27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...



26 Kasım 2024

Canali Kışı


    Canaliler sülalesinin bir asrın ötesindeki lakabı da böyleymiş. Yani 1934 soyadı uygulamasında Can soyismini almalarıyla bu lakabı kazanmış değiller. Aksine lakaplarına uygun soyismi alabilen nadir ailelerden biri oluyorlar. Belki bu yüzdendir, her dönemde ailenin en büyüğü Eğretlilerce Canali olarak bilinmiş. Adının Ali olup olmamasının hiç bir önemi yok.

    1940'lı yıllardaki aile büyüğü Mehmet Can'dır. 1897 Yılında doğan Mehmet Can da, ismi Ahmet olarak söylense de o dönemin Canali'sidir. Ali oğlu diye kayıtlara geçtiğine göre gerçek Canali'nin oğlu olsa gerektir. Nitekim Bacı Seydi Değer Dede'nin ölüm defterine 'Canalinin Mehmet Dayının ölümü' diye kaydedilmiş. Buna rağmen 'Mehmet Dayı' köylü tarafından Canali diye anılıyor.

    Zamanın Canali'si, merhum Canali Ali Can ve Şeytanhasan Hasan Can'ın babaları oluyor. Bacıdede'nin defterine vefatını kaydettiği tarih, 28 Mart 1946 Perşembe günüdür. Buna göre elli yaşına merdiven dayamışken vefat ediyor... O gün için Bacıdede'nin kaydı resmi kayıt olarak kabul edilebilir. Eğretlinin hafızasındaki kayıtta ise tarih ve gün ayrıntısı yok, kabaca onun ölümü 'Canali Gışı' diye yerleşmiş.

    Toplumsal hafızaya yerleşen çetin hava şartları çok nadirdir, Canali kışı da onlardan biri olsa gerektir. Benim duyduğuma göre o sene gocagar denilen hiç bitmez ve yaza kadar erimez kar varmış. Canali Mehmet/Ahmet ile karısı Aliciklerin Ümmühan Hanım o yıl, artlı önlü vefat etmişler... 

    Yalnız Canalioğlu Mehmet'in öldüğü 28 Mart günü ayrıca yarım metre daha kar yağmış. Millet gıyneşemiyor, mezar bile kazamıyor, şartlar o derece ağır yani... Bu ağırlık tam üç gün sürmüş... Tam üç gün boyunca Canalinin Mehmet Dayı defnedilememiş, ancak 31 Mart günü cenaze toprağa verilebilmiş. 

    Uzun yıllar o günlerde ortaya çıkan soğuğa 'Canali Kışı' denilmiş. Ölümünü takvimlere böyle kaydettirmiş Canali. Bugün eskiler yaza hazırlanırken ortaya çıkan şiddetli soğuklara hala Canali kışı diyor.




25 Kasım 2024

Ercebin Üseyin


    Şimdi Bilaller olarak bilinen sülale aslında Tekelilerin bir koludur. Bu koldan gelen Tekelioğlu Hüseyin'in dört oğlu var, en büyükleri Recep. (Küçükleri zaten malum Apil/Abdil Kaynar, Mehmet Kaynar ve Ömer Kaynar.) Eğretliler onu Ercep diye biliyor, aynı adı taşıyan başka kimse bulunmadığı için Ercep dendiğinde akla sadece o geliyor, Bilallerin Ercep demeye bile gerek yok yani.

    Ercep, Arapşükrü (Şükrü Zenger)in ablası Fadime Hanım ile evlendi. Bundan sonra Fadime Hanım da Ercepgarısı diye bilinecektir. Son zamanlarını hatırlıyorum, adını hiç anmadan kendisinden böyle bahsederlerdi. 

    Bunların bir oğlu ve üç de kızları oldu. Çocuklarının en büyüğü olan 1927 doğumlu oğluna, kendi babasının adı olan Tekelioğlu Hüseyin'in adını verdi. Soyadı Kanunu sonrası Hüseyin Kaynar olan bir evin bir oğlu, evlenmeden askere gitti. 

    1949 Kışında izinli olarak köyüne gelmişti. İzin günlerinde değirmene buğday öğütmeye gitti. Zemheriydi... Hava çivi gibi... Eğret, tarihe 'goca kar' diye geçmiş uzun süren karlı günlerden birini yaşıyordu. Kasım'da yağan kar hala kalkmamış, Hıdrelleze kadar kalkacağa da benzemiyordu.

    O yıllarda en yakın değirmenler Araplı-Gecek hattında bulunuyor... Ununu öğütüp yükünü arabaya yüklediğinde kar yağıyordu, Bayramgazi rampasını kavradığında şiddetlendi. Bayramgazi'ye geldiğinde ise tipiye çevirdi. 

    Tepedeki bu köyde biraz mola verip hem kendini hem öküzlerini dinlendirdi. Bu arada tipi şiddetini artırmıştı. Buna rağmen yola koyulmak isteyince oradan 'Bu havada yola çıkılmaz' diye durdurmak istediler. Israr edip datdedi öküzleri...

    Çirçir civarına geldiğinde tam olarak nerede olduğundan habersizdi, göz gözü görmüyordu. Öküzler de zorlanmaya başlamış, zaman zaman tekerler dönmez olmuştu. Zikkeyi çıkarıp boyunduruğu serbest bıraktı. Un derdinde değil, can derdindeydi artık.

    Arabayı öylece bırakıp öküzleri yedmeye başladı; ama tamamen tersi devrilmişti. Artık nereye gittiğini bilmiyordu... Ertesi gün buldular cansız bedenini... Mübarek Cuma günü... Uzundere'de Yataklar'a doğru bir ağacın altında, başka bir rivayette bir kayanın kuytusundaydı... Boyunduruktaki öküzleri de yanında...

    Bayramgazi'de durdurmak istedikleri, köylülerin beyanıyla sabittir. Donmuş bedeninin bir kuytuda bulunduğu da... Yalnız arada Hüseyin'in yaşadıkları tahminden ibaret... Cuma namazından çıktıktan sonra aramaya koyulan Eğretliler onu boyunduruktaki öküzlerle o halde bulunca böyle yorumlamışlar. 'Öküzleri yedeğine almayıp serbestçe sürseydi, hayvanlar onu eve kadar getirirdi' türü yorumlar da hala yapılıyor. Lakin bütün bunların faydası yok...

    Daha Bayramgazi'ye gelmeden değirmencilerin de yola çıkmaması gerektiğine dair uyarılarına muhatap olmuş. Onlara o gece sözünün olduğunu, söz kesileceğini, ne olursa olsun köye ulaşması gerektiğini söylemiş. Bu bilgi doğruysa, Eğret'e hemen dönme konusundaki motivasyonu açıklığa kavuşuyor. Hiç bir uyarı onu durduramayacakmış, ecel müstesna...

    Resmi kayıtlara ölüm tarihi 9 Şubat Pazar diye geçmiş, belki bildirildiği tarihtir bu. Cuma günü bulunduğu kesin, zira bir gün öncesinde Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın düğünü varmış. Perşembe gelini olarak o düğün günü işaretlenmiş, aynı gün Bayramgazi'den geçtiği de kesinleşince 6 Şubat 1949 ölüm günü olarak tarihe geçmiş.

    Bu acı olay Eğret halkının hafızasına yerleşip yerel takvime kazınmış. Tipiye yakalanma, tersi devrilme, yolunu şaşırma, yönünü kaybetme gibi durumlara bir örnek olarak gösterilmiştir. 'Ercebin Üseyin gibi...' sözü, bir uyarı ifadesi olarak hala kullanılmaktadır.

    Ercebin Üseyin'in üç kız kardeşi, abilerinin hatırası olarak birer oğullarına Hüseyin adını vermişler. Bunlar, Eselerin Yusuf'un Hüseyin Eminç, Bayramgazili Sığırcı Kelosman'ın Hüseyin Altınbaş ve Körahmetin İbram'ın Hüseyin Çotak'tır. Hüseyin Çotak, 1985 yılında, dayısı gibi genç yaştayken vefat etti... Bununla beraber Ercebin Üseyin Kaynar adıyla ve ölümüyle hafızalarda hala yaşıyor...




24 Kasım 2024

Altın Otu

 
    Rahmetli Cingenömer/Ömer Salman'dan nakledilen efsaneye göre, İblak dağlarında bir çoban koyun köpeklerinin diyaloğuna şahit olunca şaşırır. Bu hayvanlar havlamıyor, hırlamıyor, çemkirmiyor; resmen insan gibi konuşuyorlar. Konuşmalarının da bir konusu var, meslekleriyle ilgili dedikodu ediyorlar... Sonra bir anda bu garip sohbet normale dönüverir; işittiklerinin konuşma değil köpek cerlemesi olduğunu anlar. Bu değişimin sebebini düşünürken, diş kurcalamak için ağzına aldığı bir ot çöpünü hatırlar. Bütün sır, ağzındayken hayvanların dilini anlamasını sağlayıp, attığında her şeyin normale döndüğü bu ottadır. Ne var ki, bütün çabasına rağmen bu otu bir daha bulamaz.

    Ne zaman yaşandığı anlaşılmayan efsane, Anıtkaya'da kıdemli çobanlar arasında hala bilinip anlatılıyor. Yalnız efsanedeki esrarengiz otun kimliği hala tespit edilememiş. Ömer Salman bu efsanenin hemen ardından bir yaşanmış olay nakleder. Dananın Hacı Çolak Mehmet Kurt'tan dinlediği bu olay, efsaneyi destekler niteliktedir. Kesilen bir kara koyun kellesi, köpekler tarafından ağılın en karanlık noktasına götürülmüş. Hacı'nın bizzat şahit olduğuna göre, hayvanın dişleri elmas gibi parlıyormuş. 

    Böbülerin Goca Hasan Kabadayı'dan da benzer bir nakil var. Buna göre Kelsalek Salih Azbay'ın bir koyun ölünce dişlerinin altın suyuna batırılmış gibi parladığını görmüşler. Gocahasan Emmi o sürünün yayıldığı Resulbaba-Zîret arasındaki bölgedeki ottan kaynaklandığına hükmetmiş. Onca arayıp taramasına rağmen otu teşhis edememiş. Bahsedilen bölgeye sadece bizim köye ait on onbeş sürü çıktığı için ot hemen tükenirmiş. Dediklerine göre hayvan, özellikle keçi, mevsiminde aşerer gibi otu ararmış. Dolayısıyla hayvan otu insanlara bırakmıyor, bu yüzden de nasıl bir ottur teşhis edilemiyor. Bilinmezlik ve gizem arttıkça olay efsaneye dönüşüyor.

    Sürülerden fırsat bulup da koparamadıkları efsanevi ota altın otu demelerinin sebebi, hayvan dişlerini altına dönüştürdüğüne inanmalarıymış. Bunu düşününce, onların ot aramasını biraz da definecilerin hazine aramasına benzetebiliriz...

    Koyun keçinin dişlerini parlatan altın otu hikayelerini başka bazı kaynaklardan da duydum. Hiç birinde en baştaki efsanedeki yaklaşım yoktu. Otun Hz. Süleyman gibi hayvan dilini anlayacak idrak kazandırdığını filan söylemiyorlardı; ama hepsinin ortak noktası İblak dağlarında yetişen bir ot var, yiyen hayvanın dişleri aşırı derecede parlıyor, yönünde...

    Bir noktadan sonra efsane ile gerçek birbirine karışıyor. Anlatılanların bir açısına göre, çok sevdiği için yiyip bitiren hayvanlar insanlara bu otu bırakmıyordu. Başka bir açıdan dinlediğime göre ise bu otun çayı da çok güzel olurmuş. Yörüğoğluların Musa Tüplek'in çayını çok demlediği otun adresi değişiveriyor; Guyuderesi'nde kayaların arasında çıkarmış ekseri...

    Bütün bunları birleştirdiğimizde, bir tek ottan bahsedilmediği sonucuna varabiliriz. Efsanedeki ot ile Zîret ve Guyuderesi civarında belirlenen otlar farklı olabilir. Aynı ot da olabilir; olayın kahramanlarının ağılları nereye yakınsa herkes oradakine vakıftır. Bir de her birinin ota dair algıladıkları farklı olabilir, çünkü herkesin bir ottan beklediği farklıdır. Kimi simyacı gibi dişi altına çevirmesini bekler, kimi lezzetli ve sıcak bir çay olmasını...

    Ömer Salman Emminin anlattığı efsanede otun adına dair bir bilgi yok. Hacı Çolak Dedeye dayandırılan olayda da isim zikredilmiyor. Sonrakilerde bu altın otuna dönüşüyor. Goca Hasan Emmi zaten otu bulamadığını belirtmiş. Derken, Musa Emmi ile bolca vakit geçiren Necaip Omak, bahsedilen altın otunu kabaca tarif etti. Onun tarifine göre bir arama yaptığımda bir kaç resim buldum, hayret onlar da altın otu diye kaydedilmiş. Aslında altın otu diye kayıtlara geçen sarı çiçekli ayvadenesi-sarıpapatya benzeri her şeyiyle sarı bir ot idi. Araya sıkışmış iki üç tane, yeşil yapraklı altın otu Necaip Abinin tarif ettiği gibiydi.

    Otuz yıl kadar önce, aralarında bir biyologun da bulunduğu arkadaşlarla Bödününçeşme'deydik. Karşı yamaca doğru kısa ve zorlu gezinti esnasında biyolog arkadaş bir ot gösterip, bunun az bulunur bir eğrelti cinsi olduğunu söyledi. Ot üzerinde fazla durmadık, sonra Eğret ile eğrelti arasında bir münasebet olup olmayacağını filan konuşmuştuk. Necaip Abi'nin tarifinden yola çıkarak bulduğum fotoğrafı görünce, otuz yıl önce arkadaşımın kayaların arasında gösterdiği eğrelti cinsini hatırladım. Aynı ottu...

    Netice-i kelam, İblak dağlarının altın otu var... Ellinin üzerinde koyun sürüsünün olduğu dönemde, nadir yetişen bu otu bulmak zor olabilirdi. Şimdi onun için adeta aşeren hayvan kalmadığına göre, adı geçen yerlerde altın otunu bulmak kolay olsa gerektir.



Eğret Günlüğü

         ÖNSÖZ

        1.EĞRET'TE ZAMAN VE TAKVİM KAVRAMI
        Eğret Takvimi
        Eğret Günlüğü
         Malbazarı

        2.GÜNLÜK HAYAT VE İLEŞBERLİK  
        Hıdrellez Karşılama
        2024 Hıdrellezi
        Hıdrellez Temcidi
        Aşiret Yörükleri
        19 Mayıs
        Bahara Koyvermek
        Sığırcı
        Çapalar
        Ot Kazıcılar
        Kerpiç Kesmek
        Ev Sıvama, Yani Eski Usul Badana
        Nohutta Ülker Vurması
        Harmana Doğru Hazırlıklar
        At Öküz Koşum Aksesuarları
        İleşberlik Aletleri, Düzen Takan
        Annat Tırmık       
        Afyon Ve Haşhaş Hasadı
        Guzudişi
        Ot Orakları
        Çekirge ve Çavdar Çekimi
        Cerge
        Yolmalar
        Orakçı
        Orak Makinesi
        Vişne Toplama
        Harman Davran
        Sap Çekme
        Tülenen Şına
        İşte Harman
        Çeç Üstü
        Meydan Ambarları
        Dene Kuyuları
        Başşakçı
        Saman Çekme
        Yaz Bekarları, Harmancılar
        Biçer Peşinde
        Alatçılar
        Kurtuluş Şenliği
        Harman Dayanışması
        Halilibrahim Bereketi
        Peynir Davası
        Günaşığı Harmanı
        Eylül Oyuncağı, Günaşık Arabası
        Kök Kesme 
        Kendir Harmanı
        Dene Yıkama
        Değirmen
        Gölle Kaynatma
        Bulgur Göce
        Göce Tarhanası
        Dağ Eriğinden Besdil
        Dambeş Sıvama
        Hak Hayrat Zamanı
        Dağdan Odun
        Arabayı Eşkıyaya Sardırmış
        Hamıraşı
        İp Çorap
        Ekinler Ve Gasım Çetirengi
        Gübre Naylonu
        Kar Kakma 
        Kayak Merkezleri
        Kes
        Ercebin Üseyin 
        Canali Kışı

        3.KOYUNCULUK VE ÇOBAN KÜLTÜRÜ
         Efsane
         Altın Otu
        İblak Etekleri 
        Çobanlar Ve Çeltikler 
        Değnek
        Keçaayyytt!
        Koçkatımı
        Çobansalığı
        Ağıllar
        Ağıl Hayatı
        Sağımcılar
        Sütçü
        Gırkımcılar 
        Meşhur Kırımlar
        Eñleme 
        Çan Senfonisi 

        4.DÜĞÜN
        Kız Bitirmek
        Gelingız
        Ağırlık Alma, Daşa Çıkma
        Çeyizevi
        Tefçi Kadın
        Düz Oyun
        Davulcu Odası ve Odabaşı
        Seymanlar
        Pırtı Atma, Baş Kınası
        Düğüncüler
        Gızhamamı
        Damat Traşı
        Düğün Yemeği
        Çeñizgaynısı
        Gelin Yazma ve Oğlan Kınası
        Gelin İndirme
        Geline Bakma
        At Yarışları
        At Yarışı Ne ki
        Güveyi Guyma
        Bazarbaklağısı

        5.TAKVİME BAĞLI OLMAYAN ETKİNLİKLER
        Asker Gezmeleri
        Hacı Uğurlama
        Teravih Uğurlama
        Bayram Arefeden Başlar
        Mevlüt
        Ölüyeri
    
    
    
    

Çobanlar Ve Çeltikler


    Eskiden beri koyunculuğun bu kadar yaygın olduğu Eğret'te hemen hemen her evin bir miktar koyunu olduğundan, her evden de mecburen çoban çıkıyordu. Zamanla bu işte tecrübe kazanan, adeta çobanlık kanına işlemiş kimseler ölene kadar bu işi bırakamıyor.

    Bir dönemin çobanlarını, hatırladığı kadarıyla Mahmut Omak şöyle bildirildi, düzensiz olarak yazalım: Necati Kopan, Çerçilerin Hilmi Kopan, Koca Veli Tetik emmi, Daldalların Ahmet ve Alaattin Honça, Necati Okutan, Talip okutan ve babaları Mehmet Okutan, Musa Tüplek, Ahmet, Adem, Mürsel ve Ali Dirlik, Ahmet Bar, Koca Yusuf'un Ali Kopan dayı, Abim Necaip Omak. Bunların çoğu kıdemli çoban... Ayrıca Emin Aykaç, Bekir Öter...

    Kıdemli, tecrübeli çobanların yanına bazen çocukları çırak olarak verirlermiş. Onunla birlikte gelip gitsin, işi öğrensin diye... Böyle çoban çıraklarına Eğret'te çeltik deniliyormuş ve çeltik vermek çok yaygınmış. 

    Tek başına kıra bayıra çıkarılamayacak kadar küçük olan çeltik, böylece mesleği öğrenmenin ilk adımını atmış olacak. Büyükleri hayvanlarının güdülmesini sağlayacak. Usta çoban ise malları çevirmek için filan kullanacak, ayak işlerinde ondan yararlanacak. Yani herkes için yararlı bir uygulama. Bir dükkanda çırak ne yaparsa onun gibi bir şey...

    Bu uygulamadan ilk defa Berber Ahmet Kabadayı'nın çocukken Arapların Gözel Ali Tok yanına verilmesi olayıyla haberdar olmuştuk. Aslında ona tam çeltiklik denilemez, Gözelali rahmetli Berber'e kol kanat germiş, hatta uykusu geldiğinde uyumasını sağlayarak onu resmen gece boyunca avutmuş. Berber'in anlattığına göre bu kadarcık usta çobanın yanında bulunmak bile çocukta müthiş bir kendine güven hissi oluşturmuş. Çoban çeltikliği uygulamasının önemini vurgulayan güzel bir anekdottu, Berber'in anlattığı.

    Her çoban, çeltiğine karşı Gözelali kadar merhametli olmayabiliyor. Torunu Vahit Usta ve yine Berber'den dinlediğim bir olay Dayı Hasan Yola ile ilgilidir. Muzip bir kişiliğe sahip olan Dayı da meşhur çobanlardanmış, 35 yıl değnek salladığını bizzat kendisi söylemiş. Sakaların Hüseyin Atay çocukken Dayı'nın yanına vermişler. Çocuk bu, o kadar süre dolaşmaya, gece boyu uykusuz kalmaya alışık değil. Ustası yatmasına izin vermiyor, bunu düşünmek bile ne mümkün... Bir ara çocuk değneğine dayanıp uyuklamaya başlamış. Bunu fark eden Dayı, elindeki değneği Hüseyin'e doğru öyle bir kütülemiş ki... Değnek çocuğun dayandığı değneği mi çeldirdi, yoksa bu gürültüden uyanıp belinledi mi, her ne olduysa Hüseyin ürküp sağa sola koşturmaya başlamış. Onun bu haline kahkahalarla gülen Dayı Hasan ise keyifli keyifli haykırmış;
    - 'Le Üseyiiin! Eşşeği ürkütdüm, sana doğru geliyo, dut şunu!'

    Aziz Sargın Sağırların Hamza Sancak'tan işitmiş. Yeniyetmeliğinde Capbak Osman Külte'nin çeltiğiymiş. Rahmetli bu küçük çeltiğini ezdikçe ezermiş. 'Oranın suyundan başkasını içemiyon' diye ta Almalı'dan Bahçecik'e gönderirmiş. Yayan yapıldak suya gidişler bir kereye mahsus da değil, sürekliymiş. Oysa başkaları da Almalı çeşmesinin suyunu methediyor... Çeltiklik zor zeneat vesselam...

    Efekçi Süleyman Salman ile Gambır Tevfik İdis birlikte koyun güderlerken Kel Bekir Atay'ı yanlarında çeltik gibi taşırlarmış. Yaşı küçük olduğu için değil, koyunu çok az olduğu için... Biraz da horluyorlar mıydı, her neyse... Ekmek getirmesi için köye göndermişler. Köy ile dağ arasındaki mesafesi malum, git gel saatler sürer... Bu gidince, zavallının bir koyununu kesmişler. Gerekçe de tuhaf; neymiş, kara koyun olduğu için her yerden göze çarpıyor, belli oluyor. Tevfik zaten iyi yemesiyle meşhur, sabaha kadar üç koyunu kavurma yapıp işkembeye depiyor... Hasılı olan Kelbekir'in kara koyuna olmuş...

    Aralarında çoban çeltik hiyerarşisi var mıydı bilmiyorum... 1959 veya 60 yılında yine dağdayız... Gazilerin Cemal Yıldız'ın yanında Hamdihoca'nın Küpçü Süleyman Dadak, Böbülerin Gocahasan'ın yanında da Berber Ahmet Kabadayı var. Çeltik olmasalar da çobanlarla çocuklar yakın akraba; Cemal ile Süleyman hala dayı çocuğu, Berber ise Gocahasan'ın yeğeni... Usta çobanlar çocuklara itimat ederek sürüleri bırakıp gitmişler. Uyudular mı ne olduysa, gece sürüler kaybolmuş. Sabah birini Şamlı'da, diğerini Almalı'da bulmuşlar...

    Çeltik olmadığı halde küçük çoban Mahmut Sağlam'ı koruyup kollayan Kel Ahmet Bar'ı, Musa Tüplek'i duymuştuk. Benzer çoban çeltik olayları daha çoktur, bizim derleyebildiklerimiz bunlar. Çobanlık başlıbaşına bir meslek olarak görülür, çoban yetiştirme konusunda da böyle bir tekniğe başvururlarmış.



23 Kasım 2024

Meramımın İfadesi, Eğret Halk Takvimi

 
    2014 idi yanılmıyorsam, Eğretlilerin hafızasında kayıtlı halk takvimini bir pano şeklinde hazırlayıp duvara asma fikri oluştu. Okullardaki tarih şeridi veya dört mevsim tablosu gibi bir şeydi düşündüğüm. Bugün zemherinin kaçı diye oraya buraya bakmadan gelip bu panodan öğrenilecekti. Manuel bir takvim ibresiyle her gün güncellenecek bu panoda Eğret halk takvimine dair başka ayrıntılar da bulunacaktı. Basit ama ayrıntılı bir yerel takvim...

    Dünya gailesi işte... Araya daha başka şeylerin girmesiyle takvim projesi fikirden öteye geçemedi. 2018 Yılında çocukların proje ödevlerinden arta kalan mukavvaları kartonları görünce bu panoyu yapma fikri tekrar depreşti. Bilgisel malzeme zaten hazırdı, onları üzerine yerleştireceğimiz mukavva pano, her güne 1 cm ayrılsa, dört metre civarında olacaktı. Çok büyük, heyula gibi bir tablo yapma işinin üstesinden gelmek oldukça zor göründü. Yarı yarıya küçültüp panoyu 2 metre civarında yapmaya karar verdik. 

    Kartonlar üzerinde işaretlemelere başlayınca bir şey fark ettim, gün gün bir yılı yerleştirmek çok kolaydı, hatta günlük birer cümleyle bilgi işaretlemesi de yapılabilirdi; ama bazı vakitlere dair söylenecek çok şey vardı ve bunları iki metrelik panoya sığdırmak mümkün değildi. Projeyi sırf bu yüzden tekrar rafa kaldırdık. Zaten bu arada başımıza gelmeyen kalmadı, yüzbinlerce masumla birlikte terörist iftirasına maruz kaldık. Gözaltı, tutuklanma, yargılanma, hapis cezası... Bir süre yatıp çıktık, gerçi hala yargılama devam ediyor.

    2020 Yılı başında Eğret Halk Takvimini tekrar gündeme aldım. Madem pano yapılamayacak, o halde elektronik tablo neden olmasındı. Bu ortamda istediğin kadar büyült, istediğin bilgiyi yaz, kartona kağıda mukavvaya gerek yoktu. Bir kaç günde bir excel  sayfasına kafamdaki tabloyu yerleştirdim. İstediğim her şeyi de yazarak hem de...

    Bilgisayar üzerinde oynarken aklıma başka bir fikir geldi; Eğret'teki 365 günü tek tek işleyerek bir günlük oluşturmak... İleşberlik, hayvancılık, sosyal ve kültürel hayat olmak üzere bir yılda neler yaşanıyorsa hepsini kayıt altına almak ve bunu yaptığım takvimle paralel götürmek... İyi de bunu hangi ortamda yapacaktık? 

    Eğretiköy adlı blog fikri böyle ortaya çıktı, 2020 Ocak ayında blogu amatörce hazırladım. Başka gaileler girince yazılar yine yaz aylarına sarktı. Fakat yazmaya başlayınca bir daha hiç durmadık. Takvimin tanıtımı ve Hıdrellezle başladık, sonra çapalar, ot orakları, harman filan... 

    Yalnız sadece takvim ve günlükle uğraşmıyorduk, eş zamanlı olarak Eğret'e dair her şeyle ilgili yazıyorduk. Ne de olsa blog adı Eğretiköy... Blogdan maksadım yazıları bir arada tutmaktı, kimsenin bildiği yoktu zaten, bu yüzden kafama göre yazdım durdum. Fakat internet ortamı, insanı o kadar da özgür bırakmıyor. Birileri blogdan haberdar olunca, o yılın sonbaharında Sülaleler konusu gündeme girdi. Tam iki yıl süren sülale çalışmasına ağırlık verince günlük geri planda kaldı. Gerçi eş zamanlı olarak her kategoride yazmaya çalıştık, ama dikkati aynı oranda paylaştırmak mümkün olmuyor.

    Sülale çalışması bittikten sonra güncellemesi de epeyce sürdü, gerçi hala devam ediyor, ama proje olarak dikkatimizden uzaklaştı. Bu arada öteden beri devam eden Ansiklopedik Eğret Sözlüğünü de aradan çıkardık. Yeri geldiğinde onu da güncelliyoruz, olsun yine de bitti dediğimiz projelerden biridir. Bu iki çalışmayı bitirdikten sonra günlüğe tekrar dönüp, bıraktığımız yerden başlayalım dedik. Bir de ne göreyim, neredeyse sona gelmişmişiz zaten. Bir kaç yazı ile o da tamamlandı.

    Hasılı 2014 yılında düşünce olarak başlayan Eğret Halk Takvimi projesi, on yıl sonra bugün ete kemiğe bürünüp noktalandı. Bakışa göre değişir; on yılda bitti de denilebilir, üzerinde on yıl esnendi denilebilir.

    Değişik zamanlarda başka başka ruh hallerindeyken yazılan yazılar bir araya getirildi, bu yüzden ilk bakışta bütünlük arzetmeyebilir. Yazıların düzenlemesini, sıralamasını bu durumu gözönüne alarak yapmaya çalıştım. Konuya göre sıralandığı için arka arkaya gelen bazı yazılarda kopukluk görülebilir. Ne de olsa ilk yazı ile sonuncusu arasında neredeyse dört yıl var.

    İçerik olarak düşünerek yazıları beş ana bölümde değerlendirdim. İlk Bölümde Eğret/Anıtkaya'da zaman kavramı ve Eğret Halk Takvimi genel hatlarıyla ele alındı. İkinci Bölümde takvime bağlı günlük hayat ve ileşberlik işlerini ayrıntılı tarif etmeye çalıştık. Burada hayat tarıma dayalı olduğu için bu kısım en geniş bölümü oluşturdu. Üçüncü bölüm, ileşberlik kadar eski ve önemli koyunculuk çoban kültürüne ayrıldı. Dördüncü bölümde her yönüyle Eğret düğünleri işlendi ve son bölümde de takvime bağlı olmayan bazı hususlara yer verildi. Aslında kendince muayyen bir zamanı bulunan bazı etkinlikleri, Eğret Halk takviminden bağımsız oldukları için bu kategoride değerlendirdik.

    Başta planladığım gibi bu çalışma bir iş takvimidir. Aynı zamanda sosyal hayatı bütün yönleriyle ele almaya çalıştığımız bir Eğret günlüğüdür. Örf adetlerimizi kayıt altına alan bir kültür yıllığıdır. Ariz amik ele alınan bir Eğret Halk Takvimidir. Hiç bir şey değilse bile kafası yarım asır geride birinin sayıklamaları kabul edilsin...

Kasım 2024, Afyonkarahisar


22 Kasım 2024

Hacı Uğurlama

     
    Asker gezmeleri gibi Hac mevsimi de yılın belli bir noktasına çakılı kalmaksızın sürekli değişir. Bu özelliği sebebiyle onu kandiller ve Ramazan ayına benzetmek daha doğrudur. Çünkü bunlar ay takvimine bağlı olarak her yıl 11 gün gerileyerek 365 günü 33 yılda tavaf etmiş olurlar. Eğret takviminde bu yüzden sabit noktada ele alınamıyorlar.

    Ne zamana denk gelirse gelsin, Kurban Bayramında Mekke'de olacak şekilde çıkılan Hac yolculuğunun hazırlık ve uğurlama seremonisi kayda değerdir.

    Eğret Kervansarayı önünden geçip İstanbul'a uzanan meşhur İpekyolu, eğer İstanbul'dan başlatılırsa hac ve ticaret yolu olarak ikiye ayrılıyormuş. Ayrım yeri Kütahya'nın kuzeyi. Buradan sağa devam edip güneye inen kolu Eğret'ten geçiyor ve ticaret yolu olarak adlandırılıyor. Soldan inen ise Döğer'den geçiyor ve direk Hicaz'a yöneldiği için Hac yolu oluyor. İstanbul/Avrupa tarafından gelen hacı kafileleri Eğret'e uğramadan Hac yolunu takip ediyorlar. Yalnız Bursa/Kütahya tarafının hacıları Eğret'ten geçmek zorunda. İşte Eğret hacıları genelde o kafilelere katılıyorlar.

    Demiryolu yaygınlaşana, motorlu araçlar ülkede çoğalana kadar hac yolculukları deve kervanlarıyla yapılıyor ve ortalama 6 ay sürüyordu. Bu dönemlerde hacıların köyden uğurlanması nasıl yapılıyordu, bu konuda bilgimiz bulunmuyor. Çocukluğumuzda şahit olduklarımız onlar hakkında da bir fikir verebilir.

    1970'li yıllarda hacılar bugünkü kadar olmasa da yine organize biçimde kafileler halinde giderdi. Kendi imkanlarıyla minibüs tutup gidenler de vardı. Apak Mevlüt Kopan'ın minibüsü bu amaçla kiraladıklarını işitmiştim. Kantinlerin Haciban ve Ahmet Kızılyer kardeşlere Hacı denilmesine sebep de minibüsleriyle hacı götürmeleriymiş. 

    O zamanın organizasyonlarında şimdinin yemekli otellerinde konaklama yokmuş. Ortaklaşa ev tutarlar aşını keşini kendileri pişirirmiş. Bu yüzden yolculuk öncesinde uzun bir hazırlık süreci olurdu. Şepit edenleri mi ararsın, kilolarca sucuk depdirenleri mi... Kangal kangal kavurma donduranlar da olurdu. Kışlık hazırlar gibi tarhana, bulgur göce vb. malzemeyi çuvallara doldururlardı. Bunun yanında elbisesinin bir köşesine para dikenleri de duyardık. Hırsızlara karşı en iyi önlem bu imiş...

    Bu arada müstakbel hacıları ziyaretler de yapılırdı. Bu ziyaretlerde küçük bir hediye ile bir kaç kuruş sıkıştırmak adetleşmiş. Ziyaretlerin asıl sebebi ise helalleşmektir. Sülale araştırmaları sırasında görüldü ki bundan bir asır evvelki hac ibadetinden dönemeyen çok sayıda Eğretli var. Gidip de dönememek var yani. Ayrıca inanışa göre haccın şartlarından biri de borçlu ve üzerinde kul hakkı bulundurmamak olduğundan, bu ziyaretlerin asıl sebebi mümkün olduğunca çok kişiyle helalleşme sağlamak. 

    Bu hazırlık safhasından sonra o gün gelip çatar. Eğret hacılarının toplu olarak uğurlandığı o gün Tekgenin yanında muazzam bir kalabalık toplanır. Bütün köy oraya akar dense yeridir. Bütün hacı uğurlama törenlerinin buradan başlamasının sebebi Hacı İbrahim Dede'nin manevi atmosferinden feyizlenmek olmalıdır. Bütün hacılar toplanıp yeterli kalabalık sağlandıktan sonra Gocacami'den sancak getirilir. Güçlü kuvvetli birinin boynuna taktığı kütüklük koçanına oturtulan sancak direği bütün haşmetiyle ortada görünür. İşte o anda gürül gürül bir saltanatlı tekbir ortalığı inletmeye başlar. Bu gürlemeyle kalabalık harekete geçmiştir.

    Tekkeden asfalta kadar Galipbey caddesi boyunca sürecek olan yürüyüş kolunu tarif edelim. En önde bütün haşmetiyle sancaktar, ağır adımlarla yürür. Hemen ardında Hacı adayları bir saf halinde sıralanmışlardır. Onların arkasında tekbirlere öncülük eden hocalar ve köy büyükleri... Sonrası ise düzensizler gurubu... Boyunlarındaki heybeden meyve ve çerez saçan hacı yakınları; elini sokup çıkardığı ceplerinden avuç avuç madeni para çıkarıp, Allah ne verdiyse onları insanların kafasına gözüne saçanlar; saçılanları kapışmak için birbiriyle yarışan çocuklar; yerdeki liraya tenezzül etmeyen oraya sırf Allah rızası için kalabalık olsun diye gelen ağırbaşlılar; tekbire katılıp sevap kazanmak isterken sesini korodan bağımsız hareket ettiren cırtlak sesler; ve en arkada kadınlar, kızlar...

    Karışık hacı alayı caddeden aşağı sallanırken zaman zaman ön saflardaki düzen de bozulabilir. Çerez ve para saçıcı heybeliler, atacaklarını alayın önüne attıklarında çocuklar hurra oraya hücum eder. Onlar tavuk gibi yerdekileri toplarken topluluğa yeni katılan uğurlayıcılar önce hacılara sarılmak istediğinden bir anda her şey karman çorman olur. Fakat tekbirler susmaz 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' Bu anda bozulan saflar, yeni katılımcılarla darmaduman olana kadar gitmek üzere yeniden hizalanır... Sonra bir münasebetsiz çerez yağmuru, helalleşme arzusuyla yanıp tutuşan kollar... Hafif aksama ve 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' ile tekbir komutu...

    Kelibanın ev ile Karakol arası son durak. Orada üç kere daha tekbir getirildikten sonra dua edilir. Son sarılma ve vedalaşmaların akabinde hazır bekleyen araçlara bindirilerek hacılar yolcu edilir. Bu arada gözyaşları sel olur. Bunlar ayrılık acısına dayanamayacağını düşünen hacı yakınları ve daha önce yaptığı bu ibadetin tadı damağında kalan kıdemli hacılara aittir. 

    Tekkeye doğru dönüş yolculuğu daha düzensiz ve heyecansızdır. Sancaktar sancağı omuzlamış, çerezcilerin boş heybesi kolundadır. Haylaz çocuklar hasılatını saymakta, analar mızılayan çocuğunu sürüklemektedir. Biraz önce tekbirlerle inleyen Galipbey caddesi sessiz, dağınık kalabalık ise çok yorgun gibidir...

    Sayılı gün çabuk geçer. Hacıların gelme vaktinde karşılama töreni yapmak çok zordur. En azından uğurlama gibi gösterişli bir karşılama yapılamaz. Haberleşme araçlarının yaygın olmadığı o günlerde hacıların hangi gün geleceği tahmin edilse bile saatini kestirmek kolay değildir. Bu yüzden hacılar genellikle sessizce gelirler.

    Geldiklerinin ertesi günü Anıtkaya sokaklarında başlarında tepsili kadınlar cirit atar. Hacıların yanlarında getirdikleri hediyeler sahiplerine dağıtılmak üzere o tepsilere binip yola revan olmuştur. Bir karımlık kına, bir kaç tane hurma, bir namazlağı, namaz örtüsü, namaz takkesi, 33'lük şakşaklar, 99'luk tespihler, bıçak gibi hediyeler... Kime? Hani yolculuk öncesi helalleşme ziyareti yapanlar vardı ya, işte onlara... 

    Taze Hacılara yine hoşgeldin ziyaretleri de yapılır. Orada bol bol hurma ve ille de ayakta içilmesi istenen ebizemzem ikram edilir. Oradan getirilen teybe, orada doldurulmuş bir vaaz kaseti konulup ateşin yakmadığı deve kemiği hikayesi bilmem kaçıncı kez dinlenip gözyaşı dökülür. Bastırınca değişik Kabe manzaralarını gösteren film karelerine bakılır...

    Elli yıl önce böyleydi hacı uğurlama ve karşılama... Çok güzel günlerdi...



Mehmet'in Başına Gelenler

    
    Başlığa bakıp seri hikaye anlatacağımı sananlar fena halde yanıldı. Lakaplar ismin başına getirilir ya, Mehmet'in başına gelenlerden kastımız budur. Mehmet ismine lakap olmuş sözlere bakacağız.

    Lakapları incelerken Eğret'te eskiden beri çocuklara en fazla konulan erkek ismi Mehmet'in en fazla lakap alan isim olduğunu farkettim. Akılıma gelenleri yazacağım göreceksiniz, akla hayale gelmedik ne lakaplar yakıştırılmış. 

    Burada şunu da belirtelim, bu ad Peygamberimizin isminin Türkçeleştirilmiş şeklidir. Rivayete göre atalarımız bu seslerdeki değiştirme işlemini Peygamberimize saygı adına yapmışlar. Orijinal Muhammed ismi O'na hastır, biz çocuklarımıza Mehmet diyelim, diye düşünüp duydukları hürmeti göstermişler. 

    Ben böyle toplumsal bir şuur geliştiğine inanmıyorum. Elbette Peygamberimize diğer milletlerden daha fazla saygı duyulmuş, sevgi beslenmiş; ama isimlendirme mevzuundaki olay başkadır diye düşünüyorum. Arapça Türk hançeresine uygun bir değil, oradan gelen kelimeleri kendi gırtlağına uydurup o şekilde telaffuz etme yaygın bir durumdur. Buna doğal Türkçeleştirme denilebilir. İşte Peygamberimizin ismini Mehmet olarak almak da buna bir örnek. Belki Muhammed > Mehemmed > Mehmed > Mehmet süreci yaşanmıştır, bu da gayet normal...

    Her ne kadar isimlendirmede ortak bir şuur bulunmasa bile, bir an için bu ihtimali doğru kabul edersek, ne kadar isabetli bir iş yaptıkları ortaya çıkıyor. Çünkü lakaplandırmalarda bazı uygunsuz yakıştırmalara da rastlanıyor, o vakit bu münasebetsiz benzetmeler doğrudan Peygamberimize yönelecek, bu da saygısızlığın daniskası olacaktı. İyi ki Muhammed ismi Türkçe'de Mehmet'e dönüşmüş.

    Gara Mehmet Ata/Kırım
    Geneli Mehmet Saki
    Dana Mehmet Duran
    Devriş Mehmet Terlemez/Aydın
    Sarı Mehmet Çotak/İdis
    Kedi Mehmet (Şık)
    Aydınlı Deli Mehmet Acar
    Deli Mehmet İdi/İdis/Dadak
    Ağa Mehmet Dadak
    Yırtımcı Mehmet Dadak
    Böcekçi Mehmet Dadak
    Galle Mehmet Dadak
    Parlak Mehmet Azbay
    Gıytak Mehmet Azbay
    Yılık Mehmet Öztürk
    Uzun Mehmet Öztürk
    Yörük Mehmet Demir
    Efe Mehmet Öncül
    Hafız Mehmet Öztürk
    Hoca Mehmet Karakaya
    Göden Mehmet Dadak
    Göde Mehmet Aydın
    Gındi Mehmet Kızılyel
    Gözel Mehmet Tok
    Bödü Mehmet Sağlam
    Sağır Mehmet Azbay
    Çerçi Mehmet Kopan
    İnce Mehmet Kasal
    Buruşak Mehmet Omak
    Güçcük Mehmet Öncül
    Pire Mehmet Tüblek
    Çavuş Mehmet Tüblek
    Berber Mehmet Külte
    Beygirli Mehmet Tüblek
    Hatca Mehmet Saki
    Vakvak Mehmet Aytar
    Ördek Mehmet Aytar
    Bulduk Mehmet Saçak
    Arnavut Mehmet Saçak
    Poyraz Mehmet Boy
    Habiri Mehmet Boy
    Güdük Mehmet Işılak
    Tahtalı Mehmet Ün
    Keçi Mehmet Seçan
    Kel Mehmet Özdemir
    Batık Mehmet Köz
    Garaguzu Mehmet (Önkal)
    Gani Mehmet Çalışır
    Molla Mehmet (Tür)
    Halimenin Mehmet Kıy
    Tenikeci Mehmet Öztürk
    Çakır Mehmet Erdem
    Kör Mehmet Aykaç
    Gız Mehmet Öztürk
    Kinisli Mehmet (Soya)
    Ceneme Mehmet Soya
    Gulaksız Mehmet Argunşah
    Emetinin Mehmet Sak
    Bali Mehmet Çetin
    Sakallı Mehmet Aydın
    Cava Mehmet Er
    Alçak Mehmet (As)
    Dombeyli Mehmet Okutan
    Kahya Mehmet Seçen
    Dayı Mehmet Dadak
    Dayının Mehmet Yola
    Akgalak Mehmet Dadak
    Çapar Mehmet Dadak
    Deliberber Mehmet Öncül
    Mihrioğlu Mehmet Eşit
    Curak Mehmet Kirkit
    Sağıroğlu Mehmet Sancak
    Çete Mehmet Patlar
    Gonyalı Hacı Mehmet Kurt
    Lomcu Mehmet Selek
    Doruk Mehmet Külte
    Kırtümmet Mehmet Soylu
    Koreli Mehmet Önkal
    Dolak Mehmet Kırım
    Avgan Mehmet Çetin
    Bekiroğlu Mehmet Dadak
    Kürt Mehmet (Kirtyusuf'un kayınpederi)
    Şeherlioğlu Mehmet Kırdar 
    Kokulu Mehmet Dirlik
    Yağcı Mehmet Aykaç
    Tahirintopal Mehmet Akyol
    Gıvırcık Mehmet Patlar
    Kemik Mehmet Patlar
    Gıbış Mehmet Özen
    Terzi Mehmet Öztürk
    Cingen Mehmet Öztürk