10 Ekim 2021

İpçorap

    Bugün giydiklerimize tireçorap derdik. Nadirattan şeylerdi ve biraz da statü göstergesi. Bunlardan bir çiftin varsa, topuğundan delindikçe annen yamar, sen giymeye devam ederdin. Yazın giyilirlerdi; ama biz koca yazı yalınayak geçirmeyi tercih ederdik.

    Yaz neyse de kış için mutlaka ip çorap örülürdü. Yün çoraba Anıtkaya'da böyle derler. Kar yere düşmeden herkes için mutlaka bir çift örülüp hazır edilirdi. Tabi bunu söylemesi kolay, halbuki uzun bir sürecin sonudur çorap örmek.

    Koyunlar gırkılınca yünler öylece bırakılmaz. Yapağı yağlıdır, üstünde koca bir yılın kiri vardır. Bunlardan temizlemenin yolu onu yıkamaktır. Bir çeşmenin son aharında veya en iyisi Buñar'da bir güzel yıkandıktan sonra kurutulur. Arasına saman saşgı girmişse ayıtlanır. Taranır. Bunun için özel, yerde sabit ve dikey duran taraklar vardı. 

    Sıra eğirmeye geldi. Temizlenmiş yünü bükerek ip haline getirmenin adıdır eğirmek. Bunun için özel ve güzel bir aparat geliştirmişler, asırların tecrübesiyle. Değişik biçim ve adlarla Türkiye'nin her yerinde var bu aletten. Bizdeki adı kirman.

    Enlemesine yay biçiminde oyulmuş iki ağaç. Biri böğründen delinmiş, öyle bir delik ki içinden diğer kambur kardeş geçecek büyüklükte. Kardeşler birbirine kenetlendiğinde, bu sefer dikey olarak ikisinin göbeğinden yeni bir delik açılmış. Bu seferki küçük, işte çapı en fazla 1 santim kadar filan. Bu delikten bir mil veya pim görevinde 20-25 santimlik bir çubuk geçecek. Kirman sapı denilir kendisine. Görevi; kambur kardeşleri birbirine bağlamak, aynı eksende dönmesini sağlamak, ucundaki kertik sayesinde yapağı ile ipe dönüşmüş kısmı birbirinden ayırmak ve yatay dört kanadın alt ve üstünde iki kanat daha oluşturarak ipin sarılmasını sağlamaktır. Görevinin karmaşıklığına bakmayın, basit ince bir değnek işte.

    Önceğinin iki ucunu beline sokarak basit bohça oluşturmuş, içine yapağı tıkmış. Aldığı bir parça yapağıyı koluna dolamış. Diğer eliyle döndürdüğü kirmanın uzantısıyla iki elinin parmaklarını kullanarak koldaki yapağıyı inceltip büküyor. Bu hareketin etkisiyle bilemedin 10 saniye dönen kirman ile belki bir karış ip oluşur. Sonra yine döndürülür, bir karış daha... Kirman sapının ucu yere değene kadar buna devam edilir. Kertikte düğümlenmiş ip çözülerek yeni elde edilen ip kirman kanatlarına sarılır. Kirman sapı yere değene kadar yine yün bükülür, sonra sarılır. Kirmanın yere uzaklığı ne kadar fazlaysa bir postada o kadar fazla ip bükülmüş olunur. Bu yüzden kirman eğiren ya ayakta duracak ya da seki gibi bir yere oturacak. Bu esnada fazla inceltilirse yapağı kopabilir, dert değil; kirman dönerken iki yapağı ucu birleştirilerek ustaca eklenmiş olur. Aynı ustalık, kirman sapının kertiğindeki düğümü başparmak ucuyla çözerken de görülebilir, ipi kirmana sararken de... Kirman şişmanladığında ip yumağını çıkarma vakti gelmiştir. Bunun için kirmanı bozmak gerekir. Önce sap alttan çekilerek çıkarılır. Diğerinin içinden geçen kıvrık kirman boşa çıkmış olur, onu da çekip çıkarırlar. Artık yumağı tek kirmandan çıkarmak kolaydır. 

    Kirman eğirmek budur işte. Aslında bunun belli bir vakti yoktur. Gırkımcılardan sonra iş evin ninesindedir. Yünü temizleme, ditme, eğirme işini kış gelmeden bitirmelidir. Artık torununu yanına alan nineler bir köşebaşında veya gocagapı altında yukarıda anlattığım manzarayı oluşturur. O kadar karmaşık işi otomatiğe bağlanmış elleriyle seri bir şekilde halleder. Bu arada hem dedikodusunu eder hem de torununu avutur.

    İpler hazır. Keskin dıgaklı 5 şiş ile çorap örme başlasın. Bunda da bir hüner var elbet. Burundan başlama, din sayısını belirleme, provalarla goncu dönme, seri bilek hareketleri, gıyılama ve bitiş. Usta bir örgücü, çiftini bitirmeden içi rahat etmeyendir.

    Çorap örerken kullanılan özel teknikler ve nakışları da demek lazım. Özellikle gonç dönemecinde başvurulan tekniğin adı ilgi çekici: "galdıragıyı-yatıragıyı"... Yatay ve dikey nakışlardan bahsedildiği hemen anlaşılıyor. Bir de biterken şerit şeklinde konulan lesdik yani çorap ağzı... Orada en çok kullanılan nakışın adı "suyolu"... 

    Çorap veya fanne... Örgü sırasında gelen gidenin uğursuzluğuna dair kadınlar arasında yaygın ve eğlenceli bir batıl inanç vardır. Buna göre sen örerken kapıdan ağırcanlı, yavaş biri girerse senin iş çok zor biter. Aksine, tetik, hızlı biri girdiğinde işinin nasıl bittiğini anlayamazsın. Bu yüzden birbirlerine takılırlar: "Galk gı, bi çıkıp gir de işim üresiñ..."

    Herkesin yıllık bir çift ipçorap hakkı vardır. İlk giyişte kaşıntı yapar; ama birkaç güne alışır, bir şey kalmaz. Fazla galgıdığımız için topuktan delinmeye başlardı bizim çoraplar. Zaten yün çabuk delinmeye meyyaldir. İkinci delinme yeri de başparmaktır. İlk fırsatta anneler, nineler; bu sefer tek şişle gözerler. Kış çıkana kadar delinme-gözeme birkaç kez tekrarlanır. Yedeği olmadığı için ipçorap yıkandığı pek nadirdir. 

    Bazı ihtiyarlar yaz kış ipçorap giyerlerdi. Dizkapağının üzerinden bağlayanlar da vardı. Onları gördüğümde 'bu sıcakta nasıl rahat ediyorlar' diye şaşırırdım. Meğer tire çoraplar gibi terletmezmiş ipçorap. Bir de insan bedeninden alışkanlık yaparmış yün. Kazak olsun, çorap olsun alıştırdıysan, sürekli onu istermiş. İhtiyarların ipçoraptan vazgeçmeme sebebi bu. Tabi sonradan öğrendik bütün bunları.

    Yemeninin içine giyiyorduk biz. Karda, buzda gayık kayarken ister istemez içi kar doluyor. Buz kırılıyor, suya banıyorsun; ayakların göl oluyor. Çocukluk işte, üşüdüğümüz için değil evden azar işitmemek için çorapları kurutmak isterdik. Bunu da anca fırında yapabilirsin. Kurutuyorum diye küle beleyenler mi ararsın, ucunu yakanlar mı. Bir keresinde ıslak çorapları fırın taşında unutup yalınayak köşe kapmacaya dalmıştık da çorapların fena halde kızardığını ancak kokusundan farkedebilmiştik. Ne günlerdi...

    Bütün bunlar, 500 çift çorabımızın olduğu bugünlerden kırk yıl kadar uzakta olup bitiyordu. Yapağının da, kirmanın da, ipçorabın da cenazesini kaldıralı çok oldu...



07 Ekim 2021

Yetimler

     
    Hacılar geniş bir sülale. "Azbay" soyadını taşıyan herkesi bu daireye katabiliriz. Resmi kayıtlarda Arzımanoğulları diye geçiyor; ama sülalenin varıp dayandığı "Arzıman" hakkında bir bilgi yok... Bununla beraber 1830 kayıtlarına göre Eğret'te üç Arzımanoğlu hanesi bulunuyordu. Bunlardan birinin uzantısı Kelahmetler ile Davılcıarifler; diğeri de Kelsalekler ile Çullular oluyor. Konumuzu teşkil eden üçüncü Arzımanoğludur...


     Kayıtlar tutulduğu sırada Arzımanoğlu Mehmet henüz bıyığı terlememiş bir delikanlı, daha 16 yaşında. Babası Mustafa vefat etmiş, ama annesi sağ; adı da Emine... Murat kızı Emine... (Emine Hanımın Aşşağılıların kızı olduğu tahmin ediliyor. Sonradan Murat isminin hem Takgaslar hem de Yetimlerde ortaya çıkmasının sebebi bu Murat kızı Emine'dir) Mehmet'in Nazike adında bir de kız kardeşi var; ama onun akıbeti bilinmiyor... 

    Arzımanoğlu Küçük Mehmet

    16 Yaşında evin reisi olarak, kaydın tutulduğu 1831 yılında büyük ihtimal evliydi...  Bir de orta boylu biri olarak tasvir edilmiş, o halde kendisine 'Küçükmehmet' denilmesinin sebebi boyu olamaz... 1815 Yılında doğduğunda dedesi Arzımanoğlu Mehmet de hayattaydı, iki Mehmet'i karıştırmamak için buna 'Küçükmehmet' dediler ve küçükken takılan bu lakap ölene kadar peşini bırakmadı... Küçükmehmet denmesine en mantıklı açıklama bu gibi duruyor... 

    Bütün bu bilgileri Arzımanoğlu Mehmet'in mirasının paylaştırıldığı mahkeme kararından öğreniyoruz. 1865 tarihli tereke kaydında kendisinden "Küçük Mehmet ibn-i Elhac Mustafa bin Mehmet" diye söz ediliyor. Mehmet'in oğlu Hacı Mustafa, onun da oğlu Küçük Mehmet, 1865'te vefat ediyor. Buna göre elli yaşında ölmüş oluyor. 

    Terekesinden biraz söz edersek; hemen her terekede olan ıvır zıvır ve hububattan başka, miras olarak bıraktığı hayvan varlığını söyleyelim: 5 kısrak, 2 buzağılı inek, 1 inek, 1 tosun, 1 düğe, 2 kancık eşek, 2 bir yaşında eşek, 1 çift koşum camızı, 3 öküz, 1 kancık camız, 1 camız düğesi, 5 kovan arı, 155 ana koyun, 32 erkek toklu, 35 ana keçi, 10 erkek-kancık oğlak, 4 koç... Küçük baş hayvanlar için bir 1 koyun ağılı olduğu da yazılmış... Ayrıca başka terekelerde rastlanmayan 2 takım urba da zikredilmeye değer... Bütün bunlardan, Küçükmehmetin varlıklı biri olduğu söylenebilir.

    Başa dönelim... Küçük Mehmet'in iki hanımı vardı: Mehmet kızı Hatice ve Abdullah kızı Fatma... Hatice Hanımın Çolömerlerden olduğuna dair bir söylenti var. Sanırım Selimler kastediliyor, çünkü o vakit henüz Çolömerler yoktu... Selimoğlu Hacı Ali'nin erken ölen Mehmet adında bir oğlu vardı, bu söylentiye göre Hatice onun kızı olmalı... Diğer eşi Fatma hakkında bilgi yoksa da onun Arzımanoğlu Abdullah kızı olduğu tahmin edilebilir.

    Çocuklarının hepsi de Hatice Hanımdan... Üçü kız üçü oğlan, altı çocuğun altısı da Hatice'nin çocukları... Yaş sırasına göre isimleri; Şerife, Mustafa, Ahmet, Satı, Murat ve Emine'dir... 1835 Doğumlu büyük kızı Şerife, Eğret'e yeni gelen Arapselim eşi oldu. Ortanca kızı, 1859 doğumlu Satı ise Deliveyis kardeşi Mustafa eşi oldu. (Deliveyis, Çapar Mehmet Dadak ile Hamdi Hocanın dedesi olur.)... Küçük kızı Emine 1864 yılında doğdu. Emine Hanım da Daldalların Ömerçavuş eşi oldu. Kipilmahmutun analığı, Haytanın kayınvalidesidir...

    Küçükmehmetin Mustafa, Ahmet ve Murat adındaki üç oğlunun incelemesiyle, Hacıların günümüze kadarki macerasını göreceğiz.

    1. HACI MUSTAFA

    Küçükmehmet, 1848 yılında doğan büyük oğluna babası Mustafa'nın adını verdi... Arzımanoğlu Mustafa da babası Küçükmehmet gibi iki hanımla evliydi. İlk eşi Hatice Hanım, Selimoğlu Ahmet kardeşiydi. Daha somut bir tarif gerekirse, Hatice Hanım Paşagızıların Egekemal ve Egehasanın dedelerinin kardeşi olur. Mustafa'nın anasının da Selimlerden olduğunu unutmayalım...

    İkinci eşini, ilk eşi Hatice'den üç kızı doğduktan sonra aldı. 1876'da Dudu, 1878'de Fadime ve 1890'da Hatice doğmuştu. Küçük kızına bu ismi vermesinin sebebi annesinin adı da Hatice olmasıdır... İkinci eşi ise Arzımanoğlu İdris'ten dul kalan Havva Hanımdır... Havva Hanımın yanında tay gelen Fatma, ileride emmioğlusu Davılcıarif eşi olacaktır...

    İkinci eşi Havva Hanımdan iki oğlu oldu; 1904 yılında Halil İbrahim ve 1908'de Halil... Oğlanlara geçmeden önce ablalarına geri dönelim; çünkü onların üçü de daha oğlan kardeşleri doğmadan gelin olmuşlardı. Büyük kızı Dudu, Ayanoğlu Osman eşi oldu; Hacıahmetlerin Sarışükrünün anası, Tuna Hüseyin Kayır'ın da ninesidir... Ortanca kızı Fatma, Hassönlerin Hacı Hasan (Hacı Efe) eşi oldu; Çilmahmutun anasıdır... Küçük kızı Hatice ise Hacellerden Mustafa eşi oldu; Hatice ile Mustafa hala-dayı çocuklarıdır, çünkü Mustafa, Satı Halasının oğludur. Eşi vefat edince abisi Hacının İbramın yanına geldi ve 1940 yılında orada vefat etti...

    Hacının İbram

    Bu arada Küçükmehmetin oğlu Mustafa Hacca gittikten sonra 'Hacı Mustafa' değil, kısaca 'Hacı' diye anılır olmuştu. Zaten sülaleye de Arzımanoğlular yerine Hacılar diyorlardı. Herkes Hacıydı çünkü... Dipdede, Hacı Mehmet; dede, Hacı Mustafa; baba, Küçükmehmet de Hacıydı... Sonradan küçük kardeşi de Hacı Murat olacak...

    Hacının küçük oğlu Halil, 1908 yılında doğdu. Bunu 20. yüzyıl başı nüfus kayıtlarından öğreniyoruz. Ne yazık ki Halil hakkında bugüne ulaşabilen başka bir bilgi bulunmuyor. Küçükken öldüğü anlaşılıyor.

    Büyük oğlu Halil İbrahim, kısaca İbrahim olarak bilinecek, ama kendisinden hep 'Hacının İbram' diye bahsedilecektir... Hacının İbram, Veyisler/Daldalların Hasan kızı Rabia ile evlendi. Jandarma Çavuşu Aydınlı Deli Mehmet ile bacanak oldular, çünkü O da Rabia'nın kardeşi Hatice ile evlenmişti... Neticede Hacının İbram ile Rabia Hanımın çocukları olmadı. Bu arada Rabia'nın kardeşi Hatice vefat edince öksüz kalan Ömer'i (Öksüz Ömer Acar) baktılar büyüttüler, hatta everdiler...

    Yıllar geçti, eşi Rabia Hanım vefat etti. Yalnız kalan Hacının İbram tekrar evlenmek istediyse de olmadı... Günahı boynuna, buna karınkardeşi Fatma'nın mani olduğu söyleniyor. Güya kardeşi öldüğünde malı mülkü eşi ve olursa çocuğuna kalırmış...

    1970'lerde bir gün, Mantar Osman Aliyelerin Odaya telaşla girdi. Evinde İbram Emmisinin tepki vermediğini, ölmüş olabileceğini söyledi. Bir kaç delikanlıyla birlikte varıp baktılar ki gerçekten ölü uzanmış yatıyor. Birden nefes almaya başladığı farkedildi, ölü dirilmişti. Yine de durumu kötüydü. Apağın dolmuşun arka koltuklarına yatırıp Afyon'a doktora götürdüler... Bu olaydan sonra Hacının İbram bir müddet daha yaşadı; ama iflah olmadı ve o kış, 6 Ocak 1974'te vefat etti. Mal varlığı ve bankadaki otuz bin lira kadar parası yeğenlerine kaldı... 

    2. AHMET

    Küçükmehmetin ortanca oğlu Ahmet, 1856 yılında doğdu. Babası öldüğünde 7 yaşındaydı. Ayanoğlu Ömer kızı Rahime (kütüke Halime) ile evlendi. Rahime Hanım, Patlak İbram ve Çete Mehmet'in halaları olur. Ayrıca Hacıların Ahmet bu evlilikle; Çatalların İbrahim, Tongulların Hasan ve İdirizlerin Hamsinci Mustafa ile bacanak oldular. 

    Rahime ile Ahmet'in 1904 yılında bir kızları oldu, adını Şerife koydular. Bu kızın evlilik kaydı bulunmuyor. Akıbeti hakkında da bir şey bulamadım... 

    Küçükmehmetin bu ortanca oğlu Ahmet 1934 yılında vefat etti. Eşi Rahime ise, kendisinden sekiz yıl sonra 1942'de öldü. Şerife'den başka çocukları olmadığı için bu defter de kapandı...


    3. HACI MURAT

    Arzımanoğlu Küçükmehmetin en küçük oğlu 1860 yılında doğdu. Ona anasının babası (yani dedesi) adı olan Murat ismini koydular. Hacca gittikten sonra kendisine 'Hacı Murat', ailesine de 'Hacımuratlar' denilecektir. 

    Hacımurat, Hacapdıramanlardan Ayşe ile evlendi. Tekelioğlu Hüseyin (yani Bilallerin dedesi) ile bacanak olurlar.

    Üçü oğlan ikisi kız, beş çocukları oldu. İsimleri; Emine, Mehmet, Şükrü, Osman, Hatice'dir... Büyük kızı, 1889 doğumlu Emine önce Hacıların  Arzımanoğlu Mustafa'ya vardı. (Bu Mustafa, Kelsaleğin emmisidir.) Mustafa Cihan Harbinde kalınca Emine Hanım, Mardakların Hasan'a varacak ve ileride Hatcamehmetin anası olacaktır... Küçük kızı Hatice 1897 yılında doğdu. O da Ayanoğlu Ahmet, yani Garahmet eşi olacaktır. Hatırlanacağı üzere Hacı Mustafa'nın kızı Dudu da Ayanoğlu Osman'a varmıştı. Yani iki emmi kızı elti oldular... 

    Hacımuratın 1896 doğumlu küçük oğlu Osman çok büyük bir ihtimalle 1. Dünya Savaşı şehitlerinden. Cihan harbi için "her evden en az bir şehit" dedikleri kadar var. Hele Çanakkale en yakın cephe olduğundan kayıtdışı bir sürü de gönüllü gidiyor. Ayrıca diğer cephelerdekileri de katarsak Eğret'ten 200'den fazla Cihan Harbi şehidi var.  Osman da onlardan biri sanırım... 

    1909 yılının Eğret Muhtarı olduğuna dair bir belgede Hacımuratın adı geçiyor. Kaç yıl bu görevi sürdürdü bilinmiyor; ama Muhtarlığı sırasında, sonradan yerine şimdiki Kuran Kursu yapılmış olan Hacıların Odayı Muhtar Odası olarak kullandığı hala anlatılıyor...  Şimdi Hacı Murat'ın diğer iki oğluna bakalım...

    Sağır Mehmet

    Hacımuratın büyük oğlu 1891 yılında doğdu. Dedesi Küçükmehmetin adını koydular, ama ona hep 'Sağır Mehmet' diyecekler...

    Sağırmehmetin üç evliliği var. Önce Ayanoğlu Hasan (Galgancılar) kızı Fadik ile evlendi. Fadik Hanımın annesi Garahmetlerden Ayanoğlu Halil kardeşi. Sağırmehmetin bir kardeşi ve bir emmi kızı da Ayanoğlu Halil çocuklarına gelin gitmiş; öncesinde Ahmet Emmisi Patlaklardan Rahime Hanım ile evlenmişti. Kısacası, Fadik Hanım ile evliliğinde Ayanoğulları ortak bağı söz konusudur... Fakat Fadik Hanımdan Sağırmehmetin hiç çocuğu olmadı...

    İkinci evliliğini Selimoğlu Ahmet kızı Ayşe ile yaptı. Ayşe Hanım Melezin kardeşi, Keçimehmetin halasıdır. Sağırmehmetin Hatice Ninesi Selimlerden olduğunu unutmayalım... Ayrıca bu evliliğiyle Eyüplerin Ahmetçavuş ve Çatalların Cemal (Boduoğlu babası) ile bacanak oldular. Çatallarla yine Ayanoğulları paydasında bir bağ zaten söz konusuydu... Bu akrabalıkların ötesinde Sağırmehmetin altı çocuğu da Ayşe Hanımdandır...

    Ayşe Hanım ile Sağırmehmetin üçü kız üçü oğlan, altı çocuğu oldu. Bunların isimleri; Fadime, Hacer, Ayşe, Murat, Osman ve İbrahim'dir... Ayşe Hanım 1945 Yılında vefat ettikten sonra Sağırmehmet üçüncü kez evlendi. Yalnız bu evliliği merhum eşinin küçük kardeşi Sendir (Fadime) ile oldu. Öksüz çocukların bakımıyla ilgili olduğu düşünülen bu evlilikten çocuk yok. Sendir Hanım da 1988 yılında vefat etti...

    Altı çocuğa tekrar dönecek olursak; 1908 yılında doğan büyük kızı Fadime, önce Tekelilerin Kadir'e vardı; ayrıldılar. Sonra Garacanın eşi oldu, ondan da ayrıldılar. Babasının evinde 1992'de vefat etti... Ortanca kızı Hacer, Hatiplerin Deliahmet eşidir... Küçük kızı Ayşe ise Takgasların Mehmet Hoca eşi oldu...

    Tülü Murat
    Sağırmehmet 1923'te doğan büyük oğluna, dedesi Hacımuratın adını koydu. Altı kuşak sonra bu adı taşıyan üçüncü nesildir... Torun Murat ölene kadar iki lakapla anıldı; 'Tek Murat' ve 'Tülü Murat'... 

    Tülümurat önce Delimamın Ali kızı Nazik ile evlendi, Halil adında bir oğlu olduktan sonra Nazik Hanım ile boşandılar. İkinci olarak Arapların Bezekinin kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım, yanında eski eşi Cavaların Mehmet'ten Hatice isimli kızı tay olarak gelmişti. 

    Yaşları kemale erince karı koca çocuklarını başgöz ettiler... Halil-Hatice çifti Afyon'a yerleşti ve orada bir kız üç oğulları oldu. Kızları Satı 1991 yılında vefat etti. Üç oğlunun büyüğü Murat, Gödeşlerin Ramazan kızı Sebile ile evlendi; Ahmet Enes, Feride ve Halil İbrahim adlarında üç çocuğu var... Ortanca oğlu Gökhan İsçehisarlı Fadime ile evlendi; Haticenur, Ayşenur, Fatmanur ve Elif Miray adlarında dört kızı var... Küçük oğlu Samet de Afyonlu Fatma ile evlidir... Tülümuratın Halil, 2023 yılında vefat etti, çocukları halen Afyon'da yaşıyorlar... 

    Bu arada Ayşe Hanımla Tekmuratın da Mehmet adını verecekleri bir oğulları oldu. O da malum olduğu üzere Sağırmehmetin adını taşır... Mehmet de erken dönemde Afyon'a yerleşti ve orada Anıtkaya dışından Hatice Hanımla evlendi. Murat Suat ve Büşra adlarında bir oğluyla bir kızı var. Büşra, Işıklar/Doğanlarlı bir beyle evli. Murat ise Seydilerli Sibel ile evlendi; Mehmet Aziz, Erol ve Ecrin adlarında üç çocuğu var...Tekmuratın Mehmet de çocukları ve torunlarıyla Afyon'da yaşıyor...

    Tekmurat ve eşi Ayşe Hanım, iki yıl arayla 2004 ve 2006'da arka arkaya vefat ettiler...


     Mantar Osman
     Sağırmehmetin ortanca oğluna Osman adını koymasının sebebi Cihan Harbinde şehit olan kardeşinin hatırasıdır... 1927 Yılında doğdu... Onun lakabı da 'Mantar Osman' idi. Neden böyle bir lakap takıldığı bilinmiyor; ama 'Mantaroğlu' zamanla bir marka haline geldi...

    Mantarosman Şaşdım Halil kızı Azime ile evlendi. Bakkallık yapmasına bir sebep, Şaşdımlarla bu bağı olabilir... Bir oğlu ve iki kızı oldu; 1955'te Mehmet, 1958'de Ayşe ve 1964'te Hülya doğdu. Kızlar Anıtkaya dışına gelin oldular. 

    Demirci/kaynakçı olan Mehmet ise işinde 'Mantaroğlu' adını kullandı. Halen Anıtkaya Sanayi esnafındandır. Dedesinin adını taşıyan Mehmet, Ayımevlüt kızı Şerife ile evlendi. Semra ve Kıvanç isimlerinde iki çocuğu oldu. Semra, Çolakların Mehmet Ali oğlu Ömer Kurt eşidir. Kıvanç ise, Daldalların Gocayörük oğlu Gümüş İbrahim kızıyla evlendi...

    Mantarosman 2013 yılında vefat etti. Şaşdımhalilin kızı olan eşi Azime Hanım, onun ölümünden sonra çok beklemedi ve 2016'da vefat etti...

    İbrahim Azbay
    Ve Sağırmehmetin küçük oğlu İbrahim 1936 yılında doğdu. Yenimısdığın kızı Sare ile evlendi. İbrahim'in de bir oğlu ve iki kızı oldu. Kızları Ayşe ve Ümmühan, Gağşakların Ali'nin iki oğluna vararak elti oldular... Oğlu Mehmet'e ise  'Gıytak' lakabı takıldı. Sakallının kızı Fatma ile evlenen Gıytak Mehmetin İbrahim ve Onur adında iki oğlu var...

    Sağırmehmetin üç oğlunda da birer Mehmet olduğunun altını çizelim. Manraosman ile İbrahim birer kızlarına Ayşe adını vermişler. Tülümurat'ın bir kızı olsaydı herhalde ona Ayşe ismini koyacaktı. Böylece 1950'de vefat eden babaları Sağırmehmet ile 1945'te ölen anaları Ayşe Hanımın adlarını yaşatmaktaki ısrarı saygıdeğer buluyorum...

    Şükrü

    Hacımuratın ortanca oğlu 1892 yılında doğdu, adını Şükrü koydular. Bir kişinin hısım akrabasının belirlenmesinde isimlendirmelerin önemini az çok biliyoruz. Çocuğa tesadüfen isim verilmiyor, insanların bu hususta dikkat ettikleri etmenler var... Şükrü ismi konulurken de genellikle şükür duygusundan hareket ediliyor. Lakin bir sülalede herhangi bir ismin yaygınlaşmasında her zaman bu ilk ortaya çıkış duygusu esas alınmıyor. Zamanla bir yakının hatırasını yaşatmak için onun adı çocuklara veriliyor... Yetimler-Takgaslar-Garahmetler bağı anlaşıldığına göre, üçünde de Şükrü adının varlığına ayrıca dikkat çekmek istedim...

    Şükrü'yü Hatiboğlu Mahmut kızı Sabire ile everdiler. Sabire Hanım, Mollosman ve Deliahmetin kardeşleridir. Bir kızları ve iki oğulları oldu Sabire ile Şükrü'nün... Muzaffere, Mevlüt ve Mahmut... Muzaffere, Sıntırların Ramazan eşi oldu... Oğlanlara bakacağız...

    İki oğluna geçmeden önce Şükrü defterini kapatalım... 1955 Yılında vefat etti... Ortalama bir insan kadar yaşamış yani... Biz zannederdik ki Şükrü genç yaşta vefat edince üç küçük çocuğu yetim kaldığı için onlara 'Yetimler' dediler... Oysa Hacımuratın Şükrü vefat ettiğinde küçük oğlu askerden gelmişti. Tamam, babası ölen biri yaşı kaç olursa olsun yetimdir; ama onlara Yetimler denmesinin sebebi babaları Şükrü'nün ölümü değilmiş. Dost meclisinde yapılan espri mahiyetinde 'yetim gibi' benzetmesinden sonra bunların lakabı öyle kalmış... Lafın tam burasında aklıma Arzımanoğlu Küçükmehmet geldi. Baban Hacı Mustafa erken ölüyor; annen ve bir kızkardeşinle kalakalıyorsun. Küçük omuzlarına kocaman yük biniyor ve adın Küçükmehmet kalıyor. Acaba diyorum, Yetimlerin bu lakabı bir asır önceki dedeleri Küçükmehmetten mi geliyor... İlk Yetim, Arzımanoğlu Küçükmehmet olamaz mı?..

    Yetimlerin Şükrü'nün hanımı, Hatipler kızı Sabire Hanım, eşinin ölümünden çok sonra 1980 yılında vefat etti...

    Goca Yetim
    Şükrü'nün 1929'da doğan büyük oğlu Mevlüt'e 'Goca Yetim' diyorlardı. Mollosmanın kızı Raike ile evlendi, eşiyle hala-dayı çocukları oluyorlar... Yedi çocukları oldu, bunların biri oğlan. İsimleri; Hüsniye, Ayşe, Necati, Hüsniye, Şükran, Hanife ve Selime...

    1948 Yılı kışında bir felaket yaşandı. Büyük kızları Hüsniye ile Muzaffere halasının (Sıntırırmızanın) oğlu Hüseyin kaybolmuşlardı. Gocagırda donarak ölmüş olarak bulundular... İkinci Hüsniye, merhume ablasının adını taşır... Kızların evlilikleri şöyle oldu: Ayşe, Hatiplerin Yaşar Aykaç; Hüsniye, Gobakların Ali Kopan; Şükran, Hacıeminin Ahmet As; Hanife, Kölgecilerin Ömer Kayır; Selime de Hacıların Demirciziya oğlu Süleyman Azbay eşi oldular...

    Gocayetimin tek oğlu Necati 1954 yılında doğdu. Sıntırırmızanın (Muzaffere halasının) kızı Atike ile evlendi. Onların da üç kız iki oğulları oldu: Sabire, Sebile, Havva, Aydemir ve Mevlüt... Sabire, Tongullar Hasan oğlu Ahmet Özen; Sebile, Keçilerin Mevlüt oğlu Ali Seçen; Havva, Sıntırların Ramazan oğlu Kazım Sımsıkı eşi oldular...

    Necati'nin büyük oğlu Aydemir, Hakkıların Kahvecikadir kızı Selime ile evlendi. Azra, Asya ve Necati Ayaz isimlerinde üç çocuğu var... Küçük oğlu Mevlüt ise Yörüklerin Süleyman kızı Satı ile evlendi. Ecrin adında bir kızı var...

    Gocayetim kendisi 1990; oğlu Necati 2009; eşi Raike Hanım ise 2013 yılında vefat ettiler...

    Güçcük Yetim
    Hacımurat oğlu Şükrü'nün küçük oğlu Mahmut 1932'de doğdu, dedesi Hatipoğlu Mahmut adını almış. Ona da 'Güçcük Yetim' derlerdi. Mollosman Dayısının Mahmut'tan torunu Gülsüm ile evlendi. Yani Gülsüm Hanımla, Raike Halası ile elti oldular... 

    Dört çocukları oldu, bunların bir erkek; Fidan, Rafet, Fadime ve Meryem... (Fidan ile Rafet arasında Şükrü adında bir oğulları vardı. 1958 yılında doğan Şükrü, yakalandığı bir hastalıktan kurtulamayıp 1967 yılında vefat etti.) 

    Büyük kızları Fidan, İlyenli Mehmet ile evlendi. Ortanca kızı Fadime, Manavların Dodiri oğlu Adem eşi oldu. Küçük kızı Meryem ise Hatiplerin Godalemin oğlu Osman'ın eşidir...

    Küçük Yetim Mahmut'un tek oğlu Rafet, 1961 yılında doğdu. Çolakların Mehmet Ali kızı İncilay ile evlendi. Yücel ve Gülsüm isimlerinde bir oğlu ve bir kızları oldu. Gülsüm, Anıtkaya dışına gelin oldu... Yücel ise Deliahmetin Emin kızı Hacer ile evlendi. Rafet ve Mahmut olmak üzere iki oğlu var...

    Güçcük Yetim Mahmut, 2012 yılında vefat etti...

    Kısa özet: 19. Yüzyıldan 20. yüzyıla Arzımanoğlu Küçükmehmetin oğullarından Hacı Mustafa ve Hacı Murat çocukları intikal etti. Mustafa dalı Hacının İbram ile tıkandı. Hacımurat dalından da Sağırmehmet ve Şükrü kolları 21. yüzyıldalar... Soyisimleri diğer Arzımanoğulları gibi AZBAY...


04 Ekim 2021

Kekik

     Kekikle tanıştığımda Rize çayı henüz hayatımızda saltanatını kurmuş değildi. Kahve ondan daha yaygındı ve zaten bir süre sonra tüpgaz, margarin, gazyağı kuyruğu gibi çay kuyrukları da oluşmaya başlayacaktı. 100 gramlık paket çayları beklerken çuvaldan kesekağıdana konulmuş çayla dükkandan çıktığında mutlu oluyordu insanlar. Kahvelerde içiliyordu; ama evlerdeki hayata kendini yerleştiremeden böyle bir sıkıntı oluşmuştu. Onun yerine bizde kekik içilirdi.

    Kekik çayını içiyorduk ama canlı bir bitki olarak onu hiç düşünmemiştim. Tanışma dediğim olay onu ilk defa ot olarak görmemdir. Herhalde 7-8 yaşlarındaydım, Söğütcük tepesine malları çevirmeye çıkmıştım. Gırañda, dikenler arasında sürünen bir ot dikkatimi çekti. Koparıp koklaya koklaya malları çevirdim, sonra cebime soktum ve unuttum. Evde çıkardığımda "hemen bugudacık mı getdiñ" deyip çaydanlığa atıp kaynattılar. Severek içtiğim kekikmiş meğer kopardığım. 

    Bundan sonra her fırsatta Söğütcükten kekik getirecektim. Yaşım ilerledikçe başka gırañlarda da yetiştiğini farkettim. Gördüğüm yerde kekik toplayıp cebime doldurmak merak haline gelmişti. Gırañ kekikleri güneşin annecinde fazla büyümez, en fazla dalları yere yapışık bir şekilde 8-10 santim kadar uzarlar. Yaprakları da pek küçük olur. Küçük, hep tozluymuş gibi görünen sert yapraklar. Ağzına kılığına bakmadan bir de çiçek açar gırañ kekiği. Yaprağı gibi çiçeği de solgundur. Kayaların arasından o suya nasıl erişiyor, o canlılığı yaprağına çiçeğine nasıl ulaştırıyor, bir muamma. Hepsinden önemlisi şu gösterişsiz haliyle o keskin ve güzel kokuyu neresinde barındırıyor? Çiçekte desem, daha çiçek açmadan türüm türüm tütüyor. Yaprağın içinde desem, yaprağı ezmeden kokuyu alıyorsun. Zaten yaprak dediğin de yaprağa benzese bari...

    Gırañ kekikleri orda beklesin, ben asıl anlatacağıma geleyim. Bundan 10 yıl kadar önce Afyon'dan binlerce kilometre uzakta 75 yaşında biriyle karşılaşmıştım. Turgutlulu idi. "Nerelisin?" dediğinde, "Afyonluyum" diye kısa künye okudum. "Neresinden?", diye devam etti. "Bilmezsin, merkez bir köy" dedim. "Yav ben oraları iyi bilirim, sen söyle" diye ısrar edince; "Anıtkaya, eski adı Eğret" cevabını verdim. "Bak" dedi, "Sizin dağın kekiğini yiyen hayvanın etindeki lezzet, başka hiçbir hayvanda olmaz." Meğer adam 50-60'lı yıllarda yapağı, deri ticaretiyle uğraşmış, bizim buraları da karış karış biliyor. 

    O gün orada hem şişindim hem de elin adamı kadar memleketimi tanımadığımdan utandım. Uğrak yerimiz olan Dağımızdaki kekiklere daha bir dikkatle bakmaya başladım. Ormanla birlikte aşağılardan başlamak üzere hemen her yerde kekik vardı. Tepelere çıktıkça daha bir gürleşiyorlardı. Yaprakları gırañdakilerden daha canlı ve ferli, dalları daha bir uzun görünüyordu. Burada her yerde olduklarından daha fazla toplanabiliyordu. Artık her fırsatta poşetlerce yolabiliyorduk. Bu bollukta artık ayrımını da yapıyorduk. Çiçekler çay için, yapraklar ise baharat olarak yemekler için kullanılıyordu. 

    Çiçek deyince, kekik çiçeğindeki çeşitliliği de İlbulak kekiğinde gözlemledim. Kirli beyazla mor arasında ne kadar renk tonu varsa o kadar da kekik çiçeği çeşidi var. Gri, bej, boz, lila, eflatun... daha adını bilmediğim bir sürü renk. Çiçekler farklıysa kekiğin türü de farklıdır, farklı türdeki kekikleri de burada görmüş olduk.

Nisan-Mayıs gibi yapraklarıyla neşelenmeye başlayan kekiklerin çiçeğini arıyorsanız Temmuzu bekleyeceksiniz. Vakti geldiğinde, sürüngen kekik dallarından yukarıya dağru 5-6 santimlik çiçek dalları yükselir. Yalnız çiçek dallarını koparmak akıl karı değildir, sürüngen ana kekik kökenini bulup onu koparmak en iyisidir. Yapraklarını tarhanaya katar, çiçekleriyle çay demlersin. Dağdan bunları toplamak değil de, asıl iş ayıtlamaktadır. Sürüngen bir otu yerden avuçlayıp torbaya atıyorsun, çer çöp ne varsa beraber oluyor; elbet bunları ayırmak gerek.

    Başka yerlerdeki kekik çeşitlerini de gördük. Koca koca uzuyorlar, yapraklar nane yaprağı gibi. Yolması kolay, ayıtlama derdi yok. Fakat bir eksiği var işte, bizimkinin kokusunu onlarda bulamıyorsun. Eğret dağ kekiğini dikenlerin arasından elini kanata kanata yoluyorsun; ama buna değiyor. İlbulak tepesine çıkarsan hayvanların da ağzının tadını bildiğini görürsün; onlar da kekik arıyor.

    Covidle geçen şu son iki yılda kekiğin bilinirliği arttı. İnsanlar can havliyle her şeyi denemeye başladılar. Ben onlardan değildim. Değildim, çünkü kendisiyle yıllar önce dost olmuş ve bunca vakittir bu dostluğa halel getirecek bir şey yapmamıştım. Covidin en şiddetli safhasında ona biraz daha eğildim. Hiç bir şey yiyemediğim günlerde iki posta kekik çayı içmeyi ihmal etmedim. Bir de yeni keşfettiğim kekik suyundan günlük bir yudum içtim. Bu sene geçti ama; gelecek yıl damıtarak kekik suyu elde etmeyi deneyeceğim. Bunun için fazla kekik lazım; ama çokyıllık odunsu bir köke sahip olduğu için kopardığın yerden tekrar uzuyor. Kökünü kuruturum diye korkmaya gerek yok.

   Turgutlulu yaşlı amca haklıymış, bizim dağın kekiği gibisi yok.


28 Eylül 2021

Biz Saplama

     Yetmişlerde bir çocuğun cepleri boşaltılsa muhtemelen ortaya şunlardan bir öbek çıkardı. Koca bir hapaz günaşık; kavrulmuş, tuzlu. Bir küçük çakı, onunla bir yere tıkılmış ve hiç kullanılmayan sümük mendili. Markaları ve ona göre kıymetleri farklı kutular. Götcebin birine konulan ayna ile tarak, diğerinde basit bir biz. Ne vakit konulduğu bilinmeyen, orada unutulmuş havlı sorma şekerler... ve cebin sahibinin ilgi ve imkanına göre daha akla gelebilecek başka şeyler.

    Görüleceği üzere çok çeşitlilik var. Bakış açısına göre erzak ambarına da benzetilebilir, takım sandığına da. Bıçak ve biz gözönüne alınırsa cephaneliğe de...

    En çok Gulaksız'ın elinde görürdüm onu. Köyün tek yemeni tamircisiydi ve yemeni yanında ayakkabı mes de tamir ederdi. Deri tamirinde esas olan yapıştırma ve dikiş. Büyük de olsa iğneyi deriye batırmadan önce bir delik açmak gerekiyor. İşte bu deliği biz ile açıyordu Gulaksız. Odalarda kendi mesinin tamirini yapanlar da olurdu. Onların dolavında bir biz mutlaka bulunurdu. Bunların dışında, ne için kullanılıyordu bilmiyorum; ama her evde mutlaka biz olurdu. Bu kadar yaygın olunca, çocukların cebinden biz çıkması normal karşılanmalı.

    Bizim bizlerimiz tamamıyla oyun amaçlıydı. Oyunumuzun adı da biz idi. Bizi yere saplayıp iki noktayı çizgiyle birleştirme, çizgileri dairesel olarak geliştirerek oluşacak sarmala rakibi hapsetmeye dayanan bir oyundur. 

    Toprak bir zemin, en başta olması gereken bir zorunluluktur. Toprak zemini bulsan da burada her zaman oynanamıyor. Yer, biz saplanacak yumuşaklıkta olmalı. Yetmez, saplandıktan sonra öylece kalabilmeli; vıcık vıcık çamur olmamalı. Bu şartlar biz oyununun vaktini de belirlemiş oluyor. Yazın oynayamazsın, biz saplanmaz; kışın oynayamazsın yerler çamurdur. İlk ve sonbaharda yağmur yağıp toprak yellendikten sonra, üzerine rahat çizgi çizebileceğin kıvamdayken zemin, işte o zaman biz vakti girmiştir.

    Biz yerine düzgün bir mık veya kilitli bir çakıyla da oynanabilir. Ne ile oynanırsa oynansın, oyunun adı değişmez, hep biz'dir.

    Takım oyunu değil, bireyseldir. Herkes kendi bizini kullanacağı için, onun iyi saplanır bir şey olması gerekir. Dört kişiye kadar oynanabilir; ama oyuncu sayısı arttıkça iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alır. En iyisi iki kişilik olanıdır. Bunun sebebi, oyun kuralıyla daha iyi anlaşılacak.

    İki kişi oynuyorsa yere bir V, üç kişide Y ve oyun dört kişilik ise X şekilleri çizilir. Şekillerdeki her uç, bir oyuncu içindir. Oyuna başlayacak şanslı, sayışmaca ile belirlenir. Sıralar belli olunca ilk oyuncu bizini saplayarak, ucunu de seçer. Saplanan yer, seçtiği uç ile bir doğru çizgi olarak birleştirilir. Buradaki kural bizi saplandığı yerden uca kadar çizerken eli kaldırmamaktır. Bizi doğru yere saplayıp, el kaldırmadan iki noktayı çizgiyle birleştirirsen oyuna devam edersin. Bizi saplayamaz veya yanlış yere saplarsan yanarsın, oyun hakkı sonraki oyuncuya geçer. Saplama ve çizme yönü saat istikametindedir. En son kapattığın uç senden sonraki oyuncuya aittir. İlk kapattığın ise en son oyuncuya. 

    Oyunun asıl kuralı, oyuncuları oluşacak sarmalın içinde hapsedip onların çıkışına engel olmaktır. Bunu yapıp oyunu kazanmak için sarmal çizgilerini mümkün olduğunca dar tutmak gerekir. Çünkü geriden gelip o darboğazı geçmek zorunda kalan oyuncu, bizi bu dar alana saplamak zorundadır. Kural böyle olunca oyuna ilk başlayan olmak ne kadar önemli, anlayın artık. Çizgi aralıklarının darlığı bir yana, bazen sarmalın yönünü tersine çevirip yeni dargeçitler de oluşturulabilir. Bütün bunlar önde yani sarmalın en dışındaki oyuncunun elindedir. Fakat daha oyunun başındayken böyle ters dönmelerin olup olmayacağı kararlaştırılmalıdır. Gerideki oyuncu için durum bu kadar sıkıntılıyken, bir de oyuncu sayısının dört olduğunu ve kendinizin bu sarmalın en içinde olduğunuzu düşünün. Bu yüzden en iyisi ikili oyundur.

    Cebimizde biz taşıdığımız günlerde, bir köşebaşında sessizce oyuna başlardık. Eğer bir darboğazdan çıkamayıp da pes etmediysek oyun, sarmal genişleyene kadar sürerdi. Büyüyüp, kocaman olup bir duvara dayandığında kim dışardaysa o kazanmış olurdu.

    Biz büyürken Anıtkaya da gelişiyordu. Bir de baktık, bütün sokaklar parke döşeli. Ne ceplerde biz kaldı, ne biz saplayacak yer.


27 Eylül 2021

Böbü Dede

     1840'ta dört kardeşin en küçüğü olarak doğdu. 1-2 aylıkken annesi öldü, öksüz kaldı. Çevresindeki herkes ona anne olmaya çalıştı; ama biyolojik ve psikolojik gerçekler bunu mümkün kılmıyordu. Emzirecek bir süt anne de bulunamadı.

    Herkesin ilgi odağıydı. Ellerinden başka bir şey gelmiyordu; sevgiyle, şefkatle büyüteceklerdi. Doğduğunda kulağına "Ahmet" diye ünnemişlerdi; fakat kimse ondan söz ederken bu ismi kullanmıyordu. Evin içindeki adı "Böbü"ydü. 
    -Böbü uyudu mu?
    -Bübüyü doyurdunuz mu?
    -Böbü niye ağlıyor?
    -Böbü güldü!

    Böbü aşağı, Böbü yukarı... Çocuğun adı Böbü kalacaktı. Eğret'te bebek manasına "böbü" deniliyordu; ama Ahmet'in adının "Böbü" kalmasında, yeterli beslenememekten kaynaklı zayıflığın da etkisi vardı. Hiçbir şey anne sütünün yerini tutmuyordu, sevgi ve şafkat bile.

    Bir gün birisi nasıl olduysa Böbü'yü keçinin memesine yapıştırıverdi. Herhalde ağlıyordu, hazırda süt yoktu, susturmak için öyle yapmıştı. Anlık yapılan bu hareket hem çocuğun hem de keçinin çok hoşuna gitmişti. Böbü cogur cogur emiyor, keçi de başını çevirmiş onu izliyordu. İkisi de memnun görünüyordu. 

    Sonraki günlerde ve aylarda bu olay her gün tekrar etti, hem de günde iki kere, sabah ve akşam... Keçi sabah kapının önünde melemeye başladığında Böbü'nün beslenme saati demekti. Dediklerine göre, keçi bu işe o kadar alışmış ki, akşam kırdan dönerken Hendekarası'na geldiğinde melemeye başlar, ta eve varana kadar hiç susmazmış. Ne zaman eve geldi Böbü'yü emzirdi, o vakit sakinleşirmiş. Oğlak büyütür gibi büyütmüş öksüz Böbü'yü...

    Adı Böbü'ye de çıksa, hep böbü kalacak değil ya. Ahmet de büyüdü, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Kızları oğulları oldu, onlardan torunlarını gördü. Artık "Böbü Dede" idi, öyle diyorlardı. Bu bir ünvan değildi, yaşlanmıştı. Kabir kapısı görünüyordu. 

    Hicaza azmetti, hacı kafilesine katıldı. Aylar sürecek bu yolculuk o günün şartlarında çok daha meşakkatliydi. İhtiyar Böbü Dede'nin yorgun bedeni "Eğret'e dönüş gücüm yok" dercesine Hicaz'da kaldı. Oraya defnettiler. Kafiledeki arkadaşları, ondan yadigar hurma sepetiyle Ebizemzem ıbrığını oğullarına teslim ettiler. Duyduğuma göre bu sepet ve ıbrık 1970'lere kadar muhafaza edilmiş.

    Beride, küçük oğlu Arif ondan birkaç yıl sonra hacca gitti. Kendisiyle birlikte çocuklarına "Hacarifler" dendi. Büyük oğlu Hasan Hüseyin'in iki oğlu 1. Dünya savaşında şehit düştü. Bir kızını verdiği damadı ve çocukları "Böbüler" diye anıldı. 

    Bilenler bilir; Hacarifler ile Böbüler'in evi bitişiktir. Böbü Dede'nin evi...



26 Eylül 2021

Halil ibrahim Bereketi

     Köyde çok duymuşluğum var bu duayı. "Allah helibram berkatı vesiñ." Küçükken hangi Helibram'dan sözettiklerini bilmezdim. Ona özel "berkat"ın mahiyetinden habersiz, hatta "berkat" nedir, "betberkat" nasıl kaçar bunları kavrayacak durumdan uzak günlerdeydim daha. Yiyecek-içecekle ilgili bir iş yapılıyorsa, mesela bir ürün kaldırılıyorsa, sergi seriliyorsa, taharna kurutuluyorsa "berkatlı olsuñ" diye duayla karışık selam verilirdi. Bütün bunlardan birşey anlamıyordum ama; iyi bir şeyden bahsedildiği kesindi.

    Sonra öğrendim ki dualara konu Helibram, İbrahim Peygambermiş. Kuran'dan öğrendiğimize göre İbrahim(as), çocuklarını yerleştirdiği kurak topraklarda (Kabe çevresinde) onların rızkını bereketli kılması için dua ediyor. O topraklarda bir şey yetişmediği halde her türlü sebze meyvenin hiç eksik olmadığı düşünülürse, bunun kabul olmuş bir dua olduğunu söylüyor tefsirciler. Hz. İbrahim ile "bereket" kavramı arasında böyle bir bağlantı var. 

    Bereketi sağlayan hususlardan cömertlik, misafirperverlik, şükürün İbrahim Peygamberin vasıfları arasında olduğu yine Kuran'da belirtiliyor. Farkında değiliz ama; her namaz sonunda, İbrahim(as) ile ilişkilendirilen bu bereketin aynısından Peygamberimiz'e de istiyoruz. Bildiğim kadarıyla oturuşta okuduğumuz barik duasının anlamı: "Allahım; Hz. İbrahim'e bereket verdiğin gibi, Hz. Muhammed'e de bereket ver."

    Daha bütün bunları öğrenmeden önce, Gocacami'de Üseyinhoca (Hüseyin Saki)den dinlediğim bir Halil İbrahim Bereketi hikayesi vardı. Sanırım bir cuma öncesi vaazıydı. Yardımlaşma, dayanışma, başkalarını düşünme, diğergamlık gibi bir konu olması lazım. Ezanı beklerken sıkıldığım, bitse de çıksak diye aklımdan geçirdiğim, sonra bunları düşündüğüm için kafir olacağım korkusuyla kendime kızdığım vakitlerdi. Hoca, cemaatteki bezginliği farkettiğinde usta bir manevrayla onları kendine getirmesini iyi bilirdi. "Kardeşlerim!" dedi, "Size daha önce anlattığım Halil İbrahim Bereketi hikayesini bir daha anlatacağım." Daha önce anlattığından haberim yoktu, ilk defa duyacaktım.

    Halil ve İbrahim adında iki kardeş yaşarmış bir köyde. İleşberlikle uğraşan bu kardeşlerin küçüğü İbrahim'in çoluk çocuğu yokmuş. Ana babaları öldükten sonra düzenlerini bozup ayrılmamışlar, birlikte yaşayıp birlikte çalışmaya devam etmişler. İşleri birlikte yapıp hasılatı üleşirlermiş. O sene harmanı savurup çeci çıkardıktan sonra ikiye bölmüşler deneyi. İş artık bu deneyi ambara koymadaymış. Abisi Halil demiş ki "Ben burda deneyi bekliyegoyen, sen git arabañı goşge. Sona da ben giderin." İbrahim gittikten sonra kendi çecinden alıp onunkine dökmeye başlamış. "Benim nasıl olsa çoluk çocuğum var, yalnız değilim. Herhangi bir sıkıntıda bulup buluştururum; ama kardeşim yalnız, zorluk çekmesin." diye düşünüyor, mümkün olduğu kadar kendi payından kardeşininkine aktarıyormuş.

    İbrahim arabasıyla gelince, bu sefer abisi gitmiş. O gidince İbrahim de düşünmüş ki "Ben yalnız bir adamım, bu kadar deneye ihtiyacım yok; halbuki abimin çoluk çocuğu var, ona daha fazlası lazım." Bu duygularla kendi payından alıp abisininkine aktarmaya başlamış. Abisi gelene kadar ne aktarabildiyse artık. Denelerini ambara doldurmuşlar. O kış köyde ve etraf köylerde kıtlık yaşanmış, millet yiyecek ekmek bulamamış. Gelvelakin, Halil ve İbrahim kardeşlerin ambarındaki dene hiç bitmemiş. Hatta duyan gelmiş, isteyene vermişler yine de ambarın dibi görünmemiş...

    Bir cuma vaazında, ikinci kez anlatışında Hüseyin Hoca'dan duyduğum bu hikayeyi, daha sonra ben kaç kere anlattığımı hatırlamıyorum. Hz. İbrahim ile alakası yok; fakat etkileyici ve amaca gayet uygun... Bir de burada anlatayım dedim. 


25 Eylül 2021

Dağ Selbes!

    Daha yaz gecelerinde başlayan ayaz, zamanla günün diğer vakitlerine de yayılır. Eylül sonu ile artık insanın güneş gören yanı yanar, gölgedeki yanı donar. Kış geliyorum der. Odunsuz kış bitmez, "Dağ selbes" olduğunda gidip getirmek gerek.

    Ormaniye pek ilgilenmez miydi, yoksa yetkisini mi devretmişti bilmiyorum; ama "Dağ selbes" kararı Gorma'dan beklenirdi. Belki Gorma izni alıyor, sonra da halka duyuruyordu. Evet, kimse gidip kafasına göre odun getiremiyordu. Yılın belli dönemlerinde bir iki günlüğüne izin verilince ancak getirilirdi. Tabi kural böyle... İstisna olarak kaçak getirenler olmaz olur mu? Ayrıyeten bir ayağı sürekli dağda olan ağıl ahalisi de hazırladığı odunları uygun zamanlarda köye gönderebilir. Benim dediğim bu istisnalar dışında köy halkının genelini ilgilendiren odun getirmedir.

    Odun getirme izne tabi olur da Dağ'da odun kesmede tam serbestiyet düşünülebilir mi? Onun da kuralları var. Bir defa, kesilecek olan alanlar bellidir ve herkese duyurulmuştur. Bunlar belli kalınlığa ulaşmış meşelerden oluşan planlı kesim alanlarıdır ki "paltalık" diye adlandırılırlar. Bunun dışında kesimin yasak olduğu korunaklı alanlara, tahmin edileceği üzere, "goru" deniliyor. Buralardan odun kesmek yanlış olduğu kadar zordur da. Keseceğin odun paltalık gibi bir vuruşta devrilmeli.

    Orman içine girip elinde paltasıyla kesim yapan birinin ardında, kesilen meşeleri çekip budayan bir başkası bulunur. Bazan bir kesiciye iki budayıcı gerekebilir. Çünkü tek darbeyle kesilen meşeyi ancak bir kaç vuruşla budayabilirsin. Budama, meşenin alt dallarını tara ile kesip atmaktır. Çünkü bu dallar budanmadan yüklenirse arabayı boş yere kabartacak, hem az odun götürülmüş olacak hem de araba sağlam sarılmamış olacaktır. Bu yüzden meşeler mutlaka budanmalıdır. Üstteki birkaç dalın budanmasına gerek yoktur. Onlar incedir fazla havaleye sebep olmazlar. Bir de zaten arabanın arkasına uzayacağı için fazla yer kaplamazlar.

    Budanarak bırakılan dallara "bıdantı" denir. Kesim yapmaksızın bunları dağdan getirmek yılın her vaktinde serbesttir. Bunu özel olarak "guru getirmek" denir ki yakalandığında müeyyide uygulanmaz.

    Yeteri kadar odun kesildiğine kanaat getirilince araba sarılır. Bunda dikkatli olunmalı, araba dengeli yüklenmelidir. Haddinden fazla ve dengesiz yük faciaya sebep olabilir. Yol uzun ve engebeli, yük ise ağır olduğu unutulmamalıdır. Daha ormandan çıkmadan araba devirme olayı çok yaşanır. Hatırladığım kadarıyla, böyle bir "dağ selbes" gününde Patlakların Davılcı İbram (İbrahim Patlar) odun arabasından düşerek vefat etmişti. 

    Odun eve geldikten sonra, artık iş onu kesmektedir. Odun kesmek, bilek kalınlığında bütün haldeki meşeleri tandıra, guzineye sığacak şekilde kıymaktır. Bunun için iki kişiye gerek vardır. Bir kütüğün üzerine uzattığı meşeyi, kesici baltayı indirmeden hemen önce uygun boyuta getirmeye odaklı kişi odun tutandır. Tek görevi uygun uzunlukta kütük üzerinde tutmaktır; ama yine de onun bile dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Meşe belli yerlerinden bükülen bir ağaçtır, düz değildir. Tutucu, uzattığı esnada baltanın ineceği kısmı hesap ederek kıvrımın uygun bir pozisyon almasını sağlamalıdır. Eğer kıvrımı kütüğe tam oturtmayıp köprü pozisyonunda tutarsa odun kopmaz. Kopmaması bir yana odunu sırsılatarak tutucunun elinin zızılamasına sebep olur. Hele hava soğuksa, bu zızılama üşümeyle karışır bir süreliğine parmaklarını hissetmez olursun.

    Kesiciye gelince; o bir cellat gibi, kütüğe yatırılan kelleye baltasını indirir. Amacı bir vuruşta onu koparmak olmalıdır. Bunun da teknikleri var. Bir defa kesinlikle balta ile odun 90 derece açı oluşturmayacak, en az bunun yarısı bir eğimle vurmak gerekir. Aynı açıyı odun üzerine de uygulamak gerekir. Tutucu düzgün tutar, kesici düzgün vurursa hiç bir sıkıntı çıkmadan kesim işi otomatiğe bağlanmış gibi yapılır. Odun ne kadar kalın olsa da aksaklık olmaz.

    İndirildikten sonra arabanın tabanında ve kesildikten sonra kesim alanında kızıla çalan meşe yaprakları birikmiş olur. Bunlar budama esnasında uçta bırakılan dallardan dökülen yapraklardır. Belli bir renk ketegorisine sokmak zordur, mat bakır rengi desek belki biraz yaklaşmış oluruz. En iyisi bu rengin adı "çalıgazeli" olsun. Çünkü "çalıgazeli" denir bunlara. Dağda budama yapılmasa arabada bunlardan daha çok birikirdi. Fazla kurumuş, pek değeri olmayan şeyler için de "çalıgazeli gibi" yakıştırması yapılır. Güz sonu, kış başında ortalığı süsleyen basit güzelliklerdendir.

    Atı arabası olan "dağ selbes" olduğunda odununu getirir. Peki imkanı olmayan fakirler? Onlar için getirttiği odunları Gorma, eve teslim olarak dağıtır. Ayrıca odalara odun getirmek için özel izinler verilebilir. Hamamcıya ise her daim "dağ selbes"tir.

    Anlattığım dönem 70'ler. Daha öncesinde izne filan gerek yokmuş. Köyde hala çok anlatılır, espriyle karışık. Harmandan kalkılmış, işler büyük ölçüde bitmiş. Çerçiler'den birisi bekarlara demiş ki: "Hadi iki araba odun getirin de; hem kesin, hem dinlenin."


Yakı Otu

     Henüz çocukluktan delikanlılığa adım atamamış Hasan, et yiyememekten şikayet edince büyükleri bunu ciddiye alıyor. Kendileri de bunun farkında. Evde kaz-tavuk piştiğinde, koyun kesildiğinde Hasan ete sunmuyor. Zamanla geçer diye düşünüyorlar; ama geçtiği filan yok. Çocuk kocaman oldu, koyun-kuzu güdüyor, kıra gidiyor, yakında evlenme çağına gelecek; lakin aynı durum devam ediyor. 

    Bir gün ninesinin aklına "yakı otu" geliyor. Uzun yıllar önce o da büyükleri vasıtasıyla tanımış; ama gerek duyulmadığı için unutmuş otu. Şimdi torununda benzer bir rahatsızlık ortaya çıkınca hatırlıyor. "Ağıla gittiğim bir gün arar bulurum" diyor. Öyle de yapıyor Hasan'a otun yaprağını çiğnetiyor. O günden sonra Hasan bırak etten uzaklaşmayı, bir oturuşta koyunu götüren cinsten bir yiyici oluyor. Bu kez de çok yemekten bizar oluyor. Hayır çok yediği için değil rahatsızlığı; aşırı yediğinde mide fesadı geçiriyor, o yüzden bizar. Ninesi diyor ki "Tamam yavrım, o ot yakı otudur zaten, yakıleştiğin zaman iki yaprak çiğne bişeyin kalmaz." Bütün mide rahatsızlıklarının ilacı "yakı otu"nu keşfeden Hasan'ı kimse durduramaz artık. Sadece et değil, her şeyin oburu olur çıkar. Sıkıntı olduğunda cebinde taşıdığı ottan azıcık çiğner, işine bakarmış. Yazın topladıklarından kurutup kışlık stok da yapar olmuş. Yakınlarına da öğretmiş bu otu. Acı da olsa kimi çiğnemiş, kimi kaynatıp suyunu içmiş. 

    Yıllar geçmiş Hasan büyümüş, askere gitmiş, evlenip çoluk çocuğa karışmış. Bu arada ilacını yanından hiç ayırmamış. Zaten hayatının büyük kısmı otun yanıbaşında, Dağ'da geçiyormuş. Bu arada Dedesi, Ninesi, Anası, Babası sırayla göçüp gitmişler. Evlerinin düzeni bozulmuş, koyunculuğu bırakmışlar. Kader Hasan'ı, köyünden dağından uzak bir şehre atmış. İlk yakıleşmesinde otunu unuttuğunu farketmiş. Köye haber salıp "Aman bana yakı otu..." demiş.

    Yakı otunun hikayesi böyle. İblak'tır vatanı. Nisan ayı gibi, kıyıda köşede çalı içinde ortaya çıkar. Dört yaprak olana kadar pek farkedilmez. Gerçi eğer onu bilmeyen biriyseniz hiç bir zaman farkedemezsiniz. Ayak altında dolaşmaz, rengarenk çiçeklere sahip değildir, parlak yapraklara da... Kar yere düşene kadar, uzun bir süre sahnededir; ama sessiz yaşar, şöhrete düşkünlüğü yoktur. Bu yüzden pek tanınmaz.

    Çok yıllık bir ottur, aynı yerde sonraki baharda tekrar yeşerir. Temmuz gibi, hava iyice ısındığında vakti gelmiştir, çiçeklenir. Çiçekleri de kendisi gibi mütevazidir. Bu dönemde bile hemen kökünden yeni filizler yükselir; her dem tazedir yani.

    İzmir'den çocuklar gelmiş baharda. Taze doğal mantarlardan bolca yemişler. Ardından birer ikişer de katmer götürmüşler. Ev sahibi kadın bir şey deyememiş onların iştahı karşısında. Tabi olacakların farkında, ayrılırlarken "Rahatsızlanırsanız şu ottan çiğneyin" diye birinin eline yakı otu tutuşturmuş. Sıcak ve aşırı yemek sonunda yakıleşiyorlar tabi; ama o telaş ve sıkıntıda akıllarına gelmiyor. Neden sonra çocuk hatırlıyor ve anında sıkıntıdan kurtuluyorlar. Bizim yakı otu bilenler tarafından hala tedavide kullanılıyor.

    Çok çeşitleri bulunan yakı otunun bizdeki türü, yalnız İlbulak'a has bir ot mudur, başka yerlerde de var mı bilmiyorum; ama bizim dağı çok sevdiği kesin. Köküyle getirilip köyde bir bahçeye dikilmiş. Tutmuş, yeni sürgün de vermiş; çiçek açmamış ama. Böyle de bir ot işte.


24 Eylül 2021

At Mezarı

     "Akmezerler" derlerdi, bir anlam veremezdim. Emirlah Çeşmesinden başlayıp ta Büzüğalinin Guyu'ya kadar yolun solunda kalan 300-400 metrelik bir şerit mevkinin adı buydu. Verimli topraklar, bahçe diye nitelenebilecek köyün nadir bölgelerindendi. Belli dönemlerde sık sık gelip gidilen işlek bir yol kenarındaydı. Ot oraklarında çayırlara giden yollardan biriydi. Beride Büzüğalinin Guyu ve Maldepesine de buradan gidiliyor.

    Yolun sağı hep gırañ tepelerdir. Anlattığım bölge aşağıda, solda kalır. Yoldan geliş gidişlerde sürekli aşağı bakılmasının sebebi belli. İnsan gırañ yerine içaçıcı görüntü ister. Küçük ve düzensiz taşlarla örülmüş gaşlar, aralarda kalınlaşmış söğüt gövdeleri, yer yer üzerine köprü yapılmış, gaş altından girip çıkıp kendince bir güzergah çizen su kanalları ve bahçesinde çalışan insanlar... Bütün bunlar hep aynı taraftadır. Arabanın üstünde olsun, eşşekte olsun geçerken hep o yana bakarsın.

    Geçişlerimde gözümün takıldığı noktalardan biri, gaşın iki ucuna dikilen iri uzun taşlardı. Yolun gırañ tarafında, Aygıraneden sonraki derede bir dolaplı kuyu vardı, işte o kuyunun az ilerisindeydi bu taşlar. Uzaktan ilk göründüğünde iki ucuna taş dikilmiş büyük bir mezarı andırırdı. Tamamdı, Akmezerlerin mezarını bulmuştum. Peki bunun "ak"ı neredeydi, yoksa ak taşlardan yapıldığı için mi böyle adlandırmışlardı? Küçük kafamdaki bu soruyu Halama sorduğumda bütün kurgu bozuldu.

    Uzaklardan sabah yola çıkan bir atlının amacı, cumayı Eğret'te kılmaktır. Artık sırf cuma namazı için mi buraya geliyordu, yoksa yolculuğu Afyon'a doğruydu da planlamayı Eğret'te namaz biçiminde mi yaptı bilinmez. İki seçenek de uygundur. Şimdi olduğu gibi eskiden her mescitte cuma kılınmazmış. Belirli yerlerde belirli camilerdeymiş bu ayrıcalık. Cuma namazı kılmak için uzun bir yol katetmek gerekebilirmiş. Adam bunun için Eğret'e geliyor olabilir yani. Bunun yanında uzun bir yolculuğun Eğret kısmından da bahsediyor olabiliriz. Sonuçta adamın acelesi var, Eğret'te cumaya yetişmek istiyor ve atını sürekli koşturuyor. Yukarıya, gıraña çıksa belki ne kadar yaklaştığını kestirebilecek; ama o yoldan ayrılmıyor. Habire dörtnala... At buna dayanamıyor ve bu civarda çatlıyor. Adam cumaya yetişebildi mi bilinmiyor. Köylü için buraların adı artık "At Mezarı" oluyor.

    Bu efsaneyi dinledikten sonra zihnimde soru işareti kalmadı. Aksine Han'ın ardındaki camiye neden "Cuma Camisi" dendiğini daha iyi anladım. Modern zamanlarda karayolu yapılmadan önceki kervan yolunun da burası olduğunu düşünmeye başladım. Yol ilerde çatallanarak sağdan Karacahmet'e, soldan Osmanköy'e uzanıyordu. Beride ise hala Kervansaraya varıyor. 1862'de Eğret'e gelen gezgin de bu yolu kullanmış olmalı ki "Eğret yüksekçe bir kayalığın üzerine kurulmuş" diyor. Kısaca, tarihi bilgiler efsaneyle örtüşüyor. 

    Etrafta mezara benzer bir şey yok, gaş üzerinde gördüklerim sadece göz yanılgısı. Ama buralar at mezarı. "Akmezeri" demiyorum artık; ata ve atlıya saygıyı da içinde barındırır bir tarzda "Atmezarı" diyoruz.


22 Eylül 2021

Hakçı Hayratçı

    Bir iş veya hizmet karşılığı tayin edilen ücretin ayni  olarak ödenmesidir. Hak edilmiş bir şey manasına geldiğinden olsa gerek Anıtkaya'da buna "hak" adı veriliyor. Bazı haklar iş bitiminde ödenir; fırın hakkı, değirmen hakkı, yağcı hakkı bunlardandır. Bazıları da hasat sonundadır; çayır bekçisinin ot orakları sonrası, günaşık bekçisinin de günaşık harmanında hakkını toplaması gibi. Bunların dışında buğday karşılığı anlaşılan ve tahsilatı harman kalktıktan sonra yapılan haklar var ki anlatacağım bunlardır.

    Sığır-bızağı gütmek kalabalık ailelerin rağbet ettiği bir iş olmuş. Kel Osman (Altınbaş), Tellilerin Halil (Öztürk), Gözeliban (İbrahim Tok), Kokulu... 1970'lerden hatırladığım sığırcılar. Anlatıldığına göre daha önceki yıllarda nerdeyse sığırcılık yapmayan yok gibiymiş. Sığırcılar güttükleri hayvan başına hak alıyorlar.

    Hakına çalışan berberler var bir de. Eğret'te "Berberler" diye bir sülale var, bu mesleğin eskiliği hakkında bir fikir verir. Omarcıklar'ın Berberüseyin (Hüseyin Sağlam), Berber Şükrü (Sağlam), Berber Yahya (Sağlam)... Görüldüğü gibi meslekleri lakap haline gelmiş. Berber Hüseyinin çırağı Berberâmet (Ahmet Kabadayı), onun da çırağı Berbermêmet (Mehmet Külte) hep hakla çalışırlardı. Müşterilerini haftada bir tıraş edecek şekilde ayarlarlar, hatta günleri müşteriler arasında taksim ederek bir bakıma randevu usulünü uygularlardı. Hasta müşteriyi tıraş etmek için evine gidenler de vardı. Hak miktarında esas aldıkları ise tıraşa gelen erkek sayısıydı.

    Hoca hakı, cami imamlarının henüz kadrolu devlet memuru olmadığı zamanlara has bir sözdür. Bir Hoca, hakına tutulur, o da harman sonu hakını toplardı. Hoca hakında diğerlerine göre bir farklılık vardı. Hak, hane başı olarak hesap edilir ve öyle toplanırdı. Bunun sebebi Hocanın verdiği hizmetin bireye bağlı olmamasıydı. Ezan herkes içindi; cenaze, mevlüt gibi organizasyonlar ise öngörülebilecek şeyler değildi. Bu yüzden Hoca hak toplarken gapı geçmece, herkesten alırdı.

    Harman kalktıktan sonra, dene evdeyken hak toplayacaklar kendi bölgelerinde haklarını toplardı. Sokaklar "Hakçı" arabalarını görmeye alışıktı. Toplandıktan sonra, bir sonraki yıl için anlaşılacaksa yine anlaşılırdı. Yani harman sonu, bu meslekler için yılbaşı-yılsonu gibi bir dönemdi.

    Hakçılardan sonra Anıtkaya sokaklarında başka arabalar da görülürdü. Hak arabasına benzer; ama ondan daha süslü, etrafı daha kalabalık ve daha şamatalı arabalardı bunlar: Hayratçılar...

    "Hayraaat! Berkaaat!" diye bağırır dururlardı. Ellerindeki değneklerle gocagapılara vururlar, bütün gürültüye rağmen dışarı çıkmadıysa evsahibini haberdar ederlerdi. Biri susunca diğeri başlar, havada "Hayraaat! Berkaaat!" çığırtısı uzar giderdi. Soran olursa hangi köyün hayratı olduklarını söylerler, sonra yine bağırırlardı: "Hayraaat! Berkaaat!" Hangi köye hayır topladıklarının bir önemi yoktu, kimse boş çevirmezdi. Dene yanında o gün için bir kıymet atfedilen giysi, kilim gibi şeyler verenler de olurdu. Onları bir sırığın ucuna bağlayıp bayrak gibi arabaya dikerlerdi. Hayratçı olduklarının alameti, "Hayraaat! Berkaaat!" bağırtısından başka bu bayraklar, flamalardı.

    Para veren pek olmazdı, para yok muydu neydi; lakin herkes birşey verirdi. Kimse makbuz filan sormaz, istemezdi. Güven denilen şey hemen yanıbaşımızdaydı.

    Günümüze gelirsek... Para var... Hak yok; hakçı yok... Hayrat yok; hayratçı yok... "Berkat" yok... Güven yok...



21 Eylül 2021

Dambeş Sıvama

    Evlerin toprak damına biz dambeş diyoruz. Herhalde "dam başı" sözünün Eğret'te kalıplaşmış halidir. Kiremit çanaklar köyde kullanılmadığı zamanlarda, dambeş iki kırım çatı biçiminde bile yapılsa yine dambeşti. İşte bu devirde kış girmeden önce her yıl dambeş yalıtımının yapılması gerekirdi. Karda yağmurda, olan suyun başına akmasını kimse istemez. 

    Yalıtım dediğimiz şey de çoraklamaktır. Çorak ise köye yakın iki yerden temin edilir. Köprülü toprakları içinde çamır hamamı vardı, o civarda çoraklıktan getirirlermiş eskiden. Ben o devri hatırlamıyorum. Daha fazla çorağın bulunduğu ve yolu nispeten daha düzgün olan Hamambazırı'ndan çok çorak getirdik. Son dönem çoraklar hep oradandı. Gazlıgöl yakınında, demiryolu civarındaydı; ama çevre köylere de bağlı olabilir. Sadece bizim köy değil, bütün etraf köyler çorağını buradan götürüyor olmalıydı. Her yer delik deşikti. Çoraklık kalıntıları otellerin arasında hala görülebiliyor.

    Aslında çorak getirmek, dambeş yalıtımından daha meşakkatli bir şeydir. Evvela kendi öküz arabanla getireceksen bir kaç sefer yapman gerekir, çorak yeterli olmaz. Tek seferde halledeyim diyorsan bir motur ayarlaman gerekir, birilerine minnet edeceksin. Çoraklık ayrı bir derttir, kaliteli çorak damarı arayacaksın, çiğilli damar işe yaramaz, her şeyi berbat eder. Damarı bulunca üst, kabuk kısmını sıyırıp atacaksın. Bir yandan kazmayla kazılıp diğer yandan kürekle arabaya atılacak. Bir kişiyle olacak iş değil. Bazen çoraktan hak iddia eden çevre köy bekçileriyle hartos-martos olursun filan.

    Çorak yüklendikten sonra yola çıkılabilir; ama önce yanında getirdiğin kaplara kokarsu doldurman gerekir. Çorağa gittiğini görenler güğüm veya bardak vererek sipariş etmişlerdir çünkü. Bu su maden suyunun işlenmemiş ham halidir. Kükürt miktarından dolayı çok kötü koktuğu için bu ad verilmiştir. Yeri gelmişken söyleyeyim, hem Köprülü hem de Gazlıgöl  sıcak su bölgesi olduğuna göre, çorak oluşmasında bu sıcak suyun etkisi bulunabilir.

    Öküz arabasındaysan uzun bir yolculuk seni bekliyor demektir. Köy yoluna düşene kadar sabredersin, ondan sonra öküzler kendi yolunu bulur, sen uyumana bakarsın. Moturla getiriyorsan daha erken varırsın köye. Kaç defa traktörle çorağa gittiğimizi hatırlamıyorum; ama iki kere teker patladığını unutmam. Yük çok ağır, çoraklıkta atarken ayarı kaçırırsan -ki ayar hep kaçar- buna lastik mi dayanır.

    Çorak köye girince işin yarısı bitmiş demektir.

    Eskiden dambeşi sıvama adeti yokmuş. Çorağı güzelce saçar, sonra yurgularlarmış. Yurgu, saçılan çoraktaki topeçleri ezer, sıkıştırır ve dambeşin düz bir zemin kazanmasını sağlarmış. "Mış" diyorum, çünkü ben bunların hiç birini görmedim. Bizim çocukluğumuz sıvama zamanlarındaydı. Ama o yıllarda bile hemen her dambeşin bir köşesinde yurgu taşı vardı. Eski yuvarlandığı günleri özlüyormuş gibi melul mahzun oturur dururdu. Loğ taşı da diyorlardı, birdenbire onlar da kayboldu.

    Acelen varsa çorak geldikten sonra hemen çamır garmeye başlayabilirsin. Evlerin susuz zamanlarında, arabaya konulmuş fıçılarla su getirilip hazır edilirdi. Daha sonraki zamanlarda hortum uzatıp bu işi hallettik. Önce büyük bir çorak havuzu hazırlarsın. Havuz suyla dolarken, çevresini oluşturan çorak hendeği üzerine bol bol saman sepilersin. Havuz dışında küreğin götüyle azar azar çorağı havuza itelersin. Bütün çevreyi birkaç tur dönünce çorak hendeği incelmiştir. Havuz her an bir yerinden patlayabilir. Bu sırada su akışını durdursan iyi olur. Çorağın en ince yerinden havuzu bozar, kuru çorakları hızlı hızlı içeriyi dolduran su-çamur karışımına atarsın. Bir de bakmışsın, çorak bitmiş; havuz, kendi kenarlarını yutmuş. İşte o an, çamur karma işinin de bittiği andır.  Yine kürek ardıyla çamur yığını üzerinde belli noktalara çukurlar açar, oraları suyla doldurup çamuru eşimeye bırakırsın. 

    Çamurun bekleyerek kıvam kazanmasına bizde böyle derler. Ekşiyen çamur melem gibi olunca hem sıvaması kolay olur hem de sıvada arıza oluşmaz. Vakit varsa bir iki gün ekşime yeterlidir. Aslında ne kadar çok beklerse o kadar iyidir; ama işte vakit darlığı, kış geliyor. 20 yıl kadar önce Han restore edilirken çorak kullanmışlardı da, kardıkları çamuru bir aydan fazla ekşitmişlerdi.

    Sıvamaya başlamadan önce dambeş temizliğinin yapılması gerekir. Ot temizliğinden bahsediyorum. Bizim dambeşlerde iki tür ot her bahar yeşerir çiçek açar. Bunlar akbaşçiçeği ile fendirfestir. Yeşilse de kuruysa da onları köklerinden kazıyıp atmazsan sıvada kusur oluşur, dambeşin delinmesine yol açar.

    İş artık sıvamada. Bu iş için de adam lazım. Öncelikle çamuru yerden arabaya, oradan da dambeşe atacaksın. Kürekle tabi. Oradaki çamuru da bekletmemeli, kürekle veya kovayla dambeşin en uzağından başlayarak öbek öbek yayarsın. Bu arada sıvacı da elinde malayla senin attıklarını yayarak sıvar. Bak, üç kişi saydım. Sayı ikiye inerse bir kişi hem yerde hem de dambeşte bulunmalı veya dambeşteki kişi iki işi birden yapmalıdır. O zaman da iş üremez. Saydıklarımın içinde en zor işi çamur atanda. Büyük güç istiyor. Ayrıca ekşimiş çamuru sürekli alışdırmak gerekiyor. Sonraki zorluk, dambeşteki çamur taşıyanda. Yerden atılan çamurun birikmemesi gerekiyor, dağıtımın dengeli yapılması gerekiyor ve sıvacıya su yetiştirmek zorundasın. Sıvacı çok su harcar, hem kuru zemini ıslatır, hem de çamurun üzerinde sepileyerek sıvayı yalabıdır. İşi en kolay görünen sıvacıdır aslında. Çamur taşıma zorunluluğu yok. Çömeldiği yerde elindeki malayla çamurları düzeltiyor. Buna da bilek gücü lazım. Bildiğimiz malalarla sıvamayı oldum olası sevmedim. İnce bileklerimle bastırmak çok zor geliyordu. Üstten gurplu el yapımı mala çok hoşuma giderdi, bastırdı mı çamur yayılıverir. 

    Sıvacının dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Öncelikle dambeş ucu olduğu için saçakları özenle sıvamak gerekir. Rüzgar ve yağış tahribatına en çok maruz kalan yerler burasıdır. Ayrıyeten sıvanın da uç noktaları olduğu için çumur kalınlığı bir şekilde buralarda sıfırlanmalıdır. Tamir edilecek oluklar varsa, yerini sıvamadan önce tamir edilmeli, oluklara akıntı sağlanacak şekilde eğim verilmelidir. Siçan delikleri, öncesinde dolgu malzemesiyle doldurulmalı, sıva esnasında malaya takılan çiğiller mutlaka ayıtlanmalıdır. Bütün bunlar işi kolay olan sıvacının görevleri.

    Dambeş sıvamanın belirli bir zamanı yok aslında. Genelde harman öncesi ve sonrasında yapılır. Haziran sonuna doğru kırkikindilerden sonra vakit bulabilirsen sıvarsın. İş takviminde görüyoruz, o vakitlerde buna pek zaman ayrılamıyor. En iyisi harman kalktıktan sonra, kadınların kış hazırlıklarını yaparkenki dönemdir.

    Kendiliğinden yıkılıp ören olan, evi yenilemek maksadıyla yıkılan dambeşler gördüm. Yarım metreden fazla toprak-çorak vardı. Her yıl bir santim sıvasan, 50 yılda yarım metre eder. Bazı dambeşlerin Yonan gelmeden önce yapıldığını düşünürsek... Teker patlatan ağırlığında bir yükü her sene dambeşe atıyorsun. Döşmeler değil ama; özler iyi dayanmış bu yüke.


19 Eylül 2021

Dağ Eriğinden Besdil

     Demek ki daha vişnelerin dikilmediği zamanlardı. Alma gurusu, erik gurusu bötdürme imkanının olmadığı zamanlar. Eğret zaten eskiden beri arpa-buğday memleketi, meyvecilik pek yok. İşte o devirlerde Dağ'daki erikleri keşfetmişler. Sonbaharda olgunlaşan bu ağaçlara dağeriği adını vermişler. 

    Ağaçlar orman kenarında çalıdan pek ayırtedilemez. Nerdeyse onunla aynı büyüklüktedir. Baharda ağıllara gidip gelen çocuklardan alıp yeşilini yerdik. Şekline şemaline baksan can eriğidir; ama ısırdığında sert ve acı olduğunu anlarsın. Dağ eriği budur. 

    Ermesi de gecikir. Ağustosta sararmaya başlar, Eylülde sapsarı olur ve kızarmaya başlar. Hiç bir zaman tam olarak kızarmaz. Ala-kızılken vakti gelmiştir. Toplayıp eve getirirsin. Şu halde bile yumuşamış ve tatlanmış değildir. Onu diğer erikler gibi yiyemezsin. Peki ne demeye getirdik o kadar eriği o zaman? Besdil yapacağız.

    Besdil için acele etmeli. Çünkü güneşte kurutulacak ve o günlerin bitmesine az kaldı. Erikler yıkandıktan sonra kazanlarda kaynatılır. Birazcık ılıyıp ele gelmeye başlayınca ilisdirden geçirilerek, çekirdek, sap ve kabuklarından kurtulan erik özü; tablalara, tepsi ardına veya onun için hazırlanmış tahta zeminlere dökülür. Olmaz da... eğer dökülen erik özü kalın bir tabaka oluşturursa kaşık sırtıyla inceltilir. Tabi bütün bunlar güneş gören yerde yapılmalıdır. Döküldükten sonra taşımak zor olur.

    Basdırma sıcaklarında bir hafta kadar bekleyen erik özü, suyundan da tamamen kurtulur ve kurudukça üzerinde durduğu zeminle bağı kalmaz. Bir hafta on gün içinde bir şepit gibi kolayca alır dürersin. Genelde dörde katlanmış bir şepit gibi dürülür. Rulo yapanlar da olur. Akmaz, kokmaz, bayatlamaz.

    Çok sert ve ekşidir. Bildiğin pestillere benzemez. Onu, içine ceviz sarıp yenilenlerle karıştırmamak lazım. Tatlı erikten, kayısıdan yapılanlarla... Acaba içine biraz şeker katılıp tatlandırılamaz mıydı? Elbette hayır. Besdil yokluk zamanlarının ürünü. Keyfinden bu işlerle uğraşmıyorlardı ki. Yemeğin yanına katık olsun istiyorlardı. Vaziyet böyleyken o kadar şekeri nereden bulacaksın.

    Besdil hoşafı tepsinin yanında iyi gider. Bazlıma-gatmerin yanında da... Uykulu gözlerle ere kalktığımızda onu sıfranın ortasında hazır bulurduk. Yarım saat öncesinden el kadar besdili doğrar, az bir suya ıslatırlardı. Suyu içine çektikçe yumuşar hatta erimeye başlar. Sofraya koymadan hemen önce tamamen sulandırır ve bi fisge şekeri atar eritirlerdi. Biz oturduğumuzda bütün bunlardan habersiz onu orada öylece duruyor görürdük.

    Gırda bayırda besdil hoşafı yapmak çok kolaydır. Doğra, sulandır, karıştır. Çalışan, acıkmış biri için çok lezzetli bir katıktır. Doğal ve sağlıklı oluşuna girmeye bile gerek yok, o vakitler her şey doğal çünkü. 

    Taşıması, saklaması ve hazırlaması kolay, masrafsız. Fakat o da o zamandı işte, geldi geçti. Besdili tahtından indiren fişne gurusu oldu. Etme bulma dünyası işte, ona da darbeyi kola vurdu. İkisi de hala kendine gelebilmiş değil. 

    Besdil yapımı, bir dönem Anıtkayalı kadınların iş takviminde kendine yer bulmuş bir güz faaliyeti idi.