18 Eylül 2021

Añıdini

    Okumayı sökmeye başladığım günlerdeydik. Aralık ayı gibi olmalı zira yerler karlıydı. Bir gün teneffüste, elimde bir kazık bahçede oynarken karlar üstüne adımı yazdım. Fişlerden filan ezberlemiş olmalıydım. Arkadaşımın adını da yazdım, olabilir dedik. Sonra başkalarının adı filan derken, şaka maka yazabildiğimi farkettim. Şunu da yaz, bunu da yaz derken, söylenen her şeyi yazıyordum. Herkes aklına gelen en zor ve uzun kelimeyi söylüyor, ben kar üstüne yazıyordum. 

    Üst sınıflardan büyük bir çocuk geldi, uzaktan bizi izliyormuş meğer; "Hadi Añıdini yaz da görem!" dedi. Tekraren ama bu sefer heceleyerek "A-ñı-di-ni" diye tutturdu. "ñı" yı özellikle vurguluyordu. Tutuldum kaldım. Değişik bir harf olan "ñ"yi tanımama daha 10 yıldan fazla vardı. Sonraları Añıdini de yazdım, Buñar da... 

    Lakin o karlı kış gününde bir türlü yazamadığım Añıdini kafamı hep kurcaladı. Añıdini ne demekti? Olsa olsa "" veya "gırañ" kelimesiyle alakalı bir yakıştırmadır, diyerek konuyu kapatmıştım.

    Şimdilerde Eğret ile ilgili Şeriyye Sicillerine bakıyorum, mahkeme kayıtları yani. 120 yıl kadar önceki bir tereke davasında dikkatimi çekti. 

    Olayın özeti şu: İki kardeşten küçük olanı Kütahya'ya yerleşiyor. Babası öldükten bir süre sonra abisi vefat ediyor. Bu da bir vakit sonra Afyon'a giderek avukat tutup dava açıyor. Babasından kalan tarla ve evlerin listesini yaparak bunların yarısının kendi hissesi olduğunu belirtip mal paylaşımının yapılmasını istiyor. Tarlaların listesi:

            Mevkii                    Dönüm

            Yayla Yolu                   6 
            Seki Altı                      4
            Tekke Toprağı             4
            Ulu Yol                        2
            İn Üstü                        3
            Yataklar                       3
            Çadır Ayak                10
            Fasıl Hüyük               30
            Angıt İni                     30
            Köprü Başı                  9
            Bük                              2

    120 yıl önce Eğret'teki mevki isimlerinin hemen hemen aynı olduğunu gösteriyor bu liste. "Köprü Başı" dışında bana yabancı gelen bir yer yok. Seki Altı, Sekiyurt; Tekke Toprağı, Tekkeyeri; İn Üstü, İnneñüsdü; Angıt İniAñıdini olmuş. Değişiklik bu kadar işte...

    Benim bir türlü anlam veremediğim Añıdini'nin ise "añ" ile "gırañ" ile hiç alakası yokmuş. Öğrenmenin yaşı yok.

    ...

    Yaşı da yok, sınırı da... Türkmenistanlı akademisyen, şimdilerde ise İran Türkmen Sahra'da yaşayan Oğulmaya SemizadeAñıdini'nin bu macerasını duyunca meseleyi kökten çözücü açıklamayı yapmış: "Bizde tarla sınırına 'añ' derler; añı görünür hale getirmek için oluşturulan tümsekler de 'diñ'dir. Genel olarak bunun adı 'añ diñi' oluyor."

    Şu durumda tekrar başa döndük; 'angıt ini' teorisini okuma yanlışı olarak kabul etmeliyiz. Mevkinin orijinal adı 'Añ diñi'dır; çok az bir değişiklikle bugün de öyle söyleniyor. Araya bin yıldan fazla bir süre ve binlerce kilometre girmesine rağmen bu kadar değişiklik normaldir...



17 Eylül 2021

Göce Tarhanası

     Çekildi, elendi, savruldu; ama göce ile işimiz bitmedi. Akdolma nedir ki, onun asıl zorlu görevi yeni başlıyor. 

    Anıtkaya'da tarhanaya "taharna" derler. Farklılık sadece söyleyişte değil, ürünün kendisindedir. Bizim taharnanın ana malzemesi göce-yoğurttur, bu yüzden göce taharnası deniyor. Hazırlanan göcenin büyük kısmı bunun için kullanılır.

    Tozundan ve küçük parçalarından arındırılan iri göce, yaz boyu kesede süzülüp neredeyse sıfır su haldeki yoğurda boca edilir. Bir hamur teknesinde bu karışım iyice yoğurulur, ta ki kabuksuz göce kırıklarının içine yoğurt nüfuz edebilsin. Yoğurma işleminin sonlarına doğru kurutulmuş minik kekik yapraklarıyla oğculanmış nane katılır. En sonunda da kurutulmuş kırmızı acı biber parçaları eklenerek taharna karma bitirilir. Çocuk kafası büyüklüğünde topak haline getirilip dinlenmeye bırakılır. Şu haliyle, kirli beyaz bir topun üzerinde gri-siyah minik benekler varmış gibi bir görüntü arzeder. Tabi bir de pek seyrek kızıl, büyük benekler.

    Bazıları taze karılmış tarhanadan alıp yemeyi pek sever. O lezzetli gölleden sonra böyle şeyler yemek bana pek akıllıca gelmezdi.

    Taharna garıldı amma henüz hazır değil. Kurutulması lazım. Teknedeki topaklar dinlendikten sonra ufalanarak bir yaygıya serilir. Bu tam ufalama değildir, ceviz büyüklüğünde küçük topeçler halinde olmasına dikkat edilir. Bilmiyorum; ama bunun da mantıklı bir sebebi vardır mutlaka. Güneşte 1 saat kadar bekletildikten sonra gölgeye alınır. Kurumaya kapalı alanda, güneşten uzakta devam edecektir. Gölgede tam kuruma günlerce süreceği için toz toprak karışmasın diye kapalı alana alınması tamam. Lakin asıl sebep bu değil, tarhanayı gölgede kurutmanın başka bir gerekçesi olmalı. Asırların tecrübesiyle pekişmiş bir işlem var ortada.

    Kurutulan tarhana bir keseye konulur. Bir yıl boyunca yenecek olan bu gıdayı saklamanın en uygun yolu böyle bulunmuş. Günümüzde bile tarhana bol bulunan poşete konulmuyor.

    Çaylı kahvaltı adetinin bilinmediği devirde sabah yiyeceği taharna çorbasıydı. Bir avuç taharna azıcık ıslatılıp yumuşaması beklenir sonra su ilave ederek ocağa konurdu. O tıkırdayıp karıştırıldıkça odayı dolduran kekik-nane kokusu arasında ben, havan içindeki birkaç çiye samırsağın üzerine tuz atar, döğeçle onları bir güzel benzetirdim. Araya sarımsak kokusunun da sıkıştırıldığı bulunmaz lezzete kaşık çalardık. Kendi çağından uzakta bugünleri yaşamak zorunda kalan bir ihtiyar "Taharniye ekmek doğrameyince garnım doymuyo" demişti.

    Bir yıl yetsin diye hazırlanır; ama genelde erken biter tarhana. O vakit göce-yoğurt ikilisiyle hemen "bi bişirimlik" taharna karılır. Karılır, ama artık onun adı tarhana değil "tooga"dır. "Toyga" diyenler de doğru söylüyor, doyurucudur çünkü. Kurutmaya vakit de lüzum da yoktur, taze taze pişirilir.


15 Eylül 2021

Bir Efsane, Bir Gerçek Ve Bir Şiir

    Öküzdili de denilen cönklerden bizim köyde bulunmamasından yakınmıştım. Sıradan insanların ilgilendikleri her konuda yazdıkları bu kitapların halk kültürüne kaynaklık ediyor olması önemli çünkü. Eski Eğret ile ilgili her bilgiye ihtiyacımız var. Şu durumda, bir cönk çıkagelse karşımıza ne güzel olurdu. Yakınmamın sebebi bu idi.

    Bugün bana bir yazı ulaştırıldı. Harika bir elyazısıyla kaleme alınmış. Gerçi cönk boyutunda değil, sadece iki sayfa ama; içerik olarak bir cönkte bulunması gereken her şey var. Samimi bir üslup, karşında bir muhatap varmış da onunla konuşurmuş gibi senli-benli ifadeler ve berrak bir dil. Bu yüzden hiç dokunmadan olduğu gibi vereceğim.

    Anıtkaya İblak Dağları hakkında birazcık da olsa bilgi vermek istiyorum. İblak Dağlarının esas Osmanlı tarihindeki ismi İlbulak Dağlarıdır. Biz kısaca İblak deyiveriz; “İblak”, “İlbulak” ikisi de aynı dağlardır. Okuyucum yanılgıya düşmesin deye bunu kaleme almak zorunda kaldım.

    Şimdi başlıca tarihi ve atalarımızdan duyduğumuz isimleri dağlarımızın şöyledir: Başta Resulbaba, doğusu ardıçlarla kaplıdır. Aşağıya doğru Küçükresul Tepesi, Alışlıkoyak, Güçükburun, Meşeliyatak Resulbaba mevkisi içindedir. Hemen batısında Almalı, onun alt kısmında Kirezlik yer almaktadır. Almalı’nın batısında Dombeyalanı, alt kısmında Koca Karanlıkdere ve Küçük Karanlıkdere yer almaktadır. Hemen onun batısında Kayraklı, üst kısmında Demirce, alt kısmında Yayla ve Yayladeresi uzar gider. Hemen onun batısında Şamlı, alt kısmında Mundarcaderesi yer almaktadır. Şamlı’nın batısında Terzigediği, onun alt kısmında Ballıkderesi yer almaktadır. Terzigediği’nin üst kısmında Yörük Mezarları mevcuttur. Onun batısında Kaşkaya, İncegeriş, Balaban yer almaktadır; yine hemen batısında Kuyuderesi yer almaktadır. Kuyuderesi’nin batısında Bahçecik, Kuşboku; alt kısmında Keçiyatakları yer almaktadır. Onun da batısında Evkaya bulunur; orada İblak (İlbulak) Dağları sona erer.

    Sayın okuyucum, bu dağlarda şöyle bir efsane anlatılır:
    Çobanın biri koyun güderimiş. İki taze köpeği varmış bir de yaşlı köpeği varmış. Tabi malum, yaşlandı mı horlanırsın ya, yaşlı köpeğe bakmazmış, öbürlerini çok severmiş. Derken bir gün yemek yimiş, yerden dişini kurcalamaya bir ot almış. Dişini kurcalarken kurt koyuna yaklaşmış. Çok sevdiği genç köpekleri demiş ki “Çabık bir tane al, yarısını sen ye yarısını da biz yiyelim.” demişler.  Koca yaşlı köpek de demiş ki “Yaklaşma! Bir dişim kalasıya uğraşır, sana burdan koyun vermem.” demiş. Çoban bu sesleri duyunca aklı başından gitmiş. Elindeki çöpü atmış, genç köpeklere vermiş sopayı. Bir de dinlemiş ki köpekler “Hav hav da hav hav! Hav hav da hav hav!”… “Heyvah!” demiş, elinden attığı çöpü günlerce aramış; fakat ne çare ki bulamamış.

    İşte sayın okuyucu, evsane de olsa böyle bir otun İblak Dağlarında olduğu rivayet olunuyor. Bu hikaye ile alakalı size bir gerçek anlatacağım
    Bizim Anıtkaya Kasabasında, çok yaşlı erkanıharb Hacı Çolak  isminde bir gazi var idi. Bu zat hemen hemen  üç dört harb geçirmiş; Yemen, Balkan, Çanakkale, İstiklal… Hiç soyunmadan bu harbleri görmüş geçirmiş. Yani şunu anlatmak istiyorum, kellesini alırsın da ağzından yalan alamassın. İşte bu zatın ağzından şahsen ben duydum. Bir kara koyunum vardı öldü, deyor; kafasını köpeklere çobanlar atmışlar. Köpekler kafayı kışlanın dip tarafına götürmüşler, deyor. Karanlıkta kışlaya girdim, aynı yıldız gibi bir şey parleyor. Vardım baktım, kara koyunun kafası söndü. Geri çıkıyon, bakıyon; koyunun dişleri yıldız gibi parleyor, deyor. Şunu anlatmak istiyorum: Çobanın dişini kurcaladığı o otu yiyen hayvanın dişleri o şekil parlarımış.

    İşte Türkiye’nin dağlarında çok ender görünen bu harikuledelik bu dağlarda mevcuttur.

 

                                               İBLAK DAĞLARIM

    Soğuk olur Almalı’nın suları                        Şamnı belin başı bana yurt olur
    Hasret çeker aşiretler burları                     Bu dağlarda aslan, tilki, kurt olur
    Mis kokulu bayırları, kırları                          Bu ayrılık bize yavuz dert olur
    Vefalıdır benim İblak Dağlarım                  Vefakardır benim İblak Dağlarım

    Uzar gider Kayraklı’nın ovası                      Terzigediği’nden aşar yolumuz
    Yükseğinde vardır şahin yuvası                 Yörük Mezarları hemen solumuz
    Deli gönül geçti gençlik havası                   Yeter artık dedi Ömer kulunuz
    Hayırlıdır benim İblak Dağlarım                 Çok hayırlıdır benim İblak Dağlarım

   

 Kahveci Ömer Onbaşı çok hoşsohbet biriydi. Yazı kabiliyetinin de aynı güçte olduğunu bilmiyordum. Keşke tecrübelerini bir cönkte toplasaydı. Allah rahmet etsin.

             

Bulgur Göce

     Kuruyunca göllelikten çıkan dene, bulgur olma yoluna girer. Bu meşakkatli bir yolculuk olacaktır. İşin zorluğu tabi ki kadınların omuzunda. Ancak buraya kadar anlattıklarıma bakılırsa dene de az işkence görmedi yani.

    Sergide kurutulan pişmiş deneye bulgur diyebiliriz artık. Sırada kabuklarının soyulması var. Deymende sürülerek soyulur kabuklar. Bu değirmene sürgü deymeni veya kısaca sürgü denir. At veya eşeğin döndürdüğü dikey bir değirmen taşıdır. Ortasındaki deliğe bağlı milin bir ucu hayvana diğer ucu ise değirmen zemini ortasındaki direğe sabitlenmiştir. Köyde belirli yerlerde bulunan bu sürgülerde nöbete girildiği olurdu. 

    Sürgü değirmeni şöyle çalışır: Taşın döndüğü hazneye bulgur doldurulup birazcık suyla ıslatılır. Kabuğun kolay soyulması içindir. Değirmenci hayvanı datderken, iş sahibi elindeki ağaç kürekle dışa taşan bulgurları hazneye iter. Yapılan iş bu kadardır. Yeteri kadar sürüp kabukların soyulduğu görülünce alınıp çuvallanır.

    Sürdürme sırasında ıslatıldığı için nemlenen bulgur tekrar kurutulmalıdır. Bu, önceki kurutma gibi uzun sürmez, elle karıştırma da istemez. Kurutmadaki amaçtan biri de savurmaktır. Kuruyan kabuklar savururken uçar, geriye halis bulgur kalır. 

    İş bitmedi tabi, henüz pilav yapılacak halde değil. Uzun sürecek sıkıcı bir süreç başlıyor. Ayıtlama... Kabuklarından kurtulduk; ama taş ve yabancı tohumlar bulgurun içinde duruyor. Onların tıpkı pirinç ayıklar gibi tek tek ayrılması gerekiyor, ayıtlama dediğimiz budur. Tablanın etrafına bu kez yemek için değil, bulgur ayıtlamak için oturulur. Ortaya yığılı bulgurdan parmaklarınla önüne çektiğin kadarına göz atar, temizse tabla altındaki kabın içine düşürürsün. Atıkların yeri, ortadaki bulgur yığınının tepesine yerleştirilen küçük tastır. Bir kaç kişi aynı yerde ayıtlayacaksa tabla başında yapılanı en uygunudur. Bireysel ayıklama ise bir tepsi içinde yapılabilir. Taşımak kolay olduğu için, kadın tepsisine doldurduğu bulguru alıp dışarı çıkabilir, komşusuna gidebilir. Dedikodu yapılırken pekala bulgur da ayıtlanabilir.

    Uzun süren ayıtlamadan sonra çekme işlemi vardır. Bulgur, bulgur olmuştur; lakin hala bütün tanelidir. Uygun ufaklıkta kırılması gerekir. Çekme dediğimiz, kırmanın Eğretçesi oluyor. Önceleri el deymeninde çekilirmiş. O zamanlar kadınlar daha fazla yorulurmuş tabi. Benim çocukluğumda elektrikle çalışan çekme makineleri vardı. İki un değirmeninde bu yarma deymeni denilen makinelerden bulunurdu. Onlardan başka birkaç yerde daha (Deli Yakıp'ta, Kel Alinin Halit'te vb) bunlardan vardı. Makine/deymenlerde kim ne kadar bulgur, ne kadar düyü çektirecekse çektirir, işine bakardı. 

    Düyü'nün ince bulgur olduğunu belirtme gereği duymadım. Madem öyle, ondan yapılan kötdü dolmasını anıp göceye geçelim. 

    Başa dönüyoruz. Hani deneyi yıkayıp kuruttuktan sonra bir kısmıyla gölle kaynatmıştık. Diğer kısmı bıraktığımız yerde öylece duruyor. Göcenin başına bulgurdaki gibi olmadık işler gelmeyecek. Kaynatma, kurutma yok. Bulgura ancak sürdürme ve çekdirmede arkadaşlık ediyor. Savurarak kabuğundan kurtulmak gerkli tabi.

    Göcenin hatırına da yoğurtlu akdolmayı anarak konuyu kapatalım. Yalnız, ta dene yıkamadan kötdü dolması ve akdolmaya gelene kadarki süreci yazmak bile benim üç günümü aldıysa, baştan sona kadınların omuzundaki bu işlerin ne kadar ağır olduğunu varın siz düşünün.


14 Eylül 2021

Gölle Kaynatma

    Yıkadıktan sonra kurutulan dene her zaman değirmene gitmez. Kurutulduktan sonra bambaşka işlemlerden geçirilir, un ne kadar gerekli bir ihtiyaçsa bulgur-göce de öyledir.

    Büyüklerimiz bulgur kaynatma derlerdi; biz çocukların dilinde hep "gölle"ydi. Ne sebeple olsun haşlanarak pişirilmiş buğdayın adıydı bu. Biz işin yeme kısmıyla ilgili olduğumuzdan, bulgurmuş düyüymüş düşünmezdik. Gölle aşşağı gölle yokarı...

    Gölle kaynatma hazırlığı, hazırlık değil başlı başlıbaşına bir iştir. Evvela düzen takan ayarlanmalıdır. Yılda bir gün yapılan bir iş için özel araçlara sahip olmak akıl karı olmayabilir. Tamamı olmasa da bir kısmı sende vardır, eksikleri de konu komşudan tamamlarsın. Temel gereçler; kazan, haba ve  süzgeçtir.

    Bir seferde kaynatıp işime bakayım dersen en az 5 kazan gerekir. Kazanları ocağa vurmadan önce mutlaka dışını çamurla sıvarlardı. Ateşin isi doğrudan kazanı kirletmesin de çamurda kalsın, işin sonunda temizlemesi kolay olur diye düşünüyorlardı herhalde. Başka bir sebebi var mıydı acaba?

    Temin edilmesi en zor şey süzgeçtir. Pişmiş buğdayın kazandan sonraki ilk durağı bu araç oluyor. Kıvamını bulmuş kaynama suyundan burada kurtulup nefesleniyor. Aslında basit bir araçtır. Dört yanında gurpları bulunan, tabanı delik tenekeden oluşmuş geniş bir tekne düşünün. Süzgeç budur. Kendisi basittir ama; onu bulmak zordur. Nadiren kullanılan süzgeçlerden köyde 4-5 tane anca vardır. Sana lazım olduğu gün bir başkasına da gerekiyorsa sıkıntı burada başlar. Zorbela ayarlanan süzgecin son kontrollerini yapmak hep bize düşerdi. Bir önceki süzme görevinde yoğun buğday suyunun kuruması sonucu tıkanan delikleri açmak gerekir. Zor bir iş değil; lakin ille de yapılması gerekiyor. Elimizdeki ince mıkları o delikten bu deliğe sokuşturarak kendi aramızda yarışırdık.

    Süzgeçten alınacak buğdaylar doğrudan sergiye dökülecek ya, işte bunun için haba lazım. Her evde mutlaka bulunan kalın kendir habalar bu iş için en iyisidir. Rüzgarın etkisiyle filan kenarları kalkmaz, o kadar ağırdır. Eksik haba varsa tamamlanması gerekir. Kendir haba yoksa çapıt habalar hatta geri çadırlar da iş görür.

    Kazanların altındaki ateş için ocak altının hazırlanması da lazımdır. Bunun için toprağı biraz kazmak gerekebilir. Sonra da kenarları taşlarla yükseltilerek ocak hazır hale getirilir. Nispeten ağır olan işin bu kısmında erkeklerden yardım alınır.

    Su kaynağına yakın bir yerde değilseniz, bulgur kaynatmak için bol miktarda su taşımanız gerekir. Bunun tedbirini de önceden almalı, fıçılarla suyu hazır etmelidir. Evlerde şebeke suyu olsa bile bulgur kaynatma genelde köyden uzakta açık alanda yapılır. Harmanyerleri...

    Ocaklar ateşlenir, kazana buğday salınır. Artık yapılacak şey beklemektir. Fokurdamaya başlamadan önce varsa taze misir gumdakları atılır. Bunda ısrarcı olan çocuklardır. Gölle kazanında haşlanmış taze mısır yemeyene bu ısrarın hikmeti anlatılamaz.

    Pişen kazanlardaki göllenin süzgece alınma vakti gelmiştir. Uzun sapından kepçe tutar gibi tutulan temiz dığanlar, kazanlara daldırılıp çıkarılır. Süzülürken soğusun diye süzgeçteki gölleye bir yandan da soğuk su dökülür. Süzgecin altı göl olur. Bu tehlikeli su birikintisinin üstü kabuk bağladığı için soğuması yavaştır. Kazara basılırsa ayak yanabilir.

    İşin bu aşamasında, yani gölle çıkarılıp süzülürken sağdan soldan elinde taslarla çocuklar görünmeye başlar. Bunlar gölleden payını isteyen çocuklardır, genelde anaları tarafından gönderilmişlerdir. Hiç bir tas boş yollanmaz, işin bu ikram kısmı da hesaplanmıştır. Çerez gibi yenilebilen gölle hem lezzetli hem de doyurucudur. Henüz bulgur olmamıştır; ama bulgur lezzeti yakalanmıştır çünkü. Tasların sahibi her kimse, onlar kaynatırken sen de bir tas gölle yersin. Böyledir bu işler.

    Süzülerek suyundan arınan ve birazcık soğuyan gölle bakırcalarla sergiye taşınır. Bu da bizim işimizdir. Eğlencenin tadını kaçırmadan, ufak tefek kazalara meydan vermeden ve hepsinden önemlisi sergi habalarını kirletmeden belli aralıklarla bakırcaları dökerdik. Minik tepecikler çok aralıklı olursa sergiyi yayanın uyarısıyla sıkılaştırırdık. 

    Sergi yayma avuç içiyle yapılır. El otomatiğe bağlanır, denenin her sığeşlenişinde kalınlık ayarını bulur. Sergiye baksan, dene üzerinde el izinden başka bir pürüz göremezsin. Bir kadın sergiden çıkmaz, sürekli karıştırır. Her karıştırmada el izlerinin sadece yeri değişir. Ne kadar çok karıştırılırsa dene o kadar çabuk kurur.

    Kuruduysa o artık gölle değildir.


12 Eylül 2021

Eylül Oyuncağı: Günaşık Arabası

    Her parçası günaşıktan yapıldığı için biz buna günaşık arabası diyoruz. Böyle bir isimlendirme duymuş da değilim, gelvelakin burada tanıtacağım şeyi başka türlü anlatamam. Çocukluğumuzda yaptığımız gibi "araba" deyip geçsem yine olmaz, çeşit çeşit araba var. Hatta yeni öğrendim, bizden önceki nesil haşeş arabası yaparmış. Herhalde gapçıklarını teker, saplarını da dingil ve ok olarak kullanıyorlardı. Bu kadar geniş aralıktaki araba çeşitliliğinde ayırdedici olması için günaşık arabası diyeceğiz.

    Eylül oyuncağı olduğu doğrudur. Günaşık harmanıyla sınırlı bir oyuncaktır. Belki sezon sonunda yapılan arabaları saymamak bile gerekebilir. İyice kurumuş olur malzemeler, görüntüsünden sürüşüne kadar cazibesini kaybeder günaşık arabası. Biraz da ondan bıkmış olurduk; yeteri kadar oynamış, hevesimizi almışızdır. Bir yıl sonra tekrar buluşana kadar ayrılığına katlanabiliriz. Belki de okullar açılmış olduğundan ona fazla zaman ayıramayız, gözden düşmüşlüğünün sebebi budur. Her ne sebeple olursa olsun onun sokaklarda bize yol arkadaşlığı taş çatlasa bir aydır. Eylül sonunda hayatımızdan çıkardı.

    Basit bir oyuncaktır günaşık arabası. Ok, dingil ve tekerlerden oluşur. Ok ve dingil günaşık kökünden, tekerler ise kellelerdendir. Bu malzemelerin tamamının göklüğünü üzerinden atıp sararmaya başlamış günaşıktan yapılmasına dikkat edilmelidir. Günaşık gök yeşil ise teker olacak kelleler tam sertleşip düzlenmemiştir. Kökler ise özellikle alt kısım kemikleşmemiştir. Dokular yumuşaktır, araba dayanıklı olmaz. İşte bu yüzden Eylül oyuncağı dedim; Eylül boyunca süren günaşık harmanı dönemi, malzemeler aranan kıvamdadır.

    Kalın köklerden birini yol. Dipteki pülçüklü kök ile uçtaki kellenin kıvrımlı kısmını kes at. Sana bir metreden az uzun bir sap kalacak. Bu arabanın okudur, yaprak bağlantı budaklarını bıçakla al, ok yalabık olsun. Bıçak keskin olacak, artık bunu unutmuyoruz. O keskin bıçakla okun kalın ucunun 1-2 parmak yukarısından bir delik açacağız. Enlemesine dingilin geçeceği bu deliği açmak zor değil; fakat dikkatli olmak gerekir. Büyük delik dingil yatağında gevşekliğe sebep olacağından araba sürüşü düzgün olmaz. Dingil sürekli sağa sola döner. Ayrıca geniş delik demek, gerektiğinde dingil ve tekerleri taşıyacak sağlamlıktan yoksunluk demektir. Delik genişledikçe okun yük taşıma kabiliyeti zayıflar. Kemikleşmiş kabuk kesilip alındıktan sonra, içerideki mat beyaz süngerimsi yumuşak dokuyu almak çocuk oyuncağıdır.

    Ok hazır kenarda beklerken dingili ayarlayabilirsin. En basiti de dingil zaten. Oktan daha ince bir kök olacağı kesin. Haddinden fazla ince olursa üzerine takılacak tekerleri taşıyamaz, yok çok kalın olursa da ok deliğinden geçemez. Uygun bir kalınlık belirledikten sonra 30 santim kadar kes, dingilin de hazır.

    Sıra tekerlere geldiğinde en dikkat etmen gereken bölümdesin demektir. Kellelerin deneli olması iyidir, çiylenmiş gapcıklar iyice kendinden geçmiştir, onlara bakma sen. Bazı kelleler dışa doğru bürtlemiş olur, onlar işine yaramaz. Sana sırtı ve yüzüyle düzgün kelleler lazım. Aynı büyüklükte olmalarına dikkat ederek 6-8 tane ayarla. İdeal olanı, dingile üçerden 6 teker takmaktır. Ucu sivri, sert bir kazıkla kelleleri tam göbeklerinden del. 

    Dingili al eline. Keskin bıçağınla üzerine dört delik açacaksın. İki delik arası, planladığın kadar teker sır sırta sığacak mesafede olmalı. Dingilin en ucundaki deliğe çivi kalınlığında bir kuru çubuk çak ve göbeği delik tekerleri geçirip bu çubuğa yasla. Sonra İkinci deliğe de çubuk çakarak tekerleri dingile sabitle. Çubuklar bijon vazifesi görüyor yani. Dingilin bir tarafı tamamlandı. Boş tarafını ok deliğinden geçir ve çubuklar yardımıyla diğer tekerleri de dingile sabitle. Tekerlerin çubukla temas edenlerinin yani dış tekerlerin deneli yüzü çubuğa yaslansın. Sırtındaki yumuşak doku çubuğa yaslanırsa sıkışma sağlanamaz. Teker dağılır gider. 

    Günaşık arabası hazır. Toprak yollarda sürdükçe tekerler birbirine yapışır, araba biçimini bulur, güzelleşir. Yalnız ömrü kısadır. Bir iki günde sıkılığını sağlamlığını kaybeder, kırılır. Üzülmeyip yenisini yapacaksın, köküne gıran mı girdi. Ama ben üzülürdüm. Akşamdan duvara dayadığın arabayı sabah parçalanmış olarak bulduğunda ister istemez üzülüyorsun. Mal maşat avluda, bir de onlar duvar kenarına parkedilmiş şeyi araba olarak görmüyor ki. İnekler tekerlerine, eşekler ise dingille okuna bayılırlardı.

    Günaşık harmanı sonuna kadar 3-5 defa araba yapmışlığım vardır. Başarılı olamadım ama; çift dingillisini bile denedim. Bu konuda benden beter fantazi hastaları vardı. Koca bir günaşık kellesini direksiyon gibi oka takıp hem çitleyen hem çevirenini mi ararsın; çift ok deneyip her birine dikiz aynası takanını mı...


10 Eylül 2021

Değirmen Macerası

    Süzülen suyuyla iz bırakarak bir açık alana (genelde o sıralarda boşalan harmanyerine) getirilen dene arabası sergiye boşaltılır. Denenin serilmiş halidir sergi. Rüzgarın kaldıramayacağı kendir habalar sergi için idealdir. yeteri kadar yoksa çapıt habalarla desteklersin. Maksat kısa sürede ıslak buğdayı tekrar kurutmak. Sergideki deneyi avuç içiyle karıştırarak alt-üst etmek kurumayı kolaylaştırır. Birkaç kez karıştırıldığında dene kurumuş olur. Serginin kuruması tam bir gündüz sürebilir.

    Asıl iş üyütmekte... Eğret deymen geçmişi konusunda çok zengin. 16. yüzyılda biri vakıfa ait olmak üzere 2 değirmen kaydı var. Tabi bunlar su değirmeni olduğuna göre, güçlü akan su kaynakları vardı demek oluyor. Bunlardan birinin Büzüğalinin Guyu yakınlarında olduğu, kalıntılarının hala gözlenebileceği söyleniyor. 

    Beş asır evvelki değirmenlerin bize bir faydası yok. Un temel ihtiyaç. En yakın değirmen Araplı'daymış. Çoğu kişiden oraya gidiş maceralarını dinledim. Bazılarını bir büyüğün yanına takar öylece gönderirlermiş. Çocuk öküzleri koşabilecek durumda bile değil. Bazen günlerce nöbet bekler, deymende yatarlarmış. Bir değirmenin kalıntısını uzaktan göstermişlerdi, hala duruyor mu hiç dikkat etmedim.

    Mazotla çalışan bir motora bağlı olarak, Bunarın karşısında şimdi Şavalın Fidanlık olarak bilinen yerde değirmen kurulmuş. Ne kadar çalıştı bilmiyorum. Bir de Demirci Salihin evin yerinde bir değirmen varmış. 

    Öncesindekiler rivayet olarak duyduklarım; benim aklım ereli köyde iki kişinin un deymeni vardı. Tatıresiller'de 2 tane ve Hatipler'deki ise tekti. Herhalde ikisi de köye elektriğin gelmesinden sonra kurulmuştur. 

    İki deymende de un üyütmüşlüğüm var. Daha doğru bir ifadeyle, bizimkiler un üyütmeye gittiğinde ben de yanlarına takıldım. Tatıresiller'in deymen ferah görünürdü bana. Koca bir bina iki değirmene tahsis edilmiş, her şey yerli yerinde karışıklık yok. Bir değirmenin doğal durumu sayılacak un bulaşığı bu tertibi bozamıyor. Beton zeminde bastığın yerde ayak izin çıkıyor. Hep merak ettim, acaba orayı burayı süpürüyorlar mıydı. Ben olsam süpürmezdim, nasılsa birkaç dakika sonra tekrar eski haline gelecek. Meraklı bakışlarla etrafı kolaçan ederken düşündüğüm sadece bu değildi. Sağlam kereste malzemeyle muhafazaya alınmış taşları görmezdik mesela ve ben bu görünmeyen koca taşların buğdayı nasıl ezdiğini merak ederdim. Bir yerlerde kapak filan vardır, açıp bakamaz mıyız ki? 

    En eğlenceli kısmı da her buğday döküşte ipe dizili ağaç fırıldaklardan birisini çekmekti. Ben öyle diyordum, ipin ucuna takıp havada döndürerek savurduğumuz oyuncağa benziyordu. Kenarlarında kertikler eksikti, o kadar. Dökülen buğday miktarını doğru saymak, sayılanı unutmamak için yapılmış basit bir düzenekti. Ağaç çubuğu çekmek eğlenceliydi; ama her un öğüttüğümüzde aklıma mutlaka şu gelirdi: Çubukları yanlışlıkla(!) ters tarafa çekersem ne olur. Bir çocuğun bu şeytanlığı düşüneceği kimsenin aklına gelmezdi herhal. Yalnız, çekilen çubuk sayısına göre deymencinin hak aldığını sonradan öğrendim. Benim şeytanlığım sadece sayıyı şaşırsınlar diye idi. Bu niyetimden dolayı davranışım masum kabul edilebilir bence.

    Üstte buğday dökülen hazne de ilginçti. Gücüm yetmediği için ben dökemezdim, ama iyi seyrediyordum. İki demir döküldüğünde haznenin içinde bir tepecik oluşurdu. Sarsıla sarsıla dönen taşlar buğdayı öğüttükçe yenisi oraya akar; haznedeki tepecik önce bayır olur sonra ovaya döner, az sonra da çukurlaşmaya başlardı. O manzarayı hiç kaçırmak istemezdim. Haznedeki buğday seviyesi düzleşince, birdenbire mal güderken keşfettiğim dombeycik yuvasına benzemeye başlardı. Bu böcek götün götün toprağa girdikten sonra yüzeyde huni ağzı gibi konik bir çukur oluşur. İşte değirmen haznesinde de gördüğüm buydu. Çukur büyüdüyse buğday eklemen gerekir ve sonra yine tekrar tepe oluşur. O tepe düzleşir, çukurlaşır... Tekrar tepe. 

    Haznedeki döngüyü orada bırakalım, aşağıda tekne var o da ilgi ister. Derindir tekneler ve taş seviyesinin altındadır. Hazneye döktüğümüz buğdaylar, öğütülünce bir oluktan buraya dökülür. Hani haznede oluşan dombeycik çukuru vardı ya, ha işte teknede o çukurun tersi oluşur, bir tepe yığılır. Bu tepe zaman zaman bozulup un alınmazsa oluğu tıkayıp akışı engelleyebilir. Biz de unu eşeleyip çekeceğimize, iki emek olmasın diye doğrudan talise doldururduk. Burada bana düşen iş çuvalın ağzını açmaktır. Bunun basit bir şey olduğunu sanma, doğru açmazsan un yere dökülebilir, bir kaç kürekten sonra silkeleyip unun çuvala yerleşmesi gerekir. Çuval açmak çok önemli çok. Kürek dedim, onu da açıklayayım. Bildiğin kürek işte; yalnız sapı kısa, 15-20 santim kadar. Sıcak unu çuvallamanın en pratik yolu olarak bunu görmüşler. Nasıl bir güce maruz kalıyorsa buğday, un olarak çıktığında el yakacak kadar sıcak oluyor.

    Unla dolu çuvalları bir yandan arabaya yüklemek en iyisi. Birisi sırtına kaldıracak, sen arabaya yürüyeceksin. Üstüm başım un olur diye telaşlanma, zaten oldu olacağı kadar. Bunu deymenden çıktığında farkedersin ancak.

    Hatiplerin deymene girildiğinde 7-8 basamak merdivenle iniliyordu, diye hatırlıyorum. Orada tek değirmen vardı ve merdivenlerden yukarı un taşımak daha zor oluyordu. Çalışma sistemi bakımından Tatıresil'inkiyle aynıydı.

    Un eve götürüldüğünde soğuması beklenir, daha sonra ağaçtan yapılan un ambarlarına basılırdı. Elle, yumrukla bastırılarak depilirdi iyice. 

    Macur'a fabrika yapılmış, dedi insanlar bir müddet oraya gittiler un öğütmeye. Kepeği alınmış oluyordu ve daha başka şeyler... Öğütmede sen emek harcamıyordun mesela, buğdayı verip un olarak alıyordun. Cazip geldi bu tür şeyler. Sonra köye fabrika yapıldı... 

    Tuhaf bir şekilde uzun süre bu fabrikalara "deymen" dendi. Fakat bu arada hikayesini anlattığım deymenlere ne oldu, hiç bir fikrim yok.


Çatallar-Çakallar

     651 Numaralı Şeriyye Sicilindeki bir karar kaydından yola çıkarak "Çakaloğlu İbrahim'in Terekesi"ni yazmıştım. Hemen sonra, 653 Numaralı ŞS'deki iki kararla ilgili olarak da "Çataloğlu İbrahim'in Yetimleri"ni... İlk sicildeki karar tarihi 1 Aralık 1917; ikinci defterdekiler 16 Mayıs 1919 ve 5 Mayıs 1920 idi. 

    "Ne kadar çok İbrahim varmış" diye kendi kendime söylendiğimi hatırlıyorum. O zaman farkedememişim; şimdi kayıtları kontrol ederken anladım ki 2,5 yıl içinde verilen kararların konusu ve kişileri aynı. Peki mesele ne? Şu: İlk defterdeki kararda ölen kişiden "Çakaloğlu İbrahim" diye söz edilirken; ikinci defterdekinin adı "Çataloğlu İbrahim" diye geçiyor. Arada 2,5 yıl olunca ister istemez farklı bir olay olarak yorumlamış olmalıyım. Beni bu yanlışa sürükleyen diğer bir etken de Eğret'te Çatallar ve Çakallar'ın bulunmasıdır.

    Kişiler aynı ise niye farklı kaydedildi? İki ihtimal var: Bir, defterdeki kayıtlar doğrudur; onları inceleyen farklı kişilerden birisinin okuması yanlıştır. İki, Defterlerden birisine katip yanlış yazmıştır. Yazma hatası veya okuma hatası, ortada sadece bir harf yanlışlığı var. Bu küçük hatayı büyüten, bizim köyde her iki isimde sülalenin bulunması. "Bir harften bişey olmaz" dememeli, her şey altüst oluyor.

    Neyse, İki defterdeki üç kararı birleştirerek olayı özetleyeyim. 

    Yahya oğlu İbrahim bir süre önce vefat etmiş. Mahkeme 1 Aralık 1917'de terekeyi ilan edip verese arasında taksim ediyor.  Bu taksimattan anlaşılıyor ki İbrahim'in önceden ölen eşi Hafize'den olan çocukları; Şerife, Atike, Mustafa, İsmail, Cemal ve Ömerdir. Bunlardan İsmail, Cemal ve Ömer üçü de askerdedir. İkinci eşi Ayşe'den olma çocukları ise haliyle küçük yaştalar: İbrahim ve Mehmet, bir de ana karnında henüz doğmamış kardeşleri var. Küçük çocukların ve askerdekilerin hisseleri Eytam Sandığında muhafazaya alınıyor. Bu arada iki yetimiyle başbaşa kalan Ayşe doğum yapınca yetim sayısı 3 oluyor. Taze çocuğun adını Mevlüt koyuyor. Mahkemeye müracatla geçim sıkıntısı çektiğini, çocuklarının Eytam Sandığındaki hisselerinin gelirinden nafaka bağlanmasını talep ediyor. 16 Mayıs 1919'da durumu incelemek için gelen heyetten ancak bir yıl sonra, 5 Mayıs 1920'de çocuklara aylık 300 kuruş nafaka bağlanıyor. Her çocuk için 100 kuruş. Nafaka miktarı konusunda bir fikir versin diye o yıllarda Eğret'teki hayvan fiyatlarını veriyorum. Bunları terekeden çıkardım.

                           Cinsi                     Adet                 Değeri (Kuruş)  

                 Kuzulu koyun                10                         14.200
                 Kısır koyun                    1                                700
                 Oğlaklı keçi                    1                                950
                 Erkek şişek                     2                             1.400
                 Erkek çepiş                     2                             1.200
                 Kancık çepiş                   2                             1.200
                 Buzağılı inek                  3                            15.000
                 Kancık merkep               1                              1.200
                 Beyaz öküz, çift              1                            20.000           
    Sonuç olarak kendi fikrimi yazayım: "Çakaloğlu" okuyuşu yanlış; yukarıdakilerin Çakallar'la alakası yok. Doğrusu ikinci okuma yani "Çataloğlu"dur. Çatallar veya daha geniş ifadeyle "Soylu"lardan bahsediyoruz.  


09 Eylül 2021

Dene Yıkama

    Akşama doğru Buñar'a gelmişlerdi. Dene yüklü arabanın başında onu bırakıp gittiler. Amaç arabanın sabaha kadar orada bekleyerek nöbet kapmasıydı. Tabi araba ve yükünün başına bir şey gelmemesi için birinin Buñar'da yatması gerekecekti. Kırda, harmanda gecelemişliği az değildi, alışıktı yani yıldızların altında uyumaya. Bu gece de onlardan birsi olacaktı. 
    Araba Buñar'ın gıblesindeki yamaya bırakılmıştı. Yanlarında nöbete girmiş başka arabalar da vardı. Her biri geri içinde dene yüklüydü. Bunlardan birinin sahibi Arabüseyin dedikleri bir ihtiyardı. Hemen epbap oldular. 
    - Yassıyı gılam yatam Amedim. 
    Görmüş geçirmiş biriydi Arabüseyin. Daha şimdiden ayazdan üşüyorlardı, sabaha karşı üzerlerine kırağı düşmeye başlayınca uyku tutmazdı zaten. Erken yatarlarsa o vakte kadar ne uyurlarsa kardı. Ekim ayındaydılar, şurda kışa ne kalmıştı, bir aydan daha az. Gerçi, kış Ağustos ortalarının gecesinde başlardı. Boşuna "Añıza basdıñ, gara basdıñ." dememişti eskiler. Kasıma kadar geceleri kış, gündüzleri yaz; Kasımdan itibaren her ikisi de kıştı. Hele Ekim geceleri bildiğin kış gecesidir, eksiği kar ise de bunu kırağıyla telafi eder.
    Dediği gibi ettiler. Arabalarındaki denenin üstüne kepineklere kapaklanıp büzüldüler. Bir iki he-ya deyip uykuyu beklediler. İkisi de bekledikleri uykunun ne zaman geldiğini hatırlayamadı. Derinlerden gelen ezan sesiyle uyandıklarında, kepeneğe rağmen üzerlerindeki kırağının donduruculuğunu hissettiler. Belli ki Yeşilcami'nin ezanıydı. Soğukta bir daha uyumaları mümkün değildi ama; kepenekten çıkmaya da cesaretleri yoktu.
    - Az daha uyuyam Amedim. 
    Uyuyamayacağının kendi de farkındaydı. Kepenekten çıkmayı mümkün olduğunca ertelemek istiyordu. Ayazda kalkmak bir yana bir de soğukta abdest almak vardı. Gerçi kaynak suyu olduğu için Buñar'ın suyu havadan daha ılık olurdu. Peki ya sonrası... Ayaz, "Vay sen ılık suyunan almışıñ apdesi, dokanmiyen saña." mı diyecekti. Bunları düşünürken, daha yakından bir başka ezan sesi yükseldi. Gocacamiydi. 
    - Yat bakam Amedim.
    Kepeneğin içinde de olsalar ayaz hissediliyordu. Bereket nefesleri telef olmuyor, ısınmalarını kolaylaştırıyordu. Buna rağmen üşümenin şiddeti, ısınmaktan daha fazlaydı. Artık savaş uyku ile uyanıklığın değil, ısınma ile üşümenin arasındaydı. Çok geçmedi, gür bir ezan sesi sabahın dinginliğinde sükuneti yırttı attı. Cumacamisi tamirde olduğuna göre bu gelen, Yenicamiden olmalıydı. Arabüseyin'in tepesi attı:
    - Galk Amedim galk, bunna bizi uyutmicek, namazımızı gılam heçolmassa! 

    1967 veya 68 yılında yaşanan bu olaydan yola çıkarak, "nedir bu dene yıkama meselesi ve nasıl uygulanır"ın ayrıntılı cevabını arayalım. 

    Harmandan kalktıktan sonra ilk iş yiygi dutma telaşıdır. Daha eski yıllarda harmandan kalkma Kasım'ı bulabildiği için o kadar beklenilmez, ilk çeç çıkarıldığında bir yandan dene yıkamaya bakılırmış. 70'lerde bu işler Eylül ayına yayılırdı, zira Ağustos sonu-Eylül başı harmandan kalkılmış olunurdu.

    Bir yıllık esas yiyeceği hazırlamanın Anıtkaya'daki adıdır yiygi dutma. Esas yiyecek ekmek olduğuna göre, onun hammaddesi un teminidir. Eksik söylemiş olmayayım, yıkanan dene yalnız un için değildir. Yıllık bulgur, düyü, göce, taharna da bu deneden ayrılacaktır. 

    Geleceği güvenceye alma telaşı denebilir buna. Yeteri kadar buğday değirmene varmadan önce temizlenmelidir. Hem harmanın tozuna toprağına bulanmıştır, hem de içinde hala çer çöp varsa  bunları ayıklamak lazımdır. Bunun en iyi yolu da deneyi yıkamaktır. Yıkama yoluyla buğdayın tozu toprağı suya karışır, akar gider; içindeki görünür görünmez taşlar tabana çöker; saman saçgı ve dış kabuğundan çıkamamış deneler de su yüzünde kaldığından, her atıktan usulünce temizlenir.

    Anıtkaya'da dene yıkama Buñar ve Omarcık Çeşmesinde yapılır. Nadiren başka çeşmelerde yıkandığı olursa da bu iki yer, şaşmaz dene yıkama alanıdır. Bir defa gür suya sahiptirler. Denenin aradığı budur işte, bol su. Sonra köye uzak değillerdir, ulaşım kolay olur; köy içinde değillerdir, kalabalığı sıkışıklığa meydan vermeden eritebilirler. Öyle ki hem Buñar'da hem de Omarcık'ta aynı anda hem dene yıkanabilir, hem kazan kurulup esbap yunur. Hatta bu arada bir köşede bulgur kaynatana rastlayabilirsin. Su bol, alan yeteri kadar geniştir. Bir de koşum hayvanlarını gütmek veya çakmak için her yer müsaittir. Karınları doyunca getirir bir de burada sularsın onları. Karmaşa çıkmadan bütün bu yükü iki mekan da kaldırabilir. Yıllardır böyledir bu.

    Yine de dene yıkama vakti geldiğinde nöbet gapmalısın. Deneyi bir gün önceden, en azından geceden oraya götürmezsen işin ertesi güne kalabilir. Bu durumda deneyi beklemek için birilerinin geceyi orada geçirmesi gerekecektir. Hava soğuk olur filan ama; kafa dengi birilerini bulursan eğlenceli vakit geçirirsin deneyi beklerken.

    Ertesi günü sıran geldiğinde deneni yıkarsın. Buñar'da yıkamak için geniş bir çadır lazım. Deli akan Buñar deresinin içinde, çadır kenarlarını taşlarla yükselterek basit bir havuz oluşturursun. Yukarıdan su serbest girecek fakat aşağıdan kontrollü akacak biçimde ayarlayacağın bu havuzun içine buğdayı dökersin. Karıştırdıkça tozdan arınır, taşlar tabana çöker ve gavız aşağıda ayarladığın oluk önündeki sepete dolar. Bir kaç kez karıştırdıktan sonra deneyi kürekle veya elle alır, arabada hazır geriye atarsın. Tabana yakın buğdayı alırken dikkat et; çünkü orada çöken küçük taşlar var, unutma. Gavızla doldukça sepeti de boşaltırsın. Bir de taşlarla yükselttiğin çadır kenarından denenin kaçmaması lazım, bu da önemli. Deneyi yıkamak budur. Bir kaç tur bu şekilde yapmak durumunda kalabilirsin, artık senin denenin çokluğuna kalmış. Buñar'da bu şekilde aynı anda iki kişi dene yıkayabilir.

    Buñar suyunun fazlalığı aksın diye üstten büzle yol verilmiş ve onun aktığı yere de iki ahar yapılmıştı. Burada da bir kişi dene yıkayabilir. O zaman aynı anda üç dene yıkanmış olurdu. Aharda dene yıkama daha basittir; çünkü havuz yapmaya gerek yok, aharın kendisi havuz. Yalnız öncesinde iyice temizlemek gerekir. Bu da kolaydır, çünkü aharın altında bir tahliye deliği bulunur. Yıkamadaki mantık aynıdır. Su dolu ahara buğdayı dök, karıştır. Hafif kirler üstten aksın, ağırlar tabana çöksün. Gavız aharın üstündeki akaçtaki kapta biriksin. Yıkama bitince deneyi al. Omarcık'taki yıkama da böyle aharda yıkamadır.

    Küçük sepetlerle arabadaki geriye alınan dene daha oradayken süzülmeye başlar. Dönüş yolu daha uzun sürer. Yük hacim olarak aynıdır; ama ıslandığı için ağırlık artmıştır. Artık gideceği yere kadar sicim gibi akan su yolda iz bırakır. Yol uzadıkça bu izler; çizgiden kesik çizgiye, ondan da ıslak noktalara dönüşür. Arabayı görmesen bile bu izleri takip ederek onun gittiği yeri bulabilirsin.

    Merak edenler için: Arapüseyin, Battal ve Kör Ömer (Eser)in babası; "Amedim" ise Berber Ahmet (Kabadayı)dır.


07 Eylül 2021

Kök Kesme

     Günaşıklar kesilirken bir yandan da onun köklerini yolup demetler halinde kurumaya bırakılmıştı. Harman işleri bitinceye kadar bunlar da tamamen kurumuş olur. Arada hala sarı-yeşil tondakiler çok da zarar vermez, "gurusun yatsın, işinin adı ne" diye onlar da eve götürülür.

    Kökleri alıp götürmenin iki ana sebebi vardır: Bir, büyük hacimli olduklarından pulluğa dokanır, tarlayı işleyemezsin; işlesen bile bahara kadar toprak bunları sindiremez, tarlayı bunlardan temizlemek gerekir. İki, her ne kadar ısı değeri düşük olsa da tandırda, guzinede tutuşturucu olarak iyidir. Hatta ardı ardına sobaya bunları tıkıp yakana bile rastlayabilirsin. Yaklaşık 20-30 günde bir "ekmeğedekenefırında da yakılabilirler. Kısaca günaşık kökü yakacak olarak da kullanılır.

    Eskiden köyde günaşık ekilmezmiş. Arpa buğday ekilir, seneye o tarla nadasa bırakılırmış. Öyle ki köy arazisi ikiye bölünür, bir kısmı ekin bir kısmı nadas olurmuş. Zamanla nadas tarafı boş durmasın diye bir iki günaşık ekmeyi deneyenler olmuş. Sonra hurra, nadas tamamen kalkmış. Artık arazide ekin ve günaşık tarafı var. Daha günaşık adeti çıkmadan, haşeş zamanlarında onun sapını da toplayıp tarlanın bir köşesinde yakarlarmış. Cıv denilen bu sapların ısı değeri sıfır. Günaşık kökünü de eve götürmeyip tarlada yakanlar vardı. Sırf ısı vermediği için ona da cıv derlerdi. "Nerye gidiyon?.. Cıv getimeye." 

    Son dönemde yapılan binalarda dambeşlere kamış niyetine günaşık kökü atılıyordu. Dambeş; altta kiriş, onun üzerine döşme, onun üzerine mertek ve onun üzerine günaşık kökü şeklinde bir sıralamayla oluşurdu. Günaşık kökünün üstü de çorakla sıvanır, işlem tamamlanırdı.

    Bütün bu yararlılıklarının hiç birini aklımıza getirmeksizin, kırdan kök getirmek bize hep kizdirici bir iş gibi görünmüştür. Bir kaç gün sonra okulların açılacak olmasının bu psikolojide etkisi mutlaka vardı. Daha günaşık harmanda iken bu sıkıntı başlardı. Henüz başlamayan bir şeyin bungunluğunu içinde yaşamak gibi ağır bir durum yoktur. İyi-kötü başladıktan sonra o sıkıntı geçer. Bu yaşa geldik, her yeni süreç öncesinde aynı sıkıntıyı çekerim. İşte kök getirme hep böyle sıkıntılı döneme denk gelirdi.

    Sen günaşığı kesip tarladan çıkınca hemen koyun kuzu girer. İster istemez yayılırken senin kök demetlerini de dağıtırlar. Bişey olmaz, dağıttıkları için köklerin kurumasını hızlandırmışlardır. İki ayak darbesiyle yığını eski haline getirir doğru arabaya atarsın. Saman tahtaları gereksizdir; ama o boyda yükselti gerekir ki bunu iki yana dayayacağın dört sırıkla sağlarsın. Sırık almayı unuttuysan, kalın ve yaş köklerden tahta arasına sokarak aynı faydayı sağlayabilirsin. Arabaya yükleme sırasında kök uzunluğuna göre 2-3-4 sıra halinde dizilmesine özen göster. Hep uzunlamasına atacaksın. Sap çekerkenki gibi birinin arabanın üstünde yardımcı olmasında fayda var. İş bitince urgan çek, tamamdır. Yalnız sen sen ol, cıv getirmeye giderken kısa kollu gömlek giyme. Kök üzerindeki beyaz tüyler yakar, yaprak bağlantı budakları yırtar; kolları bunlardan korumak gerekir. Köke giderken en dikkat ettiğim şeyi yazmasam olmazdı.

    Yakacak olarak kullanacağın, sobaya guzineye atacağın kökleri, ocağa sığacak büyüklükte küçültmelisin. Yeteri kadar küçük çubuklar halinde odunluğa atarsan kışın rahat edersin. İşte bu işin adı kök kesmedir. Eylül sonu, Ekim başı gibi sokaklarda takırtı dinelir kalır. Bir elinde târa, diğerinde kök, kütüğün üstünde kök doğrar insanlar. Eller otomatikleşmiştir, kök 25-30 santim uzatıldığında târa tutan el kökün böğrüne iner. Alttaki kütüğün cinsi ve ebadına göre değişik sesler çıkar. Takıdık tukuduk, takıdık tukuduk...

    Okuldan döndüğümüzde bizi karşılayan bu ses olurdu. Oyun oynamak yerine kesilen kökleri taşımak zorunda kalmak... Off!


06 Eylül 2021

Günaşığı Harmanı

    Eski harmanlar Kasım'a kadar sürse de bizim çocukluğumuzun harmanları Ağustos'ta sona ererdi. Eylül'e gelindiğinde harmanyerlerinde sadece tınaslar kalır, onları da yavaş yavaş çekiliyor olurdu. Artık sahne yani harmanyeri günaşığınındır.

    Günaşık harmanı tabiri mekanla ilgili değil daha çok zamanla alakadardır. Olay arpa buğdaydan boşalan harmanyerlerinde geçer; ama bu, günaşığı mahsulünün kaldırılması sürecidir. Başka bir deyişle günaşık harmanı, bildiğin ayçiçeği hasadıdır.

    Harman, günaşık kesmeyle başlar ve bunun vakti Eylül başıdır. Şenlik dolayısıyla erken kesilebilir; fakat bu zorunluluktan kaynaklanan bireysel bir durumdur. Asıl iş başlangıcı olarak ille de vakti beklenir. Ekilme zamanı , çapalar, iklim şartları, arazi yapısı gibi etkenlerden olsa gerek, başlangıç olarak Eylül ayı hiç şaşmaz. Böylece ayın ilk günlerinde başlayan günaşık harmanı, Eylül sonuna kadar sürer. 12 Eylül 1980 Cuma günü darbe haberini aldığımızda tarlada günaşık kesiyorduk. Sonraki günlerde, gece sokağa çıkma yasağı vardı ve biz "Harmanda yatarsak candırmalar götürür mü" endişesini yaşadık. Harman vakti hakkında bir fikir oluştu sanırım.

    Günaşığının ermesi beklenir. Temel belirleyici budur aslında. Erme belirtisi ise kellelerdeki uzun, sarı taç yaprakların kuruyup dökülmesi, kelle sırtının ağarıp yeşilden sarıya dönmesidir. Bu tam da kelleyi kesme zamanıdır çünkü deneyi almış, daha kuruma başlamamıştır. Kelle kurursa, her denenin ensesindeki özel çiçekler de kurur ve dökülür. Bunlar muhafız çiçeklerdir, yokluğunda dene korumasız kalır ve dökülmeye başlar. Bu duruma meydan vermemek için kesim vaktini iyi kollamak gerekir. Bir de kelle kurursa, çevresindeki kulakçık yapraklar da kurur, diken olur. Elle kesme işi zorlaşır. Bu yüzden de  kesim zamanı önemlidir. Kelle büyüklüğü standart olmaz; büyüğü de olur, küçüğü de. Büyükleri "galbır gibi", küçükleri ise "ayna gapağı" yakıştırması yapılır. Küçük kelleler daha çabuk kurur, büyüklerin kesilme vakti geldiğinde onlar büyük ihtimal takır takır olmuştur. Ele diken gibi batar; ama o kadarına katlanılır artık.

    Bu dönemde arabalara saman tahtası vurulur, tarladan harmana her seferde daha fazla günaşık taşınabilsin diye. Herkesin elinde bir keskin bıçak, diğer eliyle tuttuğu kelleyi kesip saman sepedine atar. Sele/saman sepeti dolunca arabaya boşaltılıp işe devam edilir. Bazen bir erkek hiç kesim yapmadan yalnız bu seleleri boşaltama işini anca yetiştirebilir. Araba dolduğunda harmana giderken diğerleri tarladaki kesim işine devam ederler. Bu kez kesilen kelleler belli noktalara yığın yapılır.  

    Kesim işi devam ederken bir yandan da kökler yolunu. Kök dediğimiz günaşığın sapıdır. Kelle kesilince topraktan alınan enerji köke kalacağından gelişimini sürdürüp sağlamlaşacak ve ilerde koparıp yolmak zorlaşacaktır. Kök yolmanın da tam zamanıdır. Yolunan köklerin cenazesi, bir kucak kadar demetler halinde öylece tarlada bırakılır.

    Harmanyerindeki hareketlilik daha farklıdır; kesilip buraya getirilen günaşığı kelleleri, kurumaya harmanda devam edecektir. Suyu çekilip dokuları gevşeyen kellelerdeki denelerin çiylenmesi kolaylaşır; fakat daha tarladan taşınma aşamasındayken harmanda bekleyen birileri vardır. Bunlar genelde evin ihtiyarlarıdır ve ellerine aldıkları yarım metrelik değneklerle nispeten  kuru kellelerin yüzüne sırtına vurarak deneleri dökerler. Çiğleme budur.

    Tarlada iş bitince herkes harmanda günaşık döymeye toplanır. Ellerdeki araçlar değişmiştir; değnekler, zopalar, dirgenler... Değneği söylemiştim, kelle dövülür. Dövülen kellenin gapçığı bir frizbi ustalığıyla kendilerine ayrılan yere fıydırılırken diğerine geçilir. Kelleler ne kadar çok darbe almışsa o kadar kolay çiylenir, bu yüzden önceden küçük yığınlar halinde pataklama yapılabilir. Zopa burada lazımdır. 1,5-2 metre uzunluğunda sağlam değnektir. Onun dayağını yiyen kelleleri silkeleyip elle bile çiğleyebilirsin. Dirgen, kürek, yabaltı vb. aletlerle kelleler yayılır, aktarılır; gapçıklar toplanır. 

    Bu hengamede bir yandan da ortaya çıkan dene kurumaya bırakılır. Ayrı sergilerde kuruyan deneler yığılıp savrulur, çalkanır. Gelecek yılın tohumu ve kış boyu çitleme için kelleler daha çiğlenmeden seçilerek ayrılır. Bu kellelerin kendisi ve denesi büyük olur. Ayrı dövülür, ayrı çiğlenir, ayrı kurutulur. 

    Anıtkaya'da "gara günaşık" ekilir. Küçük taneli, bol yağlıdır. Çizgili olanına "alaca günaşık" veya "dükgan günaşığı" denir. Pek ekilmezdi, siyah günaşık arasında tek tük çıkanlarını çok severdik.

    Beri yanda boş gapcıklar kurutulup kışın yakacak olarak kullanılırdı. Isı değeri yoktu; ama tandır ve guzinede iyi yanardı. Sonradan koyunlara yedirilmek için saman yapılıyordu. Koyun için çok yareyişli olduğu söyleniyordu.

    Dene eve sokulmadan hemen önce günaşık bekçileri, Gorma'nın belirlediği miktar ücret karşılığı olan günaşığını tahsil etmek üzere harmanyerlerini dolaşırlar. Onların hak toplaması harmanyerinde yapılırdı. 

    Günaşık harmanı serüvenine döyerbiçer çok keskin bir şekilde girdi. Önce harmanda yığılı günaşıkları biçere attık; dövme, çiğleme, pataklamalar bitti. Sonra sonra biçer tarlaya daldı, günaşık harmanı tamamen tükendi. Anlattıklarım 1970'lerde kaldı.


04 Eylül 2021

Harman Dayanışması

    Uzun bir süreç olan harman, her zaman planlanan hızda ilerlemeyebilir. Daha doğrusu, harmanın planlaması olmaz; sana bağlı olmayan dış etkenler nedeniyle süreçten ufak tefek sapmalar olabilir. Havanın durumuna göre işler sekteye uğrar, beklemek zorunda kalabilirsin. 

    Misal, harmanda ıraması ıslatmışsan bu sana 5-6 güne mal olabilir. Sapı yayıp aktaracaksın, kurutacaksın ohoo! Bir de sapın çoksa yandın. Tarlada desteleri ıslatırsan iş daha da çetrefilleşir; desteleri çevireceksin, kuruduktan sonra sap yüklemek iki kat zorlaşacak. Bu yüzden "harman davran" deniliyordu ya. Bu doğal aksaklıklardan kaynaklı iş yavaşlaması olağan şeylerdendir, herkes bu duruma hazırlıklıdır. Bir de harmandaki herkesi etkilediği için diğerlerinden geride kalma söz konusu değildir. Herkesin işi gecikmiştir. 

    Bazen de kişinin özel durumundan kaynaklı gecikmeler yaşanır. Ekin çokluğu, adam kıtlığı, hastalık, vesayit yetersizliği vb. sebeplerden ötürü geride kalır. Millet harmandan kalkmıştır ama; onun daha yığılı ıramasları vardır veya sapı kırda kalmıştır, çekilmesi gerekir. Böyle durumlarda davetsiz teklifsiz onun yardımına koşulur. Eskiden Kasım'a kadar harmanın devam ettiği düşünülürse, kar yağmadan bu adamın işi halledilmelidir. Adam oğluna der ki: "Falancanın sapı galmış, deleceyi indirmeden git de böyün bitirin.

    Harmanda şöyle durumlarla çokça karşılaşırsın mesela: Hava bozmuş, yağar gelen der, daha sürülecek üç harmanın var, sen bir çift öküzünü düğene koşmuş habire dolanırsın. Canın burnundadır. Derken komşun düğeni sırtlanmış harmanın birisine koydu, atları getirmeye gidiyor. Koştuktan sonra sıradan bir halmiş gibi bir türkü tutturup düğen sürmeye koyuluyor. Bir başka komşun da öküzlerini koşmuş diğer harmanı hallediyor. Sana hiç bir şey demeden, sen de onlara bir şey söylemeden olup bitiyor her şey. İçin rahatlayıverir.

    Bir başka manzara: Akşama doğru yel çıkmış. Sürülüp yığılmış birkaç harmanın var. Akşama kadar bunları savurmalısın. Yetiştirmen mümkün değil, sen ancak birini savurabilirsin. Sen telaşla tınasın üstündeyken, yabasını kapan harman komşularının diğer yığınlarda işe başladığını farketmiyorsun bile. Bir de bakmışsın, garannık gavışmadan hepsi savrulmuş. Ne düşünürsün?

    Harman döneminde karşılık beklemeksizin yapılan bu yardımlaşmalar, son dönemde moturlar çoğalıp patozların yaygınlaştığı yıllarda da bir müddet devam etti. Düğen sürülmedi de komşuya patoz ederken yardım edildi mesela. 

    Daha sonraki yıllarda iş öndüç etmeye döndü. "Sen bana işe geliver, ben de senin işinde bulunurum."...  Öndüç etmenin özü budur. Bunda hasbilik yoktur, karşılıklılık esasına dayanır; ama yine de bir yardımlaşma söz konusudur. Bu yöntem kadınların işlerinde daha çok uygulanır. Öndüç çapaya, yolmaya gitmek çok meşhurdu bir zaman. Bir de birbirinden öndüç bir şeyler alırlar. Ekmek bittiyse, "Gızım Aşaban'dan iki dene ekme geti, öndücümüş de!" denir, çocuk hemen "Ayşe Abla"sına koşardı. (Bundan anlıyoruz ki "öndüç" kelimesi "ödünç"ün Anıtkaya hali oluyor.)

    Öndüç deyince, Anıtkaya'da günümüz düğünlerindeki takı olayı aklıma geldi. Bir zamanlar yardımlaşma, dayanışmanın en güzel örneklerini yaşıyorken, şimdi "öndüç" kavramının düştüğü iğrenç duruma bak.