24 Kasım 2024

Eğret Günlüğü

         ÖNSÖZ

        1.EĞRET'TE ZAMAN VE TAKVİM KAVRAMI
        Eğret Takvimi
        Eğret Günlüğü
         Malbazarı

        2.GÜNLÜK HAYAT VE İLEŞBERLİK  
        Hıdrellez Karşılama
        2024 Hıdrellezi
        Hıdrellez Temcidi
        Aşiret Yörükleri
        19 Mayıs
        Bahara Koyvermek
        Sığırcı
        Çapalar
        Ot Kazıcılar
        Kerpiç Kesmek
        Ev Sıvama, Yani Eski Usul Badana
        Nohutta Ülker Vurması
        Harmana Doğru Hazırlıklar
        At Öküz Koşum Aksesuarları
        İleşberlik Aletleri, Düzen Takan
        Annat Tırmık       
        Afyon Ve Haşhaş Hasadı
        Guzudişi
        Ot Orakları
        Çekirge ve Çavdar Çekimi
        Cerge    
        Yolmalar
        Orakçı
        Orak Makinesi
        Vişne Toplama
        Harman Davran
        Sap Çekme
        Tülenen Şına
        İşte Harman
        Çeç Üstü
        Meydan Ambarları
        Dene Kuyuları
        Başşakçı
        Saman Çekme
        Yaz Bekarları, Harmancılar
        Biçer Peşinde
        Alatçılar
        Kurtuluş Şenliği
        Harman Dayanışması
        Halilibrahim Bereketi
        Peynir Davası
        Günaşığı Harmanı
        Eylül Oyuncağı, Günaşık Arabası
        Kök Kesme 
        Kendir Harmanı
        Dene Yıkama
        Değirmen
        Gölle Kaynatma
        Bulgur Göce
        Göce Tarhanası
        Dağ Eriğinden Besdil
        Dambeş Sıvama
        Hak Hayrat Zamanı
        Dağdan Odun
        Arabayı Eşkıyaya Sardırmış
        Hamıraşı
        İp Çorap
        Ekinler Ve Gasım Çetirengi
        Gübre Naylonu
        Kar Kakma 
        Kayak Merkezleri
        Kes
        Ercebin Üseyin 
        Canali Kışı

        3.KOYUNCULUK VE ÇOBAN KÜLTÜRÜ
         Efsane
         Altın Otu
        İblak Etekleri 
        Çobanlar Ve Çeltikler 
        Değnek
        Keçaayyytt!
        Koçkatımı
        Çobansalığı
        Ağıllar
        Ağıl Hayatı
        Sağımcılar
        Sütçü
        Gırkımcılar 
        Meşhur Kırımlar
        Eñleme 
        Çan Senfonisi 

        4.DÜĞÜN
        Kız Bitirmek
        Gelingız
        Ağırlık Alma, Daşa Çıkma
        Çeyizevi
        Tefçi Kadın
        Düz Oyun
        Davulcu Odası ve Odabaşı
        Seymanlar  
        Pırtı Atma, Baş Kınası
        Düğüncüler
        Gızhamamı
        Damat Traşı
        Düğün Yemeği
        Çeñizgaynısı
        Gelin Yazma ve Oğlan Kınası
        Gelin İndirme
        Geline Bakma
        At Yarışları
        At Yarışı Ne ki
        Güveyi Guyma
        Bazarbaklağısı

        5.TAKVİME BAĞLI OLMAYAN ETKİNLİKLER
        Ekmek Etme
        Asker Gezmeleri
        Hacı Uğurlama
        Teravih Uğurlama
        Bayram Arefeden Başlar
        Mevlüt
        Ölüyeri
    
    
    
    

Çobanlar Ve Çeltikler


    Eskiden beri koyunculuğun bu kadar yaygın olduğu Eğret'te hemen hemen her evin bir miktar koyunu olduğundan, her evden de mecburen çoban çıkıyordu. Zamanla bu işte tecrübe kazanan, adeta çobanlık kanına işlemiş kimseler ölene kadar bu işi bırakamıyor.

    Bir dönemin çobanlarını, hatırladığı kadarıyla Mahmut Omak şöyle bildirildi, düzensiz olarak yazalım: Necati Kopan, Çerçilerin Hilmi Kopan, Koca Veli Tetik emmi, Daldalların Ahmet ve Alaattin Honça, Necati Okutan, Talip okutan ve babaları Mehmet Okutan, Musa Tüplek, Ahmet, Adem, Mürsel ve Ali Dirlik, Ahmet Bar, Koca Yusuf'un Ali Kopan dayı, Abim Necaip Omak. Bunların çoğu kıdemli çoban... Ayrıca Emin Aykaç, Bekir Öter...

    Kıdemli, tecrübeli çobanların yanına bazen çocukları çırak olarak verirlermiş. Onunla birlikte gelip gitsin, işi öğrensin diye... Böyle çoban çıraklarına Eğret'te çeltik deniliyormuş ve çeltik vermek çok yaygınmış. 

    Tek başına kıra bayıra çıkarılamayacak kadar küçük olan çeltik, böylece mesleği öğrenmenin ilk adımını atmış olacak. Büyükleri hayvanlarının güdülmesini sağlayacak. Usta çoban ise malları çevirmek için filan kullanacak, ayak işlerinde ondan yararlanacak. Yani herkes için yararlı bir uygulama. Bir dükkanda çırak ne yaparsa onun gibi bir şey...

    Bu uygulamadan ilk defa Berber Ahmet Kabadayı'nın çocukken Arapların Gözel Ali Tok yanına verilmesi olayıyla haberdar olmuştuk. Aslında ona tam çeltiklik denilemez, Gözelali rahmetli Berber'e kol kanat germiş, hatta uykusu geldiğinde uyumasını sağlayarak onu resmen gece boyunca avutmuş. Berber'in anlattığına göre bu kadarcık usta çobanın yanında bulunmak bile çocukta müthiş bir kendine güven hissi oluşturmuş. Çoban çeltikliği uygulamasının önemini vurgulayan güzel bir anekdottu, Berber'in anlattığı.

    Her çoban, çeltiğine karşı Gözelali kadar merhametli olmayabiliyor. Torunu Vahit Usta ve yine Berber'den dinlediğim bir olay Dayı Hasan Yola ile ilgilidir. Muzip bir kişiliğe sahip olan Dayı da meşhur çobanlardanmış, 35 yıl değnek salladığını bizzat kendisi söylemiş. Sakaların Hüseyin Atay çocukken Dayı'nın yanına vermişler. Çocuk bu, o kadar süre dolaşmaya, gece boyu uykusuz kalmaya alışık değil. Ustası yatmasına izin vermiyor, bunu düşünmek bile ne mümkün... Bir ara çocuk değneğine dayanıp uyuklamaya başlamış. Bunu fark eden Dayı, elindeki değneği Hüseyin'e doğru öyle bir kütülemiş ki... Değnek çocuğun dayandığı değneği mi çeldirdi, yoksa bu gürültüden uyanıp belinledi mi, her ne olduysa Hüseyin ürküp sağa sola koşturmaya başlamış. Onun bu haline kahkahalarla gülen Dayı Hasan ise keyifli keyifli haykırmış;
    - 'Le Üseyiiin! Eşşeği ürkütdüm, sana doğru geliyo, dut şunu!'

    Aziz Sargın Sağırların Hamza Sancak'tan işitmiş. Yeniyetmeliğinde Capbak Osman Külte'nin çeltiğiymiş. Rahmetli bu küçük çeltiğini ezdikçe ezermiş. 'Oranın suyundan başkasını içemiyon' diye ta Almalı'dan Bahçecik'e gönderirmiş. Yayan yapıldak suya gidişler bir kereye mahsus da değil, sürekliymiş. Oysa başkaları da Almalı çeşmesinin suyunu methediyor... Çeltiklik zor zeneat vesselam...

    Efekçi Süleyman Salman ile Gambır Tevfik İdis birlikte koyun güderlerken Kel Bekir Atay'ı yanlarında çeltik gibi taşırlarmış. Yaşı küçük olduğu için değil, koyunu çok az olduğu için... Biraz da horluyorlar mıydı, her neyse... Ekmek getirmesi için köye göndermişler. Köy ile dağ arasındaki mesafesi malum, git gel saatler sürer... Bu gidince, zavallının bir koyununu kesmişler. Gerekçe de tuhaf; neymiş, kara koyun olduğu için her yerden göze çarpıyor, belli oluyor. Tevfik zaten iyi yemesiyle meşhur, sabaha kadar üç koyunu kavurma yapıp işkembeye depiyor... Hasılı olan Kelbekir'in kara koyuna olmuş...

    Aralarında çoban çeltik hiyerarşisi var mıydı bilmiyorum... 1959 veya 60 yılında yine dağdayız... Gazilerin Cemal Yıldız'ın yanında Hamdihoca'nın Küpçü Süleyman Dadak, Böbülerin Gocahasan'ın yanında da Berber Ahmet Kabadayı var. Çeltik olmasalar da çobanlarla çocuklar yakın akraba; Cemal ile Süleyman hala dayı çocuğu, Berber ise Gocahasan'ın yeğeni... Usta çobanlar çocuklara itimat ederek sürüleri bırakıp gitmişler. Uyudular mı ne olduysa, gece sürüler kaybolmuş. Sabah birini Şamlı'da, diğerini Almalı'da bulmuşlar...

    Çeltik olmadığı halde küçük çoban Mahmut Omak'ı koruyup kollayan Kel Ahmet Bar'ı, Musa Tüplek'i duymuştuk. Benzer çoban çeltik olayları daha çoktur, bizim derleyebildiklerimiz bunlar. Çobanlık başlıbaşına bir meslek olarak görülür, çoban yetiştirme konusunda da böyle bir tekniğe başvururlarmış.

    Usta yahut kıdemli çoban tabirlerini kullanmamızı bazıları garip karşılıyor. Oysa çobanlık da bir meslektir, hatta bizim toplumumuzda peygamber mesleği kabul edilir. Bu yüzden Eğret'in esnaflık geçmişi ve bu sahadaki meslekleri içinde yer almasa bile çobanlık ayrı bir başlığı hak ediyor. Bu yazı biraz da bunun içindir.

    Yalnız çobanlığın sertifikaya bağlandığı, belgesi olmayanların çobanlık yapamadığı bir dönem yaşandığını da belirtmek lazım. 1963 Yılında İhsaniye Kaymakamlığınca İbrahim Külte'ye verilen çobanlık belgesinden anlaşıldığına göre bu belge diploma veya sertifika değil, izin belgesidir. Yine de kafasına esen herkesin sürü peşinde değnek sallayamadığını göstermesi açısından önemlidir. Belgeyi bizimle paylaşan Ahmet Külte babasının çobanlığı hakkında şunları söylüyor:

    "Rahmetli babam 45 yıl çobanlık yapmış. Açıkta uyumayı sever, uyumasıyla uyanması bir olurdu. En derin uykusundan bile çabucak uyanırdı. Eti, özellikle de koyun etini çok severdi. Zaman zaman çiğ olarak atıştırır, hele ki yağı, kuyruk yağını da affetmezdi. Çobanlıktan kalan başka bir alışkanlığı da tuvalet ihtiyacını çabuk görmesiydi, asla eğlenmezdi. Bazen anılarını anlatır, şimdiki çobanların televizyon çobanı olduğunu söyler, 'Ağılda televizyon, kırda yatma yok, örüme gitme yok, güzün kışa kadar değişik yerlerde kalma yok. Şimdi ne var, ekmeğini biri getirecek diye bakma yok, akşam oldu mu evde veya ağıldasın.' derdi. Çektiği rezilliklerden, eğlenceli günlerden, güzün soğukta gece sabahlara kadar bir tepeden bir tepeye koşarak ısındıklarından filan bahsederdi. 'İyi emek çekilen koyun morarır, işte o zaman o koyundan verim alırsın' derdi. Eğlenceli vakitleri ve kepazeliklerini yazıya döktüğü olurdu. Serbest şiir tadında birçok anısını veya hikayelerini de yazmıştı. Üzüntüm o ki, bu yazılara sahip çıkamadık. Elimizde ne yazık ki sadece tuttuğu bir kaç hesap ve iki üç karalaması var..."

    Tam da Kaymakamlığın çobanlık belgesi düzenlediği yıllarda, aynı mercinin başka bir uygulamasından daha bahsediyorlar. Zirai mücadele kapsamında olsa gerek, çobanlar karga öldürmeye teşvik edilmişler. Bunun için iki karganın bacağını getirene bir kırma fişeği verirlermiş. Ben çobanlara yönelik bir uygulama diye duydum, belki dört bacak teslim eden herkese bir fişek veriliyormuştur. Çünkü bunun için bizzat İhsaniye'ye gitmeye gerek yokmuş, giden birisiyle de gönderip fişeği alabiliyorlarmış. Bununla beraber çobanların o yıllarda epeyi karga katliamı yaptığı söyleniyor.

    Bir yazıya sığmayacak kadar kalabalık olduğu düşünülen, vefat eden ve hayatta olan Eğret çobanlarının cümlesini hayırla yad ediyoruz... 




23 Kasım 2024

Meramımın İfadesi, Eğret Halk Takvimi

 
    2014 idi yanılmıyorsam, Eğretlilerin hafızasında kayıtlı halk takvimini bir pano şeklinde hazırlayıp duvara asma fikri oluştu. Okullardaki tarih şeridi veya dört mevsim tablosu gibi bir şeydi düşündüğüm. Bugün zemherinin kaçı diye oraya buraya bakmadan gelip bu panodan öğrenilecekti. Manuel bir takvim ibresiyle her gün güncellenecek bu panoda Eğret halk takvimine dair başka ayrıntılar da bulunacaktı. Basit ama ayrıntılı bir yerel takvim...

    Dünya gailesi işte... Araya daha başka şeylerin girmesiyle takvim projesi fikirden öteye geçemedi. 2018 Yılında çocukların proje ödevlerinden arta kalan mukavvaları kartonları görünce bu panoyu yapma fikri tekrar depreşti. Bilgisel malzeme zaten hazırdı, onları üzerine yerleştireceğimiz mukavva pano, her güne 1 cm ayrılsa, dört metre civarında olacaktı. Çok büyük, heyula gibi bir tablo yapma işinin üstesinden gelmek oldukça zor göründü. Yarı yarıya küçültüp panoyu 2 metre civarında yapmaya karar verdik. 

    Kartonlar üzerinde işaretlemelere başlayınca bir şey fark ettim, gün gün bir yılı yerleştirmek çok kolaydı, hatta günlük birer cümleyle bilgi işaretlemesi de yapılabilirdi; ama bazı vakitlere dair söylenecek çok şey vardı ve bunları iki metrelik panoya sığdırmak mümkün değildi. Projeyi sırf bu yüzden tekrar rafa kaldırdık. 

    2020 Yılı başında Eğret Halk Takvimini tekrar gündeme aldım. Madem pano yapılamayacak, o halde elektronik tablo neden olmasındı. Bu ortamda istediğin kadar büyült, istediğin bilgiyi yaz, kartona kağıda mukavvaya gerek yoktu. Bir kaç günde bir excel  sayfasına kafamdaki tabloyu yerleştirdim. İstediğim her şeyi de yazarak hem de...

    Bilgisayar üzerinde oynarken aklıma başka bir fikir geldi; Eğret'teki 365 günü tek tek işleyerek bir günlük oluşturmak... İleşberlik, hayvancılık, sosyal ve kültürel hayat olmak üzere bir yılda neler yaşanıyorsa hepsini kayıt altına almak ve bunu yaptığım takvimle paralel götürmek... İyi de bunu hangi ortamda yapacaktık? 

    Eğretiköy adlı blog fikri böyle ortaya çıktı, 2020 Ocak ayında blogu amatörce hazırladım. Başka gaileler girince yazılar yine yaz aylarına sarktı. Fakat yazmaya başlayınca bir daha hiç durmadık. Takvimin tanıtımı ve Hıdrellezle başladık, sonra çapalar, ot orakları, harman filan... 

    Yalnız sadece takvim ve günlükle uğraşmıyorduk, eş zamanlı olarak Eğret'e dair her şeyle ilgili yazıyorduk. Ne de olsa blog adı Eğretiköy... Blogdan maksadım yazıları bir arada tutmaktı, kimsenin bildiği yoktu zaten, bu yüzden kafama göre yazdım durdum. Fakat internet ortamı, insanı o kadar da özgür bırakmıyor. Birileri blogdan haberdar olunca, o yılın sonbaharında Sülaleler konusu gündeme girdi. Tam iki yıl süren sülale çalışmasına ağırlık verince günlük geri planda kaldı. Gerçi eş zamanlı olarak her kategoride yazmaya çalıştık, ama dikkati aynı oranda paylaştırmak mümkün olmuyor.

    Sülale çalışması bittikten sonra güncellemesi de epeyce sürdü, gerçi hala devam ediyor, ama proje olarak dikkatimizden uzaklaştı. Bu arada öteden beri devam eden Ansiklopedik Eğret Sözlüğünü de aradan çıkardık. Yeri geldiğinde onu da güncelliyoruz, olsun yine de bitti dediğimiz projelerden biridir. Bu iki çalışmayı bitirdikten sonra günlüğe tekrar dönüp, bıraktığımız yerden başlayalım dedik. Bir de ne göreyim, neredeyse sona gelmişmişiz zaten. Bir kaç yazı ile o da tamamlandı.

    Hasılı 2014 yılında düşünce olarak başlayan Eğret Halk Takvimi projesi, on yıl sonra bugün ete kemiğe bürünüp noktalandı. Bakışa göre değişir; on yılda bitti de denilebilir, üzerinde on yıl esnendi denilebilir.

    Değişik zamanlarda başka başka ruh hallerindeyken yazılan yazılar bir araya getirildi, bu yüzden ilk bakışta bütünlük arzetmeyebilir. Yazıların düzenlemesini, sıralamasını bu durumu gözönüne alarak yapmaya çalıştım. Konuya göre sıralandığı için arka arkaya gelen bazı yazılarda kopukluk görülebilir. Ne de olsa ilk yazı ile sonuncusu arasında neredeyse dört yıl var.

    İçerik olarak düşünerek yazıları beş ana bölümde değerlendirdim. İlk Bölümde Eğret/Anıtkaya'da zaman kavramı ve Eğret Halk Takvimi genel hatlarıyla ele alındı. İkinci Bölümde takvime bağlı günlük hayat ve ileşberlik işlerini ayrıntılı tarif etmeye çalıştık. Burada hayat tarıma dayalı olduğu için bu kısım en geniş bölümü oluşturdu. Üçüncü bölüm, ileşberlik kadar eski ve önemli koyunculuk çoban kültürüne ayrıldı. Dördüncü bölümde her yönüyle Eğret düğünleri işlendi ve son bölümde de takvime bağlı olmayan bazı hususlara yer verildi. Aslında kendince muayyen bir zamanı bulunan bazı etkinlikleri, Eğret Halk takviminden bağımsız oldukları için bu kategoride değerlendirdik.

    Başta planladığım gibi bu çalışma bir iş takvimidir. Aynı zamanda sosyal hayatı bütün yönleriyle ele almaya çalıştığımız bir Eğret günlüğüdür. Örf adetlerimizi kayıt altına alan bir kültür yıllığıdır. Ariz amik ele alınan bir Eğret Halk Takvimidir. Hiç bir şey değilse bile kafası yarım asır geride birinin sayıklamaları kabul edilsin...

Kasım 2024, Afyonkarahisar


22 Kasım 2024

Hacı Uğurlama

     
    Asker gezmeleri gibi Hac mevsimi de yılın belli bir noktasına çakılı kalmaksızın sürekli değişir. Bu özelliği sebebiyle onu kandiller ve Ramazan ayına benzetmek daha doğrudur. Çünkü bunlar ay takvimine bağlı olarak her yıl 11 gün gerileyerek 365 günü 33 yılda tavaf etmiş olurlar. Eğret takviminde bu yüzden sabit noktada ele alınamıyorlar.

    Ne zamana denk gelirse gelsin, Kurban Bayramında Mekke'de olacak şekilde çıkılan Hac yolculuğunun hazırlık ve uğurlama seremonisi kayda değerdir.

    Eğret Kervansarayı önünden geçip İstanbul'a uzanan meşhur İpekyolu, eğer İstanbul'dan başlatılırsa hac ve ticaret yolu olarak ikiye ayrılıyormuş. Ayrım yeri Kütahya'nın kuzeyi. Buradan sağa devam edip güneye inen kolu Eğret'ten geçiyor ve ticaret yolu olarak adlandırılıyor. Soldan inen ise Döğer'den geçiyor ve direk Hicaz'a yöneldiği için Hac yolu oluyor. İstanbul/Avrupa tarafından gelen hacı kafileleri Eğret'e uğramadan Hac yolunu takip ediyorlar. Yalnız Bursa/Kütahya tarafının hacıları Eğret'ten geçmek zorunda. İşte Eğret hacıları genelde o kafilelere katılıyorlar.

    Demiryolu yaygınlaşana, motorlu araçlar ülkede çoğalana kadar hac yolculukları deve kervanlarıyla yapılıyor ve ortalama 6 ay sürüyordu. Bu dönemlerde hacıların köyden uğurlanması nasıl yapılıyordu, bu konuda bilgimiz bulunmuyor. Çocukluğumuzda şahit olduklarımız onlar hakkında da bir fikir verebilir.

    1970'li yıllarda hacılar bugünkü kadar olmasa da yine organize biçimde kafileler halinde giderdi. Kendi imkanlarıyla minibüs tutup gidenler de vardı. Apak Mevlüt Kopan'ın minibüsü bu amaçla kiraladıklarını işitmiştim. Kantinlerin Haciban ve Ahmet Kızılyer kardeşlere Hacı denilmesine sebep de minibüsleriyle hacı götürmeleriymiş. 

    O zamanın organizasyonlarında şimdinin yemekli otellerinde konaklama yokmuş. Ortaklaşa ev tutarlar aşını keşini kendileri pişirirmiş. Bu yüzden yolculuk öncesinde uzun bir hazırlık süreci olurdu. Şepit edenleri mi ararsın, kilolarca sucuk depdirenleri mi... Kangal kangal kavurma donduranlar da olurdu. Kışlık hazırlar gibi tarhana, bulgur göce vb. malzemeyi çuvallara doldururlardı. Bunun yanında elbisesinin bir köşesine para dikenleri de duyardık. Hırsızlara karşı en iyi önlem bu imiş...

    Bu arada müstakbel hacıları ziyaretler de yapılırdı. Bu ziyaretlerde küçük bir hediye ile bir kaç kuruş sıkıştırmak adetleşmiş. Ziyaretlerin asıl sebebi ise helalleşmektir. Sülale araştırmaları sırasında görüldü ki bundan bir asır evvelki hac ibadetinden dönemeyen çok sayıda Eğretli var. Gidip de dönememek var yani. Ayrıca inanışa göre haccın şartlarından biri de borçlu ve üzerinde kul hakkı bulundurmamak olduğundan, bu ziyaretlerin asıl sebebi mümkün olduğunca çok kişiyle helalleşme sağlamak. 

    Bu hazırlık safhasından sonra o gün gelip çatar. Eğret hacılarının toplu olarak uğurlandığı o gün Tekgenin yanında muazzam bir kalabalık toplanır. Bütün köy oraya akar dense yeridir. Bütün hacı uğurlama törenlerinin buradan başlamasının sebebi Hacı İbrahim Dede'nin manevi atmosferinden feyizlenmek olmalıdır. Bütün hacılar toplanıp yeterli kalabalık sağlandıktan sonra Gocacami'den sancak getirilir. Güçlü kuvvetli birinin boynuna taktığı kütüklük koçanına oturtulan sancak direği bütün haşmetiyle ortada görünür. İşte o anda gürül gürül bir saltanatlı tekbir ortalığı inletmeye başlar. Bu gürlemeyle kalabalık harekete geçmiştir.

    Tekkeden asfalta kadar Galipbey caddesi boyunca sürecek olan yürüyüş kolunu tarif edelim. En önde bütün haşmetiyle sancaktar, ağır adımlarla yürür. Hemen ardında Hacı adayları bir saf halinde sıralanmışlardır. Onların arkasında tekbirlere öncülük eden hocalar ve köy büyükleri... Sonrası ise düzensizler gurubu... Boyunlarındaki heybeden meyve ve çerez saçan hacı yakınları; elini sokup çıkardığı ceplerinden avuç avuç madeni para çıkarıp, Allah ne verdiyse onları insanların kafasına gözüne saçanlar; saçılanları kapışmak için birbiriyle yarışan çocuklar; yerdeki liraya tenezzül etmeyen oraya sırf Allah rızası için kalabalık olsun diye gelen ağırbaşlılar; tekbire katılıp sevap kazanmak isterken sesini korodan bağımsız hareket ettiren cırtlak sesler; ve en arkada kadınlar, kızlar...

    Karışık hacı alayı caddeden aşağı sallanırken zaman zaman ön saflardaki düzen de bozulabilir. Çerez ve para saçıcı heybeliler, atacaklarını alayın önüne attıklarında çocuklar hurra oraya hücum eder. Onlar tavuk gibi yerdekileri toplarken topluluğa yeni katılan uğurlayıcılar önce hacılara sarılmak istediğinden bir anda her şey karman çorman olur. Fakat tekbirler susmaz 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' Bu anda bozulan saflar, yeni katılımcılarla darmaduman olana kadar gitmek üzere yeniden hizalanır... Sonra bir münasebetsiz çerez yağmuru, helalleşme arzusuyla yanıp tutuşan kollar... Hafif aksama ve 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' ile tekbir komutu...

    Kelibanın ev ile Karakol arası son durak. Orada üç kere daha tekbir getirildikten sonra dua edilir. Son sarılma ve vedalaşmaların akabinde hazır bekleyen araçlara bindirilerek hacılar yolcu edilir. Bu arada gözyaşları sel olur. Bunlar ayrılık acısına dayanamayacağını düşünen hacı yakınları ve daha önce yaptığı bu ibadetin tadı damağında kalan kıdemli hacılara aittir. 

    Tekkeye doğru dönüş yolculuğu daha düzensiz ve heyecansızdır. Sancaktar sancağı omuzlamış, çerezcilerin boş heybesi kolundadır. Haylaz çocuklar hasılatını saymakta, analar mızılayan çocuğunu sürüklemektedir. Biraz önce tekbirlerle inleyen Galipbey caddesi sessiz, dağınık kalabalık ise çok yorgun gibidir...

    Sayılı gün çabuk geçer. Hacıların gelme vaktinde karşılama töreni yapmak çok zordur. En azından uğurlama gibi gösterişli bir karşılama yapılamaz. Haberleşme araçlarının yaygın olmadığı o günlerde hacıların hangi gün geleceği tahmin edilse bile saatini kestirmek kolay değildir. Bu yüzden hacılar genellikle sessizce gelirler.

    Geldiklerinin ertesi günü Anıtkaya sokaklarında başlarında tepsili kadınlar cirit atar. Hacıların yanlarında getirdikleri hediyeler sahiplerine dağıtılmak üzere o tepsilere binip yola revan olmuştur. Bir karımlık kına, bir kaç tane hurma, bir namazlağı, namaz örtüsü, namaz takkesi, 33'lük şakşaklar, 99'luk tespihler, bıçak gibi hediyeler... Kime? Hani yolculuk öncesi helalleşme ziyareti yapanlar vardı ya, işte onlara... 

    Taze Hacılara yine hoşgeldin ziyaretleri de yapılır. Orada bol bol hurma ve ille de ayakta içilmesi istenen ebizemzem ikram edilir. Oradan getirilen teybe, orada doldurulmuş bir vaaz kaseti konulup ateşin yakmadığı deve kemiği hikayesi bilmem kaçıncı kez dinlenip gözyaşı dökülür. Bastırınca değişik Kabe manzaralarını gösteren film karelerine bakılır...

    Elli yıl önce böyleydi hacı uğurlama ve karşılama... Çok güzel günlerdi...



Mehmet'in Başına Gelenler

    
    Başlığa bakıp seri hikaye anlatacağımı sananlar fena halde yanıldı. Lakaplar ismin başına getirilir ya, Mehmet'in başına gelenlerden kastımız budur. Mehmet ismine lakap olmuş sözlere bakacağız.

    Lakapları incelerken Eğret'te eskiden beri çocuklara en fazla konulan erkek ismi Mehmet'in en fazla lakap alan isim olduğunu farkettim. Akılıma gelenleri yazacağım göreceksiniz, akla hayale gelmedik ne lakaplar yakıştırılmış. 

    Burada şunu da belirtelim, bu ad Peygamberimizin isminin Türkçeleştirilmiş şeklidir. Rivayete göre atalarımız bu seslerdeki değiştirme işlemini Peygamberimize saygı adına yapmışlar. Orijinal Muhammed ismi O'na hastır, biz çocuklarımıza Mehmet diyelim, diye düşünüp duydukları hürmeti göstermişler. 

    Ben böyle toplumsal bir şuur geliştiğine inanmıyorum. Elbette Peygamberimize diğer milletlerden daha fazla saygı duyulmuş, sevgi beslenmiş; ama isimlendirme mevzuundaki olay başkadır diye düşünüyorum. Arapça Türk hançeresine uygun bir değil, oradan gelen kelimeleri kendi gırtlağına uydurup o şekilde telaffuz etme yaygın bir durumdur. Buna doğal Türkçeleştirme denilebilir. İşte Peygamberimizin ismini Mehmet olarak almak da buna bir örnek. Belki Muhammed > Mehemmed > Mehmed > Mehmet süreci yaşanmıştır, bu da gayet normal...

    Her ne kadar isimlendirmede ortak bir şuur bulunmasa bile, bir an için bu ihtimali doğru kabul edersek, ne kadar isabetli bir iş yaptıkları ortaya çıkıyor. Çünkü lakaplandırmalarda bazı uygunsuz yakıştırmalara da rastlanıyor, o vakit bu münasebetsiz benzetmeler doğrudan Peygamberimize yönelecek, bu da saygısızlığın daniskası olacaktı. İyi ki Muhammed ismi Türkçe'de Mehmet'e dönüşmüş.

    Gara Mehmet Ata/Kırım
    Geneli Mehmet Saki
    Dana Mehmet Duran
    Devriş Mehmet Terlemez/Aydın
    Sarı Mehmet Çotak/İdis
    Kedi Mehmet (Şık)
    Aydınlı Deli Mehmet Acar
    Deli Mehmet İdi/İdis/Dadak
    Ağa Mehmet Dadak
    Yırtımcı Mehmet Dadak
    Böcekçi Mehmet Dadak
    Galle Mehmet Dadak
    Parlak Mehmet Azbay
    Gıytak Mehmet Azbay
    Yılık Mehmet Öztürk
    Uzun Mehmet Öztürk
    Yörük Mehmet Demir
    Efe Mehmet Öncül
    Hafız Mehmet Öztürk
    Hoca Mehmet Karakaya
    Göden Mehmet Dadak
    Göde Mehmet Aydın
    Gındi Mehmet Kızılyel
    Gözel Mehmet Tok
    Bödü Mehmet Sağlam
    Sağır Mehmet Azbay
    Çerçi Mehmet Kopan
    İnce Mehmet Kasal
    Buruşak Mehmet Omak
    Güçcük Mehmet Öncül
    Pire Mehmet Tüblek
    Çavuş Mehmet Tüblek
    Berber Mehmet Külte
    Beygirli Mehmet Tüblek
    Hatca Mehmet Saki
    Vakvak Mehmet Aytar
    Ördek Mehmet Aytar
    Bulduk Mehmet Saçak
    Arnavut Mehmet Saçak
    Poyraz Mehmet Boy
    Habiri Mehmet Boy
    Güdük Mehmet Işılak
    Tahtalı Mehmet Ün
    Keçi Mehmet Seçan
    Kel Mehmet Özdemir
    Batık Mehmet Köz
    Garaguzu Mehmet (Önkal)
    Gani Mehmet Çalışır
    Molla Mehmet (Tür)
    Halimenin Mehmet Kıy
    Tenikeci Mehmet Öztürk
    Çakır Mehmet Erdem
    Kör Mehmet Aykaç
    Gız Mehmet Öztürk
    Kinisli Mehmet (Soya)
    Ceneme Mehmet Soya
    Gulaksız Mehmet Argunşah
    Emetinin Mehmet Sak
    Bali Mehmet Çetin
    Sakallı Mehmet Aydın
    Cava Mehmet Er
    Alçak Mehmet (As)
    Dombeyli Mehmet Okutan
    Kahya Mehmet Seçen
    Dayı Mehmet Dadak
    Dayının Mehmet Yola
    Akgalak Mehmet Dadak
    Çapar Mehmet Dadak
    Deliberber Mehmet Öncül
    Mihrioğlu Mehmet Eşit
    Curak Mehmet Kirkit
    Sağıroğlu Mehmet Sancak
    Çete Mehmet Patlar
    Gonyalı Hacı Mehmet Kurt
    Lomcu Mehmet Selek
    Doruk Mehmet Külte
    Kırtümmet Mehmet Soylu
    Koreli Mehmet Önkal
    Dolak Mehmet Kırım
    Avgan Mehmet Çetin
    Bekiroğlu Mehmet Dadak
    Kürt Mehmet (Kirtyusuf'un kayınpederi)
    Şeherlioğlu Mehmet Kırdar 
    Kokulu Mehmet Dirlik
    Yağcı Mehmet Aykaç
    Tahirintopal Mehmet Akyol
    Gıvırcık Mehmet Patlar
    Kemik Mehmet Patlar
    Gıbış Mehmet Özen
    Terzi Mehmet Öztürk
    Cingen Mehmet Öztürk


21 Kasım 2024

Asker Gezmeleri

     
    19. Yüzyılda Eğret'ten geçen bir gezgin, köydeki evlerin çoğunun boş olduğunu söyler ve bunu o yıllarda uygulanan redif askerlik sistemine bağlar. Dört yıl temel ve sekiz yıl yedek olmak üzere 12 yıla kadar uzayabilen askerlik boyunca insanlar köylerine pek seyrek uğruyorlardı. 

    Batılı gezginin abartılı bir şekilde anlattığı köyleri boşaltan askerlik sistemi Eğret'e mahsus olmayıp bütün ülkede uygulanıyordu. Aslında Osmanlı'da askerlik bir vergi çeşidiydi. Köyün büyüklüğüne göre belirlenen sayıda genç askere alınarak devlete borcunu ödemiş olurlardı. Eğret, 17. ve 18. yüzyıllarda en az 1,5 nefer vergiye tabiymiş. 1 Nefer 15-25 arasında değişen kişiyi ifade eden birimdir. 1,5 Nefer demek 25-40 arasında asker demek oluyor, yani köy olarak bu kadar sayıda yiğidi yaşı geldikçe askere göndereceksin. 

    Arada Eğret'e 2 Nefer asker tahsisi yazıldığı da var, sayıyı siz düşünün artık. Köy İstanbul'un tahıl ambarıymış, ama bu rakamlara bakınca aynı zamanda asker kaynağı gibi... 19. Yüzyılda redif sistemine geçilmiş, ama bu dönemde de asker sayısında azalma yok; 1831 kayıtlarında yirminin üzerinde asker kaydı var. Bu sayı yanıltmasın, redif sisteminde sırası gelen askere çağrılıyor; temel askerlik bittikten sonraki rediflik dönemi para yatırılarak bir kaç kez ertelenebiliyor, ama kurtuluş yok, geriye kalan 8 yılı da tamamlayacaksın. Sık kullanılan izinlerle filan rediflik dönemi gevşetilse de askerlik, askerliktir. Eskilere dair duyduğunuz 'Dedem 12 yıl askerlik yapmış' türü şeyler, masal değil gerçektir.

    Cumhuriyetle birlikte TSK ve askere alma hususunda yeni düzenlemeye gidilmiş, rediflik kaldırılmış, süre kısaltılmış. 2. Dünya savaşı sırasındaki beklenmeyen durum haricinde yeni düzenlemelere riayet edilmiş. Askere alma konusunda da yeni düzenlemeler yapılmış. Yılda dört defa olmak üzere belli bir düzen/tertipte alımlar yapılmış. Askere alma dönemleri numaralandırılarak 1. 2. 3. ve 4. Tertip olmak üzere Mart, Haziran, Eylül ve Aralık aylarında gerçekleştirilmiş. Bazı yıllarda 6 tertip olarak alıyor, o zaman celp aralığı iki ayda bire düşüyormuş.

    Gerek Osmanlı zamanında olsun gerekse Cumhuriyet döneminde, çocuklarını askere göndermek hiç bir zaman Eğret'i ıssızlığa bürümemiş. Şartlar zor olsa da kardeşlerin aynı anda silah altına alınmaması, tek erkek çocuğun istisna tutulması, fiziksel engellilere kolaylık tanınması gibi hususlar bu şartlarda hafifletici olmuş. Bir de vazifenin kutsallığını biliyor köylü, hem de Batılı gezginin anlayamayacağı kadar. Bu yüzden askere gidişler eğlenceye çevrilmiş. Tanık olduğum bu eğlenceleri nakledeceğim.

    Başka tertiplerde de alımlar olmuş, ama nedense benim aklımda Eğret askerlerinin Mart ayında 1. tertip olarak alındıkları kalmış. Olaylar Mart ayında geçiyormuş gibi düşünülsün...

    Bir ay öncesinden muayene, şube, yol, sülüs, devre, tertip gibi sözleri duymaya başlardık. Hazır asker adayları bir araya gelir, araya böyle anlamadığımız kelimeleri sıkıştırarak konuşur, eğlenirlerdi. Aslında düzenli toplanmalar da bu günlerde başlardı.

    İlk günlerde tam kadro toplanmak güçtür, zira Anıtkaya'nın çoğu daha o yıllarda İzmir'i boylamıştı. Muhtara asker kağıdı geldiğini öğrendikten sonra, hazırlıklarını tamamlayıp oradaki işi ve eviyle ilişiğini kesecek, köye dedesi ninesinin yanına gelecek... Bu biraz zaman alır. Bu yüzden yabandakiler de gelene kadar, Anıtkaya askerleri olduğu kadar, bir araya gelirler. Diğerleri gelmese bile bu işe hevesli olan heyecanlı askerler toplanır, dağılır; toplanır, dağılırlar... Yıllardır bunun özenciyle yanıp tutuşanlar vardır çünkü...

    Askere gitmeden önce asker toplanmalarına özenmeyi bugünün gençlerine anlatmak zor olabilir. Yine de deneyelim. Şimdiki gibi internet, telefon, sosyal medya filan yok. Televizyon denen şey yeni çıkmış, bir kaç dükkan ve evde bulunuyor, yaygınlaşmamış. Telefon da öyle... Köyün dış dünya ile bağlantısı yalnız radyo ile kuruluyor, bir de arada Afyon'a gidişlerle... Askere gidene kadar köyden dışarı çıkmamış kimseleri bile duymuşsunuzdur... İşte askerlik böyleleri için dış dünya ile kurulan ilk bağdır, bu yüzden önemlidir. Elbette asker gezmelerini özlemle bekleyecek...

    Tam teşekküllü toplandıklarında ne kadar kalabalık oldukları hakkında bir fikir versin diye örneklendireyim. 1941/6 Tertip Eğret askerleri tam 41 kişiymiş. O yıllarda dışarıya göç tam başlamadığı için 41 kişinin tamamı asker gezmeleri için tam kadro toplanabilmiş. On yıl sonrasında bizim tanık olabildiğimiz dönemlerde bu sayı biraz düşüyordu, ama son on onbeş günde hepsi toplanırmış...

    Bu kadar asker aşağı yukarı bir takım demek, nereye gitseler şamatalarıyla, gürültüleriyle, harala güreleleriyle birlkte gidiyorlar. Dolayısıyla daha uzaktan kendilerini belli ederler. Coşkunun sebebi askerlik heyecanıyla birlikte, bazılarının kalabalıkta başka kimliğe bürünmeleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun askerler neşeli bir topluluktur. Yeni çıktığı zamanlarda, nerden buldularsa boynuna taktıkları bir teypten oyun havası çalarlar, kafalarına estikleri yerde durur, ceplerinden çıkardıkları kaşıkları tıkırdatarak oynarlardı.

    Şar şor derecesine varmadığı sürece onlardaki coşku hoş karşılanırdı. Birilerinin önünde oynuyorlarsa seyircilerin para çevirmesi beklenir, onlar da çevirirdi. Bazen dükkanlar, kahveler, belediye, okul, oda gibi yerler de ziyaret edilir ve bahşişler alınırdı. Ziyaret ettikleri yerlerde bu hareketleri ayıplanmaz, hatta bazıları bana niye gelmiyorlar diye yakındığı bile olurdu.

    Coşku ve sevinci ölçülü bir şekilde yaşarlardı. Buna müstakbel asker vakarı denilebilir, kışlaya dahil olmalarına günler kala bu atmosferi yakalamaya çalışmaları bana ilginç gelmiştir. Her toplulukta olduğu gibi asker gezmelerinde de çatlak sesler çıkabilir, ancak arada eritilebilecek cinsten cılız şeylerdir bunlar. Çünkü askeri disiplin ve otorite havası, aralarından birinin sivrilip çavuş seçilmesiyle kendini göstermeye başlamıştır. Onun emir/kararlarına uyulacak, direktiflerine göre hareket edilecektir. Lider tabiatlı çavuş, çatlak cırtlak sesleri bastırarak otoritesini göstermelidir.

    Oyunlar haricinde kendilerince talimler yaparlar, ne kadar olursa o kadar uygun adım yürürlerdi. O vakitler köyün içinden geçen asfalt yoldaki bu talim ve yürüyüşler, zaten seyrek olan kamyon geçişleri sırasında duraklar, askerler kenara çekilirdi. Sonra kaldığı yerden devam...

    Asfalt kenarındaki Karakoldan sair zamanlarda alabildiğince ürken bu gençler, şimdi onun önünden alayıvala ile geçmesi de şaşırtıcıdır. Bunun sebebi, tabi ki gençlere köylünün gösterdiği hoşgörüyü, görevli jandarmanın da göstermesidir. 'Bilemedin bir hafta on gün sonra bu neşelerinden eser kalmayacak gençler, bırakalım da eğlensin' diye düşünürlerdi belki de...

    On onbeş gün boyunca Anıtkaya'da bu coşkulu kalabalığın adım atmadığı sokak, cadde kalmaz. Her yere uğradıkları için olsa gerek buna biz asker gezmesi diyoruz. Sürekli gezer dolaşır; duraklar oyun oynar; canı sıkılır, asker talimi yapar; rastladığı birini oynatır, olmazsa ceza keser. Kesilen cezalar anında tahsil edilir. Toplanan parayla oturdukları odanın çay kahve masrafı karşılanır. Evet, sürekli toplanıp oturacakları bir oda belirler, orayı merkez üssü olarak kullanırlar. Haliyle oranın masraflarını da karşılamaları gerekir ki bu da kesilen cezalardan oluşan asker bütçesinden sağlanır. Bazen bu cezaları abartırlar, o zaman ortaya harcamayla bitmeyecek bir miktar çıkarmış. Hayır Cemiyeti veya Hoca ile işbirliği sağlanıp biriken parayla bir caminin ihtiyacını gören askerleri anlatıyorlar..

    Asker gezmeleri deyince, ev davetleri için ayrı bir bölüm açmak gerekir. Köy yerinde böyle kalabalık bir grupta her evden bir fert var demektir. Değilse bile mutlaka her haneyle akraba olan birisi bulunur. Onu yemeğe davet etmek adettendir, grup bölünemeyeceğine göre her davete birlikte giderler. Beşyüz haneli bir köyde en az üçyüz haneye böylece girilmiş olunur. Bu kadar kısa süre için büyük bir rakam... Son günlerde günlük on onbeş öğün yemek yerlermiş, mecburiyetten. Davetlerin menüsü klasiktir, bükme börek... Yağadı yemekten askerlerin içi dışına çıkıyormuş... Gitmesen de olmaz... Çavuş sıraya koyuyor, haydin şuraya, haydin buraya...

    Davetlerin bir handikapı da takımın kalabalık olmasıdır. O kadar kişiyi sıradan bir eve nasıl oturtacaksın. Buna da dahiyane bir çözüm bulmuşlar, iki bazen üç gruba bölünen askerler hem daha fazla eve uğrayıp onları gönüllüyor, hem de daracık evlere sığışma sorununu çözüyorlarmış. Her şeye rağmen yine sorun olduğunda en yakın köy odasına gidip orada yerlermiş. Böylece bütün odalar da ziyaret edilmiş oluyor.

    Askere gidiş sürecinin köyde geçirilen son cumasında Gocacami'de asker mevlüdü okutuluyor. Böylece askerler Peygamber Ocağına dualarla uğurlanmış oluyor. Bu süreç 1990'lara kadar küçük değişikliklerle aşağı yukarı böyle işledi. Şimdilerde yine asker eğlenceleri düzenleniyor, ama galiba içerikteki vakar biraz kaybedildi. Toplanma, birlikte hareket etme ve asker gezmeleri ise tamamen terkedildi...



19 Kasım 2024

Hayvansal Lakaplar

    16. Yüzyıl defterlerinde Eğret köyündeki çiftliklerden biri Toy Halil adıyla kaydedilmiş. Buradaki Toy kelimesinin lakap olarak kullanıldığına şüphe yok, yalnız iri kuş anlamındaki toy mu, yoksa acemi tecrübesiz manasındaki toy mu kastediliyor, tam anlaşılamadı. İnsanlara yakıştırma yoluyla lakap takmada çok farklı etkenler olabilir. Toy Halil'de olduğu gibi hayvansal özelliklere göre lakaplamayı inceleyeceğiz.

    Lakaplama hususunda izlenen yollardan biri de kişiyi hayvana benzetmektir. Teşbihte hata olmaz derler, ama hayvan benzetmelerinde kendisine benzetilen herhangi bir hayvan olmamalıdır. En azından öne çıkan bir özelliği, benzetilen kişi üzerinde bulundurmalıdır. İriliği, boyu, gücü, sesi, hızı, zarafeti vb. özelliklerinden biri veya bir kaçı mevzubahis kişide bulunuyorsa böyle bir benzetme yoluna gidilir. Aksi takdirde teşbihte hata olur, halk bunu benimsemediği için lakap yakıştırma gerçekleşmez...

    Hacımahmutların fertleri genelde iri yapılı olduğundan sülalenin diğer bir adı Ayımahmutlar olarak yerleşmiş. Bununla beraber onların içinde Mevlüt Öztürk özel olarak Ayımevlüt diye bilinirdi. İş delisi biriydi. Aklımda elinde atkı, içdonuyla saman eşmeye giriştiği manzarayla kalmış. Bu manzara her yıl defalarca tekrar ederdi, 1998 yılında vefat etti.

    Ayımevlüt'ün Ahmet abisini de mandaya benzetmişler. Bunun hikayesini oğlu Ali Öztürk'ten dinlemiştim. Bekarları mı yoksa yevmiyeli orakçıları mı ne, toplamış işin nasıl yapılacağını gösteriyor. Bakmışlar adam deli gibi çalışıyor. İçlerinden biri itiraz etmiş:"Manda gücü gibi kuvvet var sende, biz insanız öyle çalışamayız." gibisinden bir şeyler söylemiş. O günden sonra lakabı Manda, ailesinin adı da Mandalar olmuş. Manda da 2000'de vefat etti...

    Hacımahmutların bir başka kolundan Gocahasan diye anılan Hasan Öztürk'ün az bilinen başka bir lakabının Aygırhasan olduğunu sonradan öğrendim. Yine güç kuvvetle ilgili olduğu anlaşılıyor bu benzetmenin. 1980 Yılında vefat eden Gocasan'ın oğlu Mevlüt Öztürk de 'Gocaguş' olarak bilinirdi. O da babası gibi iri yarı biriydi, 2000 yılında vefat etti.

    Gocaguş demişken, kuş benzetmesiyle yapılan lakaplar parantezini açalım. Akla ilk gelen Suguşu oldu. Buruşakmehmet'in ikinci oğlu Halil 1921 yılında doğdu. Daha gençliğinde uluk biri olarak tanınan Halil Omak, Söğütaltı'nda filan aylak aylak dolaşırmış. Bu yüzden öyle lakaplanmış. Sonradan da köyde pek durmaz, oradan oraya dolaşır dururdu, 1987'de vefat etti.

    Hacımahmutların Sakızcının oğlu Veli Öztürk'ün aslında Takguş diye bir lakabı yokmuş. Rahmetli Kelhoca, onun oğlu Mehmet Ali Öztürk'e hitaben tekerleme gibi anlamsız bir şeyler söylemiş. Tabi içinde Takguş kelimesi de geçiyor. Hiç bir şeyden haberi olmayan Sakızcının Veli'ye böylece Takguş demeye başlamışlar. Ayrıca bu kelimenin içindeki 'guş' hecesinin kuş ile alakası olup olmadığı da bilinmiyor. Buna rağmen bazıları o sözcüğü 'Tekguş' diye de telaffuz ediyor. Onların yorumuna göre, bu sözle Veli Öztürk'ün başka erkek kardeşi olmadığına işaret ediliyormuş.

    Gademlerin Sarımehmet'in de hayatta kalan tek oğlu var. 1891 Doğumlu Osman, Cihan harbinin her cevrini yaşamış; vuruşmuş, esir düşmüş, çeşitli işkencelere maruz kalmış, fakat sağ salim köyüne dönebilen şanslı kişilerden. Kendisine neden ve ne zaman Banguş denildiği bilinmiyor. Bu kelime baykuşun Eğret'teki telaffuzudur. Banguş Osman Çatak 1972'de ölene kadar bu lakabıyla anıldı, oğulları da kendisine izafe edilerek Banguşun İbram ve Mevlüt diye bilinirlerdi.

    Devrimbeşlerin Godalömer'in büyük oğluna da Gödemehmet diyorlarmış. Gök renkli yaban güvercinlerine Eğret'te göde denilmesinden yola çıkarsak, yakıştırmanın bu kuşla alakalı olduğu sonucuna varılır. Godalömer'e tekrar döneceğiz...

    Velicikler Mehmet kolu Tahtalı, Hasan kolu Guguklar diye ikiye ayrılmış durumda. Gugukların bu isimlendirmesinde bir kuş ismi yok, ama yine onunla ilişkilidir. Guguk kuşu diye adlandırılan ayrıca bir kuş var, bununla beraber Anıtkaya'da bu sesi çıkaran kuş yusufcuk/kumru diye düşünülür. Velciklerin bu koluna neden Guguklar denildiği konusunda dişe dokunur bir şey bulamadım. Mecburen çocukluğumda kurduğum, kendimce mantıklı bir bağ ile izah edeceğiz. Bunların evin pencere altında, direkten buraya uzanan elektrik kablolarının bağlandığı fincanlar vardı. Yusufçuk kuşu bu iki fincanın arasına yuva yapmış, bir kaç yıl o yuva öylece kalmıştı. Kuşun çıkardığı gu guuuk guk, gu guuuk guk sesinden dolayı Guguklar diye lakaplandıklarını zannetmiştim. Çocukluk işte...

    Manavların Turabi Ahmet Öztürk Dayının hanımına Çilayşa derlerdi. Bekçiali'nin ablası olan Ayşe Yengeye zaman zaman Çilgarga dediklerini de hatırlıyorum. 

    Güzellikleriyle ünlü iki güzel kuşla devam edeceğiz. İlki keklik... Alemdaroğluların yeğeni Ali, aslında Türkmenlerdendir; bu yüzden dayılarının soyadı Kızılyer'i değil, Tül soyadını almış. Eğretliler de onu anasının sülalesiyle değil Keklikler adıyla bilmişler. Aynı zamanda sülale adı olan bu lakap, Türkmen babası tarafının lakabı olabilir. Meşhur Çanakkale Gazisi Kekliklerin Kel Ali, oğulları Hacıiresil Resul Tül, Kelırmızan Ramazan Tül, Haro Ahmet Tül sülalenin en bilinen isimleridir...

    Tureş/Turaç Hanımın hikayesi de önemli... Tingildekler ile Gödeşlerin ortak atası Tureşoğlu Mustafa diye geçiyor, ama Eğretliler bunlara Tureşler dermiş. Tabi Tingildekler ile Gödeşler kendi lakaplarını bulunca Tureş de Tureşler de unutuluyor. Sonradan öğrendik ki tureş sözcüğü turaç adlı bir kuşun Eğret ağzındaki telaffuzudur. Neyse ki bu söz ve lakabın unutulmamasını sağlayan Tureşoğlu Mustafa'nın bir kızı var, Ayşe; yani Tureş Hanım... Adıyla değil lakabıyla tanınan Tureş Hanım önce Ayanoğlu Halil ile evlenip ondan çocuksuz dul kalıyor. Sonra Ayanoğlu Derviş Ahmet'e varıyor, bir oğlu oluyor; ama kocasıyla oğlu kısa sürede ölünce yine dul kalıyor. O sırada iki çocuğuyla dul kalan Ayanoğlu Hacı Hüseyin'e varıyor. İki öksüzden biri ileride kendisine Kölgeci denilecek olan Ömer Kayır'dır. Kendisine anası gibi hürmet ettiği Tureş Hanım ile sülalesi o kadar bütünleşir ki Kölgecilere arada Tureşler dedikleri de olurmuş. Soyadı kanunu sırasında kocası Hacı Hüseyin vefat ettiği ve ondan çocuğu da bulunmadığı için Tureş Hanım, o sırada hayattaki kardeşi Gödeş Ahmet'in hanesine kaydedildi. 1946'da Ayşe Seviş olarak vefat eden Tureş Hanımın lakabı gibi çok güzel olduğunu söylüyorlar.

    Son olarak yine Hacımahmutlardan Tellilerin Mustafa Öztürk hala Guşcu olarak tanınır...

    Bize göre kuş sayılmasa da kanatlı kümes hayvanları zoolojik olarak kuştur, ördek de öyle... Ayanoğluların Galgancılar kolundan Mehmet, Han'ın aşağısını, şimdi İlkokul bulunan alan civarını Muhtarlıktan kiralayıp bir şeyler ekmiş. Yalnız şunu belirtmek lazım, Eğret çayı için kanal açılmadığı o yıllarda dere geniş bir yatak üzerinde akar, etrafını çayırlaştırırmış. Nispeten kaya uzantısı bulunan mevzubahis yerde çayır söz konusu olmayabilir, ama bildiğin bataklık gibiymiş. Öyle bir yerde bir şey yetiştirilemeyeceğini düşünen köylüler Ayanoğlu Mehmet ile 'Le olum ördek misin sen, suyun içinde ne işin va? Vak! Vak! Vak!' benzeri sözlerle dalga geçmeye başlamışlar. Ne zaman yaşandığı bilinmeyen bu olaydan sonra Ayanoğlu Mehmet'in lakabı bazen Ördek, bazen de Vakvak olarak kalıplaşmış. Vakvak Mehmet Aytar 1938 yılında vefat ettikten sonra çocukları Vakvaklar/Ördekler diye bilinmiş.

    Apdıramanların Hacı Emrullah Ağa'nın çocuğu olmamış. Zığla'da öksüz ve yetim kalan ikinci dereceden yeğeni Abdullah'ı evlatlık almış. Sürekli kaz güderken veya kovalarken görülen Abdullah'a Gazcı lakabını takmış köylü. 1920 Gibi vefat ettiği düşünülen Gazcı Abdullah'ın adını şimdi Hacemirlahların Abdullah Onay taşıyor. Bir de Kelibanın Misgin Abdullah Dalgıç... Zira Gazcı Abdullah'ın kızına da Gazcıgızı derlerdi. Gazcıgızı Dananın İsmail'le evlenince Dalmış ve Keliban doğdu. İşte Keliban da bir oğluna Gazcı dedesinin hatırasına Abdullah adını koydu...

    Sırası gelmişken Danalardan devam edelim. Bu adla bir sülale 1831 kayıtlarında bulunmuyor, oysa 70 yıl sonraki 1904 kütüğünde bir kaç Danaoğlu hanesi göze çarpıyor. Bundan yola çıkarak ilk kayıtlara 'Köyün Buzağı Çobanı İsmail' hanesi olarak kaydedilen hanenin şimdiki Dalgıç/Dalmışlı/Duran soyadlı Danalar olduğu sonucuna varabiliriz. 

    Sülaleyle ilişkilendirilip ona izafe edilen yeni lakaplar da oluşmuş, bunlardan biri Dananın Çolak'tır. Konyalı Çolak diye bilinen Mehmet Kurt, küçükken geldiği Eğret'te Dumanların kızı Emine ile evlendi. Emine'nin anası Danalardan olduğu için Konyalı Mehmet'e Dananın Mehmet dediler, sonra Cihan harbinde kopan kolu sebebiyle Dananın Çolak oldu. 

    Bir de Danagızı var. Bu, Dananın Çolak eşi Emine'nin teyzesi Şerife'den başkası değildir. Çocukluğundan itibaren Danagızı diye lakaplanan Şerife bir kaç evlilik yaptı. Halimeninmehmet diye bilinen Mehmet Kıy'ın anneannesidir. En son Ösüzömer Ömer Acar'ın dedesi olan Hasan Dadak'ın hanımıydı, onun soyismi altında 1947'de vefat etti... Bu iki Danagızının bir de erkek kardeşleri var, adı İbrahim... Yani Kelibanın dedesi...

    Danalar sülalesiyle alakası olmayan Danagafa'yı da burada zikretmeliyiz. Tekelilerin Hüseyin Temel'e aslında Gocagafa diyorlar. İkinci bir lakap olarak neden buna başvurdukları tahmin edilebiliyor. Danagafa 2004 yılında 77 yaşında vefat etti.

    Kilci Ahmet Sağlam, Yörükkerim'in Mehmet Demir'e Danamusgası diye bir lakap takmış. Ondan başka kimsenin kullanmadığı bu lakabın zamanı ve sebebi hakkında bir şey öğrenemedim. Oysa Daldalların Ömer Honça'ya İtömer lakabındaki motivasyon az çok tahmin edilebilir. Rahmetlinin diğer bir lakabı Gıdakömer idi ve bunu İdirizlerin Ömer İdis ile ortak kullanırlardı. Yumurtlarken çıkardığı ses nedeniyle tavuklara işaret eden yansıma bir kelime gıdak...

    Köpeklerin sevimliliğini anlatan yansıma sesler gıdi ve gıdik'tir. İlk kelime bir sülaleye ad olmuş, Gıdiler deyince soyadı Asan olan sülale akla geliyor.

    Zağar da aslında bir köpek cinsidir, fakat kısa boylu bir cins. Zamanla bazı kısa boylulara bu kelime lakap olarak yakıştırılmış. Daha doğrusu benzet mi yapıldı, lakap mı takıldı, yoksa yakıştırma mı tam belli değil... Zağarayşa Gocaosman'ın ikinci hanımı Ayşe İdis; Zağarferide Buydeycigadir'in hanımı Feride Dadak; Zağarhalil ise Faddiklerin Halil İleri'dir...

    Şeherlioğlu Mehmet'e neden Kedimehmet dediklerini bilemiyoruz. Ahmetçavuş Ahmet Şık'ın babasıdır. Asker dönüşü tipide tersi devrilip köyü bulamayınca, orman kenarındaki bir azada çıkıp orada vefat ediyor. Bu ağaca hala Kedimehmedinazat diyorlar...

    Hacımahmutların Veli'ye de Kediveli diyorlar. Sonradan bu onun sülalesine lakap olup Kedivelilere dönüşüyor. Kediveli'nin oğulları Çolakhüseyin ve İbrahim Ildız, oğullarına babalarının adını vermiş; Çolaküseyin'in Veli Ildız halen ayrıyeten bir Kediveli gibi anılıyor.

    Kuzular kırkılırken bazıları hayvanın orasında burasında tutam tutam yün bırakırmış, gösteriş olsun, güzel görünsün diye... Kırkmadan bırakılan bu tutam tutam yünlere alık deniliyor. En çok ve en güzel alıklı kırkımı Hassönlerin Mahmut yaparmış. Guliz Osman Koç'un dedesi olan bu zata Alıklımahmut lakabı takılmasının hikayesi böyle... Alıklımahmut gittiği Hicaz'dan geriye dönememiş, ama onunla birlikte alık kelimesi de tarihten silinmiş. Çünkü kelimeyi Eğret'te başka hiç bir yerde kullandıklarına rastlamadım...

    Kuzu deyince Sakanın Kelbekir'in İsmail Atay'ı hatırlamadan olmaz; zira lakabı Guzuguzu idi... Çocuklara hitaben guzu kelimesini çokça kullandığı için böyle lakaplandığı sanılıyor. Dayıların Hasan Yola'ya Gocagoyun yakıştırması yapıldığını işittim, ama bu çok yaygınlık kazanmayan bir lakap olmuş...

    Keçilere geçmeden önce Doğvellere uğramalıyız. Bağlantı doğu kelimesinde gizli, bir manası koyun ve keçilerde bir kulak biçimiymiş. Tam ayrıntısına vakıf olmadığım bu mana galiba arkaya yatık kulakları ifade ediyor. Veyisoğlu Veli'nin kulakları biraz böyleymiş, bu sebepten kendisine Doğuveli demişler. Sonra bu lakap çocuklarına ve özellikle torunu Halil İbrahim Varlı'ya miras kalmış. Yanlışlıkla Doğveli bilinen Halil İbrahim Varlı 1964'te vefat etti, sülaleye Doğveller diyorlar.

    İki asır evvel erkek çocuk bakımından Eğret'in en kalabalık hanesi Selimler'dir. Her bir oğlan öyle bir dallanıp budaklanıyor ki bugün Selimler menşeli 15 civarında sülale var. Bunlardan biri de Selimoğlu Mehmet'tir ki Keçi diye lakaplanmış. Sonra iki oğlu Ahmet ile Arif Keçioğlu, bir kızı Ümmühan da Keçigızı diye bilinmişler. Ahmet çocuklarına Melezler, Arif çocuklarına Guldurlar denilecek, ama ikisinin ortak adı Keçiler olarak kalacaktır. Seçen/Seçan soyismiyle maruf bu sülalelerde lakabıyla bütünleşen isimler Keçininali ve Keçimehmet'tir. Keçigızı Ümmühan ise ileride Gırali'nin ninesi olacaktır...

    Bu kez sondan gidelim... Bugün Göcen diye bilinen Asım ve Ahmet Gülen kardeşlerdir... Bu lakabı almalarına sebep önceki soyadlarıdır. Göcen kelimesi Eğret'te tavşan yavrusu demek oluyor. Babaları Çatalların Mevlüt'e Göcen diyorlar. Belki de bu sebepten dolayı soyismini Gülen olarak değiştirmişler. Ne olursa olsun lakaptan bir türlü kurtulamamışlar. Gerçi Mevlüt Gülen'in bir başka ve yaygın lakabı da Potuk idi ve bu lakap da ölene kadar peşini bırakmadı. İki farklı hayvanın yavruları aynı anda aynı kişiye neden yakıştırılır ki? Potuk da deve yavrusu demek... Bunun sırrı sonradan anlaşıldı. Meğer Potuğun anası Hatice Hanıma Devenine derlermiş. Tığlıların kızı olan Hatice Hanıma neden bu yakıştırma yapıldığı bilinmiyor, ama oğluna Potuk denilmesi belli...

    Arapların Şahismail'in bir diğer lakabı da Deveci idi. Hatta bu lakabı diğerine göre daha yaygın bir kullanıma sahipti. Eğlenceli bir kişiliği olan Deveci İsmail Sargın, Çanakkale'deki askerliği sırasında birliğe ait develerin bakımından sorumluymuş.

    Çakalların lakabı tam bir muamma... Şu sebepten, çakal kelimesinin iki anlamı bulunuyor. Birincisi hayvanın anlındaki beyaz benek, diğeri de malum yırtıcı bir hayvan... Soyadı Yet olan Ümmetlerin Çakalların lakabı kelimenin ilk anlamıyla ilgili olduğu söyleniyor. Bilindiği gibi sülalenin saç, sakal hatta kiprik rengi beyaza çalar. Hatta ve hatta Akkiprik Hasan Yet hatırlansın... Soyadı Eren olan Eminlerin Çakalhüseyin sülalesinin lakap sebebini bulamadım.

    Bu arada Bolvadinli Çakalları da unutmamak gerek. Yalnız onların Çakallar lakabı Eğret'te pek bilinmiyor, ben de kayıtlardan öğrendim. Bilinen iki kardeşten büyük olan Bekir, Yenimısdık Mustafa Haykır, Alosmançavuş Ali Osman Haykır ve Halil Haykır'ın babalarıdır. Küçük olan Hüseyin ise Dalgalıoğlu soyadını almış, ama Irafan olarak bilinen kişidir. Sakin sakin ama hızlı iş görmesi, sebebiyle kendisine bu lakap layık görülmüş olabilir, çünkü ırafan atın rahat ve seri yürüyüşü demek olan rahvanın Eğret ağzındaki telaffuzudur.

    Eski Eğret'te ileşberlikte çiftçıbık işlerinde kele, öküz, celep, manda, camız diye adlandırılan hayvanlar kullanılıyor. At ve eşek ise daha çok ulaştırma amaçlı kullanılıyor. Atı çifte koşmaya 20. yüzyılda geçilmiş. İlk geçenlerden biri olarak Arzıların Mehmet Tüblek gösteriliyor. Bu yüzden kendisine Beygirli lakabı uygun görülmüş.

    İşofun Mehmet Okutan'a neden Dombeyli denildiği bilinmiyor; ama Gocamatların Ali Tektaş'a Sinekli denilmesinin sebebi futbol oynarken topu ayağında çok tutup bir türlü pas atmamasıydı. İzmir'e göçtükten sonra lakabını sürdürdüler mi bilmem. Aynı şekilde İzmir'e gitmeden, köydeyken Çulluların Adem Azbay'a Balık derlerdi.

    Patlakların İhsan Patlar'a Celepessan veya kısaca Celep derlerdi. Cambaz anlamında kullanılmaz bizde bu kelime, yerleşik manası öküz demektir. Siçanali'yi tarife ne hacet; fakat lakabının hikmetini bilemiyorum, dişlerinin yapısından dolayı olabilir. Aynı şekilde Yörüğoğlularun Gurtluahmet... Eğret'te kurt, küçük kurtçuk anlamında kullanılır, meyve kurdu gibi. Yani Gurtluahmet'in lakabının canavar olan kurtla ilgisi yok...

    O halde canavara geçelim. Gavasın Ramazan Sargın'a Canavarcı denmesinin tek faili, eniştesi Gocagulağın Ahmet Kalkan imiş... Dediklerine göre Ramazan Sargın avdan gelirken çeşme başında eniştesiyle karşılaşmış. Vurduğu tavşanı istemiş, ama beriki vermeye yanaşmamış. Bunun üzerine enişte 'Ben de sana öyle bir lakap takarım ki...' diye kinlenmiş ve neticede Canavarcı yakıştırması ortaya çıkmış. Rahmetlinin çocukları hala kendine izafe olarak Canavarcının Ömer, Aziz, Mehmet diye anılırlar...

    İlk duyduğumda bana çok ilginç gelen yakıştırmaya geldik... Bizim sülalede (Veyisler) Gurbağı Hala diye bahsedilen biri var, sordum soruşturdum nokta atışı bir kişiliğe ulaşamadım. El yordamıyla da olsa bulduğum halayı tarif edeyim. Deliban İbrahim Dadak'ın babasıyla hala-dayı çocuğu olan Fadime... Kiminle evlendiği bilinmiyor, Ayşe adında bir kızı Tongulların (Soyadı Yiğit olan eski Tongullar bunlar) Mehmet'e varıyor. Dudu adını verdikleri bir kızları oluyor ama o kızcağız daha küçükken yetim kalıyor. Dudu vakti geldiğinde Devrimbeşlerin Godalömer'e varıyor, orada Gödemehmet, Gıvık ve Kirtyusuf'un anası olacaktır... Gençken dul kalan anası Ayşe Hanım ise Gasapların Ömer'e varacak ve Arapüseyin, Bidakge ve Gasaplarınibram'ın anası olacaktır... Saydığımız tüm bu isimler hep Gurbağı Halanın torunları oluyor...

    Mardakların Mehmet Saki'ye neden Geneli dediklerini bilmiyorum, fakat Arzıların Çavuş Mehmet Tüblek'e Piremehmet denilmesi, minyon tipli ve zıp zıp hareketli yapısından olsa gerektir. Delibanın Mehmet Dadak'a, sayısız lakabının yanında eriyip giden Böcekçimehmet yakıştırması yapılması, bir zamanlar gurtlugucak/salyangoz alımı yapmasından dolayıdır...

    Soyadı Atay olan Sakalardaki saka kelimesi kuş adı değil. Askerde su taşımakla görevli kimselere saka derlermiş, buradaki saka odur. Tekirgızıların tekirinde zannedildiği gibi kedi manası yok, Tekirdağ kökenli olduklarına işaret ediyor. Aynı şekilde Tekelilerin tekesi de keçi değil, Tekeli Yörükleriyle ilgili. Fakat Tekeli Yörükleri adını o hayvandan aldığı da malumdur. Bu arada Urganlıların Teke Hüseyin Öncül'ü zikretmek lazım...