28 Eylül 2021

Biz Saplama

     Yetmişlerde bir çocuğun cepleri boşaltılsa muhtemelen ortaya şunlardan bir öbek çıkardı. Koca bir hapaz günaşık; kavrulmuş, tuzlu. Bir küçük çakı, onunla bir yere tıkılmış ve hiç kullanılmayan sümük mendili. Markaları ve ona göre kıymetleri farklı kutular. Götcebin birine konulan ayna ile tarak, diğerinde basit bir biz. Ne vakit konulduğu bilinmeyen, orada unutulmuş havlı sorma şekerler... ve cebin sahibinin ilgi ve imkanına göre daha akla gelebilecek başka şeyler.

    Görüleceği üzere çok çeşitlilik var. Bakış açısına göre erzak ambarına da benzetilebilir, takım sandığına da. Bıçak ve biz gözönüne alınırsa cephaneliğe de...

    En çok Gulaksız'ın elinde görürdüm onu. Köyün tek yemeni tamircisiydi ve yemeni yanında ayakkabı mes de tamir ederdi. Deri tamirinde esas olan yapıştırma ve dikiş. Büyük de olsa iğneyi deriye batırmadan önce bir delik açmak gerekiyor. İşte bu deliği biz ile açıyordu Gulaksız. Odalarda kendi mesinin tamirini yapanlar da olurdu. Onların dolavında bir biz mutlaka bulunurdu. Bunların dışında, ne için kullanılıyordu bilmiyorum; ama her evde mutlaka biz olurdu. Bu kadar yaygın olunca, çocukların cebinden biz çıkması normal karşılanmalı.

    Bizim bizlerimiz tamamıyla oyun amaçlıydı. Oyunumuzun adı da biz idi. Bizi yere saplayıp iki noktayı çizgiyle birleştirme, çizgileri dairesel olarak geliştirerek oluşacak sarmala rakibi hapsetmeye dayanan bir oyundur. 

    Toprak bir zemin, en başta olması gereken bir zorunluluktur. Toprak zemini bulsan da burada her zaman oynanamıyor. Yer, biz saplanacak yumuşaklıkta olmalı. Yetmez, saplandıktan sonra öylece kalabilmeli; vıcık vıcık çamur olmamalı. Bu şartlar biz oyununun vaktini de belirlemiş oluyor. Yazın oynayamazsın, biz saplanmaz; kışın oynayamazsın yerler çamurdur. İlk ve sonbaharda yağmur yağıp toprak yellendikten sonra, üzerine rahat çizgi çizebileceğin kıvamdayken zemin, işte o zaman biz vakti girmiştir.

    Biz yerine düzgün bir mık veya kilitli bir çakıyla da oynanabilir. Ne ile oynanırsa oynansın, oyunun adı değişmez, hep biz'dir.

    Takım oyunu değil, bireyseldir. Herkes kendi bizini kullanacağı için, onun iyi saplanır bir şey olması gerekir. Dört kişiye kadar oynanabilir; ama oyuncu sayısı arttıkça iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alır. En iyisi iki kişilik olanıdır. Bunun sebebi, oyun kuralıyla daha iyi anlaşılacak.

    İki kişi oynuyorsa yere bir V, üç kişide Y ve oyun dört kişilik ise X şekilleri çizilir. Şekillerdeki her uç, bir oyuncu içindir. Oyuna başlayacak şanslı, sayışmaca ile belirlenir. Sıralar belli olunca ilk oyuncu bizini saplayarak, ucunu de seçer. Saplanan yer, seçtiği uç ile bir doğru çizgi olarak birleştirilir. Buradaki kural bizi saplandığı yerden uca kadar çizerken eli kaldırmamaktır. Bizi doğru yere saplayıp, el kaldırmadan iki noktayı çizgiyle birleştirirsen oyuna devam edersin. Bizi saplayamaz veya yanlış yere saplarsan yanarsın, oyun hakkı sonraki oyuncuya geçer. Saplama ve çizme yönü saat istikametindedir. En son kapattığın uç senden sonraki oyuncuya aittir. İlk kapattığın ise en son oyuncuya. 

    Oyunun asıl kuralı, oyuncuları oluşacak sarmalın içinde hapsedip onların çıkışına engel olmaktır. Bunu yapıp oyunu kazanmak için sarmal çizgilerini mümkün olduğunca dar tutmak gerekir. Çünkü geriden gelip o darboğazı geçmek zorunda kalan oyuncu, bizi bu dar alana saplamak zorundadır. Kural böyle olunca oyuna ilk başlayan olmak ne kadar önemli, anlayın artık. Çizgi aralıklarının darlığı bir yana, bazen sarmalın yönünü tersine çevirip yeni dargeçitler de oluşturulabilir. Bütün bunlar önde yani sarmalın en dışındaki oyuncunun elindedir. Fakat daha oyunun başındayken böyle ters dönmelerin olup olmayacağı kararlaştırılmalıdır. Gerideki oyuncu için durum bu kadar sıkıntılıyken, bir de oyuncu sayısının dört olduğunu ve kendinizin bu sarmalın en içinde olduğunuzu düşünün. Bu yüzden en iyisi ikili oyundur.

    Cebimizde biz taşıdığımız günlerde, bir köşebaşında sessizce oyuna başlardık. Eğer bir darboğazdan çıkamayıp da pes etmediysek oyun, sarmal genişleyene kadar sürerdi. Büyüyüp, kocaman olup bir duvara dayandığında kim dışardaysa o kazanmış olurdu.

    Biz büyürken Anıtkaya da gelişiyordu. Bir de baktık, bütün sokaklar parke döşeli. Ne ceplerde biz kaldı, ne biz saplayacak yer.


27 Eylül 2021

Böbü Dede

     1840'ta dört kardeşin en küçüğü olarak doğdu. 1-2 aylıkken annesi öldü, öksüz kaldı. Çevresindeki herkes ona anne olmaya çalıştı; ama biyolojik ve psikolojik gerçekler bunu mümkün kılmıyordu. Emzirecek bir süt anne de bulunamadı.

    Herkesin ilgi odağıydı. Ellerinden başka bir şey gelmiyordu; sevgiyle, şefkatle büyüteceklerdi. Doğduğunda kulağına "Ahmet" diye ünnemişlerdi; fakat kimse ondan söz ederken bu ismi kullanmıyordu. Evin içindeki adı "Böbü"ydü. 
    -Böbü uyudu mu?
    -Bübüyü doyurdunuz mu?
    -Böbü niye ağlıyor?
    -Böbü güldü!

    Böbü aşağı, Böbü yukarı... Çocuğun adı Böbü kalacaktı. Eğret'te bebek manasına "böbü" deniliyordu; ama Ahmet'in adının "Böbü" kalmasında, yeterli beslenememekten kaynaklı zayıflığın da etkisi vardı. Hiçbir şey anne sütünün yerini tutmuyordu, sevgi ve şafkat bile.

    Bir gün birisi nasıl olduysa Böbü'yü keçinin memesine yapıştırıverdi. Herhalde ağlıyordu, hazırda süt yoktu, susturmak için öyle yapmıştı. Anlık yapılan bu hareket hem çocuğun hem de keçinin çok hoşuna gitmişti. Böbü cogur cogur emiyor, keçi de başını çevirmiş onu izliyordu. İkisi de memnun görünüyordu. 

    Sonraki günlerde ve aylarda bu olay her gün tekrar etti, hem de günde iki kere, sabah ve akşam... Keçi sabah kapının önünde melemeye başladığında Böbü'nün beslenme saati demekti. Dediklerine göre, keçi bu işe o kadar alışmış ki, akşam kırdan dönerken Hendekarası'na geldiğinde melemeye başlar, ta eve varana kadar hiç susmazmış. Ne zaman eve geldi Böbü'yü emzirdi, o vakit sakinleşirmiş. Oğlak büyütür gibi büyütmüş öksüz Böbü'yü...

    Adı Böbü'ye de çıksa, hep böbü kalacak değil ya. Ahmet de büyüdü, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Kızları oğulları oldu, onlardan torunlarını gördü. Artık "Böbü Dede" idi, öyle diyorlardı. Bu bir ünvan değildi, yaşlanmıştı. Kabir kapısı görünüyordu. 

    Hicaza azmetti, hacı kafilesine katıldı. Aylar sürecek bu yolculuk o günün şartlarında çok daha meşakkatliydi. İhtiyar Böbü Dede'nin yorgun bedeni "Eğret'e dönüş gücüm yok" dercesine Hicaz'da kaldı. Oraya defnettiler. Kafiledeki arkadaşları, ondan yadigar hurma sepetiyle Ebizemzem ıbrığını oğullarına teslim ettiler. Duyduğuma göre bu sepet ve ıbrık 1970'lere kadar muhafaza edilmiş.

    Beride, küçük oğlu Arif ondan birkaç yıl sonra hacca gitti. Kendisiyle birlikte çocuklarına "Hacarifler" dendi. Büyük oğlu Hasan Hüseyin'in iki oğlu 1. Dünya savaşında şehit düştü. Bir kızını verdiği damadı ve çocukları "Böbüler" diye anıldı. 

    Bilenler bilir; Hacarifler ile Böbüler'in evi bitişiktir. Böbü Dede'nin evi...



26 Eylül 2021

Halil ibrahim Bereketi

     Köyde çok duymuşluğum var bu duayı. "Allah helibram berkatı vesiñ." Küçükken hangi Helibram'dan sözettiklerini bilmezdim. Ona özel "berkat"ın mahiyetinden habersiz, hatta "berkat" nedir, "betberkat" nasıl kaçar bunları kavrayacak durumdan uzak günlerdeydim daha. Yiyecek-içecekle ilgili bir iş yapılıyorsa, mesela bir ürün kaldırılıyorsa, sergi seriliyorsa, taharna kurutuluyorsa "berkatlı olsuñ" diye duayla karışık selam verilirdi. Bütün bunlardan birşey anlamıyordum ama; iyi bir şeyden bahsedildiği kesindi.

    Sonra öğrendim ki dualara konu Helibram, İbrahim Peygambermiş. Kuran'dan öğrendiğimize göre İbrahim(as), çocuklarını yerleştirdiği kurak topraklarda (Kabe çevresinde) onların rızkını bereketli kılması için dua ediyor. O topraklarda bir şey yetişmediği halde her türlü sebze meyvenin hiç eksik olmadığı düşünülürse, bunun kabul olmuş bir dua olduğunu söylüyor tefsirciler. Hz. İbrahim ile "bereket" kavramı arasında böyle bir bağlantı var. 

    Bereketi sağlayan hususlardan cömertlik, misafirperverlik, şükürün İbrahim Peygamberin vasıfları arasında olduğu yine Kuran'da belirtiliyor. Farkında değiliz ama; her namaz sonunda, İbrahim(as) ile ilişkilendirilen bu bereketin aynısından Peygamberimiz'e de istiyoruz. Bildiğim kadarıyla oturuşta okuduğumuz barik duasının anlamı: "Allahım; Hz. İbrahim'e bereket verdiğin gibi, Hz. Muhammed'e de bereket ver."

    Daha bütün bunları öğrenmeden önce, Gocacami'de Üseyinhoca (Hüseyin Saki)den dinlediğim bir Halil İbrahim Bereketi hikayesi vardı. Sanırım bir cuma öncesi vaazıydı. Yardımlaşma, dayanışma, başkalarını düşünme, diğergamlık gibi bir konu olması lazım. Ezanı beklerken sıkıldığım, bitse de çıksak diye aklımdan geçirdiğim, sonra bunları düşündüğüm için kafir olacağım korkusuyla kendime kızdığım vakitlerdi. Hoca, cemaatteki bezginliği farkettiğinde usta bir manevrayla onları kendine getirmesini iyi bilirdi. "Kardeşlerim!" dedi, "Size daha önce anlattığım Halil İbrahim Bereketi hikayesini bir daha anlatacağım." Daha önce anlattığından haberim yoktu, ilk defa duyacaktım.

    Halil ve İbrahim adında iki kardeş yaşarmış bir köyde. İleşberlikle uğraşan bu kardeşlerin küçüğü İbrahim'in çoluk çocuğu yokmuş. Ana babaları öldükten sonra düzenlerini bozup ayrılmamışlar, birlikte yaşayıp birlikte çalışmaya devam etmişler. İşleri birlikte yapıp hasılatı üleşirlermiş. O sene harmanı savurup çeci çıkardıktan sonra ikiye bölmüşler deneyi. İş artık bu deneyi ambara koymadaymış. Abisi Halil demiş ki "Ben burda deneyi bekliyegoyen, sen git arabañı goşge. Sona da ben giderin." İbrahim gittikten sonra kendi çecinden alıp onunkine dökmeye başlamış. "Benim nasıl olsa çoluk çocuğum var, yalnız değilim. Herhangi bir sıkıntıda bulup buluştururum; ama kardeşim yalnız, zorluk çekmesin." diye düşünüyor, mümkün olduğu kadar kendi payından kardeşininkine aktarıyormuş.

    İbrahim arabasıyla gelince, bu sefer abisi gitmiş. O gidince İbrahim de düşünmüş ki "Ben yalnız bir adamım, bu kadar deneye ihtiyacım yok; halbuki abimin çoluk çocuğu var, ona daha fazlası lazım." Bu duygularla kendi payından alıp abisininkine aktarmaya başlamış. Abisi gelene kadar ne aktarabildiyse artık. Denelerini ambara doldurmuşlar. O kış köyde ve etraf köylerde kıtlık yaşanmış, millet yiyecek ekmek bulamamış. Gelvelakin, Halil ve İbrahim kardeşlerin ambarındaki dene hiç bitmemiş. Hatta duyan gelmiş, isteyene vermişler yine de ambarın dibi görünmemiş...

    Bir cuma vaazında, ikinci kez anlatışında Hüseyin Hoca'dan duyduğum bu hikayeyi, daha sonra ben kaç kere anlattığımı hatırlamıyorum. Hz. İbrahim ile alakası yok; fakat etkileyici ve amaca gayet uygun... Bir de burada anlatayım dedim. 


25 Eylül 2021

Dağ Selbes!

    Daha yaz gecelerinde başlayan ayaz, zamanla günün diğer vakitlerine de yayılır. Eylül sonu ile artık insanın güneş gören yanı yanar, gölgedeki yanı donar. Kış geliyorum der. Odunsuz kış bitmez, "Dağ selbes" olduğunda gidip getirmek gerek.

    Ormaniye pek ilgilenmez miydi, yoksa yetkisini mi devretmişti bilmiyorum; ama "Dağ selbes" kararı Gorma'dan beklenirdi. Belki Gorma izni alıyor, sonra da halka duyuruyordu. Evet, kimse gidip kafasına göre odun getiremiyordu. Yılın belli dönemlerinde bir iki günlüğüne izin verilince ancak getirilirdi. Tabi kural böyle... İstisna olarak kaçak getirenler olmaz olur mu? Ayrıyeten bir ayağı sürekli dağda olan ağıl ahalisi de hazırladığı odunları uygun zamanlarda köye gönderebilir. Benim dediğim bu istisnalar dışında köy halkının genelini ilgilendiren odun getirmedir.

    Odun getirme izne tabi olur da Dağ'da odun kesmede tam serbestiyet düşünülebilir mi? Onun da kuralları var. Bir defa, kesilecek olan alanlar bellidir ve herkese duyurulmuştur. Bunlar belli kalınlığa ulaşmış meşelerden oluşan planlı kesim alanlarıdır ki "paltalık" diye adlandırılırlar. Bunun dışında kesimin yasak olduğu korunaklı alanlara, tahmin edileceği üzere, "goru" deniliyor. Buralardan odun kesmek yanlış olduğu kadar zordur da. Keseceğin odun paltalık gibi bir vuruşta devrilmeli.

    Orman içine girip elinde paltasıyla kesim yapan birinin ardında, kesilen meşeleri çekip budayan bir başkası bulunur. Bazan bir kesiciye iki budayıcı gerekebilir. Çünkü tek darbeyle kesilen meşeyi ancak bir kaç vuruşla budayabilirsin. Budama, meşenin alt dallarını tara ile kesip atmaktır. Çünkü bu dallar budanmadan yüklenirse arabayı boş yere kabartacak, hem az odun götürülmüş olacak hem de araba sağlam sarılmamış olacaktır. Bu yüzden meşeler mutlaka budanmalıdır. Üstteki birkaç dalın budanmasına gerek yoktur. Onlar incedir fazla havaleye sebep olmazlar. Bir de zaten arabanın arkasına uzayacağı için fazla yer kaplamazlar.

    Budanarak bırakılan dallara "bıdantı" denir. Kesim yapmaksızın bunları dağdan getirmek yılın her vaktinde serbesttir. Bunu özel olarak "guru getirmek" denir ki yakalandığında müeyyide uygulanmaz.

    Yeteri kadar odun kesildiğine kanaat getirilince araba sarılır. Bunda dikkatli olunmalı, araba dengeli yüklenmelidir. Haddinden fazla ve dengesiz yük faciaya sebep olabilir. Yol uzun ve engebeli, yük ise ağır olduğu unutulmamalıdır. Daha ormandan çıkmadan araba devirme olayı çok yaşanır. Hatırladığım kadarıyla, böyle bir "dağ selbes" gününde Patlakların Davılcı İbram (İbrahim Patlar) odun arabasından düşerek vefat etmişti. 

    Odun eve geldikten sonra, artık iş onu kesmektedir. Odun kesmek, bilek kalınlığında bütün haldeki meşeleri tandıra, guzineye sığacak şekilde kıymaktır. Bunun için iki kişiye gerek vardır. Bir kütüğün üzerine uzattığı meşeyi, kesici baltayı indirmeden hemen önce uygun boyuta getirmeye odaklı kişi odun tutandır. Tek görevi uygun uzunlukta kütük üzerinde tutmaktır; ama yine de onun bile dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Meşe belli yerlerinden bükülen bir ağaçtır, düz değildir. Tutucu, uzattığı esnada baltanın ineceği kısmı hesap ederek kıvrımın uygun bir pozisyon almasını sağlamalıdır. Eğer kıvrımı kütüğe tam oturtmayıp köprü pozisyonunda tutarsa odun kopmaz. Kopmaması bir yana odunu sırsılatarak tutucunun elinin zızılamasına sebep olur. Hele hava soğuksa, bu zızılama üşümeyle karışır bir süreliğine parmaklarını hissetmez olursun.

    Kesiciye gelince; o bir cellat gibi, kütüğe yatırılan kelleye baltasını indirir. Amacı bir vuruşta onu koparmak olmalıdır. Bunun da teknikleri var. Bir defa kesinlikle balta ile odun 90 derece açı oluşturmayacak, en az bunun yarısı bir eğimle vurmak gerekir. Aynı açıyı odun üzerine de uygulamak gerekir. Tutucu düzgün tutar, kesici düzgün vurursa hiç bir sıkıntı çıkmadan kesim işi otomatiğe bağlanmış gibi yapılır. Odun ne kadar kalın olsa da aksaklık olmaz.

    İndirildikten sonra arabanın tabanında ve kesildikten sonra kesim alanında kızıla çalan meşe yaprakları birikmiş olur. Bunlar budama esnasında uçta bırakılan dallardan dökülen yapraklardır. Belli bir renk ketegorisine sokmak zordur, mat bakır rengi desek belki biraz yaklaşmış oluruz. En iyisi bu rengin adı "çalıgazeli" olsun. Çünkü "çalıgazeli" denir bunlara. Dağda budama yapılmasa arabada bunlardan daha çok birikirdi. Fazla kurumuş, pek değeri olmayan şeyler için de "çalıgazeli gibi" yakıştırması yapılır. Güz sonu, kış başında ortalığı süsleyen basit güzelliklerdendir.

    Atı arabası olan "dağ selbes" olduğunda odununu getirir. Peki imkanı olmayan fakirler? Onlar için getirttiği odunları Gorma, eve teslim olarak dağıtır. Ayrıca odalara odun getirmek için özel izinler verilebilir. Hamamcıya ise her daim "dağ selbes"tir.

    Anlattığım dönem 70'ler. Daha öncesinde izne filan gerek yokmuş. Köyde hala çok anlatılır, espriyle karışık. Harmandan kalkılmış, işler büyük ölçüde bitmiş. Çerçiler'den birisi bekarlara demiş ki: "Hadi iki araba odun getirin de; hem kesin, hem dinlenin."


Yakı Otu

     Henüz çocukluktan delikanlılığa adım atamamış Hasan, et yiyememekten şikayet edince büyükleri bunu ciddiye alıyor. Kendileri de bunun farkında. Evde kaz-tavuk piştiğinde, koyun kesildiğinde Hasan ete sunmuyor. Zamanla geçer diye düşünüyorlar; ama geçtiği filan yok. Çocuk kocaman oldu, koyun-kuzu güdüyor, kıra gidiyor, yakında evlenme çağına gelecek; lakin aynı durum devam ediyor. 

    Bir gün ninesinin aklına "yakı otu" geliyor. Uzun yıllar önce o da büyükleri vasıtasıyla tanımış; ama gerek duyulmadığı için unutmuş otu. Şimdi torununda benzer bir rahatsızlık ortaya çıkınca hatırlıyor. "Ağıla gittiğim bir gün arar bulurum" diyor. Öyle de yapıyor Hasan'a otun yaprağını çiğnetiyor. O günden sonra Hasan bırak etten uzaklaşmayı, bir oturuşta koyunu götüren cinsten bir yiyici oluyor. Bu kez de çok yemekten bizar oluyor. Hayır çok yediği için değil rahatsızlığı; aşırı yediğinde mide fesadı geçiriyor, o yüzden bizar. Ninesi diyor ki "Tamam yavrım, o ot yakı otudur zaten, yakıleştiğin zaman iki yaprak çiğne bişeyin kalmaz." Bütün mide rahatsızlıklarının ilacı "yakı otu"nu keşfeden Hasan'ı kimse durduramaz artık. Sadece et değil, her şeyin oburu olur çıkar. Sıkıntı olduğunda cebinde taşıdığı ottan azıcık çiğner, işine bakarmış. Yazın topladıklarından kurutup kışlık stok da yapar olmuş. Yakınlarına da öğretmiş bu otu. Acı da olsa kimi çiğnemiş, kimi kaynatıp suyunu içmiş. 

    Yıllar geçmiş Hasan büyümüş, askere gitmiş, evlenip çoluk çocuğa karışmış. Bu arada ilacını yanından hiç ayırmamış. Zaten hayatının büyük kısmı otun yanıbaşında, Dağ'da geçiyormuş. Bu arada Dedesi, Ninesi, Anası, Babası sırayla göçüp gitmişler. Evlerinin düzeni bozulmuş, koyunculuğu bırakmışlar. Kader Hasan'ı, köyünden dağından uzak bir şehre atmış. İlk yakıleşmesinde otunu unuttuğunu farketmiş. Köye haber salıp "Aman bana yakı otu..." demiş.

    Yakı otunun hikayesi böyle. İblak'tır vatanı. Nisan ayı gibi, kıyıda köşede çalı içinde ortaya çıkar. Dört yaprak olana kadar pek farkedilmez. Gerçi eğer onu bilmeyen biriyseniz hiç bir zaman farkedemezsiniz. Ayak altında dolaşmaz, rengarenk çiçeklere sahip değildir, parlak yapraklara da... Kar yere düşene kadar, uzun bir süre sahnededir; ama sessiz yaşar, şöhrete düşkünlüğü yoktur. Bu yüzden pek tanınmaz.

    Çok yıllık bir ottur, aynı yerde sonraki baharda tekrar yeşerir. Temmuz gibi, hava iyice ısındığında vakti gelmiştir, çiçeklenir. Çiçekleri de kendisi gibi mütevazidir. Bu dönemde bile hemen kökünden yeni filizler yükselir; her dem tazedir yani.

    İzmir'den çocuklar gelmiş baharda. Taze doğal mantarlardan bolca yemişler. Ardından birer ikişer de katmer götürmüşler. Ev sahibi kadın bir şey deyememiş onların iştahı karşısında. Tabi olacakların farkında, ayrılırlarken "Rahatsızlanırsanız şu ottan çiğneyin" diye birinin eline yakı otu tutuşturmuş. Sıcak ve aşırı yemek sonunda yakıleşiyorlar tabi; ama o telaş ve sıkıntıda akıllarına gelmiyor. Neden sonra çocuk hatırlıyor ve anında sıkıntıdan kurtuluyorlar. Bizim yakı otu bilenler tarafından hala tedavide kullanılıyor.

    Çok çeşitleri bulunan yakı otunun bizdeki türü, yalnız İlbulak'a has bir ot mudur, başka yerlerde de var mı bilmiyorum; ama bizim dağı çok sevdiği kesin. Köküyle getirilip köyde bir bahçeye dikilmiş. Tutmuş, yeni sürgün de vermiş; çiçek açmamış ama. Böyle de bir ot işte.


24 Eylül 2021

At Mezarı

     "Akmezerler" derlerdi, bir anlam veremezdim. Emirlah Çeşmesinden başlayıp ta Büzüğalinin Guyu'ya kadar yolun solunda kalan 300-400 metrelik bir şerit mevkinin adı buydu. Verimli topraklar, bahçe diye nitelenebilecek köyün nadir bölgelerindendi. Belli dönemlerde sık sık gelip gidilen işlek bir yol kenarındaydı. Ot oraklarında çayırlara giden yollardan biriydi. Beride Büzüğalinin Guyu ve Maldepesine de buradan gidiliyor.

    Yolun sağı hep gırañ tepelerdir. Anlattığım bölge aşağıda, solda kalır. Yoldan geliş gidişlerde sürekli aşağı bakılmasının sebebi belli. İnsan gırañ yerine içaçıcı görüntü ister. Küçük ve düzensiz taşlarla örülmüş gaşlar, aralarda kalınlaşmış söğüt gövdeleri, yer yer üzerine köprü yapılmış, gaş altından girip çıkıp kendince bir güzergah çizen su kanalları ve bahçesinde çalışan insanlar... Bütün bunlar hep aynı taraftadır. Arabanın üstünde olsun, eşşekte olsun geçerken hep o yana bakarsın.

    Geçişlerimde gözümün takıldığı noktalardan biri, gaşın iki ucuna dikilen iri uzun taşlardı. Yolun gırañ tarafında, Aygıraneden sonraki derede bir dolaplı kuyu vardı, işte o kuyunun az ilerisindeydi bu taşlar. Uzaktan ilk göründüğünde iki ucuna taş dikilmiş büyük bir mezarı andırırdı. Tamamdı, Akmezerlerin mezarını bulmuştum. Peki bunun "ak"ı neredeydi, yoksa ak taşlardan yapıldığı için mi böyle adlandırmışlardı? Küçük kafamdaki bu soruyu Halama sorduğumda bütün kurgu bozuldu.

    Uzaklardan sabah yola çıkan bir atlının amacı, cumayı Eğret'te kılmaktır. Artık sırf cuma namazı için mi buraya geliyordu, yoksa yolculuğu Afyon'a doğruydu da planlamayı Eğret'te namaz biçiminde mi yaptı bilinmez. İki seçenek de uygundur. Şimdi olduğu gibi eskiden her mescitte cuma kılınmazmış. Belirli yerlerde belirli camilerdeymiş bu ayrıcalık. Cuma namazı kılmak için uzun bir yol katetmek gerekebilirmiş. Adam bunun için Eğret'e geliyor olabilir yani. Bunun yanında uzun bir yolculuğun Eğret kısmından da bahsediyor olabiliriz. Sonuçta adamın acelesi var, Eğret'te cumaya yetişmek istiyor ve atını sürekli koşturuyor. Yukarıya, gıraña çıksa belki ne kadar yaklaştığını kestirebilecek; ama o yoldan ayrılmıyor. Habire dörtnala... At buna dayanamıyor ve bu civarda çatlıyor. Adam cumaya yetişebildi mi bilinmiyor. Köylü için buraların adı artık "At Mezarı" oluyor.

    Bu efsaneyi dinledikten sonra zihnimde soru işareti kalmadı. Aksine Han'ın ardındaki camiye neden "Cuma Camisi" dendiğini daha iyi anladım. Modern zamanlarda karayolu yapılmadan önceki kervan yolunun da burası olduğunu düşünmeye başladım. Yol ilerde çatallanarak sağdan Karacahmet'e, soldan Osmanköy'e uzanıyordu. Beride ise hala Kervansaraya varıyor. 1862'de Eğret'e gelen gezgin de bu yolu kullanmış olmalı ki "Eğret yüksekçe bir kayalığın üzerine kurulmuş" diyor. Kısaca, tarihi bilgiler efsaneyle örtüşüyor. 

    Etrafta mezara benzer bir şey yok, gaş üzerinde gördüklerim sadece göz yanılgısı. Ama buralar at mezarı. "Akmezeri" demiyorum artık; ata ve atlıya saygıyı da içinde barındırır bir tarzda "Atmezarı" diyoruz.


22 Eylül 2021

Hakçı Hayratçı

    Bir iş veya hizmet karşılığı tayin edilen ücretin ayni  olarak ödenmesidir. Hak edilmiş bir şey manasına geldiğinden olsa gerek Anıtkaya'da buna "hak" adı veriliyor. Bazı haklar iş bitiminde ödenir; fırın hakkı, değirmen hakkı, yağcı hakkı bunlardandır. Bazıları da hasat sonundadır; çayır bekçisinin ot orakları sonrası, günaşık bekçisinin de günaşık harmanında hakkını toplaması gibi. Bunların dışında buğday karşılığı anlaşılan ve tahsilatı harman kalktıktan sonra yapılan haklar var ki anlatacağım bunlardır.

    Sığır-bızağı gütmek kalabalık ailelerin rağbet ettiği bir iş olmuş. Kel Osman (Altınbaş), Tellilerin Halil (Öztürk), Gözeliban (İbrahim Tok), Kokulu... 1970'lerden hatırladığım sığırcılar. Anlatıldığına göre daha önceki yıllarda nerdeyse sığırcılık yapmayan yok gibiymiş. Sığırcılar güttükleri hayvan başına hak alıyorlar.

    Hakına çalışan berberler var bir de. Eğret'te "Berberler" diye bir sülale var, bu mesleğin eskiliği hakkında bir fikir verir. Omarcıklar'ın Berberüseyin (Hüseyin Sağlam), Berber Şükrü (Sağlam), Berber Yahya (Sağlam)... Görüldüğü gibi meslekleri lakap haline gelmiş. Berber Hüseyinin çırağı Berberâmet (Ahmet Kabadayı), onun da çırağı Berbermêmet (Mehmet Külte) hep hakla çalışırlardı. Müşterilerini haftada bir tıraş edecek şekilde ayarlarlar, hatta günleri müşteriler arasında taksim ederek bir bakıma randevu usulünü uygularlardı. Hasta müşteriyi tıraş etmek için evine gidenler de vardı. Hak miktarında esas aldıkları ise tıraşa gelen erkek sayısıydı.

    Hoca hakı, cami imamlarının henüz kadrolu devlet memuru olmadığı zamanlara has bir sözdür. Bir Hoca, hakına tutulur, o da harman sonu hakını toplardı. Hoca hakında diğerlerine göre bir farklılık vardı. Hak, hane başı olarak hesap edilir ve öyle toplanırdı. Bunun sebebi Hocanın verdiği hizmetin bireye bağlı olmamasıydı. Ezan herkes içindi; cenaze, mevlüt gibi organizasyonlar ise öngörülebilecek şeyler değildi. Bu yüzden Hoca hak toplarken gapı geçmece, herkesten alırdı.

    Harman kalktıktan sonra, dene evdeyken hak toplayacaklar kendi bölgelerinde haklarını toplardı. Sokaklar "Hakçı" arabalarını görmeye alışıktı. Toplandıktan sonra, bir sonraki yıl için anlaşılacaksa yine anlaşılırdı. Yani harman sonu, bu meslekler için yılbaşı-yılsonu gibi bir dönemdi.

    Hakçılardan sonra Anıtkaya sokaklarında başka arabalar da görülürdü. Hak arabasına benzer; ama ondan daha süslü, etrafı daha kalabalık ve daha şamatalı arabalardı bunlar: Hayratçılar...

    "Hayraaat! Berkaaat!" diye bağırır dururlardı. Ellerindeki değneklerle gocagapılara vururlar, bütün gürültüye rağmen dışarı çıkmadıysa evsahibini haberdar ederlerdi. Biri susunca diğeri başlar, havada "Hayraaat! Berkaaat!" çığırtısı uzar giderdi. Soran olursa hangi köyün hayratı olduklarını söylerler, sonra yine bağırırlardı: "Hayraaat! Berkaaat!" Hangi köye hayır topladıklarının bir önemi yoktu, kimse boş çevirmezdi. Dene yanında o gün için bir kıymet atfedilen giysi, kilim gibi şeyler verenler de olurdu. Onları bir sırığın ucuna bağlayıp bayrak gibi arabaya dikerlerdi. Hayratçı olduklarının alameti, "Hayraaat! Berkaaat!" bağırtısından başka bu bayraklar, flamalardı.

    Para veren pek olmazdı, para yok muydu neydi; lakin herkes birşey verirdi. Kimse makbuz filan sormaz, istemezdi. Güven denilen şey hemen yanıbaşımızdaydı.

    Günümüze gelirsek... Para var... Hak yok; hakçı yok... Hayrat yok; hayratçı yok... "Berkat" yok... Güven yok...



21 Eylül 2021

Dambeş Sıvama

    Evlerin toprak damına biz dambeş diyoruz. Herhalde "dam başı" sözünün Eğret'te kalıplaşmış halidir. Kiremit çanaklar köyde kullanılmadığı zamanlarda, dambeş iki kırım çatı biçiminde bile yapılsa yine dambeşti. İşte bu devirde kış girmeden önce her yıl dambeş yalıtımının yapılması gerekirdi. Karda yağmurda, olan suyun başına akmasını kimse istemez. 

    Yalıtım dediğimiz şey de çoraklamaktır. Çorak ise köye yakın iki yerden temin edilir. Köprülü toprakları içinde çamır hamamı vardı, o civarda çoraklıktan getirirlermiş eskiden. Ben o devri hatırlamıyorum. Daha fazla çorağın bulunduğu ve yolu nispeten daha düzgün olan Hamambazırı'ndan çok çorak getirdik. Son dönem çoraklar hep oradandı. Gazlıgöl yakınında, demiryolu civarındaydı; ama çevre köylere de bağlı olabilir. Sadece bizim köy değil, bütün etraf köyler çorağını buradan götürüyor olmalıydı. Her yer delik deşikti. Çoraklık kalıntıları otellerin arasında hala görülebiliyor.

    Aslında çorak getirmek, dambeş yalıtımından daha meşakkatli bir şeydir. Evvela kendi öküz arabanla getireceksen bir kaç sefer yapman gerekir, çorak yeterli olmaz. Tek seferde halledeyim diyorsan bir motur ayarlaman gerekir, birilerine minnet edeceksin. Çoraklık ayrı bir derttir, kaliteli çorak damarı arayacaksın, çiğilli damar işe yaramaz, her şeyi berbat eder. Damarı bulunca üst, kabuk kısmını sıyırıp atacaksın. Bir yandan kazmayla kazılıp diğer yandan kürekle arabaya atılacak. Bir kişiyle olacak iş değil. Bazen çoraktan hak iddia eden çevre köy bekçileriyle hartos-martos olursun filan.

    Çorak yüklendikten sonra yola çıkılabilir; ama önce yanında getirdiğin kaplara kokarsu doldurman gerekir. Çorağa gittiğini görenler güğüm veya bardak vererek sipariş etmişlerdir çünkü. Bu su maden suyunun işlenmemiş ham halidir. Kükürt miktarından dolayı çok kötü koktuğu için bu ad verilmiştir. Yeri gelmişken söyleyeyim, hem Köprülü hem de Gazlıgöl  sıcak su bölgesi olduğuna göre, çorak oluşmasında bu sıcak suyun etkisi bulunabilir.

    Öküz arabasındaysan uzun bir yolculuk seni bekliyor demektir. Köy yoluna düşene kadar sabredersin, ondan sonra öküzler kendi yolunu bulur, sen uyumana bakarsın. Moturla getiriyorsan daha erken varırsın köye. Kaç defa traktörle çorağa gittiğimizi hatırlamıyorum; ama iki kere teker patladığını unutmam. Yük çok ağır, çoraklıkta atarken ayarı kaçırırsan -ki ayar hep kaçar- buna lastik mi dayanır.

    Çorak köye girince işin yarısı bitmiş demektir.

    Eskiden dambeşi sıvama adeti yokmuş. Çorağı güzelce saçar, sonra yurgularlarmış. Yurgu, saçılan çoraktaki topeçleri ezer, sıkıştırır ve dambeşin düz bir zemin kazanmasını sağlarmış. "Mış" diyorum, çünkü ben bunların hiç birini görmedim. Bizim çocukluğumuz sıvama zamanlarındaydı. Ama o yıllarda bile hemen her dambeşin bir köşesinde yurgu taşı vardı. Eski yuvarlandığı günleri özlüyormuş gibi melul mahzun oturur dururdu. Loğ taşı da diyorlardı, birdenbire onlar da kayboldu.

    Acelen varsa çorak geldikten sonra hemen çamır garmeye başlayabilirsin. Evlerin susuz zamanlarında, arabaya konulmuş fıçılarla su getirilip hazır edilirdi. Daha sonraki zamanlarda hortum uzatıp bu işi hallettik. Önce büyük bir çorak havuzu hazırlarsın. Havuz suyla dolarken, çevresini oluşturan çorak hendeği üzerine bol bol saman sepilersin. Havuz dışında küreğin götüyle azar azar çorağı havuza itelersin. Bütün çevreyi birkaç tur dönünce çorak hendeği incelmiştir. Havuz her an bir yerinden patlayabilir. Bu sırada su akışını durdursan iyi olur. Çorağın en ince yerinden havuzu bozar, kuru çorakları hızlı hızlı içeriyi dolduran su-çamur karışımına atarsın. Bir de bakmışsın, çorak bitmiş; havuz, kendi kenarlarını yutmuş. İşte o an, çamur karma işinin de bittiği andır.  Yine kürek ardıyla çamur yığını üzerinde belli noktalara çukurlar açar, oraları suyla doldurup çamuru eşimeye bırakırsın. 

    Çamurun bekleyerek kıvam kazanmasına bizde böyle derler. Ekşiyen çamur melem gibi olunca hem sıvaması kolay olur hem de sıvada arıza oluşmaz. Vakit varsa bir iki gün ekşime yeterlidir. Aslında ne kadar çok beklerse o kadar iyidir; ama işte vakit darlığı, kış geliyor. 20 yıl kadar önce Han restore edilirken çorak kullanmışlardı da, kardıkları çamuru bir aydan fazla ekşitmişlerdi.

    Sıvamaya başlamadan önce dambeş temizliğinin yapılması gerekir. Ot temizliğinden bahsediyorum. Bizim dambeşlerde iki tür ot her bahar yeşerir çiçek açar. Bunlar akbaşçiçeği ile fendirfestir. Yeşilse de kuruysa da onları köklerinden kazıyıp atmazsan sıvada kusur oluşur, dambeşin delinmesine yol açar.

    İş artık sıvamada. Bu iş için de adam lazım. Öncelikle çamuru yerden arabaya, oradan da dambeşe atacaksın. Kürekle tabi. Oradaki çamuru da bekletmemeli, kürekle veya kovayla dambeşin en uzağından başlayarak öbek öbek yayarsın. Bu arada sıvacı da elinde malayla senin attıklarını yayarak sıvar. Bak, üç kişi saydım. Sayı ikiye inerse bir kişi hem yerde hem de dambeşte bulunmalı veya dambeşteki kişi iki işi birden yapmalıdır. O zaman da iş üremez. Saydıklarımın içinde en zor işi çamur atanda. Büyük güç istiyor. Ayrıca ekşimiş çamuru sürekli alışdırmak gerekiyor. Sonraki zorluk, dambeşteki çamur taşıyanda. Yerden atılan çamurun birikmemesi gerekiyor, dağıtımın dengeli yapılması gerekiyor ve sıvacıya su yetiştirmek zorundasın. Sıvacı çok su harcar, hem kuru zemini ıslatır, hem de çamurun üzerinde sepileyerek sıvayı yalabıdır. İşi en kolay görünen sıvacıdır aslında. Çamur taşıma zorunluluğu yok. Çömeldiği yerde elindeki malayla çamurları düzeltiyor. Buna da bilek gücü lazım. Bildiğimiz malalarla sıvamayı oldum olası sevmedim. İnce bileklerimle bastırmak çok zor geliyordu. Üstten gurplu el yapımı mala çok hoşuma giderdi, bastırdı mı çamur yayılıverir. 

    Sıvacının dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Öncelikle dambeş ucu olduğu için saçakları özenle sıvamak gerekir. Rüzgar ve yağış tahribatına en çok maruz kalan yerler burasıdır. Ayrıyeten sıvanın da uç noktaları olduğu için çumur kalınlığı bir şekilde buralarda sıfırlanmalıdır. Tamir edilecek oluklar varsa, yerini sıvamadan önce tamir edilmeli, oluklara akıntı sağlanacak şekilde eğim verilmelidir. Siçan delikleri, öncesinde dolgu malzemesiyle doldurulmalı, sıva esnasında malaya takılan çiğiller mutlaka ayıtlanmalıdır. Bütün bunlar işi kolay olan sıvacının görevleri.

    Dambeş sıvamanın belirli bir zamanı yok aslında. Genelde harman öncesi ve sonrasında yapılır. Haziran sonuna doğru kırkikindilerden sonra vakit bulabilirsen sıvarsın. İş takviminde görüyoruz, o vakitlerde buna pek zaman ayrılamıyor. En iyisi harman kalktıktan sonra, kadınların kış hazırlıklarını yaparkenki dönemdir.

    Kendiliğinden yıkılıp ören olan, evi yenilemek maksadıyla yıkılan dambeşler gördüm. Yarım metreden fazla toprak-çorak vardı. Her yıl bir santim sıvasan, 50 yılda yarım metre eder. Bazı dambeşlerin Yonan gelmeden önce yapıldığını düşünürsek... Teker patlatan ağırlığında bir yükü her sene dambeşe atıyorsun. Döşmeler değil ama; özler iyi dayanmış bu yüke.


19 Eylül 2021

Dağ Eriğinden Besdil

     Demek ki daha vişnelerin dikilmediği zamanlardı. Alma gurusu, erik gurusu bötdürme imkanının olmadığı zamanlar. Eğret zaten eskiden beri arpa-buğday memleketi, meyvecilik pek yok. İşte o devirlerde Dağ'daki erikleri keşfetmişler. Sonbaharda olgunlaşan bu ağaçlara dağeriği adını vermişler. 

    Ağaçlar orman kenarında çalıdan pek ayırtedilemez. Nerdeyse onunla aynı büyüklüktedir. Baharda ağıllara gidip gelen çocuklardan alıp yeşilini yerdik. Şekline şemaline baksan can eriğidir; ama ısırdığında sert ve acı olduğunu anlarsın. Dağ eriği budur. 

    Ermesi de gecikir. Ağustosta sararmaya başlar, Eylülde sapsarı olur ve kızarmaya başlar. Hiç bir zaman tam olarak kızarmaz. Ala-kızılken vakti gelmiştir. Toplayıp eve getirirsin. Şu halde bile yumuşamış ve tatlanmış değildir. Onu diğer erikler gibi yiyemezsin. Peki ne demeye getirdik o kadar eriği o zaman? Besdil yapacağız.

    Besdil için acele etmeli. Çünkü güneşte kurutulacak ve o günlerin bitmesine az kaldı. Erikler yıkandıktan sonra kazanlarda kaynatılır. Birazcık ılıyıp ele gelmeye başlayınca ilisdirden geçirilerek, çekirdek, sap ve kabuklarından kurtulan erik özü; tablalara, tepsi ardına veya onun için hazırlanmış tahta zeminlere dökülür. Olmaz da... eğer dökülen erik özü kalın bir tabaka oluşturursa kaşık sırtıyla inceltilir. Tabi bütün bunlar güneş gören yerde yapılmalıdır. Döküldükten sonra taşımak zor olur.

    Basdırma sıcaklarında bir hafta kadar bekleyen erik özü, suyundan da tamamen kurtulur ve kurudukça üzerinde durduğu zeminle bağı kalmaz. Bir hafta on gün içinde bir şepit gibi kolayca alır dürersin. Genelde dörde katlanmış bir şepit gibi dürülür. Rulo yapanlar da olur. Akmaz, kokmaz, bayatlamaz.

    Çok sert ve ekşidir. Bildiğin pestillere benzemez. Onu, içine ceviz sarıp yenilenlerle karıştırmamak lazım. Tatlı erikten, kayısıdan yapılanlarla... Acaba içine biraz şeker katılıp tatlandırılamaz mıydı? Elbette hayır. Besdil yokluk zamanlarının ürünü. Keyfinden bu işlerle uğraşmıyorlardı ki. Yemeğin yanına katık olsun istiyorlardı. Vaziyet böyleyken o kadar şekeri nereden bulacaksın.

    Besdil hoşafı tepsinin yanında iyi gider. Bazlıma-gatmerin yanında da... Uykulu gözlerle ere kalktığımızda onu sıfranın ortasında hazır bulurduk. Yarım saat öncesinden el kadar besdili doğrar, az bir suya ıslatırlardı. Suyu içine çektikçe yumuşar hatta erimeye başlar. Sofraya koymadan hemen önce tamamen sulandırır ve bi fisge şekeri atar eritirlerdi. Biz oturduğumuzda bütün bunlardan habersiz onu orada öylece duruyor görürdük.

    Gırda bayırda besdil hoşafı yapmak çok kolaydır. Doğra, sulandır, karıştır. Çalışan, acıkmış biri için çok lezzetli bir katıktır. Doğal ve sağlıklı oluşuna girmeye bile gerek yok, o vakitler her şey doğal çünkü. 

    Taşıması, saklaması ve hazırlaması kolay, masrafsız. Fakat o da o zamandı işte, geldi geçti. Besdili tahtından indiren fişne gurusu oldu. Etme bulma dünyası işte, ona da darbeyi kola vurdu. İkisi de hala kendine gelebilmiş değil. 

    Besdil yapımı, bir dönem Anıtkayalı kadınların iş takviminde kendine yer bulmuş bir güz faaliyeti idi.


18 Eylül 2021

Añıdini

    Okumayı sökmeye başladığım günlerdeydik. Aralık ayı gibi olmalı zira yerler karlıydı. Bir gün teneffüste, elimde bir kazık bahçede oynarken karlar üstüne adımı yazdım. Fişlerden filan ezberlemiş olmalıydım. Arkadaşımın adını da yazdım, olabilir dedik. Sonra başkalarının adı filan derken, şaka maka yazabildiğimi farkettim. Şunu da yaz, bunu da yaz derken, söylenen her şeyi yazıyordum. Herkes aklına gelen en zor ve uzun kelimeyi söylüyor, ben kar üstüne yazıyordum. 

    Üst sınıflardan büyük bir çocuk geldi, uzaktan bizi izliyormuş meğer; "Hadi Añıdini yaz da görem!" dedi. Tekraren ama bu sefer heceleyerek "A-ñı-di-ni" diye tutturdu. "ñı" yı özellikle vurguluyordu. Tutuldum kaldım. Değişik bir harf olan "ñ"yi tanımama daha 10 yıldan fazla vardı. Sonraları Añıdini de yazdım, Buñar da... 

    Lakin o karlı kış gününde bir türlü yazamadığım Añıdini kafamı hep kurcaladı. Añıdini ne demekti? Olsa olsa "" veya "gırañ" kelimesiyle alakalı bir yakıştırmadır, diyerek konuyu kapatmıştım.

    Şimdilerde Eğret ile ilgili Şeriyye Sicillerine bakıyorum, mahkeme kayıtları yani. 120 yıl kadar önceki bir tereke davasında dikkatimi çekti. 

    Olayın özeti şu: İki kardeşten küçük olanı Kütahya'ya yerleşiyor. Babası öldükten bir süre sonra abisi vefat ediyor. Bu da bir vakit sonra Afyon'a giderek avukat tutup dava açıyor. Babasından kalan tarla ve evlerin listesini yaparak bunların yarısının kendi hissesi olduğunu belirtip mal paylaşımının yapılmasını istiyor. Tarlaların listesi:

            Mevkii                    Dönüm

            Yayla Yolu                   6 
            Seki Altı                      4
            Tekke Toprağı             4
            Ulu Yol                        2
            İn Üstü                        3
            Yataklar                       3
            Çadır Ayak                10
            Fasıl Hüyük               30
            Angıt İni                     30
            Köprü Başı                  9
            Bük                              2

    120 yıl önce Eğret'teki mevki isimlerinin hemen hemen aynı olduğunu gösteriyor bu liste. "Köprü Başı" dışında bana yabancı gelen bir yer yok. Seki Altı, Sekiyurt; Tekke Toprağı, Tekkeyeri; İn Üstü, İnneñüsdü; Angıt İniAñıdini olmuş. Değişiklik bu kadar işte...

    Benim bir türlü anlam veremediğim Añıdini'nin ise "añ" ile "gırañ" ile hiç alakası yokmuş. Öğrenmenin yaşı yok.

    ...

    Yaşı da yok, sınırı da... Türkmenistanlı akademisyen, şimdilerde ise İran Türkmen Sahra'da yaşayan Oğulmaya SemizadeAñıdini'nin bu macerasını duyunca meseleyi kökten çözücü açıklamayı yapmış: "Bizde tarla sınırına 'añ' derler; añı görünür hale getirmek için oluşturulan tümsekler de 'diñ'dir. Genel olarak bunun adı 'añ diñi' oluyor."

    Şu durumda tekrar başa döndük; 'angıt ini' teorisini okuma yanlışı olarak kabul etmeliyiz. Mevkinin orijinal adı 'Añ diñi'dır; çok az bir değişiklikle bugün de öyle söyleniyor. Araya bin yıldan fazla bir süre ve binlerce kilometre girmesine rağmen bu kadar değişiklik normaldir...



17 Eylül 2021

Göce Tarhanası

     Çekildi, elendi, savruldu; ama göce ile işimiz bitmedi. Akdolma nedir ki, onun asıl zorlu görevi yeni başlıyor. 

    Anıtkaya'da tarhanaya "taharna" derler. Farklılık sadece söyleyişte değil, ürünün kendisindedir. Bizim taharnanın ana malzemesi göce-yoğurttur, bu yüzden göce taharnası deniyor. Hazırlanan göcenin büyük kısmı bunun için kullanılır.

    Tozundan ve küçük parçalarından arındırılan iri göce, yaz boyu kesede süzülüp neredeyse sıfır su haldeki yoğurda boca edilir. Bir hamur teknesinde bu karışım iyice yoğurulur, ta ki kabuksuz göce kırıklarının içine yoğurt nüfuz edebilsin. Yoğurma işleminin sonlarına doğru kurutulmuş minik kekik yapraklarıyla oğculanmış nane katılır. En sonunda da kurutulmuş kırmızı acı biber parçaları eklenerek taharna karma bitirilir. Çocuk kafası büyüklüğünde topak haline getirilip dinlenmeye bırakılır. Şu haliyle, kirli beyaz bir topun üzerinde gri-siyah minik benekler varmış gibi bir görüntü arzeder. Tabi bir de pek seyrek kızıl, büyük benekler.

    Bazıları taze karılmış tarhanadan alıp yemeyi pek sever. O lezzetli gölleden sonra böyle şeyler yemek bana pek akıllıca gelmezdi.

    Taharna garıldı amma henüz hazır değil. Kurutulması lazım. Teknedeki topaklar dinlendikten sonra ufalanarak bir yaygıya serilir. Bu tam ufalama değildir, ceviz büyüklüğünde küçük topeçler halinde olmasına dikkat edilir. Bilmiyorum; ama bunun da mantıklı bir sebebi vardır mutlaka. Güneşte 1 saat kadar bekletildikten sonra gölgeye alınır. Kurumaya kapalı alanda, güneşten uzakta devam edecektir. Gölgede tam kuruma günlerce süreceği için toz toprak karışmasın diye kapalı alana alınması tamam. Lakin asıl sebep bu değil, tarhanayı gölgede kurutmanın başka bir gerekçesi olmalı. Asırların tecrübesiyle pekişmiş bir işlem var ortada.

    Kurutulan tarhana bir keseye konulur. Bir yıl boyunca yenecek olan bu gıdayı saklamanın en uygun yolu böyle bulunmuş. Günümüzde bile tarhana bol bulunan poşete konulmuyor.

    Çaylı kahvaltı adetinin bilinmediği devirde sabah yiyeceği taharna çorbasıydı. Bir avuç taharna azıcık ıslatılıp yumuşaması beklenir sonra su ilave ederek ocağa konurdu. O tıkırdayıp karıştırıldıkça odayı dolduran kekik-nane kokusu arasında ben, havan içindeki birkaç çiye samırsağın üzerine tuz atar, döğeçle onları bir güzel benzetirdim. Araya sarımsak kokusunun da sıkıştırıldığı bulunmaz lezzete kaşık çalardık. Kendi çağından uzakta bugünleri yaşamak zorunda kalan bir ihtiyar "Taharniye ekmek doğrameyince garnım doymuyo" demişti.

    Bir yıl yetsin diye hazırlanır; ama genelde erken biter tarhana. O vakit göce-yoğurt ikilisiyle hemen "bi bişirimlik" taharna karılır. Karılır, ama artık onun adı tarhana değil "tooga"dır. "Toyga" diyenler de doğru söylüyor, doyurucudur çünkü. Kurutmaya vakit de lüzum da yoktur, taze taze pişirilir.


15 Eylül 2021

Bir Efsane, Bir Gerçek Ve Bir Şiir

    Öküzdili de denilen cönklerden bizim köyde bulunmamasından yakınmıştım. Sıradan insanların ilgilendikleri her konuda yazdıkları bu kitapların halk kültürüne kaynaklık ediyor olması önemli çünkü. Eski Eğret ile ilgili her bilgiye ihtiyacımız var. Şu durumda, bir cönk çıkagelse karşımıza ne güzel olurdu. Yakınmamın sebebi bu idi.

    Bugün bana bir yazı ulaştırıldı. Harika bir elyazısıyla kaleme alınmış. Gerçi cönk boyutunda değil, sadece iki sayfa ama; içerik olarak bir cönkte bulunması gereken her şey var. Samimi bir üslup, karşında bir muhatap varmış da onunla konuşurmuş gibi senli-benli ifadeler ve berrak bir dil. Bu yüzden hiç dokunmadan olduğu gibi vereceğim.

    Anıtkaya İblak Dağları hakkında birazcık da olsa bilgi vermek istiyorum. İblak Dağlarının esas Osmanlı tarihindeki ismi İlbulak Dağlarıdır. Biz kısaca İblak deyiveriz; “İblak”, “İlbulak” ikisi de aynı dağlardır. Okuyucum yanılgıya düşmesin deye bunu kaleme almak zorunda kaldım.

    Şimdi başlıca tarihi ve atalarımızdan duyduğumuz isimleri dağlarımızın şöyledir: Başta Resulbaba, doğusu ardıçlarla kaplıdır. Aşağıya doğru Küçükresul Tepesi, Alışlıkoyak, Güçükburun, Meşeliyatak Resulbaba mevkisi içindedir. Hemen batısında Almalı, onun alt kısmında Kirezlik yer almaktadır. Almalı’nın batısında Dombeyalanı, alt kısmında Koca Karanlıkdere ve Küçük Karanlıkdere yer almaktadır. Hemen onun batısında Kayraklı, üst kısmında Demirce, alt kısmında Yayla ve Yayladeresi uzar gider. Hemen onun batısında Şamlı, alt kısmında Mundarcaderesi yer almaktadır. Şamlı’nın batısında Terzigediği, onun alt kısmında Ballıkderesi yer almaktadır. Terzigediği’nin üst kısmında Yörük Mezarları mevcuttur. Onun batısında Kaşkaya, İncegeriş, Balaban yer almaktadır; yine hemen batısında Kuyuderesi yer almaktadır. Kuyuderesi’nin batısında Bahçecik, Kuşboku; alt kısmında Keçiyatakları yer almaktadır. Onun da batısında Evkaya bulunur; orada İblak (İlbulak) Dağları sona erer.

    Sayın okuyucum, bu dağlarda şöyle bir efsane anlatılır:
    Çobanın biri koyun güderimiş. İki taze köpeği varmış bir de yaşlı köpeği varmış. Tabi malum, yaşlandı mı horlanırsın ya, yaşlı köpeğe bakmazmış, öbürlerini çok severmiş. Derken bir gün yemek yimiş, yerden dişini kurcalamaya bir ot almış. Dişini kurcalarken kurt koyuna yaklaşmış. Çok sevdiği genç köpekleri demiş ki “Çabık bir tane al, yarısını sen ye yarısını da biz yiyelim.” demişler.  Koca yaşlı köpek de demiş ki “Yaklaşma! Bir dişim kalasıya uğraşır, sana burdan koyun vermem.” demiş. Çoban bu sesleri duyunca aklı başından gitmiş. Elindeki çöpü atmış, genç köpeklere vermiş sopayı. Bir de dinlemiş ki köpekler “Hav hav da hav hav! Hav hav da hav hav!”… “Heyvah!” demiş, elinden attığı çöpü günlerce aramış; fakat ne çare ki bulamamış.

    İşte sayın okuyucu, evsane de olsa böyle bir otun İblak Dağlarında olduğu rivayet olunuyor. Bu hikaye ile alakalı size bir gerçek anlatacağım
    Bizim Anıtkaya Kasabasında, çok yaşlı erkanıharb Hacı Çolak  isminde bir gazi var idi. Bu zat hemen hemen  üç dört harb geçirmiş; Yemen, Balkan, Çanakkale, İstiklal… Hiç soyunmadan bu harbleri görmüş geçirmiş. Yani şunu anlatmak istiyorum, kellesini alırsın da ağzından yalan alamassın. İşte bu zatın ağzından şahsen ben duydum. Bir kara koyunum vardı öldü, deyor; kafasını köpeklere çobanlar atmışlar. Köpekler kafayı kışlanın dip tarafına götürmüşler, deyor. Karanlıkta kışlaya girdim, aynı yıldız gibi bir şey parleyor. Vardım baktım, kara koyunun kafası söndü. Geri çıkıyon, bakıyon; koyunun dişleri yıldız gibi parleyor, deyor. Şunu anlatmak istiyorum: Çobanın dişini kurcaladığı o otu yiyen hayvanın dişleri o şekil parlarımış.

    İşte Türkiye’nin dağlarında çok ender görünen bu harikuledelik bu dağlarda mevcuttur.

 

                                               İBLAK DAĞLARIM

    Soğuk olur Almalı’nın suları                        Şamnı belin başı bana yurt olur
    Hasret çeker aşiretler burları                     Bu dağlarda aslan, tilki, kurt olur
    Mis kokulu bayırları, kırları                          Bu ayrılık bize yavuz dert olur
    Vefalıdır benim İblak Dağlarım                  Vefakardır benim İblak Dağlarım

    Uzar gider Kayraklı’nın ovası                      Terzigediği’nden aşar yolumuz
    Yükseğinde vardır şahin yuvası                 Yörük Mezarları hemen solumuz
    Deli gönül geçti gençlik havası                   Yeter artık dedi Ömer kulunuz
    Hayırlıdır benim İblak Dağlarım                 Çok hayırlıdır benim İblak Dağlarım

   

 Kahveci Ömer Onbaşı çok hoşsohbet biriydi. Yazı kabiliyetinin de aynı güçte olduğunu bilmiyordum. Keşke tecrübelerini bir cönkte toplasaydı. Allah rahmet etsin.

             

Bulgur Göce

     Kuruyunca göllelikten çıkan dene, bulgur olma yoluna girer. Bu meşakkatli bir yolculuk olacaktır. İşin zorluğu tabi ki kadınların omuzunda. Ancak buraya kadar anlattıklarıma bakılırsa dene de az işkence görmedi yani.

    Sergide kurutulan pişmiş deneye bulgur diyebiliriz artık. Sırada kabuklarının soyulması var. Deymende sürülerek soyulur kabuklar. Bu değirmene sürgü deymeni veya kısaca sürgü denir. At veya eşeğin döndürdüğü dikey bir değirmen taşıdır. Ortasındaki deliğe bağlı milin bir ucu hayvana diğer ucu ise değirmen zemini ortasındaki direğe sabitlenmiştir. Köyde belirli yerlerde bulunan bu sürgülerde nöbete girildiği olurdu. 

    Sürgü değirmeni şöyle çalışır: Taşın döndüğü hazneye bulgur doldurulup birazcık suyla ıslatılır. Kabuğun kolay soyulması içindir. Değirmenci hayvanı datderken, iş sahibi elindeki ağaç kürekle dışa taşan bulgurları hazneye iter. Yapılan iş bu kadardır. Yeteri kadar sürüp kabukların soyulduğu görülünce alınıp çuvallanır.

    Sürdürme sırasında ıslatıldığı için nemlenen bulgur tekrar kurutulmalıdır. Bu, önceki kurutma gibi uzun sürmez, elle karıştırma da istemez. Kurutmadaki amaçtan biri de savurmaktır. Kuruyan kabuklar savururken uçar, geriye halis bulgur kalır. 

    İş bitmedi tabi, henüz pilav yapılacak halde değil. Uzun sürecek sıkıcı bir süreç başlıyor. Ayıtlama... Kabuklarından kurtulduk; ama taş ve yabancı tohumlar bulgurun içinde duruyor. Onların tıpkı pirinç ayıklar gibi tek tek ayrılması gerekiyor, ayıtlama dediğimiz budur. Tablanın etrafına bu kez yemek için değil, bulgur ayıtlamak için oturulur. Ortaya yığılı bulgurdan parmaklarınla önüne çektiğin kadarına göz atar, temizse tabla altındaki kabın içine düşürürsün. Atıkların yeri, ortadaki bulgur yığınının tepesine yerleştirilen küçük tastır. Bir kaç kişi aynı yerde ayıtlayacaksa tabla başında yapılanı en uygunudur. Bireysel ayıklama ise bir tepsi içinde yapılabilir. Taşımak kolay olduğu için, kadın tepsisine doldurduğu bulguru alıp dışarı çıkabilir, komşusuna gidebilir. Dedikodu yapılırken pekala bulgur da ayıtlanabilir.

    Uzun süren ayıtlamadan sonra çekme işlemi vardır. Bulgur, bulgur olmuştur; lakin hala bütün tanelidir. Uygun ufaklıkta kırılması gerekir. Çekme dediğimiz, kırmanın Eğretçesi oluyor. Önceleri el deymeninde çekilirmiş. O zamanlar kadınlar daha fazla yorulurmuş tabi. Benim çocukluğumda elektrikle çalışan çekme makineleri vardı. İki un değirmeninde bu yarma deymeni denilen makinelerden bulunurdu. Onlardan başka birkaç yerde daha (Deli Yakıp'ta, Kel Alinin Halit'te vb) bunlardan vardı. Makine/deymenlerde kim ne kadar bulgur, ne kadar düyü çektirecekse çektirir, işine bakardı. 

    Düyü'nün ince bulgur olduğunu belirtme gereği duymadım. Madem öyle, ondan yapılan kötdü dolmasını anıp göceye geçelim. 

    Başa dönüyoruz. Hani deneyi yıkayıp kuruttuktan sonra bir kısmıyla gölle kaynatmıştık. Diğer kısmı bıraktığımız yerde öylece duruyor. Göcenin başına bulgurdaki gibi olmadık işler gelmeyecek. Kaynatma, kurutma yok. Bulgura ancak sürdürme ve çekdirmede arkadaşlık ediyor. Savurarak kabuğundan kurtulmak gerkli tabi.

    Göcenin hatırına da yoğurtlu akdolmayı anarak konuyu kapatalım. Yalnız, ta dene yıkamadan kötdü dolması ve akdolmaya gelene kadarki süreci yazmak bile benim üç günümü aldıysa, baştan sona kadınların omuzundaki bu işlerin ne kadar ağır olduğunu varın siz düşünün.


14 Eylül 2021

Gölle Kaynatma

    Yıkadıktan sonra kurutulan dene her zaman değirmene gitmez. Kurutulduktan sonra bambaşka işlemlerden geçirilir, un ne kadar gerekli bir ihtiyaçsa bulgur-göce de öyledir.

    Büyüklerimiz bulgur kaynatma derlerdi; biz çocukların dilinde hep "gölle"ydi. Ne sebeple olsun haşlanarak pişirilmiş buğdayın adıydı bu. Biz işin yeme kısmıyla ilgili olduğumuzdan, bulgurmuş düyüymüş düşünmezdik. Gölle aşşağı gölle yokarı...

    Gölle kaynatma hazırlığı, hazırlık değil başlı başlıbaşına bir iştir. Evvela düzen takan ayarlanmalıdır. Yılda bir gün yapılan bir iş için özel araçlara sahip olmak akıl karı olmayabilir. Tamamı olmasa da bir kısmı sende vardır, eksikleri de konu komşudan tamamlarsın. Temel gereçler; kazan, haba ve  süzgeçtir.

    Bir seferde kaynatıp işime bakayım dersen en az 5 kazan gerekir. Kazanları ocağa vurmadan önce mutlaka dışını çamurla sıvarlardı. Ateşin isi doğrudan kazanı kirletmesin de çamurda kalsın, işin sonunda temizlemesi kolay olur diye düşünüyorlardı herhalde. Başka bir sebebi var mıydı acaba?

    Temin edilmesi en zor şey süzgeçtir. Pişmiş buğdayın kazandan sonraki ilk durağı bu araç oluyor. Kıvamını bulmuş kaynama suyundan burada kurtulup nefesleniyor. Aslında basit bir araçtır. Dört yanında gurpları bulunan, tabanı delik tenekeden oluşmuş geniş bir tekne düşünün. Süzgeç budur. Kendisi basittir ama; onu bulmak zordur. Nadiren kullanılan süzgeçlerden köyde 4-5 tane anca vardır. Sana lazım olduğu gün bir başkasına da gerekiyorsa sıkıntı burada başlar. Zorbela ayarlanan süzgecin son kontrollerini yapmak hep bize düşerdi. Bir önceki süzme görevinde yoğun buğday suyunun kuruması sonucu tıkanan delikleri açmak gerekir. Zor bir iş değil; lakin ille de yapılması gerekiyor. Elimizdeki ince mıkları o delikten bu deliğe sokuşturarak kendi aramızda yarışırdık.

    Süzgeçten alınacak buğdaylar doğrudan sergiye dökülecek ya, işte bunun için haba lazım. Her evde mutlaka bulunan kalın kendir habalar bu iş için en iyisidir. Rüzgarın etkisiyle filan kenarları kalkmaz, o kadar ağırdır. Eksik haba varsa tamamlanması gerekir. Kendir haba yoksa çapıt habalar hatta geri çadırlar da iş görür.

    Kazanların altındaki ateş için ocak altının hazırlanması da lazımdır. Bunun için toprağı biraz kazmak gerekebilir. Sonra da kenarları taşlarla yükseltilerek ocak hazır hale getirilir. Nispeten ağır olan işin bu kısmında erkeklerden yardım alınır.

    Su kaynağına yakın bir yerde değilseniz, bulgur kaynatmak için bol miktarda su taşımanız gerekir. Bunun tedbirini de önceden almalı, fıçılarla suyu hazır etmelidir. Evlerde şebeke suyu olsa bile bulgur kaynatma genelde köyden uzakta açık alanda yapılır. Harmanyerleri...

    Ocaklar ateşlenir, kazana buğday salınır. Artık yapılacak şey beklemektir. Fokurdamaya başlamadan önce varsa taze misir gumdakları atılır. Bunda ısrarcı olan çocuklardır. Gölle kazanında haşlanmış taze mısır yemeyene bu ısrarın hikmeti anlatılamaz.

    Pişen kazanlardaki göllenin süzgece alınma vakti gelmiştir. Uzun sapından kepçe tutar gibi tutulan temiz dığanlar, kazanlara daldırılıp çıkarılır. Süzülürken soğusun diye süzgeçteki gölleye bir yandan da soğuk su dökülür. Süzgecin altı göl olur. Bu tehlikeli su birikintisinin üstü kabuk bağladığı için soğuması yavaştır. Kazara basılırsa ayak yanabilir.

    İşin bu aşamasında, yani gölle çıkarılıp süzülürken sağdan soldan elinde taslarla çocuklar görünmeye başlar. Bunlar gölleden payını isteyen çocuklardır, genelde anaları tarafından gönderilmişlerdir. Hiç bir tas boş yollanmaz, işin bu ikram kısmı da hesaplanmıştır. Çerez gibi yenilebilen gölle hem lezzetli hem de doyurucudur. Henüz bulgur olmamıştır; ama bulgur lezzeti yakalanmıştır çünkü. Tasların sahibi her kimse, onlar kaynatırken sen de bir tas gölle yersin. Böyledir bu işler.

    Süzülerek suyundan arınan ve birazcık soğuyan gölle bakırcalarla sergiye taşınır. Bu da bizim işimizdir. Eğlencenin tadını kaçırmadan, ufak tefek kazalara meydan vermeden ve hepsinden önemlisi sergi habalarını kirletmeden belli aralıklarla bakırcaları dökerdik. Minik tepecikler çok aralıklı olursa sergiyi yayanın uyarısıyla sıkılaştırırdık. 

    Sergi yayma avuç içiyle yapılır. El otomatiğe bağlanır, denenin her sığeşlenişinde kalınlık ayarını bulur. Sergiye baksan, dene üzerinde el izinden başka bir pürüz göremezsin. Bir kadın sergiden çıkmaz, sürekli karıştırır. Her karıştırmada el izlerinin sadece yeri değişir. Ne kadar çok karıştırılırsa dene o kadar çabuk kurur.

    Kuruduysa o artık gölle değildir.


12 Eylül 2021

Eylül Oyuncağı: Günaşık Arabası

    Her parçası günaşıktan yapıldığı için biz buna günaşık arabası diyoruz. Böyle bir isimlendirme duymuş da değilim, gelvelakin burada tanıtacağım şeyi başka türlü anlatamam. Çocukluğumuzda yaptığımız gibi "araba" deyip geçsem yine olmaz, çeşit çeşit araba var. Hatta yeni öğrendim, bizden önceki nesil haşeş arabası yaparmış. Herhalde gapçıklarını teker, saplarını da dingil ve ok olarak kullanıyorlardı. Bu kadar geniş aralıktaki araba çeşitliliğinde ayırdedici olması için günaşık arabası diyeceğiz.

    Eylül oyuncağı olduğu doğrudur. Günaşık harmanıyla sınırlı bir oyuncaktır. Belki sezon sonunda yapılan arabaları saymamak bile gerekebilir. İyice kurumuş olur malzemeler, görüntüsünden sürüşüne kadar cazibesini kaybeder günaşık arabası. Biraz da ondan bıkmış olurduk; yeteri kadar oynamış, hevesimizi almışızdır. Bir yıl sonra tekrar buluşana kadar ayrılığına katlanabiliriz. Belki de okullar açılmış olduğundan ona fazla zaman ayıramayız, gözden düşmüşlüğünün sebebi budur. Her ne sebeple olursa olsun onun sokaklarda bize yol arkadaşlığı taş çatlasa bir aydır. Eylül sonunda hayatımızdan çıkardı.

    Basit bir oyuncaktır günaşık arabası. Ok, dingil ve tekerlerden oluşur. Ok ve dingil günaşık kökünden, tekerler ise kellelerdendir. Bu malzemelerin tamamının göklüğünü üzerinden atıp sararmaya başlamış günaşıktan yapılmasına dikkat edilmelidir. Günaşık gök yeşil ise teker olacak kelleler tam sertleşip düzlenmemiştir. Kökler ise özellikle alt kısım kemikleşmemiştir. Dokular yumuşaktır, araba dayanıklı olmaz. İşte bu yüzden Eylül oyuncağı dedim; Eylül boyunca süren günaşık harmanı dönemi, malzemeler aranan kıvamdadır.

    Kalın köklerden birini yol. Dipteki pülçüklü kök ile uçtaki kellenin kıvrımlı kısmını kes at. Sana bir metreden az uzun bir sap kalacak. Bu arabanın okudur, yaprak bağlantı budaklarını bıçakla al, ok yalabık olsun. Bıçak keskin olacak, artık bunu unutmuyoruz. O keskin bıçakla okun kalın ucunun 1-2 parmak yukarısından bir delik açacağız. Enlemesine dingilin geçeceği bu deliği açmak zor değil; fakat dikkatli olmak gerekir. Büyük delik dingil yatağında gevşekliğe sebep olacağından araba sürüşü düzgün olmaz. Dingil sürekli sağa sola döner. Ayrıca geniş delik demek, gerektiğinde dingil ve tekerleri taşıyacak sağlamlıktan yoksunluk demektir. Delik genişledikçe okun yük taşıma kabiliyeti zayıflar. Kemikleşmiş kabuk kesilip alındıktan sonra, içerideki mat beyaz süngerimsi yumuşak dokuyu almak çocuk oyuncağıdır.

    Ok hazır kenarda beklerken dingili ayarlayabilirsin. En basiti de dingil zaten. Oktan daha ince bir kök olacağı kesin. Haddinden fazla ince olursa üzerine takılacak tekerleri taşıyamaz, yok çok kalın olursa da ok deliğinden geçemez. Uygun bir kalınlık belirledikten sonra 30 santim kadar kes, dingilin de hazır.

    Sıra tekerlere geldiğinde en dikkat etmen gereken bölümdesin demektir. Kellelerin deneli olması iyidir, çiylenmiş gapcıklar iyice kendinden geçmiştir, onlara bakma sen. Bazı kelleler dışa doğru bürtlemiş olur, onlar işine yaramaz. Sana sırtı ve yüzüyle düzgün kelleler lazım. Aynı büyüklükte olmalarına dikkat ederek 6-8 tane ayarla. İdeal olanı, dingile üçerden 6 teker takmaktır. Ucu sivri, sert bir kazıkla kelleleri tam göbeklerinden del. 

    Dingili al eline. Keskin bıçağınla üzerine dört delik açacaksın. İki delik arası, planladığın kadar teker sır sırta sığacak mesafede olmalı. Dingilin en ucundaki deliğe çivi kalınlığında bir kuru çubuk çak ve göbeği delik tekerleri geçirip bu çubuğa yasla. Sonra İkinci deliğe de çubuk çakarak tekerleri dingile sabitle. Çubuklar bijon vazifesi görüyor yani. Dingilin bir tarafı tamamlandı. Boş tarafını ok deliğinden geçir ve çubuklar yardımıyla diğer tekerleri de dingile sabitle. Tekerlerin çubukla temas edenlerinin yani dış tekerlerin deneli yüzü çubuğa yaslansın. Sırtındaki yumuşak doku çubuğa yaslanırsa sıkışma sağlanamaz. Teker dağılır gider. 

    Günaşık arabası hazır. Toprak yollarda sürdükçe tekerler birbirine yapışır, araba biçimini bulur, güzelleşir. Yalnız ömrü kısadır. Bir iki günde sıkılığını sağlamlığını kaybeder, kırılır. Üzülmeyip yenisini yapacaksın, köküne gıran mı girdi. Ama ben üzülürdüm. Akşamdan duvara dayadığın arabayı sabah parçalanmış olarak bulduğunda ister istemez üzülüyorsun. Mal maşat avluda, bir de onlar duvar kenarına parkedilmiş şeyi araba olarak görmüyor ki. İnekler tekerlerine, eşekler ise dingille okuna bayılırlardı.

    Günaşık harmanı sonuna kadar 3-5 defa araba yapmışlığım vardır. Başarılı olamadım ama; çift dingillisini bile denedim. Bu konuda benden beter fantazi hastaları vardı. Koca bir günaşık kellesini direksiyon gibi oka takıp hem çitleyen hem çevirenini mi ararsın; çift ok deneyip her birine dikiz aynası takanını mı...