye. Herkesin elinde bir keskin bıçak, diğer eliyle tuttuğu kelleyi kesip saman sepedine atar. Sele/saman sepeti dolunca arabaya boşaltılıp işe devam edilir. Bazen bir erkek hiç kesim yapmadan yalnız bu seleleri boşaltama işini anca yetiştirebilir. Araba dolduğunda harmana giderken diğerleri tarladaki kesim işine devam ederler. Bu kez kesilen kelleler belli noktalara yığın yapılır.  

    Kesim işi devam ederken bir yandan da kökler yolunu. Kök dediğimiz günaşığın sapıdır. Kelle kesilince topraktan alınan enerji köke kalacağından gelişimini sürdürüp sağlamlaşacak ve ilerde koparıp yolmak zorlaşacaktır. Kök yolmanın da tam zamanıdır. Yolunan köklerin cenazesi, bir kucak kadar demetler halinde öylece tarlada bırakılır.

    Harmanyerindeki hareketlilik daha farklıdır; kesilip buraya getirilen günaşığı kelleleri, kurumaya harmanda devam edecektir. Suyu çekilip dokuları gevşeyen kellelerdeki denelerin çiylenmesi kolaylaşır; fakat daha tarladan taşınma aşamasındayken harmanda bekleyen birileri vardır. Bunlar genelde evin ihtiyarlarıdır ve ellerine aldıkları yarım metrelik değneklerle nispeten  kuru kellelerin yüzüne sırtına vurarak deneleri dökerler. Çiğleme budur.

    Tarlada iş bitince herkes harmanda günaşık döymeye toplanır. Ellerdeki araçlar değişmiştir; değnekler, zopalar, dirgenler... Değneği söylemiştim, kelle dövülür. Dövülen kellenin gapçığı bir frizbi ustalığıyla kendilerine ayrılan yere fıydırılırken diğerine geçilir. Kelleler ne kadar çok darbe almışsa o kadar kolay çiylenir, bu yüzden önceden küçük yığınlar halinde pataklama yapılabilir. Zopa burada lazımdır. 1,5-2 metre uzunluğunda sağlam değnektir. Onun dayağını yiyen kelleleri silkeleyip elle bile çiğleyebilirsin. Dirgen, kürek, yabaltı vb. aletlerle kelleler yayılır, aktarılır; gapçıklar toplanır. 

    Bu hengamede bir yandan da ortaya çıkan dene kurumaya bırakılır. Ayrı sergilerde kuruyan deneler yığılıp savrulur, çalkanır. Gelecek yılın tohumu ve kış boyu çitleme için kelleler daha çiğlenmeden seçilerek ayrılır. Bu kellelerin kendisi ve denesi büyük olur. Ayrı dövülür, ayrı çiğlenir, ayrı kurutulur. 

    Anıtkaya'da "gara günaşık" ekilir. Küçük taneli, bol yağlıdır. Çizgili olanına "alaca günaşık" veya "dükgan günaşığı" denir. Pek ekilmezdi, siyah günaşık arasında tek tük çıkanlarını çok severdik.

    Beri yanda boş gapcıklar kurutulup kışın yakacak olarak kullanılırdı. Isı değeri yoktu; ama tandır ve guzinede iyi yanardı. Sonradan koyunlara yedirilmek için saman yapılıyordu. Koyun için çok yareyişli olduğu söyleniyordu.

    Dene eve sokulmadan hemen önce günaşık bekçileri, Gorma'nın belirlediği miktar ücret karşılığı olan günaşığını tahsil etmek üzere harmanyerlerini dolaşırlar. Onların hak toplaması harmanyerinde yapılırdı. 

    Günaşık harmanı serüvenine döyerbiçer çok keskin bir şekilde girdi. Önce harmanda yığılı günaşıkları biçere attık; dövme, çiğleme, pataklamalar bitti. Sonra sonra biçer tarlaya daldı, günaşık harmanı tamamen tükendi. Anlattıklarım 1970'lerde kaldı.


04 Eylül 2021

Harman Dayanışması

    Uzun bir süreç olan harman, her zaman planlanan hızda ilerlemeyebilir. Daha doğrusu, harmanın planlaması olmaz; sana bağlı olmayan dış etkenler nedeniyle süreçten ufak tefek sapmalar olabilir. Havanın durumuna göre işler sekteye uğrar, beklemek zorunda kalabilirsin. 

    Misal, harmanda ıraması ıslatmışsan bu sana 5-6 güne mal olabilir. Sapı yayıp aktaracaksın, kurutacaksın ohoo! Bir de sapın çoksa yandın. Tarlada desteleri ıslatırsan iş daha da çetrefilleşir; desteleri çevireceksin, kuruduktan sonra sap yüklemek iki kat zorlaşacak. Bu yüzden "harman davran" deniliyordu ya. Bu doğal aksaklıklardan kaynaklı iş yavaşlaması olağan şeylerdendir, herkes bu duruma hazırlıklıdır. Bir de harmandaki herkesi etkilediği için diğerlerinden geride kalma söz konusu değildir. Herkesin işi gecikmiştir. 

    Bazen de kişinin özel durumundan kaynaklı gecikmeler yaşanır. Ekin çokluğu, adam kıtlığı, hastalık, vesayit yetersizliği vb. sebeplerden ötürü geride kalır. Millet harmandan kalkmıştır ama; onun daha yığılı ıramasları vardır veya sapı kırda kalmıştır, çekilmesi gerekir. Böyle durumlarda davetsiz teklifsiz onun yardımına koşulur. Eskiden Kasım'a kadar harmanın devam ettiği düşünülürse, kar yağmadan bu adamın işi halledilmelidir. Adam oğluna der ki: "Falancanın sapı galmış, deleceyi indirmeden git de böyün bitirin.

    Harmanda şöyle durumlarla çokça karşılaşırsın mesela: Hava bozmuş, yağar gelen der, daha sürülecek üç harmanın var, sen bir çift öküzünü düğene koşmuş habire dolanırsın. Canın burnundadır. Derken komşun düğeni sırtlanmış harmanın birisine koydu, atları getirmeye gidiyor. Koştuktan sonra sıradan bir halmiş gibi bir türkü tutturup düğen sürmeye koyuluyor. Bir başka komşun da öküzlerini koşmuş diğer harmanı hallediyor. Sana hiç bir şey demeden, sen de onlara bir şey söylemeden olup bitiyor her şey. İçin rahatlayıverir.

    Bir başka manzara: Akşama doğru yel çıkmış. Sürülüp yığılmış birkaç harmanın var. Akşama kadar bunları savurmalısın. Yetiştirmen mümkün değil, sen ancak birini savurabilirsin. Sen telaşla tınasın üstündeyken, yabasını kapan harman komşularının diğer yığınlarda işe başladığını farketmiyorsun bile. Bir de bakmışsın, garannık gavışmadan hepsi savrulmuş. Ne düşünürsün?

    Harman döneminde karşılık beklemeksizin yapılan bu yardımlaşmalar, son dönemde moturlar çoğalıp patozların yaygınlaştığı yıllarda da bir müddet devam etti. Düğen sürülmedi de komşuya patoz ederken yardım edildi mesela. 

    Daha sonraki yıllarda iş öndüç etmeye döndü. "Sen bana işe geliver, ben de senin işinde bulunurum."...  Öndüç etmenin özü budur. Bunda hasbilik yoktur, karşılıklılık esasına dayanır; ama yine de bir yardımlaşma söz konusudur. Bu yöntem kadınların işlerinde daha çok uygulanır. Öndüç çapaya, yolmaya gitmek çok meşhurdu bir zaman. Bir de birbirinden öndüç bir şeyler alırlar. Ekmek bittiyse, "Gızım Aşaban'dan iki dene ekme geti, öndücümüş de!" denir, çocuk hemen "Ayşe Abla"sına koşardı. (Bundan anlıyoruz ki "öndüç" kelimesi "ödünç"ün Anıtkaya hali oluyor.)

    Öndüç deyince, Anıtkaya'da günümüz düğünlerindeki takı olayı aklıma geldi. Bir zamanlar yardımlaşma, dayanışmanın en güzel örneklerini yaşıyorken, şimdi "öndüç" kavramının düştüğü iğrenç duruma bak. 



03 Eylül 2021

Gocagapı

     Gocagapının altı, bilhassa yaz aylarının oturup kalkmaya en müsait alanıdır. En az bir tarafı, kapı açıldığında karşılıklı iki tarafı da açık olduğundan havadardır; üstü toprak dambeş olduğundan da serindir. 

    Evvela gocagapıyı tanıtmam gerekiyor. Büyük veya küçük mutlaka bir avlu çevresinde oluşan köy evleri; bir köşede dam-samanlık, ona bitişik bir bokluk ve otluk, bir köşede fışgılık, esas ikamet edilen evler, unevi, amberevi, düzenlik gibi müştemilattan meydana gelir. Evin bu iç dünyasını dışarıdan ayıran şey gocagapıdır. Başka bir deyişle evi dış dünyaya bağlayan...

    "Gocagapı" denmesinin sebebi boyutunda saklıdır. Daha küçük kapı varsa bile başka bir yöndedir; fakat bu isim kalıplaşmıştır, evin tek kapısı olduğu halde herkes "gocagapı" der. Sanki başka bir kapı varmış gibi. Tabi ikinci bir kapısı olanlar da ona güçcükgapı veya batcagapısı der. "Batcagapısı" sözü farklı bir anlam da kazanmıştır, o ayrı.

    İki kanatlıdır. Bir araba saman tahtalarıyla rahatça girip çıkabilecek genişlikte olmalıdır. Yetmedi, araba park edildiğinde insanlar yanından rahatça geçebilmelidir. Böyle bir genişliği ikiye böldüğünüzde kanatların da ne kadar büyük olduğunu anlarsınız. Bu kapıya "gocagapı" denmez de ne denir! 

    Boyut büyükse, e bir de çok işleyen bir şey ise sağlam olmalıdır. Yapımında genelde kereste olarak çam kullanılır. Tahtaların kalın, bağların kuvvetli olmasına dikkat edilir. Kalın tahtalar birbirine geçip kavrayacak şekilde ayarlanır. Bunun teknik bir adı vardır, ben bilmiyorum. Bağlar, birbirine geçmiş tahtalar kendisine tutturulmuş haldeyken kanat direğine geçirilir. Bu durumda bağlar erkek, direk dişidir. Alt ve üst bağlar diğerlerine göre daha kalın olur. Böylece tahtalar/kalaslar, bağ yardımıyla iki yan direğe tutturulmuş olur. Bu esnada şimdi bolca bulunan fabrikasyon çiviler değil, demircinin döverek yaptığı özel mıklar kullanılır. Bunlar koca kafalı, enlemesine ikiye dilinerek çakıldıktan sonra içeriden iki yana bükülüp sabitlenen uçlarıyla gerçekten özel mıklardır. Gocagapıya dışardan bakanlar bu mıkların büyük başlarının vazifesini pek kavramaz da estetik kaygıyla şekil olsun diye oraya çakıldığını sanırlar. 

    Her iki kanat bu şekilde yapıldıktan sonra sıra bu kanatların dik ve sağlam durmasını sağlayacak sisteme gelmiştir. Bu sistem altta taş kaide, üstte kalın çam gapağından bir başlıktan oluşur. Alttan gidelim. Yassı, düzgün ve sağlam taşlar kanat dış direklerinin altına gelecek şekilde yatırılıp sabitlenir. Demircinin yaptığı bir kare demir parçası, ölçülüp biçilerek taşın üzerine yerleştirilir. Bunun için taşın demir büyüklüğünde oyulması gerekir. Unutmadan söyleyelim, bu demir parçasının tam ortasında uygun derinlikte bir oyuk vardır. Demirimiz pabuç vazifesini görecektir. Yine demirciye yaptırılan bir aparat, kanat direğinin köşesine öyle bir monte edilir ki, hem bağ-tahta-direk bağlantısını sağlamlaştırır, hem altındaki sivri uçla kanat yükünü pabuça bindirir, hem de güzel bir görüntü oluşturur. Üst kısma gelince... Kanat direklerinin ucu biraz daha uzun ve yontularak inceltilip düzeltilmiş olmalıdır. Uzun ölçüp biçmelerden sonra, hazırda bekleyen çam kapağının uygun yerlerine kanat ucu kalınlığında delikler açılır. Pabuçlara oturtulan kanatlar o vaziyette sabit tutulurken hazırlanan kapak başlık, direklere geçirilir ve yan taraflarda bir yerlere sabitlenir. Gocagapı yapılmıştır. İsteğe bağlı olarak içeriden bir sürgü, mandal, tırkaz sistemi eklenebilir. Dışarıya sarkan bir ipe kapı kolu görevi de yüklenebilir, bütün bunlar artık küçük ayrıntıdır ve ihtiyaç hasıl oldukça geliştirilebilirler.

    Kanatlardan biri sabittir, sürekli kapalı tutulur. Kapının işlemesini sağlayan diğer kanadın aksine, ayda yılda bir açılıp kapandığından arkasına konan ağırca bir taş veya uygun bir dayakla kapalı kalır. Diğer kanat sürekli açılıp kapanır; giriş çıkış kaçınılmazdır çünkü. Bu koca kapıyı sürekli açıp kapamanın zorluğundan olsa gerek, bazılarının yan tarafına en ve boyca daha küçük bir kapı eklenir. Koca kapıyı hiç rahatsız etmeden giriş çıkışlar buradan sağlanır. Buna goltukgapısı denir. Goltukgapısı bazen de  bir kanadın içine ustaca yerleştirilir, kanadın bünyesindedir; ama sen onu açılmadan farkedemezsin. Goltukgapın varsa gocagapıya yalnız araba gireceği zamanlarda iki kanadı da açılmak suretiyle iş düşer.

    Biçimi, işçiliği, görüntüsü, rengi, yaşı ne olursa olsun; bence tıpkı insanlar gibi her gocagapının bir karakteri vardır. Bir defa her kapı tektir, biriciktir. Benzeri çoktur; lakin aynısı yoktur. Kendine has oluşlarını en çok seslerinden anlarsın. Evet öyledir, her koca kapının bir sesi vardır. Kanat direğiyle papucun temasından metalik ve üstte başlığın temasından tarifi zor olmak üzere iki ayrı ses; iki kanadın iç direklerinin çarpışmasından bir başka ses ve mandal-sürgü-tırkaz sisteminin titreşiminden kaynaklı bir başka ses... Bütün bunlar ardı ardına sıralandığında, her kapı sesinden bir başka beste dinlersin. Bu o kadar böyleydi ki insanlar duydukları sesten hangi kapının açıldığını, açanın kim olduğunu, ne maksatla açıldığını, acil bir durum bulunup bulunmadığını anlayabilirlerdi. Hatta kapıların açılma sesiyle kapanma sesi farklı olduğundan, geçen sürenin durumuna göre kapıyı kapatmaya giden komşular olurdu. Açık kalıp da mal maşat kaçmasın diye.

    Çok sağlamdırlar. Üstü kapalıdır, yâmır yaş görmez. Bir de önündeki saçak biraz uzun yapılırsa değmeyin keyfine, asırlık olurlar. Zaten çıkıntı kapı alıp evine uyarlayarak onu kullanmaya devam edenler çoğunluktadır. O işçilikle, o malzemeyle, o sağlamlıkta bugün bir gocagapı yapmak zordur çünkü. 

    Bugün dediğime bakmayın, günümüzde gocagapı yapıldığı yok. Ana malzemesi saç, tekerli-raylı, kollu-kilitli, tek-çift kanatlı koca koca kapılar yapılıyor; ama gocagapı yapabilen yok. Anıtkaya'da ayakta kalabilmiş gocagapılara iyi bakın, hala işliyorsa sesine kulak verin. Çoğu çıkıntıdır, yeri değiştirilmiştir. Öyle bile olsa arkası yok, son "gocagapı"lar onlar.


02 Eylül 2021

Gatçayır Ve Beylik Bahçesi

    Bugün Galipbey Caddesi uzatılarak yeni karayoluna bağlanmış ve bir bulvara dönüştürülmüş durumda. Eskiden bu cadde eski karayoluna gelip dayanınca biterdi. Bundan sonrası; daha sonra Olucak, Çerkez, Üyükyolu, Kötayolu'na doğru çatallaşacak olan küçük, tozlu bir kır yolu idi. Yeni bulvarın sağ tarafına kıvrılarak işlemeye devam eden bu yolun sol tarafına Daştarla (Taşlı Tarla), sağ tarafına ise Gatçayır denir.

    Gatçayır mevkisi, ganelden 500 metre kadar süren bir bahçe ve onun uzantısı harmanyeri olarak iki bölümden oluşur. Bu alanın yakınları mevki olarak bu isimle bilinir.

    Harmanyeri kısmına, yeni karayolu yapım aşamasındayken Karayolları şantiyesi kurulunca bu işlevini kaybetti. Harman dökülecek alan kalmamıştı çünkü. Sözünü ettiğim küçük yoldan geçmek bile sıkıntı oldu bir süre. Buradaki bayırın yeni karayoluna bakan deresinde ve Kötayolu'na bakan kısmındaki iki serenli kuyu da böylece kullanımdan çıkmış oldu. Yıllar sonra şantiye kapatılıp harmanyeri köylü kullanımına açılınca birkaç yıl harman dökülüp patoz edildi. Düğen, düğen sürme ve düğene koşulacak hayvanlar çoktan çıkmıştı hayatımızdan. Daha sonra harmanyerine hiç ihtiyaç kalmadı. Şimdi öylece duruyor arazi.

    Gatçayırın bu adı alması hususunda iki görüş var. Bunlardan ilkine göre, yörenin adı "Kaz Çayırı"dır. Eğret'te eskiden beri kaz yetiştiriciliği yapılması, bunların sulak alanlarda güdülmesi gerçeği dikkate alınırsa gayet mantıklı bir görüş bu. Meşhur Eğret çayırlarından birisi bu bölgeydi, kazlar burada güdülürdü. Bu görüşün diğer bir versiyonuna göre de bu sulak alan göçmen yaban kazlarının gözünden kaçmadı. Uzun göç yolları için iyi bir mola ve uğrak yeriydi. Yılda iki kere bu bölgede kazları gören halk buraya "Gaz Çayırı" dedi. Zamanla bu kelime "Gatçayır"a dönüştü.

    Gatçayır mevkisinin ilk kısmına dönecek olursak... Buraya özel olarak "Beylikbatcası" (Beylik Bahçesi) denilmektedir. Aslen çayır olan bölgenin köye yakın olan kısmı tarım alanı olarak kullanılmaya başlanınca, Gatçayırın uzantısı bu kısım da bahçeye dönüşmüş. Osmanlı'da arazinin mülkiyeti devlete ait; ama işletme hakkı vergiler yoluyla halka aktarılıyor. Tabi bir çayır ile bir bahçenin işleme esasları da farklı oluyor. Esasında iki kısmı da devlete ait olan Gatçayır'ın yeni bir hususiyet kazanan bahçe kısmı özel olarak "Beylik Bahçesi" diye adlandırılıyor. "Beylik" kelimesi zaten devlete ait olmasını yansıtıyor. Oysa bu anlamda çayır kısmı da "beylik"...  

    Bazen vakıflara ait arazi ve mülkler de "beylik/miri" diye adlandırılabiliyor. Eğret tarihinde iki vakıf kaydına rastlanmış. Bunlardan birisi Cami-i Şerif Vakfı ki vakfiyesi bulunmuyor, diğeri de Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı. İkincisinin vakfiye ve diğer kayıtlarından anlaşıldığına göre vakfa ait arazi ve diğer mülkler bulunuyor, değirmeni var mesela. Acaba genel olarak Gatçayır veya özelde Beylik Bahçesi bu iki vakıftan birisinin olabilir mi? 

    Cumhuriyet'ten sonra Muhtarlık, daha sonra da Belediye kanalıyla bu bahçe istekli olanlara kiralanmış. Deli Mısdık (Mustafa Erdem) zamanında böyle bir uygulamayı hatırlıyorum. Bildiğin verimli bir bahçe görüntüsündeydi. Ortada, şimdiki binanın biraz daha ilerisinde toprak bir kulübeyi iyi hatırlıyorum. Salatalıklar, fasulyeler, domatesler... Isırgan dikenlerinin arasında tepil tüpül pek kolay yürüyemezdim ama; bahçenin hemen her köşesini hatırlayacak kadar dolaşmışım demek ki.

    Sonradan bu uygulamadan vazgeçildi sanırım. Yani kiralama işinden... Köyün şebeke suyunu sağlayan kuyu buradaydı. Motor/pompayı içinde barındıran minik bir kulübeden sürekli bir makine hırıltısı gelirdi. Kulübenin küçük deliğinde kalın mazgallar vardı. Şu haliyle çocuk zihninde hırıltı ve mazgallar birleşince nasıl bir izlenim bırakırsa bende de o psikoloji oluşurdu. Gizemli küçük yapıdan çıkan bir miktar su, açık bir kanaldan dışarı doğru yönlendirilmişti. Sessizce akan bu suyun, dışarıda gocagapıdan çıkınca hemen solundaki duvarda bulunan çeşmeye vardığını keşfedince oyunlar oynaya başlamıştık. İçeride açık kanala attığımız hafif ve küçük nesneyi karşılamak için dışarıdaki çeşmeye koşardık. Acaba o şey, çeşmedeki lulalardan hangisinden çıkacaktı. Bu merak çabuk kayboldu, çünkü hep aynısından çıkıyordu. Hımm! Demek ki yalnız bu lula içerdeki kuyuya bağlı. Peki diğerleri, onların suyu nerden? Kimdi hatırlamıyorum, birisi bu soruyu "Guduretden" diye cevaplamıştı. Kuyudan ve "Gudretten" beslenen lulaların durumu şimdi nedir, bilmiyorum.

    Henüz üst tarafa şantiye kurulmayıp daha harman dökülüyor iken yaşadığım bir olay da hafızama kazınmış. Beylik bahçesinde tepil tüpül yürüdüğüm çağın birkaç yıl sonrası olmalı. Tek başıma Gatçayır'a gidebildiğime göre ayaklanıp hayli büyümüşüm demek. Beylik bahçesinin üst köşesiyle Taşlıtarla hendeklerinin arasında bir açık alan var. Baştan belirttiğim kır yolunun ikiye böldüğü bu açıklık oldukça geniş. (O yaşta bana öyle geliyormuş, büyüdükçe ne kadar dar bir yer olduğunu anladım.) İşte bu çimenlik alanın Taşlıtarla tarafında babam ve birkaç kişi daha büz döküyorlar. Artık o yıllarda yapılan su kanallarının köprüleri için miydi, yoksa köy içinde kısmi kanalizasyon şebekesi için miydi, hiç bilmiyorum. Anamın bir önceğe çıkıladığı öğle yemeğini götürüyorum. Yaptıkları iş bana çok ilginç görünüyor. Dikey konumdaki kocaman demirlerin içine beton atıyorlar, bir şeyle dövüyorlar, bağrış çığrış... Onlara ilgimi kaybedip, kurumaya terkettikleri dökülmüş büzlerin arasına karışıyorum. Benim boyumun iki katından daha uzun, heyula gibi büzlerin arasında koşuyor, onlara sarılıyor, kendi kendime oynuyorum. Derken birisinin içine elim göçüveriyor. Yeni dökülmüş, henüz kurumamış taze bir büz. Ne kadar hoşuma gitti anlatamam. Sırayla hepsine dokunup bastırmaya başladım; ama bir kaç tanesini daha ancak delebildim. Lakin oyun bitti, yaptığımın ceza gerektiren bir suç olduğunu kısa zamanda anladım. Derhal oradan uzaklaşmam lazımdı. Bir daha oraya ekmek aş götürmedim. Yıllar yıllar sonra öğrendim ki çalışanlar büzleri benim kırdığımı daha ben oradan kaçmadan anlamışlar.

    Beylik Bahçesinin alt tarafına elma ağaçları dikildikten sonra, buranın adı Elmalık/Elma Bahçesi oldu. Daha sonra yeni bir beton kulübe, turistik amaçlı bir havuz ve ağaç kulübe inşa edildi. Adı, artık Piknik Bahçesiydi. Son dönemde üst kısmına bir halı saha yapılmış.

    Yukarıda Gatçayır adıyla ilgili iki görüşten söz etmiştim. Sıra bunlardan ikincisine geldi. Bu görüşe göre mevkinin adı aslında "Kadı Çayırı"dır. Yıllarca Eğret halkının ağzında söylene söylene bu hale gelmiştr. Kadı ile ilgisi şudur: Bölgede çok fazla çayır olduğu için, konusu bunlarla ilgili olan çok fazla dava da mahkemeye intikal ediyordu. Mahkeme dediğimiz "Kadı"dır, unutmayalım. Mahkeme kayıtlarında; Eğret'te çayır yüzünden işlenmiş cinayete, Eğretli iki kişinin Kuyucak yakınlarında izinsiz çayır biçmesine, Kütahya mültezimin Eğret'teki çayır alışverişindeki anlaşmazlığa, Eğretli Hüma Hatun'un Sülümenli'deki çayırı için abisini dava etmesine rastladım. Bu hususlarda kararı veren son merci "Kadı"dır. Zamanın bir vaktinde kadı, bölgedeki çayırlar ile ilgili bir karar vermiş olabilir veya başka bir münasebetle Kadı'nın içinde olduğu bir durum oluşabilir. Bu yüzden "Kadı Çayırı" denmiş ve Eğretliler bu kelimeyi zamanla "Gatçayır"a dönüştürmüştür.

    Olabilir. İki görüşün de mantıklı tarafları var; fakat kazlarla ilgili "Kaz Çayırı" daha çok biliniyor ve nedense bana daha canayakın bir yaklaşımmış gibi geliyor.

    Her neyse, Gatçayır güzel bir yer. Beylik Bahçesi ondan da güzel.


01 Eylül 2021

Odada Helva Çekme


            Odada Tel Helvası
    
    Mustafa AYAS*

    Duvarları kerpiç, tabanı tavanı toprak; diğer kısımları ahşaptan olan sevimli mi sevimli köy odaları… Yazın serin mi serin, kışın sıcak mı sıcak. Kış aylarının en neşeli zamanları bu mekanlarda geçer. İleşberlik bitip harman kalkınca oda sohbetlerinin vakti geldi demektir.

    Odaya toplanma akşam yemeğinden sonra başlar.

    Girmeden önce sokağa bakan camdan yarım yamalak gözetlersin içeriyi, tam inceleme dış kapıdan girdikten sonra yapılacaktır. Burası iç odaya geçmeden önceki aralıktır.  Hemen her odada bulunan bu aralıkta ayakkabılarınızı çıkarırken içeriyi görebileceğiniz küçük bir cam daha vardır. İşte asıl içeriyi incelemenin yapıldığı yer. Odaya girişin standart hareketidir bunlar. Çoğuları farkında olmadan alışkanlık gereği bu gözetlemeyi yapar. Ve devam eder kalıplaşmış hareketler.

    Selamünaleyküm-Aleykümselam ile oda ahalisine katılırsın. 

    Oturduktan sonra selamlaşmanın yerini hal hatır sorma alır. Bunun için merasime gerek yoktur, tek kelimeyle halledilir: Merhaba. Bu sihirli kelimenin içinde öyle anlamlar gizlidir ki herkes bu anlam ağırlığının farkındaymış gibi sırayla yeni gelene merhaba der, o da herkese ayrı ayrı merhaba diye karşılık verir. Merhabalar odayı doldururken sohbete ortak olmanızla gece başlardı.

    Verilen alınan selamın ve ardından "merhaba"laşmanın ne kadar değerli olduğunu yaş ilerleyince daha iyi anlıyorsunuz.

    Gençlik yıllarının en güzel günlerini-gecelerini yaşadığımız yerler odalardı.

    Esasında biz çocuk/gençler için oda ahalisine dahil olmak bir ayrıcalıktı. Orada bazen bir bardak çay içmek bile bizleri mutlu ederdi. Bardakları yıkama, çay/su servisi, tenekelerle su taşıyıp küpü doldurma da bizden olurdu haliyle. Zaten bu tür hizmetler karşılığında girebilirdik içeri.

    Her yanı topraktan odanın; 30-40 cm yüksekliğinde yine topraktan sekileri, her duvarda sığdığı kadar 2-3 ahşap kapaklı dolavları, sırtınızı yaslayacağınız hasırdan kökyastıklar vardı. Bir de bu kökyastıkların duvarla temasını kesen, bir nevi kolçak-sehpa-masa vazifesi gören ve duvar diplerinin tamamını dolaşan tahtadan çıkıntılar olurdu. Bazı odalarda bunlar kapaklı minik sandıklar biçiminde karşına çıkardı. İçine ufak tefek düzen takan koyarlardı.

    Odanın göze batan can alıcı ciyirdeği ise sekinin iki tarafındaki ağaç direklerdi. Direkler ile duvar arasındaki kaba ağaç parmaklıklar ilginç bir kombinasyonla sekiyi odadan ayırırdı. Bu direkler yeri gelir yaşlılara "el ulağı" olur, yeri gelir görüntüsüyle odaya şekil verirlerdi. Sessiz, vakur duruşlarıyla odanın bütün yükünü çeken vefalı direklerdi.

    Direkler sanki kudretten cilalı, boyalı gibi durur; odanın ışığıyla parıl parıl parlarlardı. Bunun sebebi bilmem kaç tarihinden beri sayısı belirsiz kişinin elle temasıydı, yanından geçerken ister istemez urbalarının sürtünmesiydi. Bu insani durumlarla öyle güzel bir hal almıştır ki, rengine al mı desem, kızıl mı, bilemedim.

    Üstü çorakla örtülü odanın tavanı döşmelerle kapatılmıştı. Genelde kavak ve söğüt, nadiren de çam olan bu döşmeler, içeriden gayet net görünür, canı sıkılanlar bunları sayar, ezberlediği küçük ayrıntılarını incelemeye geçerlerdi. Bu esnada döşme aralarının sıkça sıralanmış kamış veya günaşık kökleriyle doldurulmuş olduğunu yeni fark edenler bile çıkardı

    Zeminde hasır, onun üstünde kilimlerin kapladığı rengarenk bir yaygı cümbüşü vardı. Büyükçe bir teneke sobanın yanında günaşık kökleri, meşe odunu, kömür tenekesi bulunurdu. Sobanın diğer yanında ağaçtan yapılmış ve hafifçe yükseltilmiş küçük bir seki de odun depolama alanı olarak kullanılıyordu.

    Sobadan yayılan sıcaklıkla yer minderlerine oturmak, sohbet dinlemek, halleşmek, hastalık borç gibi her türlü sıkıntıyı paylaşarak törpülemek odaların en yareyişli yönüydü. Hayvan alınır satılır, mal mülk karşılaştırılır, iddialaşılır, inatlaşılır, karınlar acıkırdı. O zaman evlerden yiyecek birşeyler getirilir ferfine yapılırdı. Bazen beklenen olurdu ve birşey için iddiaya girilirdi. Bu da  bizlere kesin ziyafet demekti. Kazanan kaybeden bizi ilgilendirmezdi çünkü her türlü ziyafete bizler de dahildik. Sadece işin angaresi, getir-götür, bakkal-kasap işi bize kalırdı; biz de gönüllü olarak dızığa dızığa gider gelirdik. Bazen kabuklu fıstık gaba şeker, bazen de et kıyma alınırdı. Boğaz boş durmazdı, arkasına cila olması için ya helva alınırdı ya da kadın göbeği, tel kadayıf alınır ıslatılırdı.

    Eğer odada tel helva ustası varsa işte asıl cümbüş o vakit başlardı.

    Helva çekme genelde odalarda yapılırdı, çünkü bu zahmetli eğlence büyük alan ister, fazla sayıda adam ister ve büyük bir tabla ister. Bütün bunları ev ortamında sağlamak zordur, odalar bu zoru kolaylaştırır.

    Helva çekmenin ayrıntısına gelecek olursak…

    Basit gibi görünen ama elinize yüzünüze bulaştırabileceğiniz bir lezzettir tel helvası. (Nasıl yapılamaz, bizzat bilirim)

    Su, un, şeker, ilman duzu ve yağ… Malzemeleri hepi topu budur.

    Su dolu bir tencereye yeterli miktarda şeker katılır ve belli miktarda da limon tuzu atılır. Limon tuzu olmazsa veya çok az gelirse o kaynar eksilir siz de habire su katarsınız, olmadı şeker eklersiniz daha başlamadan da isyan bayrağını çekersiniz.

    Usta varsa işlem denktir vesselam.

    O, şeker ve limon tuzunu ayarlar, ara ara kaynayan şerbetten aldığı bir kaşıkla kıvamına bakar. Şapır şupur akarsa kaynamaya devam demektir. O işin püf noktası, kıvamının tam da "olmuş" olduğunu anlamak için bir bardak soğuk su yeterlidir . Zaman zaman kaynamakta olan şerbetten kaşıkla bir miktar alıp, su dolu bardağa daldırırsınız. Eğer şerbet hafiften donarak kaşıktan zoraki aşağıya sarkarsa iş tamamdır.

    Donma noktası ayarlandığına göre sıcak tencereyle dışarı çıkılır, karlı bir zemin bulunur ve bir tepsiye şerbet dökülür. (Helva neden yalnız kışın çekilir anladın mı?) Altındaki karları erittiği için tepsi gezdirilerek yeni kar yığınlarıyla buluşturulur. Soğuğu gören şerbet donmaya başlar. Katılaşmaya başlayan soğuk yerlerden yağlı ellerle oynayarak toparlanır. Bir alev topu olan şerbetin sıvı ve donmaya yüz tutmamış yerlerini avuçlamak size 10 parmak yanık olarak geri döner(tecrübeyle sabittir.) Velhasıl müsait alanları toplaya toplaya şerbetin tepsiyle ilişkisi kesilir. O andan sonra oyuncak gibi oynaya oynaya, sündüre sündüre , döndüre döndüre yumuşak kıvama geri getirilir. (Gözünüzde Maraş dondurmasını elle sallayan birini canlandırın.)

    Bu işlem dışarıda yapılırken içeride bir başka telaş vardır. Yetecek kadar un yağda kavrulmaya başlar. Miyane un beyazlığını terk edecek şekilde önce sararır, sonra hafifçe allanır ve en nihayetinde kızarır. İşte o anda odayı bir koku sarar. Miyanenin olduğunu renginden ve kokusundan bilirsiniz. Bir parça tadarak da onay verilebilir. Un tadından uzaklaşmış değişik bir tada ulaşmıştır. Miyane fazla olmalı, fazla olmasının bir zararı yoktur, az olursa sizin katlama sayınıza erişmeden miyane biterse o iş yattı demektir.

    Sıfrada çekmeye başlanan şerbet beklemez.

    Sofranın başındaki dairede en az 6 kişi bulunması bu işin olmazsa olmazıdır. Çekilecek olan şerbet 6 kişiyle tam daire şeklini alır.

    Büyük sofraya kavrulmuş miyane serpilir üzerine de hamur hatta sakız hale gelen şerbet teker şeklinde konur.

    İnsanlar sofranın etrafında diz çöker ama; pür dikkat neredeyse sadece dizler yere temas edecek şekilde beklerler.

    Gözler ustadır, usta ne derse o… Herkes aynı anda hem ellerini hem de daire haline getirilen  şerbeti una beler, önlerinde kendilerine düşen alanı ustanın komutuyla aynı anda kendilerine doğru çekerler. Dairede olanlar ustaya da bakarak, ne geç ne erken, ne az ne çok çekerler. Tam denk hareketler olmalıdır.

    Son uzama anında daire büyür ve işin ustası büyüyen yuvarlağı alır katlayarak küçültür. Tekrar herkes bu küçük yuvarlağı aynı anda kendine doğru çekerek büyültürler.

    Her çekme işlemi sırasında miyaneye beleme ihmal edilmemelidir. 32 gibi sayısı vardır, eğer bundan önce koparsa ki bazen kopar, o zaman 8’lik demir gibi olur. Sert sorma şeker gibi diyelim. Böyle de yediğimiz olmuştur; lakin bu, istenilen bir durum değildir.

    Katlama ve çekme işlemi sayarak devam ederken, bizim sözde şerbeti çevirmek zorlaşmaya başlar. Bir bütün olmaktan uzaklaşır ve tel tel ayrılır. O yapışkan şerbet her beleme, çekme ve katlama ile birbirlerinin arasına giren miyane sayesinde hem katlara ayrılır hem de teller birbirine yapışmaz. (Buna “helva çekme” ve ürünün adına da “tel helvası” denmesinin sebebi sanırım anlaşıldı.)

    Katlama ne kadar çoksa o kadar başarı vardır ve bir o kadar da tel helva iyi olacaktır. Katlama sayısı 30’a ulaşınca hemen hemen yinecek duruma gelir, gözler de iştahla açılmaya başlar. Bundan sonra her fazla kat, incelme anlamına gelir. Ondan sonra kopana kadar çekmeye devam etmek en ince halini elde etmeye yarar. Kopunca da bitişi yine usta yapar zevkle. Yukarı kaldırıp kaldırıp silkeler ve bu hareket tekrar katların ayrılması, sofranın üzerinin dağ gibi tel helva dolmasına sebep olur.

    Doya doya afiyetle yenen helvayı bitirmek zordur. Sabaha karşı evine giderken herkesin elinde bir parça tel helvası vardır.

    Mahallemizde bu işin ustası ise toprağı bol olsun, rahmetli Tekirgızıların Mevlit (Haykır)  emmiydi.

    Eski günleri anlatmak işin en kolayı; lakin eski adet ve törelerimizi  (ne dersiniz bilmem de) yaşatmak zor.

    *Bu macerayı Mustafa'dan yıllar önce dinlediğimde çok hoşuma gitmişti. Ricamı kırmayıp yazıya döktüğü için teşekkür ederim.


30 Ağustos 2021

Fıtçı

      Çoğu yerde topaç olarak biliniyor. Biz "fıtçı" derdik. Düzgün tornalanmış huni gövdesi görünümünde bir ağaç düşünün, sivri ucuna yuvarlak bir pabuç giydirilmiş olsun. Üzerine sarılan bir iple ilk hareket sağlandıktan sonra kendi çevresinde güçten düşene kadar döner. İşte topaç. Yalnız bizim fıtçımızdan ayrılsın diye biz buna "salma fıtçı" derdik. Bizimkisi, kendi imalatımız, emek verdiğimiz, zahmet çektiğimiz ve kendi usulümüzce çevirdiğimiz özel bir oyuncaktır. Safi "fıtçı" adını hak eden de işte budur. 

    Salma fıtçıyı en son gördüğümde Bursa'da Yeşil Türbe yanında dar bir sokakta dönüyordu. Bir satıcının elinde mavi ve gülgülü gövdelerine bağlanmış iplerden sarkanları da vardı. Evet basit bir düzenekle sargı ipi fıtçıya sabitlenmiş, şu haliyle şavılı andırıyordu. Bizi imrendirmek için çevirip bıraktığı birisi hala dönüyordu. Kafaya koymuştum, zaten alacaktım. Amacım çocuklara göstermekti. Gösterdim; ama o kadar uğraşıya rağmen çeviremedim. Şimdi nerede bilmiyorum. Gerçek fıtçıyı, bizim fıtçımızı ise çocukluk yıllarımıza bıraktıktan sonra hiç görmedim.

    Salma fıtçı fabrikasyondur, hazır gelir, boyalı boyasız bakkallardan satın alırsın. Esas fıtçıyı bıçakla yonulda yonulda sen yapacaksın. Evvela fıtçı yapacağın malzemeyi belirlemelisin. Bu, 3-5 santim çapında bir ağaç dalıdır. Bundan daha kalınını döndürmek zorlaşır, incesi ise uçar gider, yine döndüremezsin. Biraz da fıtçının boyu, eni ve ağırlığıyla ilgili fiziksel bir denge var işin içinde. Ağırlık da mühim bir etken olduğuna göre seçeceğin ağacın cinsi önem kazanır.

    Başlıca fıtçı hammaddesi olarak kullanılan ağaç söğüttür. Çok bulunur, kurusuna da yaşına da her zaman ulaşabilirsin. Her yer söğüt ağacı çünkü. İşlemesi de kolaydır, hafif keskin bir bıçakla bile halledebilirsin. Söğüdün dezavantajı ucunun çabuk körelmesi ve hafif olması nedeniyle fazla uzaklaşmasıdır. Bu yüzden söğütten mümkün olduğunca büyük fıtçı yapılır. Temini kolay olan bir diğer fıtçı ağacı da meşedir. Sert bir malzeme olduğundan yontmak zordur; ama aşınmaya dayanıklıdır. Ağır olduğu için de daha küçük fıtçıların yapımında tercih edilir.

    Söğüt, meşe bir yana; ille de çamın yeri ayrıdır. Fıtçı için en ideal ağaçtır o. Ama nereden bulacaksın. O yıllarda Anıtkaya'da çam Galip Bey caddesinde var, köyün en merkezi yeri, herkesin gözü önünde bir dal kesmek ne mümkün. Kimse de böyle bir şeye girişmez zaten. Bir de Üyük'te vardı çam ağacı. O yaşta gözden ırak yerlere gidecek cesaretimiz de yoktu açıkçası. Hem yakalanırsak Akgalak ceza yazmaz mıydı?.. Sabahları kaçakçı tahtacılar gelir kahvelerin önünde arabalarındakini satana kadar dururlardı. Yüküne destek amaçlı birkaç çam dalı da bulundururlardı. Usulünce isteyebilenler buradan temin ediyordu. Ben bunu da hiç başaramadım... Kış girerken okula yakacak tahsisatı olarak çam dalları gelirdi. Kapının önüne yıkılan bu odun yığınını o zamanın hademesi Ömerağa (Ömer Şen)in nezaretinde biz taşırdık. İşte ileride bizim fıtçımız olacak dallar bu yığında gizliydi. Küçük bir dalı aşırmanın kime ne zararı vardı!

    Fıtçı yapmak için keskin bir çakı işini görür. Önce dalın ince tarafında konik ucunu sivriltirsin. Sonra sıra kertik açmaya gelir. İdeal bir fıtçıda üç kertik bulunur. İki kertik de idare eder, dörtlüsü sırf hava atmak içindir. Beş kertikli bir fıtçıyı döndürebilirsen efsane olursun. Kertiklerin süs olmaktan başka bir işlevi var mı bilmiyorum, fizik bilgim bu konuda yetersiz kalıyor. Kertikler de bittikten sonra sivri ucuna kafası kesilmiş veya yuvarlatılmış bir çivi çakabilirsen iyi olur. Sert zeminde döndükçe fıtçı ucu aşınıp körelecektir, sık sık sivriltmek zahmetli ve bazen imkansız olur; bu yüzden çivili uç iyidir. Artık iş bitmiştir, bir desdireyle son kertiğin üzerinden fıtçıyı kesebilirsin. Tutmak zordur ama bıçakla yonuldarak fıtçının üstünü güzelce yalabıdırsan daha iyi olur. Kaba testere izi kaybolur. 

    Salma fıtçı çevrilir, kertikli fıtçı ise dönderilir. Ben hiç kertikli fıtçı çevirene rastlamadım. Gerçi bizim köyde salma fıtçı da dönderilir, çevirme kavramı yok Anıtkaya'da. Bu sadece isimlendirmeyle, söz ile ilgili bir durum olmasa gerek. Niye hep fıtçı döndermeye gittik acaba?

    Fıtçı döndermeye gittiğimiz doğrudur. Her yerde dönmüyor çünkü, sert zemin istiyor. Toprak zemin sert de olsa düzgün olmuyor. Yağışlı havalarda da sertliği kayboluyor. Sağlıklı bir dönderme için kımçıyı yediği anda hızını alıp bir müddet o hızla dönmesi lazım, ayağı hiç bir engele takılmamalı, düşer. Düştüğünde yeniden başlayacaksın, can sıkıcı. Salma fıtçı zaten narin bir varlık o toprak zemine hiç gelemez.  Sokakların bir kısmı da taş döşeliydi, engebeli böyle yerlerden fıtçı nefret eder. Fıtçı döndermek için en ideal yer Bazaryeri'dir. Biz de oraya giderdik zaten.

    Döndermesi zevksiz olduğu kadar masrafsızdır da salma fıtçının. Bir metre kadar pamuk ipliğin bir ucu orta parmağına bağlıdır, diğer ucunu fıtçının altından başlayarak yukarıya doğru dolar ve sona geldiğinde ucu aşağıya bakacak şekilde atarsın. Doladığın ip sağılırken fıtçıyı döndürür ve ucu yere değdiği anda dönme ivmesini kazanmış olur. Yer de pürüzsüz olduğundan bu hız onu epey bir müddet döndürür. Senin başka bir şey yapmana gerek yok. (Anlatımın kolaylığına bakmayın, salma fıtçıda iple salma işlemi aslında çok zordur.) Kertikli fıtçı öyle mi! Bir defa kendine bir kımçı yapacaksın. Fıtçı kımçısı, yarım metrelik bir değneğin ucuna uygun kalınlıkta bir ip bağlayarak yapılır. Bu ip genelde pamuk ipliğidir. İpin ucunu düğümlersen iyi edersin çünkü onunla biraz sonra fıtçıyı kımçılayacaksın, parça piynak olur. Kımçı ipinin ucundan başlayarak fıtçı çevresine doluyorsun, dikkat et fıtçının üst tarafına yakın dola, yoksa fırlar gider, ilk hareketi sağlayamazsın. Dolamadan sonra yapacağın şey fıtçıyı yere koyarak kımçı değneğini ileriye itmektir. Bu esnada dolalı ip sağılarak fıtçıyı döndürmeye başlar. Yani ilk hareket salma fıtçıyla aynı mantık uygulanarak sağlanıyor. 

    Salmada bundan sonrasında keyfine bakıyordun, kertikli fıtçıda öyle olmuyor. Yapısı gereği düşüp bayılmaya meyyal bir şey, sürekli güç uygulayıp dönmeyi devam ettirmelisin. Bunu da kımçılayarak yapıyorsun. Çat çat her kımçı darbesini aldıkça, acısından hızla senden kaçar. O kaçar sen kovalarsın, yakaladığın yerde bir kımçı, şaak! Kaçarken dıñılaya vıñılaya ağlar, acımasızca vurmaya devam et. Beline beline, sırtına sırtına vur. Fakat o hırsla duvara, merdivenlere veya mazgallara yaklaştığını unutma. Fıtçı duvara çarparsa o zevkli dakikalar son bulur, yeniden başlarsın. Merdivenlerden uçarsa yine ara verip gidip fıtçını getirmek durumundasın; ama mazgaldan düşerse o güzelim fıtçıya veda etmek zorundasın, aman ha! Bir de kımçılarken fıtçıya acımıyorsan kendine acı, bak ipin ucundaki düğüm bile kalmamış, yavaş biraz. İyisi mi ipi ağzının bir ucundan diğerine çekerek tükrükle de biraz daha idare etsin. Korkma bişey olmaz, daha virüs-mikrop-bakteri icat olmadı.

    Fıtçı yapımı sırasında ağırlık, kalınlık ve yükseklik oranına dikkat edilmez, kertik sayısı iyi belirlenmezse; dönderme esnasında büyük bir sorunla karşılaşırsın. Bilhassa gereğinden fazla uzun fıtçılarda görülen bir hastalıktır. Deli fıtçı denir böylelerine, deligoyun gibi... Ne kadar uğraşırsan uğraş dengeli dönmez, yalpalar durur. En sonunda varır şorye yığılır kalır. Sert kımçı darbeleri de işe yaramaz.

    Şaka bir yana kımçılı fıtçıya ip dayanmaz. Pamuk ipliği bir kaç darbeden sonra pülçüklenir, değiştirilmesi gerekir. Yeñi Mısdık (Mustafa Şen)den yenisini alırsın; ama nereye kadar. Ebruşum bağlasan, o ondan pahalı. Fıtçı döneminin sonlarına doğru bunun için iyi bir çözüm yolu bulmuştuk. Sağda solda çıkıntı kamyon lastiklerinden tel ile birlikte ipler de çıkarılabiliyordu. Lastik gibi kimyasala bulanmış bu ipler pamuk ipliğine göre daha sağlamdı. İyi dayanıyordu. Böyle bir lastik bulduğumuzda ip stoklardık. Ne günlerdi!

     Salmasıyla kertiklisiyle fıtçılar hayatımızdan uçtu gitti. Fazla darbeden başlarını mı döndürdük, halsiz kalıp yere mi yığıldılar? Kımçılaya kımçılaya biz mi kovduk hayatımızdan, yoksa zamanın mazgalına mı kaçırdık?

    Neyse ki dilimizde yaşıyorlar; zira kısa boylu, çalışkan, oraya buraya durmadan koşturup duranlar için Anıtkaya'da "fıtçı gibi" benzetmesi yapılıyor hala.